25 Kasım 2022 Cuma

Muhalefetin sefaleti

26 Kasım 2022


Beyoğlu bombalaması ve bunun gerekçe gösterilerek Rojavayı hedef alan Pençe-Kılıç operasyonu karşısında muhalefetin tepkisi şaşırtmadı! Hükümetin, 6 kişinin yaşamını yitirdiği bombalamayı Rojava ile ilişkilendirmeye çalışan açıklamaları akıl almaz çelişkilerle doluydu. Gerçeğin açığa çıkması için HDPnin verdiği Meclis araştırma önergesi de AKP ve MHP milletvekillerinin oylarıyla reddedildi. Emek ve Özgürlük İttifakı dışındaki muhalefet, iktidar partilerinin örtbas etmeye çalıştığı -10 yaşında çocuğun bile rahatça fark edebileceği- çelişkileri sorgulama zahmetinde bile bulunmadan AKPnin sahneye koyduğu savaş senaryosunda kendilerine biçilen figüran rolünü -daha önce de pek çok kez olduğu gibi- kabullendi.


Muhalefetin bu tavrı şaşırtıcı olmadı çünkü arada bir helalleşme” gibi söylemlerle Roboski’yi ziyaret etmiş; Diyarbakırda, Vanda vs toplantılar düzenlemişlerse de ulusalcı/milliyetçi/ırkçı hezeyan”larını istikrarlı biçimde sürdürdüler. Örneğin -Kürt halkının desteği olmadan seçim alamayacaklarını bildikleri halde- “HDP ile yan yana gözükmemek, iktidara gelmeleri halinde HDPye bakanlık verilmesi sözünün geçmesine dahi tahammül edememek; AKPye karşı en yüksek sesi çözüm masası kurulduğunda ya da HDP ziyaret edildiğinde çıkarmak” bu hezeyanın son zamanlardaki yansımalarıydı.


Bu köşede de pek çok kez dillendirildiği gibi muhalefetin ulusalcı/milliyetçi/ırkçı saplantılarla Kürt sorununun demokratik çözümü yerine savaş politikalarının ardında hazır ola geçmesi”nin seçimlere giderken AKPye oyun alanı açtığı aşikârdır. Aklı ve mantığı ile düşünebilen herkes için malum olmasına rağmen Kürt sorununda “şahin olma yarışı”na girmesi” muhalefetin bilerek ve isteyerek” iktidarı bir kez daha Erdoğana ve AKPye altın tepside” sunması anlamına gelmektedir. Bu da seçimlerin bir iktidar yarışı olmaktan çıkıp orta oyununa dönüştüğünü göstermektedir.


Muhalefet, sadece “Kürtler olmadan Kürt sonunu çözme anlayışının figüranı” olmasıyla değil; “ekonomik ve sosyal sorunları AKP’yi ve Erdoğan’ı taklit ederek çözme”ye çalışmasıyla da seçimleri orta oyununa dönüştürmektedir. Bu bağlamda ABD’den getirdiği bir teknokratı ekonomi işlerinin başına oturtan İYİ Parti’den sonra CHP de Kılıçdaroğlu’nun ABD ve İngiltere seyahatlerinde bilim, teknoloji, ekonomi ve finans çevreleriyle yaptığı görüşmeler doğrultusunda bir “vizyon belgesi” hazırlamıştır. 


Kılıçdaroğlu’nun 3 Aralıkta Türkiyede krizleri sonsuza kadar bitirecek bir vizyon açıklayacağız.” diyerek duyurduğu vizyon belgesi”yle -BBC Türkçenin CHP kulislerinden aktardığına göre-; “yatırım ve istihdamın teşvik edileceği, yüksek teknolojiye dayalı bir kalkınma modeli” açıklanacaktır. Kılıçdaroğlunun Meclis grup toplantısında yaptığı konuşmadan anladığımız kadarıyla bu “vizyon belgesinden sadece halk değil CHP’liler de henüz bihaberdir ve onlar da partilerinin “vizyon belgesi”ni herkesle birlikte öğrenecektir. Kılıçdaroğlu’nun sadece halkı değil kendi partisini de dışlayarak “tek adam” anlayışla hazırlattığı anlaşılan belge CHP’nin vizyonunu ne kadar yansıtacaktır bilemeyiz ama CHP’nin ideolojisizliğini, halktan kopukluğunu açıkça ortaya koyacağını rahatlıkla söyleyebiliriz.  


Kılıçdaroğlu’nun “vizyon belgesi”, halktan ve partililerden kopuk, Erdoğan taklidi bir “tek adam” anlayışının yanı sıra içeriği bakımından da AKP’nin yıllardır uyguladığı programdan farksızdır. “Yatırım ve istihdam teşviklerini içeren kalkınma modeli” özellikle Dünya Bankası’nın geri kalmış ülkelerde uygulanmasını önerdiği bir programdır ve yıllardır AKP tarafından da zaten uygulanmaktadır.  


Demokrasinin, insan haklarının, hukukun ayaklar altında ezildiği, ülkenin ekonomik ve siyasi olarak darboğaz içinde olduğu bir dönemde hem siyasi iktidarın savaş politikalarının figüranı haline gelmiş hem iktidarı taklit ederek ekonomik ve sosyal sorunları çözeceğini iddia eden sefil bir muhalefetten hayır gelmeyeceği malumdur. Bu koşullar içinde Emek ve Özgürlük İttifakı’nın daha fazla gecikmeden halkla buluşarak, ülkeyi darboğazdan çıkaracak barışın, özgürlüğün umudunu büyütecek alternatiflerini ortaya koyması gerekir.

18 Kasım 2022 Cuma

Asgari Ücret (Açlık Ücreti)


                                19 Kasım 2022

2023’te geçerli olacak asgari ücretin belirleneceği komisyon toplantılarının tarihi yaklaştıkça her yıl olduğu gibi “asgari ücret loto” tahmin oyunları da başladı. Yüksek enflasyon nedeniyle emekçilerin derin bir açlık/yoksulluk sarmalı içine girmesi ve 2023’ün seçim yılı olması nedeniyle asgari ücret üzerine spekülasyonlar bu yıl daha da arttı. Özellikle “iktidarı parlatmakla vazifelendirilmiş” olan yandaş medyanın bu konuda çalışanlara “müjde” veren manşetler atmadığı gün yok gibi. Asgari ücret lotoya bu yıl ABD merkezli çok uluslu yatırım ve finans şirketi Morgan Stanley de katıldı. 


Bu tahminler yüzde 40’lardan başlıyor yüzde 80’lere kadar gidiyor. Bunlara bakarsanız Temmuz ayından bu yana 5 bin 500 TL olan asgari ücret 1 Ocak itibariyle 7 bin 700 TL de olabilir 9 bin 900 TL de… Morgan Stanley ise hazırladığı Türkiye raporunda 2023 için asgari ücretin yüzde 60 artacağı yani 8 bin 800 TL olarak belirleneceğini öngörmüş.  


Mevzuata göre Türkiye’de asgari ücret “işçi, işveren ve devletin temsil edildiği Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun Aralık ayında yaptığı görüşmeler (pazarlıklar) sonucunda belirleniyor. Komisyonda işçi tarafını en çok üyeye sahip işçi konfederasyonu olan Türk İş, işveren tarafını Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK), devleti ise Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı temsil ediyor. Komisyon’un; “asgari ücreti, Asgari Ücret Tespit Yönetmeliği’ndeki asgari ücret tanımı çerçevesinde tarafların pazarlık gücüne göre belirlemesi” gerekiyor. Yönetmelik’te asgari ücret, “sadece işçinin gıda, konut, giyim, sağlık, ulaşım ve kültür gibi zorunlu ihtiyaçlarını asgari düzeyde karşılamaya yetecek ücret’’ olarak tarif edilmiş. Oysa uluslararası normlara göre asgari ücret miktarının tespitinde “işçinin ailesiyle birlikte temel ihtiyaçları” hesaba katılıyor. Her fırsatta ailenin yüceliğinden, kutsallığından dem vuran, “üç çocuk beş çocuk yapın” öğütleri veren muktedirler, iş emekçilerin alın terinin karşılığına gelince aileyi unutuvermiş!


Asgari ücreti belirleyecek komisyon henüz toplanmadan tahminlerin gazete manşetlerini süslemesi ve uluslararası finans şirketlerinin de bu furyaya katılması, mevzuatta yer alan asgari ücreti belirleme biçimine de -uluslararası normlara aykırı olan- tanımına da uyulmadığını, Komisyon’un göstermelik olmanın ötesine geçmediğini açıkça ortaya koyuyor. 


Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun göstermelik olmasının en önemli nedeni işçi temsiliyetinin tamamen hiçleşmiş olmasıdır. Bu komisyonun Türkiye’de işçi ve işverenler arasındaki en üst düzeyli ve en kapsamlı toplu pazarlığı gerçekleştirmesi gerekirken on milyonlarca emekçiyi temsil eden Türk İş, bürokratik yapısı içinde işçi sınıfından öyle uzaklaşmış ki, siyasi iktidarın güdümünde onun neredeyse bir birimi haline dönüşmüş. Geçen yıl asgari ücret görüşmelerinde Türk İş’in verdiği teklifin Cumhurbaşkanı’nın açıkladığı rakamın bile altında olduğu traji-komik durum hala hafızalarımızda. Bu yıl da beklentiler farklı olmadığı için asgari ücret üzerine tahmin yürütenlerin, Türk İş’i ve onun temsil ettiği işçi sınıfını dikkate almaması yadırganmıyor bile. İşçi temsiliyetinin hiçleşmiş olduğu bir pazarlığın sonucu hakkında tahminde bulunmaktan da hicap duyulmuyor haliyle! 


Oysa Türkiye emek piyasasında asgari ücret, ücretlerin asgarisini ifade etmenin ötesinde “ortalama ücret” halini almış durumda. DİSK-AR’ın Aralık 2021’de yayınladığı “Asgari Ücret Gerçeği 2022 Raporu”ndaki hesaplamalara göre ücretli çalışanların yaklaşık yüzde 57’si asgari ücret civarında bir ücret karşılığında çalışıyor (AB ülkelerinde bu oranı yüzde 9 dolayındadır.). Milyonlarca işçi ise emeğinin karşılığı olarak asgari ücrete bile erişemiyor ama asgari ücret, dolaylı da olsa aldıkları ücretin düzeyini belirliyor. 


Asgari ücret üzerine yapılan tahminlerin dayandığı kriter büyük ölçüde sendikaların hesapladığı “açlık sınırı” üzerinden oluyor. Türkiye’de emekçilerin çok önemli bir bölümünün gelirini doğrudan ya da dolaylı olarak etkileyen asgari ücret Ekim ayı itibariyle -Türk İş, Birleşik Metal İş gibi işçi örgütlerinin TÜİK’in yalnızca gıda harcamalarını esas alarak hesapladığı- açlık sınırının sadece üçte ikisi kadar. Öte yandan gayrimenkul değerleme platformu Endeksa'nın araştırmasına göre emekçilerin yoğun olarak yaşadığı illerin birçoğunda kira fiyatları ortalaması, mevcut asgari ücretin üzerinde (Örneğin İstanbul’da 10 bin 229 TL, İzmir’de 6 bin 932 TL, Ankara’da 5 bin 466 TL). Bunlara Kasım ve Aralık ayı enflasyon oranları eklenince asgari ücretin açlık sınırının da ortalama kira fiyatlarının da çok daha altında kalacağı aşikâr. 


Yapılan tahminlerden hangisi tutarsa tutsun, 2023 yılı için tespit edilecek asgari ücretin emekçilerin 2022’deki yoksullaşmasını telafi edebilmesi mümkün değil. Artmaya devam edecek enflasyon nedeniyle ücretler önümüzdeki dönemde de erimeye devam edecek. Böylece emekçilerin kendilerine layık görülen açlıkla boğuşmaya devam etmesi de ne yazık ki kaçınılmaz olacak.


Sözün özü: Yandaş medya ve uluslararası finans kuruluşlarının asgari ücret üzerine yaptığı tahmin oyunlarıyla AKP iktidarının emekçiler için açlığı reva gören anlayışı meşrulaştırılarak normalleştirilmek isteniyor. Asıl vahim olan ise sendikaların ve emekçilerin önemli kısmının emeklerinin hakkını almak ve insanca yaşamak için mücadele etmek yerine, asgari ücret adı altında dayatılan açlık ücretini kabullenmiş olmaları. Bu kabulleniş, AKP’nin milyonlarca işçiyi, emekçiyi açlığa sürükleyen politikalarını “ak”layacağı gibi Erdoğan’a da seçimlerde “açlık ücretini şova dönüştürme” fırsatı verecektir. 


11 Kasım 2022 Cuma

Muhalefetin milliyetçi hezeyanı

                          12 Kasım 2022


Anayasa değişikliği teklifini görüşmek için AKP heyetinin HDP’ye gerçekleştirdiği ziyaret, yüzde 200’lere varan enflasyon karşısında beslenme, giyinme, barınma, eğitim, sağlık gibi en temel gereksinmelerini dahi karşılayamayan halkın “büyük yoksunluk halini” siyaset gündeminden -bir süreliğine de olsa- düşürdü. Tam da AKP’nin istediği gibi… Kürt meselesinin öne çıkarılıp gündemin bunun üzerinden belirlenmesi sadece AKP’nin değil, halkın sorunlarına çözüm üretemeyen muhalefetin de işine geldi aslında!


“Kürt meselesi”nin halkın tüm sorunlarının önüne geçmesi yeni bir durum değildir; 1990’ların başından itibaren Türkiye siyasetini belirleyen en önemli etkenlerin başında olagelmiştir daima. Örneğin 1991 seçimlerinde SHPnin Kürt hareketiyle seçim ittifakı yapması ve DYPnin seçim çalışmalarında toplumsal barış vurgusunu öne çıkarmasının, darbe rejiminin siyasi ayağı olan ANAP’ın iktidardan indirilerek DYP-SHP koalisyonunun hükümeti kurmasında önemli bir rolü vardır. 92’de Musa Anter cinayetiyle başlayan, ardından bir dizi suikast ve Özal’ın şaibeli ölümüyle devam eden süreçte hem Kürt siyasetçilerle ittifak hem de toplumsal barış söylemleri son bulmuş; Çiller’in başbakan olmasıyla başlayan çatışma sürecinde Kürtlere yönelik baskı ve şiddetle birlikte Kürt meselesinin siyaseti belirliyici rolü daha da artmıştır.  


1992’den bu yana geçen 30 yılda gerçekleşen seçimlerin istisnasız tümünde, Kürt sorunu seçim malzemesi olarak kullanılmaktadır. 1990’lı yıllar boyunca bir “bölücülük” meselesi olarak kabul edilen Kürt sorununun “baskı ve şiddet yoluyla çözülebileceği” görüşü hakimdir. Özellikle seçim dönemlerinde iktidar partileri ile muhalefet partileri milliyetçilik yarışına girip, Kürt düşmanlığını ayyuka çıkarıp toplumda artan gerilim üzerinden oy devşirmeyi  alışkanlık haline getirmiştir. Bunun en çarpıcı örneği DSP-MHP-ANAP koalisyonunun iktidarını sürdürmek için Öcalan’a kurulan komployu kullandığı “1999 seçimleri”dir.


AKPnin iktidara geldiği 2002den itibaren AB müktesebatına uyum için atılması gereken demokratikleşme adımları ve yanısıra “askerin sivil siyasetteki rolünü azaltma” çabalarının gereği olarak, Kürt meselesinde “siyasi çözüm” öne çıkmıştır. Bu bağlamda 2009da ilan edilen Kürt açılımı, 90’lı yıllar boyunca şişirilmiş milliyetçi reflekslerle hareket eden toplumun geniş kesimlerinin ve muhalefet partilerinin tepkisiyle karşılaşınca seçimlerde oy kaybettireceği endişesiyle AKP, açılıma son vermiş; Kürt siyasetçileri dışlayarak kapalı kapılar ardında çözüm arayışına girmiştir. Ancak bu da uzun sürmemiş 2011 seçimlerine giderken “siyasi çözüm” rafa kaldırılmış ve AKP seçimlerde Kürt sorunun bir demokrasi sorunu olmayıp bir “terör sorunu" olduğu söylemini tercih etmiş; seçimlerin ardından da KCK davaları ve “Yeni Osmanlıcılık” safsatasıyla, Suriye’ye sınırötesi operasyonlara girişilmiştir.


2013 Newrozu’yla yeni bir müzakere sürecine girilmişse de bu süreçte -özellikle Kürtlerden- beklediği oy desteğini alamayan AKP, 7 Haziran seçim yenilgisinin ardından yaratılan şiddet ortamında oluşan toplumsal gerilimi, kaybettiği oyları geri alarak iktidarını sürdürmek için 1 Kasım seçimlerinde kullanmıştır. 7 Haziran sonrasında MHP ile kurulan ittifakın ardından demokratik çözüm tamamen unutulmuş ve “denize düşen yılana sarılır” misali -90’larda olduğu gibi- inkâr ve imha politikalarından medet umulmuştur. 


Ezcümle 20 yıllık iktidarı boyunca her alanda olduğu gibi Kürt meselesinin çözümü konusunda da demokratikleşme söylemi, AKP’nin iktidarını tahkim etmek için zaman zaman kullandığı bir “strateji”den ibarettir. Kürt meselesini AKP için kullanışlı bir seçim malzemesi haline getiren ise -stratejik olarak bile- demokratik çözümü savun(a)mayan ve dolayısıyla Kürt siyasi hareketiyle yan yana gelmekten itina ile kaçınan sağ ve sol muhalefetin içinde bulunduğu “ulusalcı/milliyetçi/ırkçı hezeyan”dır.  


AKP’nin HDP’yi son ziyaretinin ardından -halkın içinde bulunduğu derin yoksullaşma, üstü örtülemez hale gelen yolsuzluklar vs bir yana bırakılıp- koparılan gürültü, muhalefetin ulusalcı/milliyetçi/ırkçı saplantılarının AKP’ye oyun alanı açmasının son örneğidir. Görünen odur ki “Kürt anasını görmesin” anlayışından kurtulamayan muhalefet bir kez daha iktidarı AKP’ye “altın tepside” sunmakta kararlıdır! 

5 Kasım 2022 Cumartesi

Hakikatler gölgede kalınca…

                           5 Kasım 2022

AKP adıyla bir partinin kurulması ve 3 Kasım 2002 seçimlerinde iktidara getirilmesiyle amaçlanan, “devlet vasıtasıyla toplumsal ilişkilerin neoliberal politikalar doğrultusunda yeniden düzenlemesi”ydi. AKP kendisine verilen bu görevi -başarıyla- yerine getirmekle kalmadı; devlet aygıtını kapitalizmin mevcut koşullarına uyumlu hale getirecek biçimde dönüştürdü ve ortaya bugünkü otokratik rejim çıktı. 


Cumhuriyetin AKP öncesindeki 79 yılında, iktidar partilerinden beklenen de farklı değildi aslında; iktidara her gelen Türkiye’yi kapitalizmin dönemsel koşullarına uyumlu hale getirmek için çaba gösterdi. Bu, kimi zaman tek parti olarak kimi zaman koalisyonlarla yapılmaya çalışıldı. İktidardakiler bekleneni veremediklerinde ise askeri darbeler devreye girdi. Çok partili döneme geçilen 1946’dan bu yana askeri darbelerin devreye girmediği en uzun dönem AKP’nin iktidarında geçen yirmi yılı oldu. Gerçi bu yirmi yıl içinde bir e-muhtara ile bir de darbe girişimi oldu ama her seferinde AKP, sermayeyi ve onun uluslarası temsilcilerini bu görevi kendilerinden daha iyi yapacak bir alternatif olmadığına ikna etti.


AKP’nin başarısının sırrı; özgürlüklerini elinde aldığı, yoksullaştırdığı, yoksunlaştırdığı halkı ikna etmekteki becerisiydi. Bunu yaparken dini, milliyetçiliği ve benzeri tüm toplumsal değerleri kullanarak, Cumhuriyet’in müesses nizamı haline gelmiş olan “kimlikler, inançlar üzerinden toplumu ayrıştırarak yönetme” ilkesini daha da ileri taşıdı; halklar arasındaki kutuplaşmayı düşmanlık boyutuna getirdi. Halkları birbirine düşmanlaştırmaya yönelik propagandanın gürültüsü içinde en insani değerler dahi kayboldu gitti. Sonuçta işçi cinayetlerini, kadın cinayetlerini, çocuk istismarlarını, insan hakları ihlallerini, doğa katliamlarını, uluslararası hukuka aykırı savaş yöntemlerinin kullanıldığına dair iddiaları bile umursamayan, duyarsız bir “güruh” çıktı ortaya. 


AKP, 21. yılına girerken iktidarını bu güruhun desteğine dayanarak sürdürüyor. Bu destek sadece sandıkta oy verenlerle sınırlı değil. Diğer partilere oy verenler ve hatta AKP’den nefretle söz eden, bir an evvel iktidardan gitmesini isteyenler de var bu -bilinçli ya da bilinçsiz- desteğin sahipleri arasında. AKP -yoksulluk, yolsuzluk, dış politika, iç güvenlik, sağlık sisteminin çöküşü vb. konularda- ne zaman köşeye sıkışsa düşmanlaştıma propagandasının sesini yükseltip bu güruhun desteğini arkasına alıveriyor. Bu desteği vermeyenler ise “vatan haini” ilan edip bu güruha linç ettirilirken AKP, kendini “ak”layıp yolunda devam ediyor.


7 Haziran 2015 seçimleri sonrasında yaratılan çatışma ortamında milyonlarca insanın yaşadığı illerde aylarca süren kesintisiz sokağa çıkma yasakları ve sivil ölümleri üzerine bir televizyon programında “çocuklar ölmesin” diyen Ayşe Öğretmen’in ve “Bu suça ortak olmayacağız” diyen akademisyenlerin uğradığı linç, bunun örneklerinden… 2018’de Zeytindalı Harekatı nedeniyle “Savaş bir halk sağlığı sorunudur.” diyerek yayımladığı barışı savunan bildiri nedeniyle TTB’nin uğradığı linç de örneklerden bir diğeri. İnsan haklarına, hukuka aykırı uygulamaları haber yaptığı için gazetecilerin uğradığı linç ve bunların benzeri onlarca vaka…


Bu örneklerin ortak özelliği iktidar temsilcilerinin hedef göstermesi üzerine kendisini sadece muhalif değil; hak, hukuk, adalet savunucusu olarak da tanımlayanların, iktidar yanlılarından önce linç eylemine soyunmalarıdır. 

 

Kimin neyi, ne kadar savunduğu ve kimin tarafında olduğuyla ilgili neredeyse turnusol kağıdı işlevindeki bu örneklerin ortak özelliği, iktidar temsilcilerinin hedef göstermesi üzerine kendisini sadece muhalif değil; -tatlı su ortamlarında- hak, hukuk, adalet savunucusu olarak da tanımlayanların, iktidar yanlılarından önce linç eylemine soyunmalarıdır. 


TTB başkanı Şebnem Korur Fincancı’nın adli tıp uzmanı bir bilim insanı olarak kimyasal silah kullanımına ilişkin kendisine sorulan bir soru üzerine fikir beyan etmesi üzerine yaşanlar, bunun son örneğidir. Ortada en temel insan haklarının ihlal edildiğine dair iddialar varken, hiçbir sorgulamaya gerek duymayan büyük güruhlar iktidarın başlattığı linç girişiminin parçası haline gelmiştir. Körü körüne linç girişiminde bulunan bu kitle içinde maalesef, Şebnem Hocanın meslektaşları, bilim insanı ve hekim kimliği taşıyanlar da vardır. 


Milliyetçiliğin, ırkçılığın, halkları birbirine düşmanlaştıran politikaların; aklı, mantığı, bilimi ve dolayısıyla hakikatleri gölgede bıraktığı bir toplumda demokrasi, insan hakları, özgürlükler, hak, hukuk vs de  anlamsızlaşıyor. Barış, huzur, refah da rüyalarda kalıyor haliyle!