29 Eylül 2023 Cuma

Yeni anayasa tartışmaları ve DHP’nin sorumluluğu

                                 30 Eylül 2023

Erdoğan, Salı günü yapılan kabine toplantısının ardından yaptığı açıklamada yeni yasama döneminde yeni bir anayasa yapım sürecini gündeme getireceklerini, bu konuda gerekli talimatları AKP meclis grubuna ilettiğini duyurdu. Ardından da yeni anayasanın içeriğine ilişkin şunları söyledi: “Türkiye artık darbe anayasası ayıbından kurtulmalıdır. Benim milletim çağın şartlarına uygun, sivil, özgürlükçü, dili ve bütünlüğü ile milleti kucaklayan bir anayasa ile yönetilmeyi sonuna kadar hak ediyor. Zaman içerisinde yapılan müdahalelerle belli bir mesafe alınsa da mevcut anayasa Türkiye Yüzyılı’na yakışmayan bir yapıdadır. Hedefimiz tüm vatandaşlarımızın “benim anayasam” diyeceği bir anayasa ortaya koymaktır.”

AKP, yeni bir anayasayı ilk kez gündeme getirmiyor. İktidarda olduğu yıllar boyunca, 12 Eylül darbe rejimi ürünü olan anayasanın yerine yeni bir anayasa yapmayı gündeme getirerek demokratikleşme beklentisinde olanların bu beklentilerini oya dönüştürmeyi ama aynı zamanda da iktidarını sürekli kılacak rejim değişimini amaçladı. Ancak bugüne kadar, yeni bir anayasa için geniş toplum kesimleriyle gereken uzlaşıya ihtiyaç duymadan mevcut anayasa üzerinde yapılan değişikliklerle bu amacına ulaşmaya çalıştı. 

2007, 2010 ve 2017’de yapılan referandumlarla yapılan anayasa değişiklikleriyle birlikte AKP, yargının ve yasamanın, “yürütmenin hakimiyeti” altına girdiği Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adı altında otokratik bir rejim kurmayı başardı. Bu rejim içinde üniformalı/üniformasız tüm devlet bürokrasisini ve devletin tüm kurumlarını kendisine bağladı. Buradan elde ettiği gücü kullanarak, Mayıs 2023 seçimlerinde -yeni anayasa yapma erkine sahip olan- parlamentoda da sayısal olarak büyük bir üstünlük sağladı. 

Bugün parlamentoda AKP ile benzer dünya görüşüne sahip -milliyetçi, muhafazakar- vekil sayısı (Cumhur İttifakı 323; İYİP, DEVA, Gelecek Partisi, Saadet Partisi ve DP toplamı 82), yeni bir anayasayı referanduma götürmek için gereken 360 sayısına rahatça ulaşılabildiği gibi referanduma gitmeden TBMM’de yapılacak oylamayla yeni bir anayasa yapmak için gereken 400 vekil sayısı bile aşıyor. 

Parlamento aritmetiği üzerinden yapılan hesaplar her zaman doğru sonuç vermeyebilir elbette. Hele ki Cumhur İttifakı dışındaki milliyetçi, muhafazakar partilerin CHP ile Millet İttifakı çatısı altında toplanmalarındaki ana gerekçenin Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne son vermek olduğu ve AKP’nin yeni anayasayı bu sistemi tamamen kalıcılaştırmak için getireceği göz önüne alınırsa… Ancak Erdoğan’ın Salı günü yaptığı açıklamanın ardından İYİP ve DEVA’nın AKP’nin yeni anayasa çalışmalarını şartlı olarak destekleyebilecekleri yönündeki çıkışları (şart olarak İYİP, milliyetçilik hassasiyetlerini -mevcut anayasanın ilk dört maddesi ve 66. maddenin değişmemesi- öne sürerken DEVA, anayasa yapım sürecinin katılımcı olması gerektiğine vurgu yapıyor) ile devletin tüm ideolojik ve baskı aygıtlarını elinde bulunduran AKP’nin milliyetçi, muhafazakar muhalefeti yanına çekmesinin “tamamen olasılık dışı” olduğu da söylenemez.

Öte yandan kendisini milliyetçi, muhafazakar olarak tanımlamayan muhalefetin, Mayıs 2023 seçimlerinde uğradığı yenilginin ardından kendi iç meseleleriyle hemhal olmaktan halkın ve memleketin meseleleriyle ilgilenecek mecalinin kalmamış olması, iktidarın bu konuda elini daha da güçlendiriyor. 

Mayıs 2023 seçiminin ardından muhalefetin aldığı yenilgiyle birlikte AKP/saray otokrasisi gücünü büyük ölçüde ispatlamış oldu. Erdoğan, bu seçim zaferini iktidarını kalıcılaştırarak Cumhuriyetin ikinci yüzyılında -birinci yüzyılın izlerini silerek- yeni Türkiye’nin kurucu partisi olma arzusundadır. Yukarıda özetlemeye çalıştığım atmosfer, Erdoğan’ın arzularıyla birlikte, AKP ve onunla ittifak halinde olan (ulusal ve uluslararası sermaye, siyasal islamcılar vb), onun iktidarından nemalanan kesimlere, Türkiye’nin müesses nizamını kendi çıkarları doğrultusunda kökten değiştirme olanağının koşullarını -bugüne dek olmadığı kadar- arttırmaktadır.

Bir anayasanın karakterini yapıldığı koşullar ve yapım süreci belirler. Egemen sınıf ve ulus adına hareket eden tek adamın tahakkümü altında oluşan otokratik bir düzende -Erdoğan’ın söylediği gibi- darbe anayasasının ayıbından kurtularak “sivil ve özgürlükçü” bir anayasa yapılamaz. Dolayısıyla böyle bir anayasadan -darbe anayasasında da olduğu gibi- toplumun bütününü kucaklaması, toplumsal barışı ve demokrasiyi tesis etmesi beklenemez.

Toplumsal barışın sağlanması ve demokratik bir düzenin oluşabilmesi için ezilen, sömürülen sınıfın, inkar edilen ötekileştirilen halkların “sözünü” söyleyebilmesi gerekir. Demokratik Halklar Partisi (DHP), HDP’nin bıraktığı yerden başlayıp ama onu aşarak, gerçekleştiremediklerini gerçekleştirerek, toplumun tüm demokratik kesimleriyle ittifak içinde Türkiye halklarının sesi olmak ve mücadele umudunu yeniden yeşertmek durumundadır! 

22 Eylül 2023 Cuma

İşçi direnişleri…

                               23 Eylül 2023


Giderek yükselen enflasyonla birlikte toplumun geniş kesimlerinin satın alma gücü daralıyor ve -hemen her yazıda vurgulamaya çalıştığım gibi- sosyal hakların ötesinde yaşam hakkının temel unsuru olan “beslenme, barınma, sağlık hakkı”, toplumun geniş kesimleri için ulaşılamaz hale geliyor. Yaşam koşulları ağırlaştıkça, eve bir ekmek olsun götürebilmek için en kötü koşullarda çalışmaya rıza göstermek zorunda kalınıyor; işverenler de bunu, işçiler üzerindeki baskıyı arttırarak emek maliyetini düşürmenin fırsatı olarak görüyor. 


Patronlar, emekçilerin beslenme, barınma gibi en temel ihtiyaçlarını bile karşılayamaz hale gelmesini fırsata çevirirken en büyük desteği AKP/saray iktidarından alıyor. İktidar bir taraftan uyguladığı politikalarla Cumhuriyet tarihinin en büyük sosyal krizine neden olurken, diğer taraftan yaşam hakkı ve sosyal haklarını talep eden emekçileri, devletin güç aygıtlarıyla (kolluk, yargı vb) baskı altında tutmaya çalışıyor. 


Gerçi, Ağustos ayında Antep Organize Sanayi Bölgesi’nde Şireci Tekstil’de çalışan yaklaşık 2 bin işçinin düşük ücretler için başlattıkları iş bırakma eyleminde Belediye Başkanı Fatma Şahin gibi AKP’liler ve yanı sıra CHP Milletvekili Melih Meriç gibi muhalefet temsilcilerinin, işçilerden “fedakarlık” isteyerek eylemleri sonlandırılmak için çabaladıkları da oluyor. Ama iktidar ve ana muhalefet temsilcilerinin patronun çıkarlarını korumayı amaçlayan çabaları sonuç vermeyince ise devreye yine iktidarın “güç aygıtı” giriyor; işçilerin -tüm engellemelere rağmen- örgütlenmeye çalıştığı Birleşik Tekstil Dokuma ve Deri İşçileri Sendikası (BİRTEK-SEN) başkanı gözaltına alınıyor. Ancak sendikanın ısrarlı direnişi sayesinde iktidar ve muhalefet temsilcilerinin çabaları gibi baskılar da boşa çıkartılarak, işçiler taleplerinin önemli bir kısmını elde etmeyi başarıyor.


Geçtiğimiz günlerde işçi direnişi haberlerine bir yenisi eklendi. Trendyol’da kuryelik yapan işçiler tarafından Ankara, İstanbul ve İzmir’de gerçekleştirildi bu direniş. Çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi için seslerini duyurmaya çalışan ve PTT-Sen ile Depo, Liman, Tersane ve Deniz İşçileri (DGD) Sendikası’nda örgütlenen işçiler işten çıkarıldı. Bunun üzerine eylemlerini Trendyol’un Maslak’ta bulunan genel merkez önüne taşıyan işçilere karşı yine AKP/saray iktidarının güç aygıtları devreye sokuldu, çok sayıda işçi gözaltına alındı.


Bir başka direniş de İzmir’de Argobay Seracılık’ta sürüyor. Artan iş yükü, ücretlerinin geç yatırılması, ücretsiz izin dayatması, baskı, kötü muamele, keyfi yer değişikliği gibi uygulamalara karşı Tarım-Sen’de örgütlenen işçiler işten çıkarıldı. İkisi mühendis otuz dokuz kişinin işten çıkarılmasına karşı işçilerin işletme önündeki eylemleri devam ederken, -iktidar gibi kendilerini görmezden gelen ana muhalefete seslerini duyurmak için- hafta sonu yapılan CHP il kongresine gittiler. Ancak CHP, kendi iç kavgalarıyla öylesine meşguldü ki işçilerin sesi duyması gereken kulaklara ulaşabildiğini sanmıyorum.


İktidarın emekçileri açlığa, sefalete sürükleyen politikaları sürdükçe, insanca çalışma ve yaşama talebiyle sesini yükseltenlerin eylemleri/direnişleri yoğunlaşacaktır. Buna karşılık olarak burjuvazinin çıkarları ve kendi bekasını korumaktan başka düşüncesi olmayan AKP/saray iktidarının  demokrasiden, haktan, hukuktan daha da uzaklaşarak, sadece yasalarda yer alan haklarını talep eden emekçileri bile giderek daha acımasız yöntemlerle baskı altına alınmaya çalışılacağını tahmin etmek zor değildir.


Tüm baskılara rağmen kötü çalışma koşullarına ve sefalete razı olmayanların direnişleri sadece tekil işyerleri bazında ve ideolojik bir perspektif taşımadan sadece günlük sorunların çözümüyle sınırlı olduğu sürece -kısmi kazanımlar sağlansa da- kalıcı çözüm sağlamayacaktır. Emekçilerin içine düşürüldüğü sefaletten kurtulmak için üretimden gelen gücünü en etkili biçimde kullanarak ve direnişleri ortaklaştırarak, emek ve doğa sömürüsüyle var olabilen bu düzeni ve düzenin temsilciliğini yapan siyasi yapıları değiştirmeyi hedeflemekten başka yolu yoktur!



  




15 Eylül 2023 Cuma

Aynı gemide miyiz?

                                   16 Eylül 2023

Türkiye gıda fiyatları ve kira artışlarında dünyada ilk sırada yer alıyor. Buna karşılık toplumun yüzde 70’inden fazlasını oluşturan ücretli çalışanların büyük kısmının eline geçen -ortalama ücret haline gelmiş olan- asgari ücret açlık sınırının altında; emeklilerin önemli bir kesiminin aylığı ise açlık sınırının neredeyse yarısına zar zor ulaşıyor. Emekçiler, emekliler, öğrenciler sağlıklı beslenme ve barınma koşullarından yoksun, nitelikli sağlık ve eğitim hizmetine ulaşamıyor. Türkiye, Cumhuriyet tarihinin en büyük sosyal kriziyle karşı karşıya…

İktidar sahipleri bu vahim tablonun gerekçesi olarak, pandemiyi, Rusya-Ukrayna savaşını ya da 6 Şubat depremlerini gösteriyor (Tabii bir de Türkiyeyi kıskanan “dış güçler” var!). İktidar sahipleri arkasına sığındıkları gerekçelerin yanısıra yaşanan olumsuzluklardan toplumun tüm kesimlerinin etkilendiğini de iddia ederek, toplumun önüne “aynı gemideyiz” masalını/yalanını ısıtıp ısıtıp koymaya devam ediyor. Muhalefetten de sorunları çözecek bir öneri gelmediği -ve hatta onlar da aynı masalı okudukları- için toplumun önemli bir kesiminin alternatifi olmayan bu masala inanması kaçınılmaz oluyor. 

Geçtiğimiz günlerde TÜİK ve TC Merkez Bankası işbirliği ile hazırlanan 2009-2022 yıllarını kapsayan Sektör Bilançoları İstatistikleri yayımlandı (https://www3.tcmb.gov.tr/sektor/#/tr). Saraya bağlı bu iki kurumun ortak çalışmasından yansıyan veriler bile ekonomik ve sosyal krizin/çöküşün toplumun her kesimine aynı ölçüde yansımadığını yani “aynı gemideyiz” söyleminin yalandan ibaret olduğunu ortaya koymaya yetiyor.

Söz konusu çalışmanın verilerine göre; 2009’dan itibaren düzenli biçimde sermayenin kâr hadlerindeki artışın ivmesi, 15 Temmuz darbe girişimi bahanesiyle OHAL’in ilan edilmesiyle Türkiye’nin resmen otokratik rejime geçtiği 2016 yılında yükseliyor. Daha ilginç olan, pandemi nedeniyle birçok işletmenin kapandığı, ekonominin durma noktasına geldiği 2020’de sermayenin faaliyet kârlarındaki artış yüzde 80’i buluyor. 

2021 yılında ise durum daha dikkat çekici! Hem pandeminin kısmen de olsa devam ettiği hem de Erdoğan’ın söylemiyle ekonomide “faiz neden enflasyon sonuç” anlayışıyla hareket edildiği -hani şu ekonominin liyakatsiz ellere bırakıldığı söylenen- dönemde sermayenin faaliyet kârları yüzde 116, dönem net kârları yüzde 423 artıyor Tam bu noktada anımsatmak gerekir: Kârın yüzde 423 arttığı dönemde TÜİK verilerine göre enflasyon yüzde 64.27 olarak açıklanmış ve ücretlere de bu oran dikkate alınarak zam yapılmıştı!   

Sözü fazla uzatmanın gereği yok. Türkiye halkları, Cumhuriyet tarihinin en derin ekonomik ve sosyal krizini yaşarken -siyasi iktidarın kendi kurumlarının yaptığı hesaplarda bile- bir avuç sermaye sahibinin kârını katmerlediği açıkça görülüyor. 

Bu tablo ortada dururken AKP/saray iktidarı, geçen hafta açıkladığı Orta Vadeli Program (OVP)’da depremi de gerekçe göstererek ekonomi ve sosyal yaşamdaki çöküşün faturasını “vergileri arttırarak, emek piyasasını daha da esnekleştirerek, sosyal hakları tamamen ortadan kaldırarak vb” yine emekçi, yoksul halk kesimlerinin üzerine yıkmaya, halkı daha da yoksullaştırmaya, en temel insani ihtiyaçlarından bile yoksunlaştırmaya hazırlanıyor.  

Emekçilerden ve ezilen halk kesimlerinden örgütlü bir ses yükselmediği taktirde, daha önce birçok kez olduğu gibi, iktidar sahipleri amaçlarına ulaşacak ve bir avuç sermaye sahibinin kârı daha da artsın diye, kirası zar zor ödenen (ya da ödenemeyen) milyonlarca evde tencere kaynamayacak; emekçiler -iş bulabilirse- işlerine, çocuklar -aileleri gönderebilirse- okullarına aç biilaç gitmeye devam edecek!  

8 Eylül 2023 Cuma

“Liyakatli” OVP


9 Eylül 2023


Mayıs seçimlerine kadar muhalefet tarafından “ekonominin, liyakatsiz ellerde rayından çıktığı, krizden krize sürüklendiği” söylendi durdu. Dünyada ulusal paranın en fazla değer kaybettiği, enflasyonun, gıda ve konut fiyatlarının diğer tüm ülkelerden daha fazla yükseldiği bir ekonomi ne kadar eleştirilse azdır elbette. Ancak ekonomiye yönelik eleştirilerin ortaya çıkardığı ekonomik ve sosyal çöküşü liyakatsiz kadrolarla açıklamak ve “ray” ile tasvir edilen küresel kapitalizmin belirlediği araç ve yöntemlere geri dönüşü bu çöküntüye çözüm olarak görmek yanlıştı ve seçmeni ikna etmek konusunda da başarısız oldu. Keza beslenme ve barınma gibi en temel ihtiyaçların bile toplumun önemli bir kesimi tarafından karşılanamaz hale geldiği, ülkenin tarihindeki en büyük sosyal krizin yaşandığı koşullarda gidilen seçimlerde bile halk, tüm bu sorunları çözeceğine inanmadığı için muhalefete itibar etmedi.


AKP/saray iktidarı, uluslararası sermayenin liyakatli(!) teknokratı Mehmet Şimşek’le poz vererek muhalefetin tüm liyakat ve “ray”a dönüş söylemlerini boşa çıkardı. Seçim sonrasında ekonominin başına getirilen “liyakatli” Şimşek ve onun “liyakatli” ekonomi yönetimiyle Mayıs’tan Eylül’e kadar geçen üç ayda Türk Lirası yaklaşık yüzde 35 değer kaybederken, Mayıs ayında -TÜİK verilerinde- yüzde 39.6 olan yıllık enflasyon Ağustos ayında yüzde 58.94’e çıktı. Ekmek, su gibi temel ihtiyaç maddelerinden alınan dolaylı vergilerdeki (KDV, ÖTV vb) artış ve getirilen ek vergiler enflasyonu daha da körükledi. Bu kısa dönemde asgari ücret ve toplu iş sözleşmeleriyle belirlenen ücretler TÜİK’in çarşı pazarın gerçek fiyat artışlarının yarısına ulaşmayan enflasyon verilerinin bile altında kaldı. Emeklilerin önemli bir kesiminin ücreti ise Türk İş’in belirlediği açlık ücretinin yarısına dahi ulaşamadı. 


“Liyakatli” ekonomi yönetiminin üç aylık dönemde gösterdiği performans -ki yeniden “ray”a dönüş olarak görülen uygulamalardır- muhalefetin seçim öncesindeki eleştirilerini tamamen sona erdirdi ve hatta muhalif kesimlerden -aralarında kendisini solda tanımlayan kimileri de vardır- övgü bile aldı. 


Bu “liyakatli” kadronun son icraatı 2024-2026 dönemini kapsayacak olan ve geçtiğimiz günlerde Erdoğan tarafından açıklanan Orta Vadeli Program (OVP)’ı hazırlamak oldu. OVP’nin geneline yönelik birçok değerlendirme yapıldı. Ben burada kısaca istihdam ve özellikle emeklilik hakkına ilişkin bir kaç noktaya değinmekle yetineceğim. Ama öncelikle şunu belirtmeliyim ki ilk kez 2005’te 2006-2008 yılları için hazırlanan OVP (2019-2021 arasında Yeni Ekonomi Programı olarak adlandırılmıştı), belirlediği hedefleri bugüne kadar tutturamamış olmakla birlikte ekonomi yönetiminin genel eğilimini belirlemek bakımından gözardı etmemek gerekir.


 OVP’nin “Öncelikli Reform Alanlarına Yönelik Düzenlemeler” ek başlığında AKP’nin ilk kez iktidara geldiği 2002’de sadık kalacağı taahhütünde bulunduğu neoliberal yapısal uyum programındaki “işgücü piyasasına yönelik yapısal reformların yaşama geçirilmesi” hedefi birçok kez olduğu gibi tekrarlandı. Her defasında “işsizlikle mücadele”, “işgücüne katılımın artırılması” gibi gerekçelerin ardında getirilen yapısal reformlar çerçevesinde -4857 sayılı İş Kanunu başta olmak üzere- bugüne kadar birçok düzenleme yapılarak emek rejimi esnekleştirilirken emekçiler güvencesizleştirildi. 


Yeni OVP’de istihdam başlığı altında “mesleki eğitimin sermayenin  ihtiyaçları doğrultusunda düzenlenmesi ve meslek okulu öğrencilerinin ucuz işgücü olarak kullanılmasının yanı sıra yine sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda uzaktan, kısmi ve geçici süreli çalışma gibi esnek çalışma modellerinin yaygınlaşması” hedeflenmekte. Ayrıca AB’nin ve ILO’nun yerleştirmeye çalıştığı ama hiçbir zaman emekçilere güvence sağlamayan aksine ellerindeki sosyal haklardan da yoksun bırakan “güvenceli esneklik” vaadi de tekrarlanıyor. Öte yandan “aktif istihdam politikaları" adı altında sermayeye kaynak aktarmaktan başka bir işe yaramayan uygulamalara devam edileceği de beyan edilmekte. 


Önceki OVP’lerden farklı olarak sosyal güvenlik ve özelikle de emeklilik sistemi üzerindeki hedefler dikkat çekici. Fiyat istikrarı ve finansal istikrar başlığı altında Bireysel Emeklilik Sigortası (BES)’in cazibesinin arttırılması, Otomatik Katılım Sistemi (OKS)’yle “tamamlayıcı emeklilik sistemi”nin kurulması ve “Tamamlayıcı Uzun Süreli Bakım Sigortası” ihsas edilmesine de OVP’de yer verilmiş. Kamu maliyesi başlığında “Sosyal güvenlik sisteminin mali sürdürülebilirliğinin güçlendirilmesi” alt başlığında ise yine esnek çalışma biçimlerinin, evde sağlık hizmetlerinin, aile temelli sosyal yardımlaşmanın ve sağlık hizmetlerinin piyasalaştırılmasının teşvik edileceği belirtilmekte. Tüm bunlar AKP’nin kamusal sağlık ve emeklilik sistemini tamamen tasfiye ederek sermayeye kâr alanı haline getirme niyetinin somut göstergeleri. 


Bir sosyal kazanımı/hakkı işlevsiz hale getirip, ardından da tasviye etmek neoliberalizmin yaklaşık 50 yıldır uyguladığı bir stratejidir. Emekli maaşlarının açlık sınırının altında bırakılması, güvencesiz çalışma vb. sosyal güvenlik hakkının anlamsız hale gelmesi de -toplumsal tepkiye neden olmadan- ortadan kaldırılmasını kolaylaştırma stratejinin parçasıdır. 


“Liyakatli” ellerde hazırlanan OVP, emekçi ve yoksul kesimleri daha da yoksullaştıracak, sömürüyü arttıracak koşulları normalleştecek/meşrulaştıracak bir döküman olmaktan ibarettir. Burada sorgulanması gereken, sosyal çöküntüyü derinleştirecek bu programdan ziyade buna karşı muhalefet ve işçi sınıfının temsilcisi olması gereken sendikalardaki “liyakatsiz” kadroların bu tablo karşısındaki derin sessizliğidir!

1 Eylül 2023 Cuma

Anadilde sağlık en temel insan hakkıdır!

                           2 Eylül 2023

Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, e-reçetem uygulamasına İngilizce, Almanca, Arapça, Fransızca ve Rusça olmak üzere 5 dilin eklendiğini duyurdu. Bakan Koca yaptığı açıklamada bu uygulamanın sadece yabancı uyruklu hastalar için geçerli olduğunu, Türk vatandaşlarının ise sadece Türkçe hizmet alabileceklerini belirtti.

Bakanlık bu uygulamasıyla Türkiye’de en çok kullanılan ikinci dil olan Kürtçe’yi bir kez daha görmezden gelerek, yurttaşların bir kısmının anayasal bir hak olan sağlık hakkına ulaşımını engelleyen ayrımcı politikalarını sürdürdü. 

Oysa bir hastalığın tanısı için gerekli olan ilk ve en önemli adım, -acil tıp teknisyeninden hekime kadar- sağlık personeliyleyle hasta arasında kurulacak sağlıklı bir iletişimdir. Bu da ancak hasta ile hastaya müdahale etmek durumunda olan sağlık personelinin aynı dili konuşması ile ve elbette hastanın kendini en iyi ifade edebileceği dil (ana dili) ile derdini anlatabilmesiyle mümkündür. Öte yandan aracı bir kişi (çevirmen) tarafından hastanın sağlık durumunun aktarımının mahremiyet açısından ciddi bir sorun teşkil ettiği gibi hastanın kendisini rahat ve doğru ifade edememesi gibi sonuçlara da yol açmaktadır.

Onkoloji uzmanın Dr. Halis Yerlikaya, çeşitli zamanlarda bianet.org haber sitesinde anadilde sağlık üzerine kaleme aldığı yazılarda anadilde sağlık hakkını engellemenin yaşam hakkını ihlal etmeye varan sonuçlar doğurabildiğini, verdiği örneklerle gözler önüne sermektedir. 

Yerlikaya’nın 7 Ocak 2022’de yayımlanan “Kürt illerinde kanser tanısı geç konuluyor” başlıklı yazısında köyde yaşayan, Kürtçe dışında dil bilmeyen 41 yaşında, 6 çocuk annesi bir hastanın yaşadıklarını aktardığı örnek özetle şöyle: Sağ memesinde giderek büyüyen ağrısız sert bir şişlik fark etmesine rağmen hasta, pandemi döneminde hastaneye gidişlerdeki zorluklar, virüs kapma korkusu, utangaçlık gibi nedenlerin yanı sıra, daha önce bir muayene sırasında -Türkçe konuşamadığı için- iletişim kuramamaktan kaynaklanan azarlanma nedeniyle doktora başvurmaktan çekiniyor. Şikayetleri artıp da hastaneye başvurmak zorunda kaldığında ise memede oluşan kanserin birçok organı (kemikler, karaciğer, beyin) sardığı anlaşılıyor. Erken teşhisle kolayca tedavi edilebilecek bir hastalık nedeniyle hasta, zorlu bir tedavi sürecini yaşamak zorunda kalıyor. (https://m.bianet.org/bianet/biamag/255927-kurt-illerinde-kanser-tanisi-gec-konuluyor). 

Yerlikaya, 18 Ekim 2021’de yayımlanan “Yaşam hakkının vazgeçilmezi: Anadilinde sağlık” başlıklı yazısında da çeşitli örnekler veriyor. Bunlardan biri Ağrı’da acil servise gelen ve Kürtçe’si yanlış anlaşıldığı için yanlış tedavi uygulanan bir hasta. Bir diğeri ise Siirt’te meme kanseri bir hastanın -Türkçe bilmediğinden- şikayetinin yanlış anlaşılması nedeniyle kendisine grip tedavisi uygulanması ve gerçek hastalığın anlaşılması geciktiği için hastanın yaşamını kaybetmesi (https://m.bianet.org/bianet/saglik/251965-yasam-hakkinin-vazgecilmezi-anadilinde-saglik).

Gerek Halis Yerlikaya’nın yazılarından gerekse TTB ve bölge tabip odalarının anadilde sağlık gündemiyle yaptığı açıklamalardan piyasacı sağlık sisteminde zaten oldukça zor olan “sağlığa erişimin” anadilde sağlık hizmeti engellenerek daha da zorlaştırılması ve bu ayrımcı uygulamalar sonucunda pek çok hastanın yaşamını kaybetmesine varacak vahim vakaların yaygın bir sorun olduğu anlaşılıyor.

Yerlikaya’ya göre dil kursları, Kürtçe bilen sağlık çalışanlarının bölgeye atanması, dil tazminatı, sağlık tercümanları, bölgede görev yapan hekimler için kitap-broşür hazırlamak, tıp eğitiminde seçmeli Kürtçe ders verilmesi gibi uygulamalarla sorun kısa vadede çözülebilir. Ama bunun ötesinde yaşam ve sağlık hakkı -e reçete uygulamasında olduğu gibi- siyasi bir tercihin konusu olmamalıdır.

Sağlığa erişim ve sağlıklı bir yaşam sürdürmek, en temel insan hakkıdır; evrensel hukuk da TC Anayasası da bu hakkı güvence altına alma yükümlülüğünü devlete vermiştir. Gerekçesi her ne olursa olsun yurttaşların (ya da yurttaş statüsünde olmayan tüm insanların) dili, dini, cinsiyeti, cinsel  tercihi veya yönelimi vb nedenlerle sağlık hakkına erişiminin önüne çıkartılacak her türlü engel; “yaşam hakkını ve insan haklarını ihlal” olarak değerlendirilmelidir!