Büyük bir hızla ilerleyen yeniden çözüm sürecine yönelik gelişmeler, toplumun tümü tarafından olumlu karşılanmadı elbette. Toplumun önemli bir kesimi aniden ortaya çıkan bu sürece karşı çıktı ve tepkilerini başta sosyal medya olmak üzere çeşitli platformlarda ortaya koydu.
Başlama emareleri giderek güçlenen yeni çözüm sürecine karşı olanları, “Kürt sorununun barışçı yollardan ve demokratik bir düzlemde çözümüne tümden karşı olanlar” ve bu süreçte devleti temsil edecek siyasi iktidara güvenmediği için “sürecin ardında bit yeniği arayanlar” olarak iki ayrı kategoride değerlendirmek mümkündür.
İlk kategoride, “barış” sözcüğüne dahi tahammül edemeyen ve 2012-2015 arasında da toplumsal barış çabalarını baltalamak için ellerinden geleni yapanların bir kısmı yer alıyor. Bir kısmı diyorum, çünkü önceki süreçte en ateşli “çözüm” karşıtlarının başında gelen MHP ve CHP’nin kurumsal olarak bu kez “çözüm”ün tarafında -en azından şimdilik- yer aldıkları anlaşılıyor. Ancak bu partilerin üye ve seçmenlerinin tümü için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Sosyal medya paylaşımları ve basında yer alan kimi beyanlara bakılırsa özellikle -yeni sürecin baş aktörlerinden biri olmaya soyunan- MHP’deki hızlı değişim, tabanda henüz sindirilememiş. Benzer bir durumun CHP tabanı için de geçerli olduğunu söyleyebiliriz.
“Barış”a tahammülsüzlüğünü ısrarla sürdürenlerin başını siyasi ikballeri için ırkçılıktan, halklar arasında düşmanlık yaratmaktan medet uman İYİ Parti ve Zafer Partisi çekiyor. İYİ Parti Genel Başkanı Dervişoğlu Meclis’te yaptığı “urgan şov” ile Zafer Partisi Genel Başkanı Özdağ ise olanak bulduğu her kanaldan Kürtlere karşı düşmanlığın ve savaşın propagandasını yapıyor. Bu konuda hayli başarılı olduklarını da kabul etmek gerekir doğrusu.
Toplumsal barış umudunu yeşertecek bir çözüme/diyaloga karşı çıkan, tepki gösteren diğer bir kategoride ise “sürecin ardında bit yeniği arayanlar” bulunuyor. Kürt sorununun demokratik çözümüne karşı olmamakla birlikte, devleti temsil eden aktörlere güvenmediği için sürece karşı olan bu kesimin temel argümanı, “halkı tarihin en derin ekonomik ve sosyal kriziyle karşı karşıya bırakan ve 31 Mart seçimlerinde toplumsal desteğini kaybettiğini açıkça gören AKP/MHP’nin iktidarını sürdürebilmek için bu süreci kurguladıkları”dır. Bunlara göre yeni bir çözüm sürecinin gündemde olması, ekonomik ve sosyal sorunları geri plana itecek, dolayısıyla iktidara yönelik tepkiler zayıflayacaktır. Öte yandan “15 Temmuz darbe girişimi bahanesiyle kurulan otokratik rejimin kalıcı hale gelmesi ve Erdoğan’ın tekrar seçilmesinin önündeki engeli kaldıracak yeni bir anayasa için DEM Parti’nin ve Kürt seçmenin desteğinin alınması amaçlanmakta”dır.
“Sürecin ardında bit yeniği arayanlar”ın kaygılarının yersiz olduğu söylenemez. Her şeyden önce söz konusu süreçte devlet tarafının sözcüsü olan Bahçeli ve Erdoğan’ın siyasi yaşamları boyunca insan haklarını, demokrasi ve özgürlükleri geliştirecek hiçbir icraatları olmadığı gibi, siyasi varlıklarını, milliyetçilik ve dincilik üzerinden halkları birbirine karşı kutuplaştırmak temelinde kurmuşlardır. Zaten yeni bir çözüm sürecini gündeme getirirken Öcalan için sözünü ettikleri “umut hakkı” dışında demokrasiye, özgürlüklere ilişkin herhangi bir kelamları da -henüz- olmamıştır. Aksine barışın, çözümün konuşulduğu bir ortamda iktidarın hoşuna gitmeyecek herhangi bir konuda haber yapan, paylaşımda bulunan herkesin suçlanabilmesinin yolunu açarak düşünce ve ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü ve akademik özgürlükleri tamamen ortadan kaldıracak olan “etki ajanlığı” düzenlemesi yasalaştırılmıştır.
Türkiye’nin demokratikleşmesini sağlayacak adımlar atılması bir yana otoriterliği daha da pekiştiren düzenlemelerin getirildiği koşullarda toplumsal barışı sağlamak konusunda siyasi iktidara ve dolayısıyla devlete güven duyulamayacağı; güvenin olmadığı durumda ise barış masasından çözüm beklenemeyeceği aşikârdır.
Siyasi geçmişleri hepimizin malumu olan Bahçeli ve Erdoğan’ın bir aydan bile kısa sürede 180 derece değişmelerini sağlayacak, bildiğimiz bir durum -başlarına saksı düşmesi gibi- olmadığına göre; onları bu sürece zorlayan bir takım iç ve dış gelişmeler olduğu muhakkaktır. Zaten 40 yılı aşkın süredir devam eden, on binlerce cana malolmuş bir çatışma sürecinin yetkileri ne olursa olsun bir iki kişinin -açık ya da gizli niyetinin belirlediği- inisiyatifiyle yürütülemeyeceği malûmdur.
Bu bağlamda sürece Erdoğan ve Bahçeli’nin niyetleri üzerinden bakmak yerine hem barışın ve demokratik çözümün nasıl toplumsallaştırılması gerektiği üzerinden bakmak ve hem de 2012-2015 dönemindeki sürecin berhava edilmesinden de dersler çıkarmak gerekir. Kaldı ki bir halkın diliyle, kültürüyle, siyasal haklarıyla yok sayıldığı bir durumda “Önce ülkede demokrasi olsun sonra bu haklar elde edilir” denilemez! Zira ezilen, yok sayılan halkın mahrum bırakıldığı temel haklar sağlanmadan toplumun bütününde demokrasiyi, özgürlükleri elde etmek de mümkün olamaz.
Sözün özü: Toplumsal barışı sağlamak için devleti temsil eden siyasi iradenin niyetini sorgulayarak barışa umut olacak bir sürece karşı çıkmak yerine; siyasal ve kültürel hakları için mücadele eden halkın yanında yer almak -o halkın haklarını elde etmesini sağlayacağı gibi- ülkede demokrasinin, özgürlüklerin gelişmesine de önemli katkı sunacaktır!