Türkiye ekonomisinin batağa sürüklenmesine dair ne zaman bir cümle kursak, bunun “siyasi iktidarın başarısızlığının değil bilinçli bir tercihin sonucu” olduğunu vurgulamaya çalıştık. Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati de “Enflasyonu düşürmek için sert tedbirler almak yerine büyümeyi tercih ettik. Dar gelirliler hariç üretici firmalar, ihracatçılar kâr ediyorlar. Çarklar dönüyor” sözleriyle bunu doğruladı.
Nebati’nin çarkları döndürürken ihmal ettiği dar gelirliler, Türkiye nüfusunun çok büyük bölümüdür. Türk İş’in Mayıs ayı için açıkladığı açlık sınırı 6 bin 18 TL, yoksulluk sınırı ise 19 bin 602 TL’dir. 4 bin 253 TL olan asgari ücret, yılın henüz beşinci ayında açlık sınırının üçte ikisine düşmüştür. İstihdamın yüzde 70’ini oluşturan ücretli çalışanların yarıdan fazlasının asgari ücretle geçindiğini hesaba kattığımızda halkın büyük kısmının “açlık” sınırının altında bir ücretle geçimlerini sağlamaya çalıştıklarını söyleyebiliriz.
Yoksulluk meselesine gelince; bir ailede dört kişi asgari ücretle çalışsa (ortak gelirleri ancak 17 bin 10 TL kadar olur), o aile yoksulluk seviyesine bile ulaşamaz. Asgari ücretlileri bir yana hekim, öğretmen, mühendis, avukat gibi profesyonel meslek sahiplerine baktığımızda dahi (her ay 3-4 maaş alan AKP torpillileri hariç) yoksulluk düzeyinde ücret elde edebilenlerin son derece az olduğu görülür. Küçük üretici, küçük esnaf, küçük çiftçilerin önemli bir bölümünün gelirinin de yoksulluk sınırını altında kaldığı rahatlıkla söylenebilir.
Peki bir hükümet tam da seçim sahtı mahalline girilen bir dönemde nasıl olur da toplumun -aynı zamanda da seçmenlerin- çok büyük bir kısmını oluşturan dar gelirlileri, bir avuç sermayedarın çıkarı için yok sayar; üstelik bir bakan da çıkıp bunu açıkça itiraf edebilir?
Burjuva hükümetlerinin toplumun geniş kesimlerini yok saymasında şaşılacak bir şey yoktur. Adı üstünde burjuvazinin iktidarlarıdır bunlar ve toplumun genel çıkarlarına rağmen egemenlerin çıkarlarını koruyup, kollayacaklardır. Burada garip olan bu durumun açıkça itiraf edilmesidir. Çünkü burjuvazinin egemenliğini sürdürebilmesi için toplumun rızasını -liberal parlamenter düzen içinde seçim sandığına atılan oyunu- almaya muhtaçtır. Türkiye’de de iktidara gelenler -ya da talip olanlar- geçmişten bu yana önce ABD’nin, uluslararası ve ulusal sermaye örgütlerinin olurunu alır ama sonra -bu güçlerden onay almış partilere seçim kazandırmak için tasarlanmış bir seçim yasasıyla da olsa- halkın önüne konulan sandıktan çıkmış algısı yaratarak meşruiyet elde ederler.
AKP katıldığı ilk üç seçimde bu yolla iktidara gelmiştir. Ancak dördüncü seçiminde (7 Haziran 2015 seçimlerinde) AKP’yi yeniden iktidara taşıyacak oy sandıktan çıkmamıştır. Ama CHP’nin ve -içinde bugün İYİ Partililerin de bulunduğu- MHP’nin 6 milyondan fazla oy alarak 80 milletvekili çıkaran HDP ile yan yana gelmemek için hükümet kurmaması, AKP’ye iktidarda kalması için olanak vermiştir. AKP, kaybettiği desteğe rağmen “toplumun sorunlarını çözerek değil, halkların birbirine düşürülerek yaratılan çatışma ve kaos ortamından faydalanarak gittiği 1 Kasım seçimleri”yle iktidarını -sandık sonuçları üzerinden- meşrulaştırmıştır. Bundan böyle seçim sandığında toplumun desteğini alamayacağını anlayan AKP, 15 Temmuz darbe girişimini de fırsat bilerek ilan ettiği OHAL sürecinde yapılan anayasa değişiklikleriyle, devletin tüm yetkilerinin tek elde toplandığı otokratik bir düzen inşa etmiştir.
Otokratik bir rejimde iktidar, liberal demokrasinin parlamenter düzeninde olduğu gibi kendisini sandık sonuçlarıyla meşrulaştırma ihtiyacı duymaz. Zira ortaya bir seçim sandığı konulsa bile sandığa girecek ve sandıktan çıkacak oyu belirleme iradesine sahip olduğuna inanır.
İşte, Nebati’nin -AKP’ye desteğin araştırma şirketlerine göre yüzde 30’un altına düştüğü bir dönemde- toplumun açlığa, yoksulluğa itilmesi karşılığında bir avuç sermaye sahibini ihya ettikleriyle övünen açıklaması, otokratik düzenin bir bakanı olmasının verdiği rahatlık sayesindedir.
Türkiye’nin otokratik rejimi geride bırakması ve liberal anlamda da olsa bir demokrasiyi yeniden inşa edebilmesi için 7 Haziran seçimleri ve sonrasındaki süreçten dersler çıkarması gerekir. Bunu en başta yapması gerekenler ise bu süreçte sorumlulukları bulunan 6’lı masanın başındakilerdir. Zira o masanın başında 7 Haziran sonrasında kurulan 63. Hükümet’in ve 1 Kasım’da kurulan 64. Hükümet’in başında yer alan Davutoğlu vardır. Tüm bu süreçte 2018 seçimlerine kadar milletvekili, Temmuz 2019’a kadar da üye olarak AKP içinde yer alan Babacan da 6’lı masadadır. Ayrıca 7 Haziran sonrası HDP ile bir araya gelmemek için bugünlere gelinen sürecin önünü açan CHP’nin başkanı Kılıçdaroğlu ve o dönem MHP içinde yer alan Akşener de aynı masadadır.
6’lı masanın başındakilerin HDP’den uzak durmaya devam etmeleri, toplumsal barışı sağlayacak somut öneriler ortaya koymamaları ve HDP’ye yönelik baskılara karşı bir tutum sergilemediklerine bakılırsa, 7 Haziran sürecinden alınması gereken ders çıkartılmamıştır.
Enflasyonda, işsizlikte, toplumsal eşitsizlikte, iş cinayetlerinde, çalışan yoksulluğunda, insan hakları ihlallerinde ve daha pek çok göstergede dünyanın en kötü ülkeleri içinde yer alan Türkiye’nin yaşanır bir ülke haline gelebilmesi otokratik rejimden kurtulmasıyla mümkündür. Bunun yolu da önce toplumsal barışın sağlanmasıdır. Muhalefet bu konuda somut adımlar atmak yerine iktidarın ayrıştırıcı, düşmanlaştırıcı politikalarını savunmaya devam ettiği sürece ne iktidarın ne de halkı açlığa, yoksulluğa iten düzenin değişmesi mümkün olur!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder