28 Haziran 2020 Pazar

‘Bilim Kurulu’ kıdemin gasbını ‘ak’lamaz!


27 Haziran 2020
Salgın döneminde Sağlık Bakanlığı tarafından oluşturulan Bilim Kurulu toplum üzerinde öyle olumlu etki bırakmış ki hükümet, “Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi” adı altında kıdem tazminatı hakkını ortadan kaldırmak için de benzer bir “bilim kurulu” oluşturacakmış!
Bilindiği gibi salgın başından beri, sermayenin ve siyasi iktidarın çıkarları doğrultusunda “tek adam”ın ağzından çıkan kararlarla yönetildi. Bilim Kurulu denilen kurumun vitrin mankenliğinden öte bir etkisi olmadı. Bu haliyle toplumda nasıl olumlu bir etki bıraktığı anlaşılır gibi değil. Neyse konumuz bu değil. Kıdem tazminatı hakkının gasp edilmesine “bilimsel” kılıf uydurma gayretini ele alacağız bu yazıda.
Ekonominin ve siyasi arenanın egemenleri, bilimi ve akademiyi toplumun kolaylıkla kabullenmeyeceği politikaları meşrulaştırmanın aracı olarak görmüşlerdir her daim. Çok bilinmez ama yeniden gündeme gelen kıdem tazminatının fona devredilerek tasfiye edilmesini ilk gündeme getiren ve bunun alt yapısını oluşturan da, bugün kurulmak istenen gibi bir “bilim kurulu”dur.
Tarih, 2001’in Şubat ayıdır. Hani şu cumhurbaşkanının, başbakana anayasa kitapçığını fırlatmasının ekonomik krize neden olduğunun iddia edildiği günler… Hükümette DSP-MHP-ANAP koalisyonu, Çalışma Bakanlığı koltuğunda ise Yaşar Okuyan vardır. 7 Şubat 2001’de Bakan Okuyan ile işçi ve işveren konfederasyon başkanlarının katılımıyla gerçekleştirilen toplantıda işçi tarafını temsilen Türk İş, Hak İş, DİSK tarafından belirlenen birer; işveren tarafını temsil eden TİSK tarafından belirlenen üç ve hükümet tarafından belirlenen üç akademisyenden kurulu dokuz kişilik bir “bilim” kurulu oluşturulur. Bu toplantıda hazırlanan protokolle taraflar “Bilim Kurulu’nun oy birliği ile hazırlayacağı metnin, herhangi bir çekince ileri sürülmeden taraflarca kabul edilmiş sayılacağı” taahhüdünü kabul eder. Bunun anlamı, sendika yöneticilerinin temsil ettikleri işçilerin iradesini, isminin önünde akademik ünvan bulunan birkaç “bilim” insanına devretmesidir. Üstelik bu karar, konfederasyonları oluşturan sendikaların bile bilgisi olmaksızın, antidemokratik biçimde alınmıştır ve karar uzunca bir süre sendikalardan ve kamuoyundan saklanmıştır.
Bilim Kurulu’nda yer alanlar, 1980’lerde “iş hukukunun amacının işçilerin haklarını korumak” olduğunu söyleyen “hocalarımız”dı. İşte o hocalar, sendikalardan da aldıkları yetkiyle, Türkiye ve dünya işçilerin yüz yılı aşkın süre, zorlu mücadelelerle elde ettiği kazanımları ortadan kaldırıp kuralsızlığı kural haline getiren yeni bir iş kanunu ile birlikte kıdem tazminatının fona devredilerek işlevsizleştirileceği bir taslak hazırladı. Bu taslağın, 4857 sayılı İş Kanunu haline gelmesi, Derviş’in alt yapısını hazırladığı birçok düzenleme gibi 2003’te AKP’ye “nasip” oldu! Bu AKP’nin uluslararası ve ulusal sermaye karşısında kendisini ispat ettiği ilk önemli sınavdı. Sermaye karşısında “emekçileri koruyan değil, esnek ve güvencesiz çalışma rejimini inşa eden, sermayeye emeği dilediği gibi sömürme özgürlüğü veren İş Kanunu” yasalaşırken, kıdem tazminatına ilişkin taslak, o süreçte gündeme getirilmedi.
Aradan geçen 17 yılda ne zaman emekçilerin haklarını gasp eden bir düzenleme gündeme gelse beraberinde kıdem tazminatı da getirildi. İşçi sendikaları, her defasında “Kıdem tazminatı kırmızı çizgimizdir” açıklaması yaptı. Ama kıdem tazminatıyla birlikte getirilen ve aslında esnek ve güvencesiz çalışmayla kıdem tazminatını da işlevsiz hale getiren düzenlemelere diren(e)medi, kabullendi.
Salgının yarattığı kaos ortamında kıdem tazminatı bir kez daha, “Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi” adıyla gündeme getirildi. Bu kez hükümet, 4857 sayılı İş Kanunu’nun hazırlık sürecindeki taktiği kullanarak, emekçilerin ellerinde kalan bu son hakkı da “bilim kurulu” kisvesi altında gasp etmeye niyetleniyor. Basına yansıyan haberlere göre geçen hafta Erdoğan’ın Türk İş ve Hak İş başkanları (DİSK başkanı çağrılmamış) ve sermaye temsilcileriyle yaptığı toplantıda bu yönde bir karar alınmış. Anlaşılan o ki; bu iki konfederasyonun başkanı, 2001’de olduğu gibi yine işçinin iradesini birkaç “bilim” insanına devrederek, yıllardır “kırmızı çizgimizdir” dedikleri kıdem tazminatının ortadan kaldırılmasının sorumluluğundan sıyrılma hesabı içindedir.
Emekçilerin, uğruna büyük bedeller ödeyerek yıllar süren mücadelelerle elde ettiği hakların, sendika bürokrasisinin “işçi sınıfının iradesini birilerine devrederek gasp edilmesini meşrulaştırması” kabul edilemez!
İşçi sınıfının iradesine ipotek koyan sendika ağalarından kurtulmasının; haklarına ve iradesine sahip çıkmasının zamanı çoktan gelmiştir. Türk İş ve Hak İş başkanlarıyla benzer bir tutum içinde olan Barolar Birliği başkanına karşı avukatların, baroları aracılığıyla mücadelesi, işçiler için de ilham kaynağı olmalıdır.

21 Haziran 2020 Pazar

Salgında öldüren tercihler ve mücadele(sizlik)

                                       
                                        20 Haziran 2020

Koronavirüs, devletin “yüce” makamlarınca kabullenildiğinden bu yana tüm toplumu tehdit eden bu ölümcül salgın karşısında siyasi iktidarın tercihi; toplumun sağlığı değil, sermayenin ve kendi iktidarının “âli” çıkarları oldu.
TTB ve uzman hekim örgütleri, başından beri salgına ilişkin verilerin gerçekliği, şeffaflığı ve alınan önlemlere yönelik eleştirilerini ve görüşlerini her platformda toplumla paylaştı, hükümete uyarılarda bulundu. Ama süreç akıl ve bilimle değil, tek adamın ağzından çıkan sözle yönetildi.
Salgına karşı önlemlerin gecikmesi; emekçilerin fiziksel mesafeyi sağlayacak karantinanın dışında tutulması; gerçek verilerin toplumla, daha da önemlisi salgına karşı canı pahasına mücadele veren sağlıkçılarla bile paylaşılmaması ve nihayet “normalleşme” adı altında önlemlerin büyük ölçüde gevşetilmesi hep tartışıldı. Ama tercih yapılmış, tek adam sözünü söylemişti!
Prof. Dr. Erol Taymaz’ın Yeni Zelanda ile karşılaştırmalı olarak yaptığı ve geçtiğimiz günlerde yayınlanan “Covid 19 Politikalarının İktisadi ve Toplumsal Etkileri” başlıklı analizine göre: Türkiye’de önlemler, ekonomik ve siyasi çıkarlar doğrultusunda keyfi olarak alınmasaydı ve Yeni Zelanda’da olduğu gibi salgının ortaya çıkmasıyla bir ay süresince herkes -ayrımsız- eve kapansaydı, salgın nedeniyle hastalanan ve ölenlerin sayısı yüzde 40 daha az olacak; yani korona nedeniyle yaşamını yitiren yaklaşık 1300 kişi bugün yaşıyor olacaktı. Hem de salgının ekonomik maliyeti bugünkünden fazla olmayacaktı. Bu analiz de gösteriyor ki, insan yaşamının maliyet hesabı yapmadan (Yeni Zelanda da kapitalist bir ülke olarak bu hesabı yapmıştır) sadece insan sağlığı öncelenerek sürdürülecek bir mücadelede, yaşamını kaybedenlerin sayısı çok daha az olacaktı.
Farklı analizlerde başka başka sonuçlar da çıkartılabilir belki ama değişmeyecek gerçek şudur ki; toplum sağlığı yerine ekonomik ve siyasi çıkarlar tercih edildiğinde salgınla mücadele yetersiz kalmakta ve binlerce insan, bu tercih nedeniyle yaşamını yitirmektedir.
“Normalleşme” adına önlemlerin neredeyse tamamen ortadan kaldırıldığı 1 Haziran sonrasında resmi açıklamalarda bile vaka sayısı hızla artmaktadır. AVM’lerden, adliyelerden, fabrikalardan yani insanların toplu halde bulunduğu hemen her yerden yeni vaka haberleri gelmekte, İstanbul başta olmak üzere birçok ilde yoğun bakım ünitelerinin yetersiz kaldığı bildirilmektedir. Tüm bunların üzerine, uzmanların ısrarlı uyarılarına rağmen “tek adam”ın kararıyla, önümüzdeki günlerde milyonlarca öğrenci ve eğitimci, “fiziksel mesafe” önlemi hiçe sayılarak LGS ve YKS’ye katılmak zorunda kalacaktır. Sınav saatleri sürecinde alınan sokağa çıkma kısıtlaması, göstermelik kararlardan bir yenisidir ve salgının yayılmasına engel olmayacağı açıktır.
Peki, toplum sağlığı ve insan yaşamını değersiz gören, yaşam hakkını açık biçimde ihlal eden tercihler karşısında muhalif partiler, sendikalar ve diğer demokratik örgütlenmeler neden tepkisizdir? Yaşam hakkı siyasal, ekonomik, sosyal, kültürel haklardan daha mı önemsizdir de, bu alanlarda mücadele eden örgütler; sermayenin ve iktidarın çıkarları için binlerce insanın ölümüne göz yumulmasına sessiz kalmaktadır?
Çuvaldızı önce kendi örgütüm Eğitim Sen’e batırayım, diğerlerine iğneyi batırırım daha sonra: Siyasi tercihlerle toplum sağlığının, yaşam hakkının ihlal edildiği koşullarda yürütülecek mücadele bir sendikanın en temel sorumluluğudur. Hele yaşamı tehlikeye atılanlar, kendi örgütlenme alanında ise… LGS ve YKS, milyonlarca öğrencinin ve beraberinde Eğitim Sen üyelerinin de dahil olduğu on binlerce eğitim emekçisinin yaşamını tehdit etmektedir. Böyle bir durumda, resmi başvuruların, sosyal medyada yapılan birtakım açıklamaların, “sürecin takipçisi olunduğu”nu söylemenin bir karşılığı yoktur. Öğrencilerin, Eğitim Sen üyelerinin ve tüm eğitim emekçilerin yaşam hakkı için genel bir boykot çağrısında bulunmak (mümkün olsa da genel grev çağrısı yapılabilse keşke); sendika olmanın gereği olduğu gibi, üzerine ölü toprağı serpilmiş demokrasi mücadelesine de, Eğitim Sen tarihine de yaraşır bir katkı olurdu. Ama bu olanak kaçırılmıştır maalesef!
Bu arada önümüzdeki hafta başlayacak olan öğretmenlerin yıl sonu mesleki çalışmalarının Eğitim Sen’in de girişimiyle yüz yüze yapılmak yerine, uzaktan yapılma kararının alınması önemlidir elbette. Ancak bu kararla, fiziksel mesafe koşullarına uyulmasının mümkün olmadığı iki büyük sınavda görev alacak eğitim emekçileri salgın tehlikesinden korunmuş olmayacaktır.

14 Haziran 2020 Pazar

Uzaktan (dijital) eğitim fırsatçılığı!


13 Haziran 2020
Salgınla birlikte binlerce öğrencinin ve eğitimcinin bir arada bulunduğu okul düzeninde “fiziksel mesafe” kuralına uymak mümkün olmadığı için yüz yüze eğitim yerine uzaktan eğitime geçildi. Milli Eğitim Bakanı geçtiğimiz günlerde yaptığı bir açıklamada “Uzaktan eğitimi önümüzdeki yıllarda da Türk eğitim sisteminin olağan bir parçası yapmak için yeni bir proje çalışmasının içindeyiz” dedi. YÖK başkanı da aynı günlerde, uzaktan öğretim ile ilgili yapısal değişikliğe yönelik bazı kararlar aldıklarını belirterek, “YÖK olarak örgün öğretimde uzaktan öğretimle verilebilecek ders oranını yüzde 40’a çıkarıyoruz” açıklamasında bulundu. Bu açıklamalardan “uzaktan eğitimin, yükseköğretim ve temel eğitimde kalıcı olmasının amaçlandığı” anlaşılıyor.
Bu açıklamalar aklımıza şu soruyu getiriyor: Toplum sağlığı da hiçe sayılarak “fiziksel mesafe” önlemleri “normalleşme” adı altında ortadan kaldırılırken, LGS ve YKS sınavları dahi ertelenmeyerek milyonlarca öğrenci ve eğitimcinin yaşamı tehlikeye atılırken salgında tedbir olarak getirilen “uzaktan eğitim” neden kalıcı hale getirilmek isteniyor?
Uzaktan eğitimin kalıcılaşmasının, öğrencilerin ya da toplumun sağlığıyla hiçbir ilgisi olmadığı açıktır. Bu konu, koronavirüs öncesinde kısmen uygulanan ve uzunca süredir üzerinde tartışılan bir konudur. Yükseköğretimde birçok üniversitede örgün (yüz yüze) eğitimin yanı sıra açık ve/veya uzaktan eğitim programları vardır (Yükseköğretimde uzaktan eğitimi, “Uzaktan bilim üretilir mi, bugün üniversitelerin bilgi üretmek ve aktarmak gibi bir hedefi kalmış mıdır?” gibi sorularla tartışmak üzere bir başka yazıya bırakalım.). Ancak temel eğitimde, “okulsuz-öğretmensiz eğitim” başlığı altında birçok kez gündeme gelmesine karşın uzaktan eğitim, salgın vesile olana kadar uygulanmamıştır.
Birçok ülkede sürdürülen “okulsuz, öğretmensiz eğitim” tartışmalarında, genellikle dünyanın geleceği üzerine araştırmalar yapan The World Future Society’nin, Eylül-Ekim 2013 tarihli raporundaki “15-20 yıl içinde dünyada okulsuz ve öğretmen olmadan bir eğitim modeli öngörüsü ile okul merkezli eğitime ‘gelecekte yok olacaklar’ arasında yer verilmesi” referans gösterilmektedir. Bu rapora göre 2030’da okullarda derslerin yüzde 90’ı internet üzerinden, dijital ortamda yapılacak; eğitim, öğretmekten rehberlik yapmaya doğru bir evrim geçirecektir.
Salgın öncesinde temel eğitimde uygulanmamakla birlikte uzaktan eğitim, MEB’in de uzun zamandır gündemindedir. Örneğin bakanlık kapsamında yapılan Yönetici Gelişim Planı (YÖGEP) toplantılarında bu, “akılcı, çağdaş, yenilikçi bir eğitim sistemi” olarak sunulmakta ve örgün eğitime göre en büyük avantajının da “maliyet” olduğu ifade edilmektedir. Yani MEB, salgından çok önce temel eğitimde uygulamaya niyetlendiği uzaktan eğitimi yaşama geçirmek için salgını “fırsat” görmektedir!
MEB, salgınla birlikte uzaktan eğitimi, Eğitim Bilim Ağı (EBA) aracılığıyla televizyon programlarının yanı sıra internet üzerinden video anlatımlı dersler ve öğrenci ile öğretmenin buluştuğu “canlı sınıf” programlarıyla gerçekleştirdi. Öldürücü ve hızla yayılan bir salgın döneminde öğrencileri eğitimden mahrum bırakmamak için teknolojiden yararlanarak eğitim faaliyetini sürdürmeye çalışmak önemlidir elbette. Ancak neoliberal politikalarla eğitim sistemine de yansıyan toplum kesimleri arasındaki eşitsizlik; eğitimin teknoloji aracılığıyla yapılmak istenmesiyle daha da artmıştır. Yüz binlerce öğrenci bilgisayar, tablet, akıllı telefon vs cihazları ya da internete erişimi olmadığı için dijital ortamdaki öğretim olanağından mahrum kalmıştır.
Türkiye Eğitim Gönüllüler Vakfı’nın (TEGV) 7 bölgeden 31 ilde yaptığı ve mayısta yayımladığı “Covid 19 Dönemi TEGV Çocukları Uzaktan Eğitim Durum Değerlendirme Raporu”na göre EBA’nın internet üzerinden yaptığı video dersleri izleme oranı yüzde 47, canlı derslere katılım ise sadece yüzde 11’dir. Öğrencilerin çok önemli bölümü (yüzde 66) ise uzaktan eğitim programına günde sadece 1-2 saat zaman ayırmıştır.
Bu da göstermektedir ki öğrencilen yüzde 89’u uzaktan (dijital ortamda) eğitime doğrudan katılamamaktadır. Eğitimi metalaştıran bir anlayışla “maliyetleri düşürmek” için salgın fırsatından da yararlanarak uzaktan eğitimin kalıcı hale getirilmesiyle, öğrencinin doğrudan katılamadığı bir sistemde eğitimin, “toplumsal hiçbir işlevi yerine getiremeyeceği; ırkçı, şoven, mezhepçi, cinsiyetçi anlayışı sanal ortamda yeniden üretmek dışında bir işe yaramayacağı” açıktır. Bu durumda geriye sadece öğretmen emeğinin değersizleşmesi ve eğitimin en ucuz yoldan sermayeye iş gücü, siyasi iktidara ise “sadık” yurttaşlar yetiştirmesi kalmaktadır!

9 Haziran 2020 Salı

Floyd cinayeti ve ırkçı şiddet üzerine…

                                            6 Haziran 2020

Siyahi George Floyd’un beyaz bir polis tarafından, hiçbir gerekçe yokken herkesin gözü önünde boğularak öldürülmesiyle başlayan protestolar, ABD’nin yanı sıra Avrupa’nın da birçok ülkesine yayıldı. Başlangıçta ABD yönetiminin “ırkçı” yaklaşımlarını hedeflese de protestolar yaygınlaştıkça, ABD ve diğer ülkelerde yaşanmakta olan ırk, dil, din, etnik köken gibi hemen her tür ayrımcı politikalara yöneldi.

Milyonlarca kişi protesto için özellikle sömürgeci, emperyalist ülkelerin meydanlarını doldurdu. Bu tesadüf değildi elbette. Bu ülkeler sahip oldukları zenginliklerinin kaynağı olan ilk sermaye birikimlerini; bugün meydanlarında toplanan dışlanmış, ayrımcılığa uğramış protestocuların, ana vatanlarında el konulan değerli madenler ve topraklar ile köleleştirilen atalarının teri, kanı üzerinden elde etmişlerdi. Ama aradan geçen onlarca yıla rağmen sömürgeleştirilen toplumların fertleri zorla getirildikleri sömürgeci ülkelerde ırkları, dinleri, renkleri üzerinden yaratılan ön yargılar nedeniyle, toplumun geneli tarafından dün olduğu gibi bugün de dışlanıyor, ayrımcılığa uğruyordu.

Küreselleşme süreciyle birlikte artan bölgeler ve ülkeler arası eşitsizlikler, savaşlar ve iç siyasi çekişmeler, sömürgeci dönemin kölelerinin torunlarına, göçmenleri, mültecileri, sığınmacıları da ekledi. Onlar, diğerlerinin ataları gibi “beyaz adam”ın ülkesine köle yapılmak için ayaklarına zincir vurularak getirilmemişti ama aynı “beyaz adam”ın ve onun kurduğu sistemin yaşanmaz hale getirdiği ülkesinden, “kendi rızası” ile göçmek zorunda bırakılmıştı.

İster ayağında zincirlerle getirilen kölelerin torunları olsun isterse ülkesinden göç etmek zorunda kalanlar olsun uğradıkları ayrımcılık, dışlanma yüzünden onların yeri her zaman emek piyasasının en dibi, kentlerin en varoşları oldu. Bu da yetmezmiş gibi milliyetçi/ırkçı duyguları kışkırtılmış kendisini “yerli” ve “ayrıcalıklı” görenlerin kimi zaman şiddete ve hatta katliama varan, düşmanca saldırılarına maruz kaldılar. Floyd’un öldürülmesi sonrasında bir çırpıda akla gelen; Solingen’de Türkiyeli Genç ailesinin yakılarak katledilmesi, ‘Kürtçe konuştuğu’ gerekçesiyle oğluyla vurularak öldürülen Kadir Sakçı, Sakarya’da karnındaki 9 aylık bebeği ve 10 aylık çocuğu ile katledilen Suriyeli Mefta Emani ya da en son Ankara’da ‘Kürtçe şarkı dinlediği için’ Barış Çakan’ın öldürülmesi oldu.

Burada milliyetçi/ırkçı şiddeti uygulayanların, genellikle etnik köken ve kültürel farklılığı olanları kendilerine rakip olarak gören “yerli” emekçiler olduğunu, özellikle vurgulamak gerekir. Ekonominin krizde olduğu, işsizliğin arttığı dönemlerde milliyetçi/ırkçı eğilimlerin ve şiddetin artmasının en önemli nedenlerinden biri de budur.

Kapitalizm toplum kesimleri arasında yarattığı ayrımcılık üzerinden kendisini var eden bir sistemdir. Özellikle emekçiler arasında rekabeti arttırmak ve örgütlenmelerini engellemek için milliyetçiliği/ırkçılığı kışkırtır. Dolayısıyla kitleler, düzene karşı mücadele etmek yerine birbirleriyle rekabete girerek, “öteki”ne karşı “ayrıcalıklı” olma yarışına tutuşur. Böylece sınıf çelişkilerinin üzeri örtülür, sistem sorgulanmaz. Ekonomik ve siyasi egemenlerse varlıklarını sürdürmeye devam eder.

George Floyd’un katledilmesinin ardından yaygınlaşan eylemlerle ayrımcılığa uğrayan, ezilen, sömürülen kesimlerin sokağa dökülmesini sınıf mücadelesi olarak yorumlayanlar oldu. Yukarıda değindiğim gibi Floyd’un katledilmesine yol açan etmenlerin kapitalizmle doğrudan ilişkili olduğu da sınıfsal temellere dayandığı da doğrudur. Protestolara katılanların tepkileri de kapitalizme ve onun temsilcisi siyasi iktidarlara yöneliktir. Ancak bu eylemlerde sınıf perspektifine sahip bir örgütlülük içinde hareket edilmediği gibi politik bir hedef de yoktur. Öte yandan eylemlerin, üretimin durdurulması gibi üretim süreciyle bir bağlantısı da kurulmamıştır. Dolayısıyla bu eylemlerin sınıf mücadelesi olarak tanımlanması abartılı olduğu gibi son yıllarda sistematik hale gelmiş olan “ayrımcılık” politikalarını, milliyetçi/ırkçı kışkırtmaları kalıcı olarak engelleyecek bir sonuç ortaya çıkarması da beklenmemelidir.

Anımsarsak geçmişte ABD ve diğer birçok ülkede ayrımcılığa, ırkçılığa yönelik mücadeleler oldu ve bunlardan birtakım kazanımlar da elde edildi. Hatta ABD’de bir siyahi, başkan bile oldu ya da bizde iki yıllık çözüm sürecinde Kürtler birtakım kültürel ve siyasal haklar elde etti. Bu örnekler çoğaltılabilir. Ancak bunlar kalıcı olmadı, egemenler çıkarları doğrultusunda milliyetçiliği/ırkçılığı yeniden körükleyerek tüm bu kazanımları ortadan kaldırdı, toplumu ayrıştırmak üzerinden varlıklarını sürdürmeye devam etti.

Toplum kesimleri arasında yarattığı ayrımcılık üzerinden kendisini var eden kapitalizmle mücadele için bu politikalara karşı (ayrımcılığa uğrayan hiçbir kesimi dışlamadan) sınıf bilinci içinde bir araya gelinmesi dışında bir başka yol olduğunu düşünmüyorum. Ancak bu perspektifte yürütülecek bir mücadele; daha eşit, daha adaletli bir dünyaya ulaşmayı mümkün kılabilir!