21 Ocak 2020 Salı

Kent, Gençlik ve İşsizlik

Bu makale Sosyal Demokrat Dergi'nin Şubat 2019 tarihli 97/98 sayısında yayınlanmıştır.

Kent, gençlik ve işsizlik… Bu üç kavram, kapitalist sistem içinde birbirleriyle hem bütünleşik hem de ayrışık olarak bir sorun alanını tarif edebilir. Kent(leşme) ve gençlik, işsizlikten farklı olarak kapitalizmle ortaya çıkmış kavramlar olmadığı gibi kendi başlarına bir sorun alanı da oluşturmazlar. Kent(leşme) ve gençlik, kapitalizmin ortaya çıkardığı -işsizlik başta olmak üzere- sorunların terkisinde yeni bir toplumsal sorun haline gelmiştir.
Kapitalizmin ortaya çıkardığı bir sorun olmasının yanı sıra başka birçok toplumsal soruna da kaynaklık etmesine rağmen işsizlik, kapitalist sistemin egemen unsurları tarafından ortadan kaldırılması gereken/istenen bir sorun olarak görülmez. Her ne kadar Keynesyen dönemden kalan bir alışkanlıkla -tam istihdam değil ama- işsizliğin azaltılması siyasi iktidarlar tarafından temel hedeflerden birisi olarak gösterilse de; işsizlik, pek çok zaman kapitalizmin varlığını sürdürebilmesi için bir gereklilik, hatta bir fırsat olarak kabul edilir. Zira üretim sürecinde yaratılan artık değer üzerinden sermaye birikimi sağlayarak varlığını sürdürebilen kapitalizmde, emek arzının emek talebinden fazla olması anlamına gelen işsizlik, emek değerini düşürerek artı değeri çoğaltmanın bir yolu olarak değerlendirilir. Bu nedenle işsizliğin önlenmesi bir yana; işsizliğin, yani emek arz fazlasının, emek maliyetlerini baskılamakta yetersiz kaldığı dönemlerde düzenli ya da düzensiz göçler teşvik edilerek emek arz fazlası yaratılmaya çalışır. Ta ki işsizliğin neden olduğu sorunlar (1929 krizi sonrası gibi) sermaye birikimini olumsuz etkilemeye başladığı ya da işsizliğe ve onun yarattığı sorunlara karşı toplumsal tepkilerin sistemi sorgulamaya ve bir kalkışmaya dönüşme olasılığının belirdiği zamana kadar!  
İşsizliği kimler sorun olarak görür?
İşsizliği gerçekten bir sorun olarak görenler, işsizliği ve yarattığı baskıyı doğrudan doğruya yaşayan emekçi kesimlerdir. Emekçiler için işsizlik, yaşamlarını sürdürebilecekleri gelirin yegâne kaynağı olan emek güçlerini satamamaları halidir. Emek gücünün satılamaması gıda başta olmak üzere, barınma, sağlık, sosyal güvenlik gibi en temel yaşamsal ihtiyaçlardan yoksunluğu da beraberinde getirir. Emekçilerin kendileri ve aileleri için yaşamsal bir risk oluşturan işsizlik karşısında gösterdiği “ilkel” refleks, kendisiyle aynı koşullarda olan diğer emekçilerle rekabete girişmesidir. Emekçiler arasındaki bu rekabetin iki unsuru vardır: Birincisi nitelik(vasıf), diğeri ise işveren için daha düşük maliyet oluşturacak çalışma koşullarının kabullenilmesidir. Emeğin niteliği büyük ölçüde eğitimle ilişkilidir. Ancak eğitim, sınıflar arası güç ilişkilerine de bağlı olarak toplumsal eşitsizlikleri yeniden üretir. Dolayısıyla işsizliğin emekçiler üzerindeki tehdidinin arttığı dönemlerde sınıflar arası güç ilişkileri emekçiler aleyhine bozulur ve eğitim yoluyla diğer emekçiler üzerinde üstünlük sağlayabilmek mümkün olmaz. Bu nedenle rekabet daha çok düşük ücret ve daha kötü çalışma koşullarını kabullenmek üzerinden gerçekleşir, ki emek maliyetinin düşürülmesini amaçlayan sermayenin istediği de zaten budur!   
19. yüzyıl başlarından itibaren işsizlik ve onun ortaya çıkardığı yaşamsal risklere karşı emekçiler, birbirleriyle rekabeti içeren “ilkel” refleksin çözüm olmadığını görmüş ve kendilerini en vahşi koşullarda, güvencesiz olarak çalışmaya ve sefalet içinde yaşamaya zorlayan burjuvaziye ve kapitalizme karşı, sınıf olma bilinciyle örgütlü bir mücadeleye girişmiştir. 19. yüzyılın ortalarından itibaren yükselen işçi sınıfı hareketi, özellikle grevi bir mücadele yöntemi olarak kullanarak önemli kazanımlar elde etmiştir. Bugün sermaye kesimini işsizlik nedeniyle ortaya çıkabilecek tepkiler konusunda endişelendiren, emekçilerin 19. yüzyıldaki gibi birbirleriyle rekabet etmek yerine kendilerine ve sisteme karşı yeniden mücadeleye yönelme olasılığının belirmesidir.
Günümüzde işçi sınıfı örgütlülüğünün son derece zayıf; mevcut örgütlenmelerin ise hem sınıf perspektifinden uzak hem de bürokratik bir yapıda olması, işsizlik ve neden olduğu sorunlara karşı güçlü bir tepkinin ortaya çıkma olasılığını azaltmaktadır. Buna karşılık sermayenin ve siyasi iktidarların, işçilerin örgütlenme hakkına karşı tahammülsüzlüğü ve baskıları, bu endişenin tamamen ortadan kalkmadığını göstermektedir.  
Kentler ve genç işsizler
Kentleşmenin toplumsal bir sorun haline gelmesi, kapitalizmin ilk dönemlerinden itibaren mülksüzleştirilerek ve üretim araçlarından uzaklaştırılarak işsizleştirilen kırdaki emek gücünün, sanayileşen kentlere akın etmesiyle başlamıştır. Kırdaki işsizlerin kentlere akını, kentleri kapitalist üretim sisteminin yarattığı toplumsal sorunların mekânsal merkezi haline getirmiştir. Böylece kentler; işsizlikle birlikte barınma, eğitim, sağlık, çevre, sosyal güvenlik, yoksulluk, ulaşım, altyapı gibi sorunlarla sarmalanmıştır. 
İnsan yaşamının en dinamik dönemi olan gençliğin bir sorun alını haline gelmesi de, kentleşme gibi kapitalizmin gelişim sürecinde ve yine işsizlikle doğrudan ilişkilidir. Gençler, özellikle emek yoğun üretimin, kol gücünün esas olduğu üretim süreçlerinde en üretken ve üzerinden en fazla artı değer elde edilen insan kaynağı olarak görülürler. Aynı durum, gençlerin yetişkinlere göre yeniliklere açık ve teknolojik gelişmelere daha kolay adapte olabilmesi nedeniyle teknoloji yoğun üretim süreçlerinde de geçerlidir. Üretim sürecindeki verimliliklerinin yanı sıra, içinde doğup büyüdükleri ortamdan bağlarını daha kolay koparabilmeleri ve hayallerinin peşinden koşmaya daha yatkın olmaları, gençlerin göç etmelerini ve gittikleri yerdeki koşullara uyum sağlayabilmelerini de kolaylaştırır. Bu da genç emekçilerin diğer yaş gruplarına göre mobilitesini yükseltir. Bu nedenle mülksüzleştirilen, üretim araçlarından uzaklaştırılan ailelerde, önce gençler ücretli emek haline dönüşür; kentlere göç eder ve kentlerdeki işçi ve işsiz kitlesini oluşturur.
Gençlerin emek piyasasına kazandırdığı dinamizm ve olanaklar, üretken olmaları ve mobilitelerinin yüksek olmasıyla sınırlı değildir. Gençlerin önemli bir kısmı bir aile kurup sorumluluğunu henüz üstlenmemiş oldukları için sadece kendi emeklerini yeniden üretmeyi sağlayacak, görece düşük ücretlerle çalışmaya razı olabilirler. Ayrıca gençler, kayıt dışı ve kısmi süreli, çağrı üzerine çalışma gibi esnek çalışma biçimlerini de daha kolay kabullenirler. Üretkenliği yüksek, maliyeti düşük olan gençler, emek piyasasında diğer yaş gruplarındaki emekçilere rakip hale getirilerek, emek piyasasında ücretler genel düzeyini baskılayan bir etken olarak da kullanılırlar.   
Artan genç işsizliği
Birleşmiş Milletler’in genç nüfus olarak kabul ettiği 15-24 yaş arasındakilerin emek piyasasında sermaye için sağladığı avantajlara rağmen, işsizlik oranı yetişkinlere göre daha yüksektir. ILO’nun Gençler İçin Küresel İstihdam Eğilimleri Raporu 2017 verilerine göre, dünyada işsizlerin % 35’i gençtir ve küresel genç işsizlik oranı % 13’ü aşmıştır. 2018’de küresel düzeyde genç işsiz sayısının 71.1 milyonu bulacağı tahmin edilmektedir[i]. Genç işsizliğinin en yüksek olduğu ülkelerden İspanya’da 2018 yılının 3. çeyreğinde genel işsizlik oranı % 15 dolayındayken genç işsizlik oranı % 34 düzeyindedir. Avrupa Birliği ortalamasında genel işsizlik % 7 civarındayken genç işsizliği % 17’ye ulaşmıştır. OECD ortalamasında da bu oranlar % 5.3’e % 12 dolayındadır[ii]. Türkiye’de ise TÜİK 2018 Eylül ayı verilerine göre genel işsizlik oranı, % 11.1 iken genç işsizliği % 21.6’dır. Genç kadınlarda bu oran % 27.4’e kadar çıkmaktadır[iii]
Genç işsizliğinin yüksek olması yeni işler yaratılamaması, iş deneyiminin olmaması, gençlerin niteliklerinin emek piyasasının ihtiyaçlarına cevap verememesi gibi gerekçelere dayandırılmaktadır.   İş deneyiminin olmaması bir yana, diğer gerekçeler ekonomi ve eğitim politikalarıyla doğrudan ilişkilidir; ki bunları da 1970’lerden bu yana uygulanmakta olan neoliberal politikalardan ayrı düşünmek mümkün değildir. Küreselleşme süreci içinde üretimin emeğin ucuz olduğu bölgelere kayması, devletin sosyal işlevlerini terk ederek tamamen piyasanın ihtiyaçlarını karşılayacak politikalara yönelmesi, esnekliğin ve kuralsızlığın esas olduğu bir çalışma rejimin egemen hale gelmesi, özellikle merkez kapitalist ülkelerde işsizliği arttırmıştır. Artan işsizliği önlemek için Dünya Bankası, OECD, Avrupa Birliği gibi uluslararası kurumların öncülüğünde eğitim-istihdam ilişkisini de içeren politikalar uygulamaya konulmuştur. Bu politikalarda gençler, dezavantajlı kesimler içerisinde kabul edilerek genç istihdamına özel önem atfedilmiştir. Ancak tüm bunlar kalıcı ve güvenceli bir istihdam yaratmak yerine; gençlere esnek, güvencesiz işlerde çalışmayı dayatmaktadır.
1980’li yılların başlarında kır-kent nüfusunun yarı yarıya olduğu Türkiye’de bugün nüfusun dörtte üçünden fazlası kentlerde toplanmıştır. Bunda, 1980’li yıllardan itibaren uygulanan neoliberal politikalar çerçevesinde tarımı ve tarıma dayalı sanayinin ihmal etmiş olmasının, Ortadoğu’daki savaşlar nedeniyle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da sınır ticaretinin durmasının ve yine aynı bölgede yaşanan çatışmalı sürecin neden olduğu göç hareketlerinin önemli etkisi vardır. 25-30 yıl gibi kısa zamanda nüfusun dörtte birinin kentlere göç ettiği bir ülkede, kentlerin sorun yumağı haline gelmesi kaçınılmazdır.
İşsizlik, özellikle genç işsizliği, aşırı hızlı kentleşmenin getirdiği en önemli sorundur. Bu sorunun çözümü için yeni işler yaratılması ve gençlerin nitelikli bir eğitim alması gerekir. Oysa Türkiye, küreselleşme sürecinde teknolojik gelişmelere ayak uyduramamış, emek yoğun üretimle sahip olduğu pazarı büyük ölçüde Asya-Pasifik ve Afrika ülkeleri gibi 1990’lı yıllarda kapitalist üretim sistemine ucuz emek alanı olarak dahil olan ülkelere kaptırmış, bu da işsizliğin daha da artmasına neden olmuştur. Özellikle 2008 krizi sonrasında İŞKUR aracılığıyla genç işsizliğini de öncelediğini belirten “işsizlikle mücadele” programları uygulanmıştır. Ancak bu programlar, sermayeye kaynak aktarmak ve gençleri daha güvencesiz, daha düşük ücretlerle çalışmaya mahkum etmekten başka bir işe yaramamıştır. Öte yandan özgür düşünme, sorgulama anlayışının ortadan kalktığı, giderek “dindar ve kindar nesil yetiştirme” anlayışının hakim olduğu  bir eğitim sistemiyle ne kentleşme ne gençlik ne işsizlik ne de bunların bir araya gelmesiyle oluşan sorunları çözmek mümkün değildir!

Hiç yorum yok: