Irkçılık, savaş, ahlaki yozlaşma, rant, emek sömürüsü, doğa talanı vs… Bunlar sadece insanlığın değil tüm yerkürenin yaklaşık 250 yıldır başına bela olan kapitalist sistemden kaynaklanan sorunlar. Kapitalizmi ehlileştirmeyi/insanileştirmeyi, onunla uzlaşarak düzenlemeyi/revize etmeyi amaçlayan kimi teoriler üretilmiş ancak bunlar kapitalizmi meşrulaştırarak kapitalizme karşı mücadeleyi engellemekten başka işe yaramamış. Zira kapitalizm, yaşam alanlarına ve üretim araçlarına el koyarak insanları ücretli/ücretsiz köleler haline dönüştürüp sömürerek var olabilen; en temel insani değerlerle bile arasında uzlaşmaz çelişkileri olan bir sistem.
İnsanlığın çok büyük kesiminin başına bela olmuş bu sistemin yüzlerce yıldır varlığını sürdürebilmesinin esbab-ı mucibesi mülksüzleştirdiği, sisteme bağımlı hale getirdiği emekçi kitleleri ırkı, dini, milliyeti, cinsiyetine göre ayrıştırıp birbirine düşürmesi. Böylece dünya nüfusu içinde çok küçük bir kesimi oluşturan burjuvazi ve onun işbirlikçileri, dünya nüfusunun büyük çoğunluğunu tahakkümü altına alıp, emeklerini sömürerek elde ettikleri birikim (kapital) sayesinde var olabiliyor.
Mülksüzleştirilen, üretim araçlarından uzaklaştırılan emekçiler, 18.yy sonlarıyla 19.yy başlarında açlığa, sefalete, öldüresiye koşullarda çalışmaya mahkum olmaktan kurtulmanın yolunun birbirleriyle rekabet etmek yerine, dayanışma içinde bir arada mücadele etmekten geçtiği bilincine varmışlar. Birlikte mücadelenin en etkili yolunun sermayenin (kapitalin) biriktiği; aynı zamanda emek sömürüsünün gerçekleştiği üretim sürecinde olması gerektiğini -büyük bedeller ödeyerek- deneyimlemiş ve burjuvaziye geri adım attırıp bir takım kazanımlar elde etmeyi başarmışlar. Bunu yaparken kullandıkları mücadele yöntemi, üretimden gelen gücün kullanılması yani “grev”. İşyerinde grevler, patronları dize getirerek daha çok ekonomik hakların elde edilmesini sağlarken, ulusal düzeyde yapılan genel grevlerle siyasi iktidarlar dize getirilerek -genel oy hakkı gibi- siyasal haklarla birlikte ekonomik ve sosyal kazanımlar elde edilmiş.
Ancak 1848’de yayınlanan Komünist Manifesto’da da tespit edildiği üzere kapitalist üretim ve onun belirlediği toplumsal ilişkiler sürdükçe burjuvazinin emekçi sınıf üzerindeki tahakkümü/egemenliği de sürecek ve sınıf mücadeleleriyle elde edilen ekonomik, sosyal ve siyasal haklar kalıcı olmayacak. Bu bağlamda burjuvazinin egemenliğine son verip, işçi sınıfının iktidarını kuracak bir devrimi gerçekleştirmeden insanlığı kapitalist sömürü düzeninden kurtarmak mümkün değil.
Burjuvazi, egemenliğini korumak için özellikle milliyetçilik ve din üzerinden ayrımcılık yaratmayı; “devrim”i amaç edinen bilimsel sosyalizmi işçi sınıfından uzak tutmayı ve böylece sınıf mücadelesini ekonomik taleplerle sınırlandırmayı amaçlamış.
1 Mayıs, burjuvazinin emekçiler arasında ayrıştırma ve çatışma yaratma politikasına karşılık olarak II. Enternasyonal’in 1891’de yapılan 2. Kongresi’nde “İşçi Sınıfının Uluslararası Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü” olarak kararlaştırılmış. 132 yıldır dünyanın dört bir yanında emekçiler 1 Mayıs meydanlarında toplanarak “ırkı, dili, dini, milliyeti her ne olursa olsun işçi sınıfının çıkarlarının ortak olduğu ve ancak enternasyonel bir mücadeleyle insanlığın kapitalizm belasından kurtulabileceği”ne ilişkin bilinci güçlendirmeyi ve yaygınlaştırmayı amaçlıyor.
* * *
Seçimler hiçbir zaman işçi sınıfını nihai amacına ulaştıracak mücadele aracı olmamıştır, 14 Mayıs seçimlerinin de böyle bir işlevi olmayacağı açıktır. Ancak bu seçimlerinde 21 yıllık iktidarı boyunca burjuva sınıfının çıkarlarına hizmet eden; inşa ettiği otokratik rejim sayesinde işçi sınıfının haklarına yönelik en kapsamlı saldırıyı gerçekleştiren; Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu’nun (ITUC) yayınladığı Küresel Haklar Endeksi’nde Türkiye’nin yedi yıl üst üste 148 ülke içinde “işçiler için en kötü 10 ülke” arasında yer almasına neden olan AKP/saray rejiminin sürüp sürmeyeceği oylanacaktır.
Mevcut rejimin sürmesi ülkenin bütünüyle faşizmin karanlığına sürüklenmesi anlamına gelecektir. Eğer seçim kaybettirilebilirse emekçilerin ve yoksul halkın sorunları çözülemeyecektir elbette ama işçi sınıfının üzerindeki baskılar bir nebze olsun azaltılabilir; örgütlenme ve üretimden gelen gücün etkili biçimde kullanabilmesine olanak sağlayacak koşullar oluşturulabilir. Öte yandan işçi sınıfını temsil eden adayların parlamentoya olabildiğince güçlü girmesi sağlanırsa yasama organı da bir mücadele alanı haline getirilebilir.
Sözün özü: Geçtiğimiz birkaç yıl içinde yaşadığımız pandemi, ekonomik kriz, depremler ve iş cinayetleri, kapitalizmin başımıza nasıl büyük bir bela olduğunu tüm açıklığıyla bir kez daha göstermiştir. Bu beladan kurtulmak için -seçim mi devrim mi ya da sokak mı gibi bir tartışmanın içine saplanıp kalmadan- işe kapitalist sistemin Türkiye’de -bugün için- cisimleşmiş hali olan AKP’den kurtularak başlanmalıdır. Ardından da milliyetçilik ve dincilik engelleri aşılıp halkların eşitliğini ve işçi sınıfı mücadelesini devrimci bir perspektifte yükseltmek gerekir. Önümüzdeki 1 Mayıs ve 14 Mayıs bunları gerçekleştirmek için heba edilmemesi gerek önemli bir fırsattır.