8 Ocak 2021 Cuma

Özgür, demokratik üniversite mücadelesi toplumsallaşmalıdır!

                                       9 Ocak 2021    
Üniversitenin özerkliği için yapılan bir eyleme sadece üniversite bileşenlerinin (öğrenci, öğretim elemanı ve üniversite emekçileri) katılımının yeterli olmayacağı, üniversiteyi tüm toplumun sahiplenmesi gerektiğini savunmuşumdur her zaman.

Bu nedenle AKP’li Melih Bulu’nun Erdoğan tarafından Boğaziçi Üniversitesi rektörlüğüne kayyum atanmasını protesto ederken gözaltına alınan eylemcilerle ilgili olarak İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün yaptığı açıklamayı duyunca heyecanlandım, umutlandım bir an(!)
 
Emniyet Müdürlüğü açıklamasında, gözaltına alınan 17 eylemciden sadece ikisinin öğrenci olduğunu belirtiliyordu. Bu açıklama eylemi marjinalleştirerek kriminalize etmek için yapılmış olmayıp da gerçek olsa işte o zaman akademinin özerkliği, üniversitenin özgürlüğü için kocaman bir adım atılmış olurdu.

Türkiye’de üniversiteler halk nezdinde, genellikle birtakım iş alanlarının önünü açması beklenen diplomanın alındığı ya da televizyon programlarında çıkan ve isminin başında kimi akademik sıfatları taşıyan “uzman”ların çalıştığı kurumlar olarak bilinir. Bunlara son yıllarda her ilde ve hatta her ilçede açılan üniversite ve bağlı birimlerde (fakülte, yüksekokul vs) okuyan öğrencilerin, esnaf için gelir kapısı olarak da görülmesi de eklenmelidir. Halkın, zihnindeki böyle bir üniversite için -siyasi iktidarla karşı karşıya gelmek pahasına- mücadele etmesi beklenemez elbette.

Toplumun üniversite ile arasındaki bireysel çıkara dayanan ilişkisinin ötesinde, üniversitenin toplumsal işlevleri bilinirse ancak, üniversitenin neden özerk; akademinin neden özgür olması gerektiği anlaşılabilir.

Üniversiteler, bilimsel bilgi üretmek ve yaygınlaştırmakla mükellef kurumlardır. Doğanın, insanlığın, toplumun yararına bilimsel bilginin üretimi ve yayımı sürecinin olmazsa olmaz koşulu; egemenlerden yani sermayeden, siyasi iktidardan ve dinden bağımsız olmasıdır. Aksi halde üniversite, egemenlerin hakimiyeti altına girecek ve bilimsel bilgi üretmek yerine muhkimlerin ideolojisini yeniden üretmekten öte bir işlev görmeyecektir. Dolayısıyla ekonomik, siyasi ve ruhani egemenlerin çıkarları ile toplumun çıkarları arasındaki çatışma büyüdükçe, çelişki arttıkça üniversite de toplumun genel çıkarlarına aykırı olarak “düzeni meşrulaştıran bir rol”e bürünecektir.

Somutlamak gerekirse; doğayı ve emeği sömüren, halklar arasında ayrımcılığı, düşmanlaşmayı körükleyen politikalar, egemenlerin güdümündeki üniversiteler aracılığıyla meşrulaştırılacaktır.

Bunun önüne geçmenin tek yolu üniversitede akademik özerkliği sağlamaktır. Akademik özerkliğin mutlak koşulu ise yönetsel özerkliktir. Yönetsel özerklik, rektör seçiminden başlayarak, üniversitedeki her akademik ve idari birimde demokratik katılımın sağlanmasıdır. Bu da akademisyen, öğrenci ve akademik faaliyetin gerçekleşmesini sağlayan üniversite çalışanlarının katılımıyla olur. Siyasi iktidardan, sermaye örgütlerinden, tarikatlardan alınan direktiflerle yönetilen kurumların yasal statüsü ne olursa olsun üniversiteyle, akademiyle uzaktan yakından bir ilgisi olamaz!

Tahakküm gücünü elinde bulunduran sınıfın temsilcisi olarak siyasi iktidarlar üniversiteleri her dönem hakimiyetleri altına almak istemiştir. Ancak sınıflar arası mücadelede, görece dengenin sağlandığı dönemlerde, üniversite sınırlı da olsa özerkliğini sağlarken bu dönemlerde toplum için bilgi üretme işlevini de yerine getirebilmiştir. Sınıflar arası güç dengesinin emekçiler ve geniş toplum kesimleri aleyhine bozulduğu neoliberal süreçte üniversite “toplumun genel çıkarlarına rağmen” sermayenin ve siyasi iktidarın çıkarları doğrultusunda hareket edegelmiştir. Türkiye’de bunlara din temelli örgütlenmelerin üniversiteler üzerinde hakimiyet kurması da eklenmiş ve kaçınılmaz olarak bilimsel akıl, yerini dogmalara bırakmıştır.

12 Eylül darbesinin ürünü olan YÖK’le birlikte sermayenin ve siyasi iktidarın güdümüne giren üniversitelerde, 15 Temmuz darbe girişimi bahane edilerek getirilen OHAL düzeni içinde 18 Ekim 2016 tarihli KHK ile rektörlük seçimi sarayın keyfiyetine bırakılarak yönetsel özerklik tamamen ortadan kaldırılmıştır zaten. Dolayısıyla bu tarihten itibaren tüm üniversitelerde rektörler ‘kayyum’ olarak atanmaktadır. Dahası içinde İstanbul Ü., İTÜ, Marmara Ü., EGE Ü., Ankara Ü.’nin de olduğu onlarca üniversitede yüzlerce akademisyen hiçbir yasal gerekçesi olmadan KHK’lerle ihraç edilmiştir.  Ne yazık ki akademik ve yönetsel özerkliğin ayaklar altına alınmasına karşı bu üniversitelerden neredeyse hiçbir tepki yükselmemiş; durum, bütün vahametiyle kabullenilmiştir.

Boğaziçi Üniversitesi, öğrencileri, hocaları, idari ve teknik personeliyle bu hukuksuzlukları daha önce de şimdi de kabullenmemiş, tepki göstermiştir. Emniyet Müdürlüğü’nün açıklamasına göre bu tepkiye üniversite bileşeni olmayanlar da eylemlere katılarak destek vermiştir(?) Umarım gerçek durum böyledir, umarım halk üniversitelerin toplumsal işlevlerini yerine getirmesi için özerk demokratik üniversite mücadelesine katılmış, üniversiteyi sahiplenmiştir. Umarım önümüzdeki süreçte sendikaları, meslek odaları, demokratik kitle örgütleri ve siyasi partileriyle toplum, üniversiteyi daha çok sahiplenir ve üniversiteler toplumsal mücadelenin ortaklaştığı bir zemin haline gelir.

Hiç yorum yok: