Toplumsal barışı sağlamak için atılacak her adım çok kıymetlidir elbette. Ancak barış için atılan adımların yerini bulmasının olmazsa olmaz koşulu, tarafların -birbirlerine ama daha önemlisi topluma- güven telkin etmesidir. İlk işaretlerini aldığımız yeni bir çözüm/diyalog süreci için daha önceki tecrübelerden hareketle, siyasi iktidara yönelik güven son derece zayıftır. Bu nedenle süreç, toplumun önemli bir kesimi tarafından “temkinli bir iyimserlik”le izlenirken, diğer bir kesimi tarafından iktidarın bekasını korumak için atılmış “aldatıcı” bir adım olarak değerlendirilmektedir.
7 Haziran 2015 seçimlerinin ardından dağılan çözüm/diyalog masasının yeniden kurulacağı beklentisini yaratan gelişmeler yaşanırken, diğer taraftan anayasaya ilişkin çeşitli açıklamalar ve tartışmalar da gündeme geliyor. Bu konuda son olarak TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’un açıklamaları, anayasa tartışmalarının odağına oturdu. Kurtulmuş, Gazi Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada Anayasa’nın 3. maddesine ilişkin olarak, “Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” tabirinin değişmesi gerektiğini söyleyerek, “Devletin ülkesi olmaz. Devletin milleti olmaz. Bu metin, ‘Milletin devleti ve ülkelisiyle bölünmez bütünlüğü‘ şeklinde ifade edilmelidir” görüşünü ortaya koydu.
Kurtulmuş’un bu konuşmasıyla başlayan “devletin milleti mi yoksa milletin devleti mi?” tartışmasında; CHP’den İYİ Parti’ye, İstanbul Barosu’ndan Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Kurulu Başkanvekili Mehmet Uçum’a kadar farklı birçok kesimden Kurtulmuş’a itirazlar geldi. Son olarak Erdoğan’ın konuya ilişkin yaptığı “Anayasa’nın ilk 4 maddesiyle ilgili bizim açımızdan herhangi bir tartışma yoktur. Özellikle Cumhur İttifakı’nın böyle bir sıkıntısı, böyle bir derdi de yoktur” açıklaması sonrasında Kurtulmuş da geri adım atarak, “Ben üçüncü madde ile ilgili hiçbir şey demedim, algı operasyonu yapılıyor” dedi ve bu tartışma -şimdilik- rafa kaldırılmış oldu.
Cumhur İttifakı’nın AKP/Saray rejimini güvence altına almak için “yeni anayasa” meselesini ısrarla gündemde tutacağı anlaşılıyor. Çözüm/diyalog masasının yeniden kurulacağı çağrışımı yaratan gelişmelerin, toplumun geniş kesiminde “iktidarın ‘yeni anayasa’ için DEM Parti’den ve Kürt halkından destek alma niyeti üzerine kurulduğu”na yönelik yaygın bir inanışı beslediğini de belirtmek gerekiyor. Bu bağlamda “yeni anayasa” tartışmalarının, önümüzdeki süreçte Türkiye halklarının geleceğinde belirleyici olacağını, dolayısıyla siyaset gündeminde de önemli bir yer işgal edeceğini öngörmek yanıltıcı olmayacaktır.
Anayasa tartışmaları, genellikle “değiştirilemeyecek hükümler”i içeren ilk dört madde çerçevesinde yürütülüyor. Bu dört maddenin ilki, devletin idare şeklinin cumhuriyet olduğunu belirtir. İkinci maddede Cumhuriyet’in nitelikleri şu cümleyle açıklanır: “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.” Üçüncü maddede, “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Milli marşı ‘İstiklal Marşı’dır” ifadesi yer alır. Dördüncü madde ise ilk üç maddenin değiştirilemeyeceğini ve değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceğini düzenler.
Bu dört madde üzerinde yapılan tartışmalar, -Numan Kurtulmuş’un da vesile olduğu tartışmalardaki gibi- kavramlar üzerinde yoğunlaşıyor. Oysa asıl mesele, Anayasa’da yer alan hükümlerin fiilen uygulanıp uygulanmadığı olmalıdır. Örneğin Anayasa, Türkiye Cumhuriyeti’ni “demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” olarak tarif ediyor. Bu tarifteki hangi niteliğin bugün geçerli olduğunu söyleyebiliriz?
Bugün Türkiye’nin mevcut Anayasa’sında belirtilen ne demokrasi ne laiklik ne de sosyal hukuk devleti olma vasfına sahip olduğunu söylemek mümkün değildir. 12 Eylül darbecilerinin hazırladığı bir anayasada yer alan temel nitelikleri bile yerine getirmeyen otoriter bir rejimin hazırlayacağı “yeni anayasa”nın da, toplumsal barışı sağlamak için kuracağı bir çözüm/diyalog masasının da toplum nezdinde güvenilirliği olmayacağı aşikârdır.
Peki topluma güven vermeyen otoriter bir rejimde; özgürlükçü, demokratik bir anayasa ve toplumsal barış, ilanihaye bir rüya, bir hayal olarak mı kalacaktır?
Siyasi iktidarları, rejimleri birtakım kurumlar ya da o kurumlara hükmeden şahsiyetler değil toplumsal mücadeleler belirler. Otoriter rejimler, zayıflayan vücuda yerleşmeye çalışan mikroplar gibidir; ancak toplumun direncinin, örgütlü gücünün zayıfladığı koşullarda kendilerini var edebilirler. Toplumsal barış da toplumun güvenine mazhar olacak demokratik bir cumhuriyetin inşası da ancak ötekileştirilenlerin, sömürülenlerin, ezilenlerin “örgütlü güç” haline gelmesiyle mümkün olabilir.
Sözün özü: Otoriter rejimlerin barışın, özgürlüklerin, demokrasinin gelişmesini sağlayacak birtakım adımlar atmasını inandırıcı bulmayarak reddetmek yerine, rejimi bu adımları atmaya iten koşulları toplumsal mücadelelerin önünü açmanın fırsatı olarak değerlendirmek gerekir!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder