28 Nisan 2023 Cuma

1 Mayıs’tan 14 Mayıs’a…

29 Nisan 2023


Irkçılık, savaş, ahlaki yozlaşma, rant, emek sömürüsü, doğa talanı vs… Bunlar sadece insanlığın değil tüm yerkürenin yaklaşık 250 yıldır başına bela olan kapitalist sistemden kaynaklanan sorunlar. Kapitalizmi ehlileştirmeyi/insanileştirmeyi, onunla uzlaşarak düzenlemeyi/revize etmeyi amaçlayan kimi teoriler üretilmiş ancak bunlar kapitalizmi meşrulaştırarak kapitalizme karşı mücadeleyi engellemekten başka işe yaramamış. Zira kapitalizm, yaşam alanlarına ve üretim araçlarına el koyarak insanları ücretli/ücretsiz köleler haline dönüştürüp sömürerek var olabilen; en temel insani değerlerle bile arasında uzlaşmaz çelişkileri olan bir sistem.


İnsanlığın çok büyük kesiminin başına bela olmuş bu sistemin yüzlerce yıldır varlığını sürdürebilmesinin esbab-ı mucibesi mülksüzleştirdiği, sisteme bağımlı hale getirdiği emekçi kitleleri ırkı, dini, milliyeti, cinsiyetine göre ayrıştırıp birbirine düşürmesi. Böylece dünya nüfusu içinde çok küçük bir kesimi oluşturan burjuvazi ve onun işbirlikçileri, dünya nüfusunun büyük çoğunluğunu tahakkümü altına alıp, emeklerini sömürerek elde ettikleri birikim (kapital) sayesinde var olabiliyor. 


Mülksüzleştirilen, üretim araçlarından uzaklaştırılan emekçiler, 18.yy sonlarıyla 19.yy başlarında açlığa, sefalete, öldüresiye koşullarda çalışmaya mahkum olmaktan kurtulmanın yolunun birbirleriyle rekabet etmek yerine, dayanışma içinde bir arada mücadele etmekten geçtiği bilincine varmışlar. Birlikte mücadelenin en etkili yolunun sermayenin (kapitalin) biriktiği; aynı zamanda emek sömürüsünün gerçekleştiği üretim sürecinde olması gerektiğini -büyük bedeller ödeyerek- deneyimlemiş ve burjuvaziye geri adım attırıp bir takım kazanımlar elde etmeyi başarmışlar. Bunu yaparken kullandıkları mücadele yöntemi, üretimden gelen gücün kullanılması yani “grev”. İşyerinde grevler, patronları dize getirerek daha çok ekonomik hakların elde edilmesini sağlarken, ulusal düzeyde yapılan genel grevlerle siyasi iktidarlar dize getirilerek -genel oy hakkı gibi- siyasal haklarla birlikte ekonomik ve sosyal kazanımlar elde edilmiş.  


Ancak 1848’de yayınlanan Komünist Manifesto’da da tespit edildiği üzere kapitalist üretim ve onun belirlediği toplumsal ilişkiler sürdükçe burjuvazinin emekçi sınıf üzerindeki tahakkümü/egemenliği de sürecek ve sınıf mücadeleleriyle elde edilen ekonomik, sosyal ve siyasal haklar kalıcı olmayacak. Bu bağlamda burjuvazinin egemenliğine son verip, işçi sınıfının iktidarını kuracak bir devrimi gerçekleştirmeden insanlığı kapitalist sömürü düzeninden kurtarmak mümkün değil.


Burjuvazi, egemenliğini korumak için özellikle milliyetçilik ve din üzerinden ayrımcılık yaratmayı; devrim”i amaç edinen bilimsel sosyalizmi işçi sınıfından uzak tutmayı ve böylece sınıf mücadelesini ekonomik taleplerle sınırlandırmayı amaçlamış.


1 Mayıs, burjuvazinin emekçiler arasında ayrıştırma ve çatışma yaratma politikasına karşılık olarak II. Enternasyonalin 1891de yapılan 2. Kongresi’nde “İşçi Sınıfının Uluslararası Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü” olarak kararlaştırılmış. 132 yıldır dünyanın dört bir yanında emekçiler 1 Mayıs meydanlarında toplanarak “ırkı, dili, dini, milliyeti her ne olursa olsun işçi sınıfının çıkarlarının ortak olduğu ve ancak enternasyonel bir mücadeleyle insanlığın kapitalizm belasından kurtulabileceği”ne ilişkin bilinci güçlendirmeyi ve yaygınlaştırmayı amaçlıyor. 


             * * *


Seçimler hiçbir zaman işçi sınıfını nihai amacına ulaştıracak mücadele aracı olmamıştır, 14 Mayıs seçimlerinin de böyle bir işlevi olmayacağı açıktır. Ancak bu seçimlerinde 21 yıllık iktidarı boyunca burjuva sınıfının çıkarlarına hizmet eden; inşa ettiği otokratik rejim sayesinde işçi sınıfının haklarına yönelik en kapsamlı saldırıyı gerçekleştiren; Uluslararası Sendikalar Konfederasyonunun (ITUC) yayınladığı Küresel Haklar Endeksinde Türkiye’nin yedi yıl üst üste 148 ülke içinde işçiler için en kötü 10 ülke” arasında yer almasına neden olan AKP/saray rejiminin sürüp sürmeyeceği oylanacaktır. 


Mevcut rejimin sürmesi ülkenin bütünüyle faşizmin karanlığına sürüklenmesi anlamına gelecektir. Eğer seçim kaybettirilebilirse emekçilerin ve yoksul halkın sorunları çözülemeyecektir elbette ama işçi sınıfının üzerindeki baskılar bir nebze olsun azaltılabilir; örgütlenme ve üretimden gelen gücün etkili biçimde kullanabilmesine olanak sağlayacak koşullar oluşturulabilir. Öte yandan işçi sınıfını temsil eden adayların parlamentoya olabildiğince güçlü girmesi sağlanırsa yasama organı da bir mücadele alanı haline getirilebilir.


Sözün özü: Geçtiğimiz birkaç yıl içinde yaşadığımız pandemi, ekonomik kriz, depremler ve iş cinayetleri, kapitalizmin başımıza nasıl büyük bir bela olduğunu tüm açıklığıyla bir kez daha göstermiştir. Bu beladan kurtulmak için -seçim mi devrim mi ya da sokak mı gibi bir tartışmanın içine saplanıp kalmadan- işe kapitalist sistemin Türkiye’de -bugün için- cisimleşmiş hali olan AKP’den kurtularak başlanmalıdır. Ardından da milliyetçilik ve dincilik engelleri aşılıp halkların eşitliğini ve işçi sınıfı mücadelesini devrimci bir perspektifte yükseltmek gerekir.  Önümüzdeki 1 Mayıs ve 14 Mayıs bunları gerçekleştirmek için heba edilmemesi gerek önemli bir fırsattır.




21 Nisan 2023 Cuma

Demokratik cumhuriyet umudu güçleniyor!

                               22 Nisan 2023

14 Mayıs seçimlerinin Türkiye’nin yeni yüzyılında rotasını belirleyecek tarihi bir dönemeç olduğunu söylemek abartılı bir iddia olmaz sanırım. Bu dönemecin bir tarafında yüzyıllık cumhuriyetin, halkları birbirine düşmanlaştıran, ayrıştıran kodları üzerine AKP’nin inşa ettiği otokratik düzenin kurumsallaşıp ülkenin faşizmin karanlığına tamamen teslim edilmesi varken diğer tarafında ise toplumsal barışın sağlandığı, evrensel hukukun esas alındığı bir düzende özgürlüğün aydınlattığı demokratik bir cumhuriyet tasavvuru vardır. 


Seçimlere üç hafta gibi kısa bir süre kala demokratik cumhuriyet umudu giderek güçleniyor. Özellikle Kılıçdaroğlu’nun geçtiğimiz günlerde “Kürtler” ve “Alevi” adıyla paylaştığı iki videonun bunda önemli payı var. 17 Nisan’da paylaşılan “Kürtler” videosu 1.35 dakika, 19 Nisan’da paylaşılan “Alevi” videosu ise 3 dakika. Türkiye öyle bir çıkmazın içine sokulmuş, öyle bir karamsarlığa boğulmuştur ki sosyal medya üzerinden hepi topu 4.35 dakika içinde verilen mesajlar, halkın büyük çoğunluğunun yarasına dokunuyor ve umutları canlandırmaya yetiyor. 


Bir kaç dakikalık videoda toplumda özgür bir gelecek umudunu yeşertecek nasıl bir mesaj verilmiş olabilir? 


“Kürtler” videosunda Kılıçdaroğlu, iktidarın Kürtleri terörist olarak göstermesini eleştiriyor ve halkların kardeşliği vurgusu yapıyor. “Alevi” videosunda ise gençlere seslenen Kılıçdaroğlu, Alevi kimliğini vurgulayarak eşit yurttaşlığı savunuyor; onlara kimliklerini seçemeyeceklerini ama “dürüst, ahlaklı, vicdanlı, erdemli ve adil bir insan olmayı seçerek, daha özgür bir ülkede yaşayabileceklerini söylüyor. Bu iki kısa videonun işaret ettiği ortak fikir, halklar arasında yaratılmış olan ve yeri geldikçe ateşi harlanan düşmanlıkların, ötekileştirmenin sona erdirilmesi yani “toplumsal barış”tır. 


Türkiye’de “halkları birbirine karşı düşmanlaştırarak yaratılan ayrımcılık üzerinden ülkeyi idare etmek” İttihat ve Terakki’den Cumhuriyet’e miras kalmış ve yüzyıldır değişmeyen devlet politikası haline gelmiştir. Ancak daha önce 2013 Newroz’unda Öcalan’ın -çözüm sürecini de başlatan- mektubu okunduğunda olduğu gibi 13. Cumhurbaşkanı adayı Kılıçdaroğlu’nun kısa mesajları da tüm düşmanlaştırma siyasetine rağmen halkların -sadece Kürtlerin ve Alevilerin değil Türklerin ve Sünnilerin de- yeşeren umudunu, barışa duyduğu özlemi bir kez daha göstermiştir. Bu ülkede ırkçı, şoven ve savaşlardan beslenen küçük bir azınlık dışında kimse Maraş’ta, Sivas’ta, Roboski’de, Suruç’ta, 10 Ekim’de Ankara Gar Meydanı’nda yaşanan katliamların tekrarlanmasını istemiyor. 


Kılıçdaroğlu’nun toplumsal barışın önünü açacak mesajlarının heyecan yaratması, sadece cumhurbaşkanı adayı olmasından kaynaklanmıyor. Kılıçdaroğlu, Cumhuriyetin kurucu partisi olan ve bugüne kadar ne pahasına olursa olsun devletin ve onun resmi ideolojisinin arkasında duran CHP’nin genel başkanı olarak Cumhuriyet’in yüzyıllık müesses nizamına karşı “cesaretle” demokrasiyi, barışı ve insani değerleri savunuyor. Bugüne kadar toplumsal barışın önünde engel oluşturan CHP’nin yüzyıldır savunduğu paradigmayı ters yüz ettiğine işaret eden bu yaklaşım, halkları da umutlandırıyor dolayısıyla. 


Unutmamak gerekir ki Kılıçdaroğlu’nu ve CHP’yi barışın toplumsallaşması için adım atacak bir paradigma değişimine iten; Alevilerin, -birilerinin “dekorasyon” olarak gördüğü- sosyalistlerin ve elbette Kürt halkının her türlü provakasyona, baskıya, şiddete rağmen inatla sürdürdüğü ve uğruna büyük bedeller ödediği “eşitlik, özgürlük mücadelesi”dir. Bu adımların nihayete ermesi ve daha önce yaşanan hayal kırıklıklarının tekrarlanmaması için mücadele kesintisiz olarak sürmelidir. Bunun için de Emek ve Demokrasi İttifakı’nın yaşamın her alanında olduğu gibi parlamentoda da en güçlü biçimde yer alması gerekir.


Kısacası, 14 Mayıs’ta Kılıçdaroğlu cumhurbaşkanı seçilerek toplumsal barış umudu yeşertilirken, Yeşil ve Sol Parti’nin parlamentoya olabildiğince güçlü biçimde girmesi sağlanarak barış ve demokrasi mücadelesi diri tutulmalıdır.  


14 Nisan 2023 Cuma

Medeniyetler İttifakı’ndan Taliban İttifakı’na…


                                       15 Nisan 2023


Kasım 2002 seçimlerine giderken uluslararası güçler ( ABD, AB, IMF, DB vb) ile ulusal sermayenin AKP’ye verdiği “cömert” desteğin iki nedeni vardı. Birincisi Türkiyede tıkanan neoliberal uyum sürecinin önünü açması ve neoliberal politikaların yaratacağı sosyal tahribatı normalleştirerek, toplumsal tepkileri yumuşatıp engelleyebilecek tek alternatif olmasıydı. İkincisi ise yine neoliberal politikaların neden olduğu küresel eşitsizlikler ve özellikle 11 Eylül sonrası Batı’da yükselen “İslamofobi”, “etnik ve dinsel milliyetçilik” gibi olgulara tepki olarak Ortadoğu ülkelerinde “radikalleşen” İslami hareketlere karşı Türkiye’yi “ılımlı”, “demokrasiyle barışık”, “modern” bir İslam ülkesi haline getirebilecek özellikleri taşımasıydı.


AKP, iktidarının büyük bölümünde kendisine verilen “cömert” desteği boşa çıkarmadı; bir taraftan neoliberal yapısal uyum programını yaşama geçirirken diğer taraftan “ılımlı İslam ülkesi” modelini benimseyerek Batı ile İslam medeniyeti arasında uzlaşmayı amaçlayan “Medeniyetler İttifakı” girişiminin ortak başkanlığını üstlendi. Şimdilerde “dış güçler” olarak tanımladığı uluslararası güçlerin ve sermayenin beklentilerini yerine getirdikçe AKP’nin bu çevrelerde itibarı artmaya devam etti ve Türkiye dünyada “liberal İslam”ın örnek ülkesi olarak anılmaya başladı.


Neoliberal politikaların “sadık” uygulayıcısı olarak AKP, devleti sosyal işlevlerinden tamamen arındırırken, devletin kurumsal yapısını piyasanın gereksinimleri doğrultusunda yeniden biçimlendirdi. Bunu yaparken ekonomi yönetimini piyasa aktörlerine devretti; kamu işletmelerini hızla özelleştirdi; sağlık ve eğitim başta olmak üzere kamu hizmetlerini piyasalaştırdı; vergileri sermaye dışı kesimlerin sırtına yükleyerek ve sosyal harcamaları kısarak toplumdan alınan kaynakları ve kamu varlıklarını sermayeye aktardı. Öte yandan esnek ve güvencesiz çalışma rejimini yaygınlaştırdı; emeğin toplam gelirden aldığı pay giderek azaldı.


Küçük bir azınlık dışında kalan geniş toplum kesimlerini sosyal haklardan mahrum bırakarak yoksulluğa iten ve emek sömürüsünü arttıran bu politikalar, -AKP’nin iktidara gelmesine destek verenlerin beklediği gibi- İslam araçsallaştırılarak toplumun rıza göstermesi sağlandı. Bu bağlamda devletin terk ettiği sosyal işlevler sivil toplum kuruluşu (STK) görüntüsü altında cemaat ve tarikatlara devredilirken, inanç temelli sosyal güvence mekanizmaları sayesinde emekçi ve yoksul kesimler İslamileştirilerek, AKP’ye ve kurucusu olduğu düzene biat eder hale getirilmeye çalışıldı. 


Ancak 2011 seçimlerinin ardından “reform” adı altında uygulanan neoliberal politikaların sosyal etkileri derinleştikçe AKP’ye rıza azalmaya ve dolayısıyla toplumsal destek kaybedilmeye başladı. 7 Haziran seçimlerinde iktidarı kaybettiğini gören AKP, faşizmin ideolojik (irrasyonalizm, şovenizm-ırkçılık, gerçekleri karartma vb) ve baskı/şiddet araçlarını kullanma yoluna gitti. 15 Temmuz darbe girişimi bahanesiyle ilan edilen OHAL koşullarında faşizmin ideolojik ve baskı/şiddet araçları “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adı altında kurumsallaştırıldı.


14 Mayıs seçimlerine giderken muhalefetin geniş kesiminin asgari müşterek olarak Kılıçdaroğlu’nun başkanlığında hemfikir olması, AKP’nin kurduğu otokratik rejimin ideolojik ve baskı araçlarını önemli ölçüde boşa düşürdü. Bunun üzerine AKP, iktidarını koruyabilmek uğruna MHP ve BBP ile oluşturduğu Cumhur İttifakına Yeniden Refah Partisini ve -Hizbullah’ın temsilcisi olarak bilinen- Hüda Par’ı da katarak, 21 yıl önce kendisini iktidara taşıyanların beklentisi olan “ılımlı İslam”dan “radikal İslam”a ya da başka bir ifadeyle “Medeniyetler İttifakı”ndan -Demirtaş’ın tarifiyle- “Taliban İttifakı”na evrilmiş oldu. 


Batı’nın kendisinden beklediği Türkiye’yi “ılımlı”, “demokrasiyle barışık”, “modern” bir İslam ülkesi haline getirme misyonundan vazgeçmesi, Batı’nın ve sermayenin belirli kesimlerinin AKP’den tümüyle vazgeçtiği anlamına gelmiyor. Zira AKP neoliberalizmin neferi olma iddiasını halen sürdürüyor ve “Medeniyetler İttifakı” sürecinde AKP’nin dış politika danışmanı olan Ahmet Davutoğlu (kendisi aynı zamanda “yeni Osmanlıcılık” adıyla Ortadoğu’da radikal İslami hareketlerin yükselmesine olanak sağlayan politikaların da mimarıdır) ve 2007’den itibaren AKP hükümetlerinde yer alarak neoliberal politikaların uygulayıcısı olan Ali Babacan’ın içinde yer aldığı Millet İttifakı, Batı’nın açık desteğine henüz mazhar olabilmiş değil. 


Türkiye halkları, ne Batı’nın “Medeniyetler İttifakı” adıyla önüne koyduğu neoliberalizme rıza üreten "ılımlı İslam”ına ne de AKP’nin 21 yılın sonunda “Taliban İttifakı”yla vardığı İslamofaşizm’ine mahkum olmak zorunda değildir. 14 Mayıs seçimlerinde parlamentoda; ardından da işyerlerinde, sokaklarda ve her yerde Emek ve Özgürlük İttifakı etrafında sağlanacak mücadele birliğiyle halklar, bu mahkumiyetten kurtularak, demokratik ulusu inşa etme iradesini ortaya koymalıdır.