Filmde de işlendiği gibi Türkiye’de halklar arasında kutuplaşma özellikle iki temel düzlem üzerinde yoğunlaşır: Etnik köken ve inanca dayalı yaşam biçimi (tüm toplumlardaki sınıf, cinsiyet ayrımcılığı da bunlar üzerinden yeniden üretilir). Bizde etnik köken temelli ayrışmanın hedefinde esas olarak Kürtler vardır. İnanç ve inancı esas alan yaşam biçimine göre ayrışma ise iki yönlüdür; hem İslam kurallarına göre yaşamayı tercih eden mütedeyyinler hem de seküler yaşam sürenler, birbirlerini ayrışmanın hedefine koyar.
Türkiye’de “doğal afetler ve siyasi katliamlar” kutuplaşmayı yaratan nefret söylemini çok daha görünür hale getirir. Örneğin Van ve Elazığ depremlerinde yüzlerce insanın ölmesi; on binlercesinin evsiz kalması akabinde, ülkenin batısında yaşayan bir kesim “ölenlerin, mağdur olanların çoğu Kürt” diye neredeyse zil takıp oynamıştı! Ülkenin dört bir yanından duyarlı insanlar zor durumdakilere yardım ulaştırma telaşındayken onlar, kirli çamaşırlarını gönderip –kendilerince- alay etmişti.
Aylarca süren sokağa çıkma yasaklarının ilan edildiği dönemi anımsayın; Taybet Ana’nın cansız bedeni günlerce sokaktan alınamadığında, Cemile’nin annesi, kızının ölüsünü buzlukta saklamak zorunda kaldığında da benzer tavır sergilenmişti. Halklar arasında düşmanlık son bulsun, ülkede barış olsun diye Suruç’ta, Ankara Gar Meydanı’nda katledilenler için de empatiden yoksun aynı insanlık dışı tavır değişmemişti.
Tüm insani değerleri ayaklar altına alan kutuplaşma Kürtlere yönelik değil sadece. Karadeniz’de yaşanan sel felaketlerinde ya da Ege’de yaşanan orman yangınlarında da canından malından olanlara gösterilen yaklaşımın Kürtlere yapılandan farkı yok aslında; tek fark Kürtleri ötekileştiren kimi kesimlerin bu kez kendilerinin ötekileştirilmesi…
Başörtüsü üzerinden yıllardır süren laik-anti laik tepişmesinin yarattığı kutuplaşmada da tablo farksız. Toplumsal dönüşümü anlamaya çalışmadan, Cumhuriyetin burjuva demokrasisine dayalı kurallarını mutlaklaştıran ve mütedeyyinleri ötekileştirenler, siyasal İslam’ın yükselişine ne büyük katkıları olduğunun idrakine hâlâ varamadılar. Nihayetinde, 1999 Marmara ve Düzce depremlerinde ve en son İzmir depreminde cemaat ve tarikatların hedefi olmaktan kurtulamayıp, müsebbibi oldukları kutuplaşmadan paylarını aldılar.
Daha birkaç hafta önce 116 kişinin can verdiği İzmir depreminin ardından sosyal medyada “Oh olsun!” mealinden mesajlar paylaşıldı. Hemen tümünün gerekçesi İzmir halkının çoğunluğunun seküler yaşamı tercih etmiş olmasıydı. İzmir depremiyle aynı günlerde AKP milletvekili olmanın yanı sıra tartışma programlarında partisinin nefret söylemini kullanarak toplumsal kutuplaşmanın yaratılmasında önemli katkısı bulunan Burhan Kuzu, Covid-19 nedeniyle öldü. Tabiatıyla Kuzu da yıllardır körüklediği kutuplaşmanın kurbanı olmaktan kaçınamadı. Kendisi görmedi ama ölüm haberinin duyulmasının ardından onun hakkında da kutuplaşmanın ayrıştırıcı dili, nefret söylemi en acımasız biçimde kullanıldı.
Hedefinin kim olduğuna, kimin kimi ötekileştirdiğine bakılmaksızın bilinmeli ki “Kutuplaşmanın kaybedeni halklardır!” Yani Kürtleri, inancı doğrultusunda yaşayanları ötekileştiren seküler Türkler, dindarlar tarafından ötekileştirilirken; dindarlar da toplumun sırtında yük haline gelmiş iktidarın yandaşı olduğu için ötekileştiriliyor şu günlerde.
“Bir Başkadır”, gündelik hayatın içinde ayrımcılığa ayna tutarak, belirli sınırlılıklar içinde de olsa önemli bir işlevi yerine getiriyor. Ancak ayna tutmanın bir adım ötesine geçilerek ayrımcılığın ardındaki etkenlerin de göz önüne serilmesine ihtiyaç var. Bu bağlamda “halkı birbirine düşürme, kutuplaştırma yöntemi”nin, egemenlerin toplumun genelinin yararına olmayan politikaları yaşama geçirebilmesinin en kolay yolu olduğu bu nedenle burjuvazi ve onun çıkarı doğrultusunda devlet aygıtını elinde bulunduran siyasi iktidarların kullandıkları nefret söylemiyle toplumsal kutuplaşmayı bilinçli olarak körüklediği ortaya konmalıdır.
Örneğin Türkiye Cumhuriyeti’nin 98 yıldır, Osmanlı’nın son döneminde başlayan, burjuva devriminin gereği “ulus devletleşme” sürecinde; önce Ermenilerin, Rumların ardından Kürtlerin, sonra Alevilerin ötekileştirilmesi üzerinden toplumu kutuplaştırarak varlığını sürdürme politikasının bitmeyen tekerrürüyle yüzleşilmelidir. AKP’nin 18 yıldır iktidarının devamı için bu kutuplaşmayı daha da derinleştirdiği; CHP’nin yürüttüğü siyasetin yine kutuplaşma zemini üzerine oturduğu; ikisi arasında tek farkın birinin seküler yaşamı tercih edenleri, diğerinin ise dindarları ötekileştirmesinden ibaret olduğu ve Türk milliyetçiliği üzerinden Kürtleri ve beraberinde gayrimüslimler ile Orta Doğu ve Afrikalı göçmenleri ayrıştırma konusunda da hemfikir oldukları… açıkça konuşulmalıdır.
Türkiye’nin ihtiyacı, “Bir Başkadır” dizisiyle heyecanlanan ve belki de umutlananların özlemi de olan “dil, din, etnik köken gözetmeden kağıt üzerinde yurttaş olsun olmasın herkesin insan hakları temelinde eşit olması”dır. Halkların eşit koşullarda bir aradalığı egemenlerin yarattığı ayrımcılığı da ortadan kaldıracak, kutuplaşmalar yerini dayanışmaya ve birlikte mücadeleye bırakacaktır. Ama bunun için önce normalleşmiş sessizliği, tepkisizliği bozup toplumsal kutuplaşmaya karşı somut adımların atılması gerekir. İşte o zaman “Bir başka” olur her şey…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder