25 Ekim 2024 Cuma

Çözüm sürecinin ardında bit yeniği aramak!

                                 26 EKİM 2024

Meclis’te yeni yasama yılının açılışında ilk adımı atılan “Kürt sorununun çözümü için diyalog süreci”, geçtiğimiz hafta Bahçeli’nin, Öcalan’ı Meclis’te konuşmaya davet etmesiyle birlikte hız kazandı. Özellikle CHP ve DEM Parti’nin Bahçeli’nin çağrısına olumlu yaklaşımı, sürecin hızlanmasında önemli etken oldu. Ankara’da TUSAŞ’ta gerçekleşen saldırı ve Türkiye’nin -sivil ölümlerine de neden olan- Rojava’ya yönelik saldırılarına rağmen “yeniden çözüm” girişimlerine yönelik olumlu hava -şimdilik- bozulmadı. Aksine 43 aydır kendisinden haber alınamayan Abdullah Öcalan’ın Ömer Öcalan’la yaptığı görüşmede verdiği, “Koşullar oluşursa bu süreci çatışma ve şiddet zemininden hukuki ve siyasi zemine çekecek teorik ve pratik güce sahibim” mesajı ve KCK’nin de “Tüm yapılarımızla Öcalan’ı esas alacağız” açıklaması çözüm için diyalogun başlamasına dair umutları daha da arttırdı.

Büyük bir hızla ilerleyen yeniden çözüm sürecine yönelik gelişmeler, toplumun tümü tarafından olumlu karşılanmadı elbette. Toplumun önemli bir kesimi aniden ortaya çıkan bu sürece karşı çıktı ve tepkilerini başta sosyal medya olmak üzere çeşitli platformlarda ortaya koydu.

Başlama emareleri giderek güçlenen yeni çözüm sürecine karşı olanları, “Kürt sorununun barışçı yollardan ve demokratik bir düzlemde çözümüne tümden karşı olanlar” ve bu süreçte devleti temsil edecek siyasi iktidara güvenmediği için “sürecin ardında bit yeniği arayanlar” olarak iki ayrı kategoride değerlendirmek mümkündür.

İlk kategoride, “barış” sözcüğüne dahi tahammül edemeyen ve 2012-2015 arasında da toplumsal barış çabalarını baltalamak için ellerinden geleni yapanların bir kısmı yer alıyor. Bir kısmı diyorum, çünkü önceki süreçte en ateşli “çözüm” karşıtlarının başında gelen MHP ve CHP’nin kurumsal olarak bu kez “çözüm”ün tarafında -en azından şimdilik- yer aldıkları anlaşılıyor. Ancak bu partilerin üye ve seçmenlerinin tümü için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Sosyal medya paylaşımları ve basında yer alan kimi beyanlara bakılırsa özellikle -yeni sürecin baş aktörlerinden biri olmaya soyunan- MHP’deki hızlı değişim, tabanda henüz sindirilememiş. Benzer bir durumun CHP tabanı için de geçerli olduğunu söyleyebiliriz.

“Barış”a tahammülsüzlüğünü ısrarla sürdürenlerin başını siyasi ikballeri için ırkçılıktan, halklar arasında düşmanlık yaratmaktan medet uman İYİ Parti ve Zafer Partisi çekiyor. İYİ Parti Genel Başkanı Dervişoğlu Meclis’te yaptığı “urgan şov” ile Zafer Partisi Genel Başkanı Özdağ ise olanak bulduğu her kanaldan Kürtlere karşı düşmanlığın ve savaşın propagandasını yapıyor. Bu konuda hayli başarılı olduklarını da kabul etmek gerekir doğrusu.

Toplumsal barış umudunu yeşertecek bir çözüme/diyaloga karşı çıkan, tepki gösteren diğer bir kategoride ise “sürecin ardında bit yeniği arayanlar” bulunuyor. Kürt sorununun demokratik çözümüne karşı olmamakla birlikte, devleti temsil eden aktörlere güvenmediği için sürece karşı olan bu kesimin temel argümanı, “halkı tarihin en derin ekonomik ve sosyal kriziyle karşı karşıya bırakan ve 31 Mart seçimlerinde toplumsal desteğini kaybettiğini açıkça gören AKP/MHP’nin iktidarını sürdürebilmek için bu süreci kurguladıkları”dır. Bunlara göre yeni bir çözüm sürecinin gündemde olması, ekonomik ve sosyal sorunları geri plana itecek, dolayısıyla iktidara yönelik tepkiler zayıflayacaktır. Öte yandan “15 Temmuz darbe girişimi bahanesiyle kurulan otokratik rejimin kalıcı hale gelmesi ve Erdoğan’ın tekrar seçilmesinin önündeki engeli kaldıracak yeni bir anayasa için DEM Parti’nin ve Kürt seçmenin desteğinin alınması amaçlanmakta”dır.

“Sürecin ardında bit yeniği arayanlar”ın kaygılarının yersiz olduğu söylenemez. Her şeyden önce söz konusu süreçte devlet tarafının sözcüsü olan Bahçeli ve Erdoğan’ın siyasi yaşamları boyunca insan haklarını, demokrasi ve özgürlükleri geliştirecek hiçbir icraatları olmadığı gibi, siyasi varlıklarını, milliyetçilik ve dincilik üzerinden halkları birbirine karşı kutuplaştırmak temelinde kurmuşlardır. Zaten yeni bir çözüm sürecini gündeme getirirken Öcalan için sözünü ettikleri “umut hakkı” dışında demokrasiye, özgürlüklere ilişkin herhangi bir kelamları da -henüz- olmamıştır. Aksine barışın, çözümün konuşulduğu bir ortamda iktidarın hoşuna gitmeyecek herhangi bir konuda haber yapan, paylaşımda bulunan herkesin suçlanabilmesinin yolunu açarak düşünce ve ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü ve akademik özgürlükleri tamamen ortadan kaldıracak olan “etki ajanlığı” düzenlemesi yasalaştırılmıştır.

Türkiye’nin demokratikleşmesini sağlayacak adımlar atılması bir yana otoriterliği daha da pekiştiren düzenlemelerin getirildiği koşullarda toplumsal barışı sağlamak konusunda siyasi iktidara ve dolayısıyla devlete güven duyulamayacağı; güvenin olmadığı durumda ise barış masasından çözüm beklenemeyeceği aşikârdır.

Siyasi geçmişleri hepimizin malumu olan Bahçeli ve Erdoğan’ın bir aydan bile kısa sürede 180 derece değişmelerini sağlayacak, bildiğimiz bir durum -başlarına saksı düşmesi gibi- olmadığına göre; onları bu sürece zorlayan bir takım iç ve dış gelişmeler olduğu muhakkaktır. Zaten 40 yılı aşkın süredir devam eden, on binlerce cana malolmuş bir çatışma sürecinin yetkileri ne olursa olsun bir iki kişinin -açık ya da gizli niyetinin belirlediği- inisiyatifiyle yürütülemeyeceği malûmdur.

Bu bağlamda sürece Erdoğan ve Bahçeli’nin niyetleri üzerinden bakmak yerine hem barışın ve demokratik çözümün nasıl toplumsallaştırılması gerektiği üzerinden bakmak ve hem de 2012-2015 dönemindeki sürecin berhava edilmesinden de dersler çıkarmak gerekir. Kaldı ki bir halkın diliyle, kültürüyle, siyasal haklarıyla yok sayıldığı bir durumda “Önce ülkede demokrasi olsun sonra bu haklar elde edilir” denilemez! Zira ezilen, yok sayılan halkın mahrum bırakıldığı temel haklar sağlanmadan toplumun bütününde demokrasiyi, özgürlükleri elde etmek de mümkün olamaz.

Sözün özü: Toplumsal barışı sağlamak için devleti temsil eden siyasi iradenin niyetini sorgulayarak barışa umut olacak bir sürece karşı çıkmak yerine; siyasal ve kültürel hakları için mücadele eden halkın yanında yer almak -o halkın haklarını elde etmesini sağlayacağı gibi- ülkede demokrasinin, özgürlüklerin gelişmesine de önemli katkı sunacaktır!



18 Ekim 2024 Cuma

Otoriter rejimde barış ve demokrasi arayışı…

                                19 EKİM 2024

Türkiye ilginç bir dönemden geçiyor. Bahçeli’nin DEM Partililerin elini sıkarak başlattığı süreçte -Kürtçe türkü söylemenin, halay çekmenin tutuklanma nedeni olduğu ülkenin 22 yıldır başında bulunan- Erdoğan, mülki amir olarak atanacak kaymakamların kura töreninde “…Sırf anasının dilini konuştuğu için milyonlarca vatandaşımız haksızlığa ve hukuksuzluğa maruz bırakıldı. Bunun bedelini ise demokrasimiz, devletimiz ve milletimiz ödedi” diyor. TBMM’de 25 yılı aşkın süredir tecrit koşulları altında tutulan, 40 ayı aşkın süredir kendisinden haber alınamayan Abdullah Öcalan’a barışı sağlaması için çağrı yapılıyor. Ana muhalefet partisinin başkanı Demirtaş’ı cezaevinde ziyaret ederek, Kürt illerine gerçekleştireceği geziyi duyuruyor…

Toplumsal barışı sağlamak için atılacak her adım çok kıymetlidir elbette. Ancak barış için atılan adımların yerini bulmasının olmazsa olmaz koşulu, tarafların -birbirlerine ama daha önemlisi topluma- güven telkin etmesidir. İlk işaretlerini aldığımız yeni bir çözüm/diyalog süreci için daha önceki tecrübelerden hareketle, siyasi iktidara yönelik güven son derece zayıftır. Bu nedenle süreç, toplumun önemli bir kesimi tarafından “temkinli bir iyimserlik”le izlenirken, diğer bir kesimi tarafından iktidarın bekasını korumak için atılmış “aldatıcı” bir adım olarak değerlendirilmektedir.

7 Haziran 2015 seçimlerinin ardından dağılan çözüm/diyalog masasının yeniden kurulacağı beklentisini yaratan gelişmeler yaşanırken, diğer taraftan anayasaya ilişkin çeşitli açıklamalar ve tartışmalar da gündeme geliyor. Bu konuda son olarak TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’un açıklamaları, anayasa tartışmalarının odağına oturdu. Kurtulmuş, Gazi Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada Anayasa’nın 3. maddesine ilişkin olarak, “Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” tabirinin değişmesi gerektiğini söyleyerek, “Devletin ülkesi olmaz. Devletin milleti olmaz. Bu metin, ‘Milletin devleti ve ülkelisiyle bölünmez bütünlüğü‘ şeklinde ifade edilmelidir” görüşünü ortaya koydu.

Kurtulmuş’un bu konuşmasıyla başlayan “devletin milleti mi yoksa milletin devleti mi?” tartışmasında; CHP’den İYİ Parti’ye, İstanbul Barosu’ndan Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Kurulu Başkanvekili Mehmet Uçum’a kadar farklı birçok kesimden Kurtulmuş’a itirazlar geldi. Son olarak Erdoğan’ın konuya ilişkin yaptığı “Anayasa’nın ilk 4 maddesiyle ilgili bizim açımızdan herhangi bir tartışma yoktur. Özellikle Cumhur İttifakı’nın böyle bir sıkıntısı, böyle bir derdi de yoktur” açıklaması sonrasında Kurtulmuş da geri adım atarak, “Ben üçüncü madde ile ilgili hiçbir şey demedim, algı operasyonu yapılıyor” dedi ve bu tartışma -şimdilik- rafa kaldırılmış oldu.

Cumhur İttifakı’nın AKP/Saray rejimini güvence altına almak için “yeni anayasa” meselesini ısrarla gündemde tutacağı anlaşılıyor. Çözüm/diyalog masasının yeniden kurulacağı çağrışımı yaratan gelişmelerin, toplumun geniş kesiminde “iktidarın ‘yeni anayasa’ için DEM Parti’den ve Kürt halkından destek alma niyeti üzerine kurulduğu”na yönelik yaygın bir inanışı beslediğini de belirtmek gerekiyor. Bu bağlamda “yeni anayasa” tartışmalarının, önümüzdeki süreçte Türkiye halklarının geleceğinde belirleyici olacağını, dolayısıyla siyaset gündeminde de önemli bir yer işgal edeceğini öngörmek yanıltıcı olmayacaktır.

Anayasa tartışmaları, genellikle “değiştirilemeyecek hükümler”i içeren ilk dört madde çerçevesinde yürütülüyor. Bu dört maddenin ilki, devletin idare şeklinin cumhuriyet olduğunu belirtir. İkinci maddede Cumhuriyet’in nitelikleri şu cümleyle açıklanır: “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.” Üçüncü maddede, “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Milli marşı ‘İstiklal Marşı’dır” ifadesi yer alır. Dördüncü madde ise ilk üç maddenin değiştirilemeyeceğini ve değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceğini düzenler.

Bu dört madde üzerinde yapılan tartışmalar, -Numan Kurtulmuş’un da vesile olduğu tartışmalardaki gibi- kavramlar üzerinde yoğunlaşıyor. Oysa asıl mesele, Anayasa’da yer alan hükümlerin fiilen uygulanıp uygulanmadığı olmalıdır. Örneğin Anayasa, Türkiye Cumhuriyeti’ni “demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” olarak tarif ediyor. Bu tarifteki hangi niteliğin bugün geçerli olduğunu söyleyebiliriz?

Bugün Türkiye’nin mevcut Anayasa’sında belirtilen ne demokrasi ne laiklik ne de sosyal hukuk devleti olma vasfına sahip olduğunu söylemek mümkün değildir. 12 Eylül darbecilerinin hazırladığı bir anayasada yer alan temel nitelikleri bile yerine getirmeyen otoriter bir rejimin hazırlayacağı “yeni anayasa”nın da, toplumsal barışı sağlamak için kuracağı bir çözüm/diyalog masasının da toplum nezdinde güvenilirliği olmayacağı aşikârdır.

Peki topluma güven vermeyen otoriter bir rejimde; özgürlükçü, demokratik bir anayasa ve toplumsal barış, ilanihaye bir rüya, bir hayal olarak mı kalacaktır?

Siyasi iktidarları, rejimleri birtakım kurumlar ya da o kurumlara hükmeden şahsiyetler değil toplumsal mücadeleler belirler. Otoriter rejimler, zayıflayan vücuda yerleşmeye çalışan mikroplar gibidir; ancak toplumun direncinin, örgütlü gücünün zayıfladığı koşullarda kendilerini var edebilirler. Toplumsal barış da toplumun güvenine mazhar olacak demokratik bir cumhuriyetin inşası da ancak ötekileştirilenlerin, sömürülenlerin, ezilenlerin “örgütlü güç” haline gelmesiyle mümkün olabilir.

Sözün özü: Otoriter rejimlerin barışın, özgürlüklerin, demokrasinin gelişmesini sağlayacak birtakım adımlar atmasını inandırıcı bulmayarak reddetmek yerine, rejimi bu adımları atmaya iten koşulları toplumsal mücadelelerin önünü açmanın fırsatı olarak değerlendirmek gerekir!


11 Ekim 2024 Cuma

Bahçeli’nin ‘sınıfsız toplum’ masalı

                                   12 Ekim 2024

Sınıfsız toplum, sosyalizmin ulaşmayı amaçladığı temel ilkelerin başında gelir. Sosyalizmin bu temel ilkesini, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, partisinin grup toplantısında şu sözlerle savundu: “Biz siyaseti; teorik ve retorik arka planı Batı’nın sınıf çatışmalarına dayanan, bundan mülhem toplumun düşman kamplara bölünmesine çanak tutan kriz ve gerilim süreci olarak tanımlamıyoruz ve kabul etmiyoruz. Çünkü sınıflı bir toplum yapısını tamamıyla reddediyoruz, fikriyatımıza, tarih ve kültür müktesebatımıza yabancı addediyoruz.

Sosyalizm ile MHP’yi ve onun genel başkanını aynı cümle içinde bir araya getirmenin abesle iştigal olduğunun farkındayım elbette ama Bahçeli’nin sarfettiği sözler de ortada duruyor; inanmayan MHP’nin internet sitesine baksın! Bahçeli’nin bu sözlerine şaşıranlar, geçtiğimiz hafta Meclis’te DEM Parti vekilleriyle tokalaşmasını ve “Yeni bir döneme giriyoruz. Dünyada barış isterken kendi ülkemizde barışı sağlamak lazım” sözünü de unutmasınlar. Zira MHP ve Bahçeli’nin sosyalizmin “sınıfsız toplum” idealinin aynı cümle içinde yer alması ne kadar akla ve gerçeğe aykırıysa “barış”la aynı cümlede yer alması da en az o kadar akla ve gerçeğe aykırıdır.

Peki o zaman Türkiye’de şovenizmin, ırkçılığın kurumsal temsiliyetini simgeleyen ve “halkları düşmanlaştırmak” üzerinden kendini var eden bir partinin genel başkanının bir anda “sınıfsız toplum”dan ve “barış”tan söz etmesi nasıl açıklanabilir?

Yeni yasama yılının başlamasıyla birlikte barıştan, diyalogdan, uzlaşmadan söz eden sadece Bahçeli de değildir. 7 Haziran 2015 seçimlerinde tek başına iktidar olma gücünü yitirmesinin ardından çözüm masasını devirerek hukuku, insan haklarını hiçe sayan ve binlerce insanın yaşamına mal olan çatışma sürecini başlatan Erdoğan’ın bu süreçteki söylemleri de benzer içeriktedir.

İktidarın iki ortağının “barış” üzerine ani ağız değişikliğinin esbab-ı mucibesi siyaset ve basın erbabı tarafından iki haftadır yoğun biçimde tartışılıyor. Biz de geçen hafta bu köşede görüşümüzü kısaca, “AKP’nin ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin yitirdiği meşruiyeti yeniden kazanma çabası olarak değerlendirilebilir” sözleriyle ifade etmeye çalışmıştık. Bu hafta ise üzerinde fazla durulmayan Bahçeli’nin “sınıfsız toplum” vurgusuna değineceğiz.

Sosyalizmin nihai hedefi olan sınıfsız toplum, sömüren ve sömürülenin olmadığı bir toplumu ifade eder. Bunun için de sömüren sınıf olan kapitalistlerin -yani burjuvazinin- egemenliğinde olan sistemin ortadan kaldırılmasını savunur. Sömürünün, tahakkümün yani egemenin olmadığı bir toplumda çelişkiler, çatışmalar ve savaşlar da olmayacaktır haliyle.

Oysa Bahçeli, yukarıda aktardığımız, sınıflı bir toplumu red ederek barıştan, diyalogdan, kardeşlikten söz ettiği konuşmasının önemli bir bölümünde “Türklük” ve “Türk-İslam devleti”ni vurgulayarak bir egemen ulus tarifi yapmaktadır. Bahçeli’nin, Anadolu ve Mezopotamya topraklarında yaşayan diğer halkları yok saydığı bu tarifindeki “sınıfsız toplum”un sosyalizmle uzaktan-yakından ilgisi olmadığını söylemeye bile gerek yoktur sanırım.

Bahçeli’nin “sınıfsız toplum”u olsa olsa tek parti dönemi (1923-1946) ile ilişkilendirilebilir. “Sınıfsız ve imtiyazsız bir toplum” olma iddiası, Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren devletin neredeyse resmi görüşü haline gelmiştir. Halk mefhumunun herhangi bir sınıfa ait olmadığını iddia eden CHP (1935’e kadar adı Cumhuriyet Halk Fırkası’dır.), Kurtuluş Savaşı yıllarından itibaren birleştirici bir ideoloji olarak halkçılığı savunmuştur. Ancak “sınıfsız ve imtiyazsız bir toplum”u savunan CHP, yerli ve milli burjuvaziyi yaratmak için bir taraftan Teşvik-i Sanayi Kanunu (1927) başta olmak üzere sermayeye yönelik birçok teşvik düzenlemesi yaparken, emekçilerin çalışma koşullarını görmezden gelmiş, örgütlenme hakkı ve grev başta olmak üzere hak arama yollarını ise “sermaye birikimini engelleyeceği gerekçesiyle” yasaklamıştır. Yani sermaye sınıfının palazlanması için elinden gelen gayreti gösteren tek parti rejimi, mesele işçi ve emekçilerin hakkı olunca “sınıfsız ve imtiyazsız toplum” masalının ardına sığınmıştır.

Cumhuriyeti kuran iradenin “sınıfsız ve imtiyazsız toplum” savunusunun temel gerekçesi, bugün Bahçeli’nin de benzer sözcüklerle ifade ettiği gibi, Batı’daki sınıf mücadelelerini yani işçi sınıfının karşı karşıya olduğu sömürüye rıza göstermeyerek sermayeye ve onu temsil eden siyasi iktidara karşı girişeceği mücadeleyi engellemektir.

İçinde bulunduğumuz dönemde Türkiye’nin ekonomisi ve sosyal yapısı tarihin en derin çöküşüyle karşı karşıyadır. Bu çöküş sürecinde iktidarın uyguladığı ekonomik programın -tek parti döneminde olduğu gibi- sermaye sınıfını (burjuvaziyi) ayağa kaldırırken toplumun sermaye dışında kalan geniş kesimlerinin sırtındaki yükü (sömürüyü, yoksullaşmayı, doğa tahribatını vb) daha da ağırlaştıracağı aşikardır.

Devlet Bahçeli, tarih bilgisine ve burjuva sınıfını temsil etme bilincine vakıf bir siyasetçi(!) olarak, nüfusun ekseriyetini oluşturan emekçi kesimlerin bu derin sömürü koşulları karşısında göstereceği sınıfsal refleksi öngörmekte ve tıpkı yüzyıl önceki benzerlerinin yol ve yöntemlerini kullanarak sınıf mücadelesinin önünü kesmek istemektedir. Aradaki tek fark, onlar “tek parti” rejimini savunmak için sınıfları red ederken; Bahçeli’nin “tek adam” rejimin savunmak için aynı yola başvurmasıdır.

Yüzyıldır ısıtılıp ısıtılıp önümüze konan “sınıfsız, imtiyazsız toplum” masalına son vermenin yolu, her geçen gün daha fazla yoksullaşan; ağır çalışma koşulları altında kanıyla, teriyle ekmeğini kazanmak için çabalayan; ormanını, toprağını, deresini, denizini korumaya çalışan emekçi halkın, en az Bahçeli kadar tarih ve sınıf bilincine sahip olması ve bu bilinçle hareket etmesidir!


4 Ekim 2024 Cuma

Meclis’te meşruiyet arayışı…

                                  5 Ekim 2024

TBMM 28. dönem 3. yasama yılı, Cumhurbaşkanı’nın konuşmasıyla açıldı. Geçen hafta bu köşede yayımlanan “AKP’nin meşruiyet krizi ve yeni yasama yılı” başlıklı yazıda, AKP’nin iktidarı süresince hiçbir yasama yılına toplumsal meşruiyetini bu denli kaybetmiş olarak girmediğini ve iktidarını koruyabilmek için yeni yasama yılının “son şans” olabileceğini görerek bunu iyi değerlendirmek istediğini belirtmiştik. Halkın güvenini ve desteğini yeniden kazanabilme olasılığı bulunmadığının bilincinde olan AKP’nin bu hazırlıkları yaparken halkın sorunlarını çözmek yerine, sermaye ile ittifak halinde devleti yönettikleri kesimlerin teveccühüne mazhar olmayı tercih edecekleri görüşünü de paylaşmıştık.

Cumhurbaşkanı olarak kürsüde bulunmasına rağmen Erdoğan, AKP Genel Başkanı olarak yaptığı açılış konuşmasında Cumhur İttifakı’nın yeni yasama yılındaki planlamaları konusunda bilgi verdi. Bunu yaparken, AKP iktidarının toplumsal desteğini kaybetmesinin en önemli nedeni olan ekonomik kriz konusunda, -halkı içine düşürdükleri yoksulluğa, yoksunluğa değinmeden- Covid 19 pandemisi ve 6 Şubat depremlerinin ardına sığınırken; ekonominin mevcut durumu için pembe bir tablo çizmekten de geri durmadı. Yani pandemi ve depreme rağmen “ekonomiyi iyi yönetiyoruz” demeye getirdi.

Erdoğan, “İyi yönetiyoruz!” dediği, (halkı beslenme ve barınma başta olmak üzere en temel ihtiyaçlarını bile karşılayamaz hale getiren, ücretleri ve emekli aylıklarını açlık sınırının gerisine düşüren, sağlığın ve eğitimin nüfusun önemli bir kesimi için ulaşılamaz hale gelmesine neden olan) ekonomik programın sürdürüleceğini ısrarla vurguladı. Böylece Erdoğan, AKP ve iktidar ortaklarının halkı tamamen gözden çıkardığı, iktidarını ulusal ve uluslararası sermaye ile ittifak halinde olduğu dar bir kesimin desteğine endekslediği, bir kez daha görülmüş oldu.

Erdoğan, Meclis açılış konuşmasında -partisinin önceki yasama yılında da gündem gelen- “yeni anayasa” konusuna da değindi. Yeni anayasa, meşruiyetini giderek kaybetmekte olan AKP/Saray iktidarının en acil ihtiyaçlarının başında geliyor. Zira, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adıyla kurulan otokratik rejim, -olağanüstü hal (OHAL) koşullarında- mevcut anayasa birçok kez ihlal edilerek kurulmuş ve bugüne gelmiştir. “Yeni anayasa”yla bu otokratik rejimin anayasal güvence altına alarak meşrulaştırılması ve mutlaklaştırılması amaçlanmaktadır.

Yeni yasama yılının açılış konuşmasında belki de en ses getiren, -bir zamanlar Büyük Ortadoğu Projesi’nin eş başkanı olmakla övünen, yakın zamana kadar İsrail ile ticari ve diplomatik ilişkileri en üst seviyede sürdüren- Erdoğan’ın işgal ve soykırıma varan katliamlarıyla Ortadoğu’yu büyük bir savaş alanına dönüştüren İsrail’in “vaat edilmiş topraklar” hezeyanının Türkiye için de yakın bir tehdit oluşturduğu, iddiası olmuştur. Bu açıklamanın ardından birçok dış politika ve Ortadoğu uzmanı, bu iddianın mesnetsiz olduğu, İsrail’in Türkiye toprakları için herhangi bir tehdit oluşturmadığı görüşünde birleşmiştir.

Devletin en üst düzeydeki -ve hatta tek söz sahibi- yetkilisi olan Erdoğan’ın hiçbir nesnel dayanağı olmayan ve savaş gibi toplumu tedirgin edecek bir iddiayı ortaya atmaktaki amacı ne olabilir? Yanıt sorunun içinde yer aldığı gibi, “toplumu tedirgin etmek”tir.

Peki ülkeyi neredeyse tek başına yöneten bir otokrat, toplumu neden tedirgin etmek istesin?

Bunu toplumsal desteğini kaybetmiş bir iktidarın varlığını sürdürebilmesi için uyguladığı bir “yönetme stratejisi” olarak görmek gerekiyor. Dünyanın birçok ülkesinde demokrasinin, hukukun, temel hak ve özgürlüklerin geçerliliğini kaybettiği; siyasi iktidarla toplumun genel çıkarları arasındaki çelişkinin derinleştiği koşullarda, “iç ve/veya dış tehdit algısı yaratmak” en sık başvurulan yönetme stratejisi olmuştur. Günümüzde de ABD’den Rusya’ya İsrail’den İran’a kadar birçok ülkede bu yönetme stratejisi kullanılmaktadır. Türkiye’de de bu yönteme sık sık başvurulmuş, kimi zaman Yunanistan, Sovyetler Birliği, İngiltere ve hatta ABD dış tehdit olarak gösterilirken; kimi zaman Rumları, Ermenileri ama her daim Kürtleri iç tehdit olarak gösteren iktidarlar egemenliklerini tahkim etmek istemişlerdir. Öte yandan her bir tehdit unsuru aynı zamanda, devletin halka yönelik güvenlikçi politikalarını ve silah harcamalarını meşrulaştırma işlevi de görmüştür.

Yeni yasama yılının açılışı, Erdoğan’ın konuşma metni kadar -belki ondan da fazla- CHP grubunun Erdoğan’ı karşılaması, iktidar ortağı MHP’nin lideri Bahçeli ile CHP lideri Özgür Özel’in diyaloğu ve Bahçeli’nin DEM Parti eş başkanı Tuncay Bakırhan’la tokalaşması, bu esnada sarfettiği kimi sözlerle de AKP’nin ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin yitirdiği meşruiyeti yeniden kazanma çabası olarak değerlendirilebilir.

Uzun yıllardır Meclis açılışlarında Erdoğan’ı protesto etmek için ayağa kalkmayan CHP grubu bu kez Erdoğan’ı ayakta karşıladı ve Özel bu tavrı, “Normalleşmenin zararı yok” sözleriyle açıkladı. Böylece 31 Mart hezimeti sonrasında AKP’ye “normalleşme” adı altında “can suyu” olan CHP’nin bu yaklaşımını sürdürdüğü de anlaşılmış oldu. Öte yandan aynı gün içinde gazetecileri ve CHP’yi açıkça tehdit eden Bahçeli’nin Özel’e “Birbirimizi kırmıyoruz inşallah. Üzülme! Bazen siyaseten söylememiz gerekenler oluyor. Siyasetin gereği” sözlerine karşılık Özel’in “Önemli olan saygıda ve sevgide eksiklik göstermemek” yanıtı vermesi de iktidarın meşruiyet krizini aşmada verilmiş bir destek olarak kabul edilebilir elbette. Bahçeli’nin “Meclis çatısı altında bulunmalarını bile hazmedemediği” DEM Parti ile tokalaşmaya gitmesi ve ardından yaptığı “Yeni bir döneme giriyoruz. Dünyada barış isterken kendi ülkemizde barışı sağlamak lazım” açıklamasını da yine meşruiyet arayışı olarak değerlendirmek gerekir sanıyorum.

Sözün özü: Yasama yılının açılışında otokratik rejime meşruiyet kazandırmak için hazırlanmış bir senaryonun sahneye konduğu anlaşılıyor. CHP yönetimi de bu senaryoda kendisine verilen rolü kabullenmiş gözüküyor. Bu durumda yoksulluğa, ayrımcılığa, siyasal ve kültürel hakların gasp edilmesine; toprağın, ormanın, derenin ve tüm yaşam alanlarının talan edilmesine “savaş tehdidiyle” sessiz kalması istenen halkları temsil etmenin tüm sorumluluğu ise yine DEM Parti’ye düşüyor!