22 Kasım 2024 Cuma

Demokrasi olmadan çözüm olur mu?


Meclis yeni yasama yılına başlarken “AKP iktidarının hiçbir yasama yılına toplumsal meşruiyetini böylesine kaybetmiş olarak girmediğini” bu köşede belirtmiştik. Bu yargıya varmamızda 31 Mart seçimlerinde uğranan seçim hezimetinin önemli payı vardı elbette. Ancak toplumun geniş kesimlerini görülmemiş bir hızla yoksullaştıran ve OVP (Orta Vadeli Program) ile somutlaşan ekonomik programın önümüzdeki dönem uygulanmasına yönelik ısrarın, iktidarın politikalarıyla toplumun genel yararı arasındaki açıyı büyütecek olması da meşruiyet krizinin derinleşmesini kaçınılmaz hale getiriyordu. Sadece ekonomik nedenler değil, her alandaki hukuk tanımaz uygulamalar ve artan baskılar da bunlara eklenince; sadece siyasi iktidara değil, “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adı verilen otokratik rejime ve daha önemlisi tüm kurumlarıyla birlikte devlete olan güven sarsılıyordu. Öte yandan Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler karşısında yıllardır uygulanan politikaların çıkmaza girmesi de AKP/Saray iktidarına olan güvensizliğin bir toplumsal meşruiyet krizine dönüşmesini kaçınılmaz hale getiriyordu.

Meşruiyet krizini aşmak için siyasi iktidarın önünde iki seçenek vardı. Birinci seçenek, uyguladığı politikalarla toplumun genel çıkarları arasındaki açıyı daraltarak güveni yeniden tesis edecek adımlar atmak; diğer seçenek ise muhalefetin ve toplumun üzerindeki baskıları daha da arttırarak otoriter rejimi olabildiğince mutlaklaştırmaktı.

AKP/Saray iktidarı için birinci seçeneği uygulamak son derece zordu. Her şeyden önce, AKP’nin 22 yıldır sadakatle uyguladığı -bugün Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in adıyla anılan- neoliberal politikalardan ödün vermesi mümkün değildi. Zira 2002’de ilk kez iktidara gelmesini ve 22 yıldır iktidarda kalmasını sağlayan bu politikalardı ve bundan ödün vermesi, uluslararası kapitalizmin ve sermayenin AKP’den desteğini çekmesi anlamına gelecekti. Oysa sermaye çevrelerinin güveni ve desteği, AKP için toplumun güveninden her zaman daha önemli olmuştu!

Yarattığı sosyal tahribat son derece ağır olmasına rağmen ekonomik programdan vazgeçilemeyeceğine göre, geriye otoriterlikten ödün vererek demokrasinin önünü açacak bir takım adımların atılması kalıyordu. Ancak emek sömürüsüne, doğa ve kent talanına dayanan neoliberal politikaların uygulanabilmesi için otoriter rejimden taviz vermek mümkün değildi. Tarihte birçok örneği olduğu gibi (II. Meşrutiyet’in ilanı (1908), sınıf esasına dayalı cemiyet kurma yasağının kaldırılması (1946), sosyal hukuk devleti olma hükmünü içeren 1961 Anayasası’nın kabulü, 12 Mart darbesinin hükümsüz kılındığı 1974 seçimleri, 12 Eylül darbesinde getirilen siyasi yasakların kaldırıldığı 1987 referandumu vb) özgürlüklerin önü ne zaman açılsa yıllar boyunca kaybedilen hakların geri kazanılması için işçi hareketi canlanıyor, toplumsal mücadeleler yükseliyordu. Dolayısıyla uluslararası kapitalist kuruluşların (DB, IMF, AB vb) ve sermayenin beklentilerini karşılamak için otokratik rejim de her koşulda sürmeliydi.

AKP/Saray iktidarına kalsa hiç şüphesiz ikinci seçeneği yani muhalefetin ve toplumun üzerindeki baskıları daha da arttırarak otoriter rejimi mutlaklaştırmayı tercih ederdi. Ne var ki, İsrail’in Ortadoğu’da belirleyici rolünün artması ve Trump’ın ABD başkanlığına seçilme olasılığının güçlenmesi (ve daha sonra başkan seçilmesi) gibi gelişmeler, siyasi iktidarı Kürt sorununun çözümü konusunda adım atmaya zorladı.

1 Ekim’de Meclis açılışında Bahçeli’nin DEM Partilerle tokalaşarak -iktidar ortağı olarak- ilk adımı atması, bu zorunluluğun gereğiydi. Abdullah Öcalan’ı Meclis’e davetiyle Bahçeli bu adımlarını sürdürdü. Geçtiğimiz günlerde Ufuk Uras’ın Bahçeli’yle yaptığı görüşmeden aktarıldığına göre bu adımların önümüzdeki süreçte de devam edeceği beklenebilir. Ancak siyasi varlığını halkların birbirine düşmanlaştırılması üzerine kuran bir siyasetin temsilcisi olarak, böyle bir adımı atmanın Bahçeli için kolay olmadığını da unutmamak gerekir. Öte yandan 2012-2015 yılları arasında toplumsal barışın sağlanması için umut veren ama 7 Haziran seçimlerinde iktidarını kaybetmemek uğruna barış umutlarıyla birlikte halkın kendisine olan güvenini de berhava eden Erdoğan için de “barıştan söz etmek, bunun için gereken güveni yeniden sağlamak” son derece zordur.

İktidar cephesi, çözüm için zorunlu olduğu adımları atmak ile iktidarının bekâsı olarak gördüğü otoriter rejimin baskıcı politikalarını uygulamak arasında ikilemde kalmış; bir taraftan çözümden söz ederken diğer taraftan kayyum siyasetini, tecridi ve sınır ötesi operasyonları sürdürme yoluna gitmektedir. Bunun yanı sıra emekçileri sömüren, yoksullaştıran politikalar ile bu politikalara karşı direnenlere yönelik baskılarını da devam ettirmektedir.

Hal böyle olunca demokrasiden, özgürlüklerden, insan haklarından, hukuktan, adaletten söz edilemeyen bir ortamda toplumsal barışı sağlayacak bir çözümün inandırıcılığı da kalmamaktadır.

AKP/Saray iktidarı otoriter bir yönetim anlayışıyla meşruiyetini ve aynı zamanda da varlığını sürdüremeyecek bir noktaya gelmiştir. Demokratikleşme konusunda somut hiçbir adım atmadan “lafla peynir gemisi yürütmek” mümkün değildir. Demokratikleşme için somut adımlar atılması ve bu adımların toplumun tüm kesimlerini kapsaması gerekir. Sadece Kürt sorunun çözümüyle sınırlı bir özgürleşme sahici ve kalıcı olamaz; sömürülen, ayrımcılığa uğrayan, ezilen tüm kesimlerin özgürlüğü önündeki engellerin de kaldırılması gerekir. Ancak sadece siyasi iktidarın “mecburiyetten” atacağı adımlarla tüm bunların gerçekleşmesini beklemek büyük yanılgı olur; emekçilerin, ötekileştirilenlerin, ezilenlerin mücadelesi her alanda büyütülmeli ve ortaklaşmalıdır!


15 Kasım 2024 Cuma

Çocukların ölümünde sorumlu arayanlar bütçeye baksın!

                                   16 KASIM 2024

İzmir’de bir barakada çıkan yangında yaşları 1 ila 5 arasında olan beş kardeşin ölümü basında “trajedi”, “facia” gibi manşetlerle duyuruldu. Yaşanan gerçekten bir trajediydi. Çocukların babaları cezaevindeydi; çöp toplayarak evi geçirdirmeye çalışan anne ise çocukları evde bırakarak topladığı hurdaların parasını almaya gitmiş, bu esnada evde devrilen elektrikli sobadan çıkan yangında beş çocuk can vermişti.

Olayın duyulmasının hemen ardından iktidar çevreleri alelacele sorumlu aramaya koyuldu. İlk olarak ihmali olduğu iddia edilen anne, fail olarak gösterildi. Öyle ya, bir anne nasıl olur da çocuklarını evde yalnız başına bırakırdı! Ancak annenin yoksulluk ve çaresizlik içinde olduğuna yönelik tepkiler gelmeye başlayınca, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı yetkililerinin birçok kez aileyi ziyaret ettiği ve kimi yardımlarda bulunulduğu belirtilerek hükümetin bu olayda herhangi bir sorumluluğunun bulunmadığı algısı yaratılmak istendi.

Yapılan açıklamalar bir tarafa, bu büyük trajedinin gerçek sorumlusu ne yoksulluğun çaresizliği içindeki anne ne de ellerindeki mevzuata göre çalışma yapan Bakanlık’ta görevli sosyal hizmet uzmanlarıdır. Gerçek sorumlu, “o anneyi çocuklarıyla birlikte derme çatma bir barakada yaşamak ve çocuklarının karınlarını doyurmak için onları yalnız başına bırakarak çalışmak zorunda bırakan” ekonomi politikaları ve bu politikaları uygulayanlardır!

İzmir’de yaşanan trajedi, AKP’nin iktidarı boyunca uyguladığı “sermayenin çıkarlarını toplumun genel ihtiyaçlarının önünde tutan” neoliberal politikaların yarattığı sosyal çöküşün çarpıcı görünümlerinden sadece biridir. Bu olayın basında bu kadar yer alması ve siyasi tartışmalara konu olması, “beş çocuğun bir arada ölmesi, ailenin göçmen olmaması gibi” nedenlerledir. Örneğin bu olay Suriyeli ya da Afgan bir ailenin başına gelseydi veya ölenler bu kadar çok sayıda ve çocuk olmasaydı gündemde bu denli yer almayacaktı. Zira Türkiye’de -beş çocuğun bir arada ölümüyle sonuçlanmasa da- siyasi iktidarın uyguladığı ekonomik programın sonucu olarak her gün, birçok trajedi yaşanmakta ama bunların çoğu haber değeri görülmemekte, gündeme bile getirilmemektedir.

Yetersiz beslenme, sağlıksız koşullarda barınma, sağlık hizmetlerine ulaşamama gibi nedenlerle yaşanan acılar ve ölümler, kaydı tutulmadığı için ne basında ne de belleklerde ve vicdanlarda yer bulabilmektedir. Kaydı tutulduğu için kısmen de olsa neoliberalizmin yarattığı sosyal çöküntüyü görünür hale getirebilen örneklerinden biri iş cinayetleridir. -13 yıldır büyük bir özveriyle çalışma yürüten- İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİG Meclis)’in belirlemelerine göre 2024 yılının 10 aylık döneminde 1.535 emekçi iş cinayetlerinde yaşamını yitirmiştir.

22 yıllık iktidarının ilk gününden bu yana neoliberal politikaların “sadık” uygulayıcısı olan AKP, Meclis’te görüşülmekte olan 2025 bütçesinde de toplumun genel çıkarları karşısında sermayenin çıkarlarını tercih ederek bu sadakatini sürdürmektedir. Bunun için 2025 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi’nin Genel Gerekçe kısmında belirtilen hedeflere bakmak yeterlidir.

2025 Yılı Merkezi Yönetim Bütçesi’nde temel hedefler şu şekilde özetlenmiştir: “Makroekonomik ve finansal istikrarı güçlendirmek, mali disiplini korumak, orta vadede enflasyonu tek haneye düşürerek fiyat istikrarını sağlamak, Ar-Ge ve yenilikçilik kapasitesini geliştirmek, yeşil ve dijital dönüşüm odağında teknolojik dönüşümü sağlamak, beşeri sermayeyi güçlendirmek, işgücü piyasasını daha da etkinleştirmek, iş ve yatırım ortamını iyileştirmek ve ekonomide kayıt dışılığı azaltmak.

Bu hedeflerin hiçbirinde toplumun genel yararı gözetilmemiş, aksine belirlenen hedefler, “sermaye dışı toplum kesimlerinin daha fazla yoksullaşması, yoksunlaşması, var olan haklarının ellerinden alınması” üzerine kurulmuştur. Bu bağlamda mali disiplin adı altında eğitim, sağlık, sosyal güvenlik başta olmak üzere sosyal harcamalar vb kısılırken, enflasyonu düşürmek için talebi yani emekçi kesimlerin ücretlerinin reel olarak düşürülmesi, sınırlandırılması amaçlanmıştır. Beşeri sermayeyi güçlendirmek ve işgücü piyasasını etkinleştirmek hedefi, eğitim ve istihdam politikalarının tamamen işverenlerin talepleri doğrultusunda -emek rejimini esnek ve güvencesizleştirerek- düzenlenmesini içermektedir. İş ve yatırım ortamının iyileştirilmesi de yine emek ve doğa sömürüsü üzerinden Türkiye’yi sermaye için “kâr cenneti” haline getirme amacını ifade etmektedir.

Siyasi iktidarların uyguladığı ekonomi politikaları ile bu politikalar çerçevesinde hazırlanan bütçe ve bütçe üzerine Meclis’te yürütülen tartışmalar, toplumun soyutlandığı birtakım bürokratik işlerden ibaret olarak görülmektedir. Oysa İzmir’de yaşanan ve ona benzer trajedilerin alt yapısı, ülkeyi yönetenlerin uyguladıkları ekonomi politikaları ve bu politikalar çerçevesinde belirledikleri tercihlerle inşa edilmiştir.

Sözün özü: Bebekleri öldüren, çocukları aç bırakan, anne-babaları iş cinayetlerinde katleden bu döngünün sorumlusunu arayanların Meclis’te görüşülmekte olan Bütçe Kanun Teklifi’ne bakması yeterlidir!



8 Kasım 2024 Cuma

‘İşgücü ithalatı’

                                  9 Kasım 2024

İçişleri Bakanlığı, “düzensiz göç ile mücadele” kapsamında düzenli göçmen getirilmesine yönelik bir çalışma yapıyormuş. Ekonomim gazetesinin haberine göre, bu çalışmada sanayicilerin talepleri de göz önünde bulundurarak “işgücü ithalatı” yapılabilmesi için yasal altyapı hazırlanmaktaymış. Şirketlerin görüşleri doğrultusunda sektörler için gerekli işgücünün sayı ve niteliği belirlenerek çağrıya çıkılacak ve belirlenen kriterlere uygun yabancılara, Türkiye’de çalışma fırsatı(!) verilecekmiş. Halen düzensiz göçle gelenlerin kapsam dışında tutulacağı bu düzenlemeyle, Türkiye’de emek göçünün daha düzenli hale getirilmesi hedefleniyormuş.*

Her şeyden önce şunu belirtmek gerekir: İnsanların ulus devlet sınırlarına hapsolmadığı bir dünyada herkes, dilediği ülkede çalışma ve yaşama hakkına sahip olabilmelidir! Sınır ötesi dolaşımı kısıtlayarak insanları sınırları içine hapseden ulus devlet yapılanması, kapitalizmin bir ürünüdür. Bu yapılanma içinde “dolaşımın sınırlarının nerede başlayıp nerede biteceği” egemen sınıfın yani sermayenin çıkarları gözetilerek belirlenir. Emekçiler arasındaki rekabeti arttırıp emek maliyetini düşürmenin aracı (yedek işçi ordusu) olarak görülen göçmen emeğinin dolaşımı kimi zaman -kısmen de olsa- serbestleştirilirken; kimi zaman da emekçilerin dolaşımını engellemek için yüksek duvarlar örülür.

İçişleri Bakanlığı’nın “düzensiz emek göçünün düzenli hale getirilmesi”ni hedefleyerek patronların ihtiyaçları çerçevesinde “işgücü ithalatı”nın yasal zeminini hazırlamak için yaptığı bu çalışma, AKP/Saray iktidarının emeğiyle geçinenlere (işçi sınıfına) bakış açısını ortaya koyduğu gibi; 22 yıldır uyguladığı -eğitim, istihdam vb- politikaların iflasını da gözler önüne sermektedir.

Bakanlığın yapmakta olduğu düzenleme için kullanılan “işgücü ithalatı” kavramı son derece çarpıcıdır. Malûm olduğu üzere, ihracat ve ithalat, “metaların uluslararası düzeydeki alım-satımını” ifade eder. İçişleri Bakanlığı ve dolayısıyla AKP/Saray iktidarı, kullandığı “işgücü ithalatı” kavramıyla işgücü ya da daha doğru ifadesiyle emek gücünü ve onun sahibi olan milyonlarca işçiyi, emekçiyi “meta/mal/eşya” olarak gördüğünü açıkça itiraf etmektedir.

Öte yandan unutmamak gerekir ki, patronların talepleri doğrultusunda yurtdışından “işgücü ithal edilmesi” planlanan Türkiye, çalışma çağı nüfusunun yarıdan fazlasının, (33 milyon 203 bin kişi) istihdam dışında olduğu, atıl işgücü yani geniş tanımlı işsiz sayısının 11 milyonu aştığı bir ülkedir (TÜİK, 2024 Ağustos istatistikleri). 22 yıllık iktidarı boyunca AKP, istihdamı arttırmak için birçok paket açıklamış, kalkınma planları ve orta vadeli programlarda hedefler ortaya koymuş, yüzlerce üniversite ve meslek lisesi açmıştır. Ancak bunların hiçbirinde başarılı olunamamış ve Türkiye, OECD ülkeleri içinde işgücüne ve istihdama katılımın en düşük olduğu ülkeler arasında olmaktan kurtulamamıştır.

Türkiye’de işgücüne katılımın ve istihdamın düşük, işsizliğin yüksek olmasının başlıca sebebi, istihdam yaratacak yatırımların yetersiz olmasının yanı sıra insanca çalışma ve yaşam koşullarını sağlayacak, yeterli düzeyde istihdam olanağı yaratıl(a)mamasıdır. Ortalama ücret haline gelen asgari ücretin açlık sınırının altında kaldığı, iş ve sosyal güvencenin olmadığı, iş cinayetlerinin ve çalışan yoksulluğunun dünya ölçeğinde en fazla olduğu Türkiye, sendikal hak ihlallerinde de ilk 10 ülke arasındadır. Hal böyle olunca, kölelik koşullarında çalışmaya rıza göstermek yerine, istihdam dışında kalmak, tercih edilir hale gelmiştir.

AKP iktidarı, kölelik koşullarına rıza göstermeyen Türkiyeli emekçilerin direncini kırmak ve onların yerine ikame etmek amacıyla yıllardır “arka kapı göç politikası” izlemektedir. Bu bağlamda Ortadoğu’da -ama özellikle Suriye’de- yaşanan savaşlarla birlikte oluşan göç akını ve AB ile yapılan Geri Kabul Anlaşması’yla bu göçmenlerin Avrupa’ya geçişlerinin engellenmesi, Türkiye’yi dünyada en fazla göç alan ülke haline getirmiştir. Göç İdaresi Başkanlığı’nın verilerine göre Türkiye’de yasal kalış hakkı bulunan göçmen sayısı 4.5 milyona ulaşmıştır; kayıtlı olmayanlarla birlikte bu sayı daha da artmaktadır. Siyasi iktidar, bu göçmenlerin çok büyük bir kısmına yasal statü vermeyerek kaçak/düzensiz konuma düşmelerine neden olmakta ve hiçbir hakka sahip olmayan göçmen emekçiler, sınır dışı edilme korkusuyla en kötü koşullarda çalışmaya boyun eğmek zorunda bırakılmaktadır.

İçişleri Bakanlığı’nın “işgücü ithalatı”na yasal zemin oluşturma çalışmasından anlaşılan o ki, -kimi ırkçı partilerin de kışkırtmasıyla- “düzensiz” göçmenlere yönelen kamuoyu tepkisinin azaltılmak istenmesi ve yatırıma teşvik edilmek istenen uluslararası sermayenin talep ettiği “ucuz ama kayıtdışı olmayan” istihdam talebini karşılamak durumunda kalınması, “ucuz ama düzenli” göçmenlerin istihdamını gerekli hale getirmiştir.

Türkiye’yi sermaye için cennet, emekçiler için cehenneme dönüştürmeyi hedefleyen anlayış, 1980’den bu yana farklı yüzlerle de olsa iktidardadır. Aradan geçen 44 yılın 22 yılında iktidarda oturan AKP, 24 Ocak 1980’de ortaya konan bu hedefe ulaşmada önemli bir yol kat etmiştir. Hiçbir çekince duymadan emekçileri, ithalatı yapılacak meta/mal/eşya olarak kabul ettiğini açıkça ifade etmesi ve buna karşı -en azından şimdilik- hiçbir sendikadan, meslek örgütünden ya da siyasi oluşumdan herhangi bir tepki gelmemesi, AKP’nin kat ettiği yolda ne kadar ilerlediğini göstermektedir.

Milliyeti, ırkı, dini, dili, cinsiyeti ne olursa olsun tüm emekçilerin ortak çıkarlara sahip bir sınıf olduğu bilinciyle hareket edilmediği sürece; onları bir eşya olarak gören anlayış, bir avuç sermayedara cennet yapmak uğruna ülkeyi ve dünyayı, emekçiler için cehenneme çevirmeye devam edecektir.

* https://www.ekonomim.com/gundem/isgucu-ithaline-altyapi-hazirligi-haberi-778210


1 Kasım 2024 Cuma

Otoriter rejimde asgari ücreti tartışmak…

                                 
                                  2 Kasım 2024

Yıl sonu yaklaşırken, Türkiye’de ücretli çalışanların önemli kısmının gelirini belirleyen ve bu nedenle ortalama ücret haline gelen “asgari ücret”in ne kadar olacağına yönelik tartışmalar yeniden canlandı. Geçtiğimiz senelerde -göstermelik de olsa- Asgari Ücret Tespit Komisyonu adıyla kurulan -sözde- pazarlık masasında belirlenmesi beklenen yeni asgari ücret, bu yıl IMF’nin “Yüksek asgari ücret zammından kaçının!” direktifi ve “hedeflenen enflasyon” olarak ortaya atılan bir oran etrafında tartışılıyor.

2023 seçimleri sonrasında uygulamaya konan ve özü itibariyle IMF gibi kapitalist kurumların belirlediği çerçeveyi yansıtan ekonomik program, bir taraftan yüksek enflasyonun nedeni olarak gördüğü için diğer taraftan ise Türkiye’ye yatırım çekmek için, ücretleri olabildiğince baskı altına almayı amaçlıyor. Bu nedenle 2024 yılının ikinci yarısında beklenen asgari ücret artışı yapılmadı ve yükselen enflasyon karşısında zaten açlık sınırı sevisinde bulunan asgari ücretin satın alma gücü daha da azaldı. Önümüzdeki yıl da reel ücretleri düşürmeyi amaçlayan ekonomi yönetimi, IMF’nin -yukarıda aktardığımız- direktifine de uyarak asgari ücreti, 2025 için beklenen enflasyon oranında arttırmayı planlıyor. Geçtiğimiz günlerde basına da yansıdığı üzere, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) Başkanı, ABD’de yatırımcılara, asgari ücrete yapılacak artışın hükümetin 2025 için beklenen enflasyon oranı olan yüzde 25 düzeyinde olacağını açıkladı. Bunun üzerine genellikle Aralık ayına doğru alevlenen asgari ücrete ilişkin tartışmalar bu yıl daha erken başlamış oldu.

İşveren tarafı, tahmin edileceği gibi IMF’nin direktifini ve TCMB Başkanı’nın telaffuz ettiği asgari ücrete yüzde 25 artış oranını büyük bir memnuniyetle karşıladı. Zira bu oran asgari ücret olarak kabul edildiğinde işçilerin geçen yıldan kalan enflasyon farkı işverenlerin cebine kalacağı gibi, 2025’te gerçekleşecek enflasyon artışı yüzde 25’in üzerinde olacak ve işçinin reel ücretindeki düşüş, işverenlerin emeği sömürü oranıyla birlikte kârını da arttıracak.

Emekçilerin geçmiş yılın enflasyonundan kaynaklanan kayıplarını bile telafi edemeyen ve işçinin daha eline geçmeden açlık sınırının çok altında kalacağı belli olan asgari ücret artışına karşı, işçi  konfederasyonlarından henüz bir tepki gelmedi. Sadece birkaç sendikanın genel merkezi ya da şube yönetimi asgari ücretin belirleme yöntemine ve telaffuz edilen artış oranının düşük olmasına tepki gösteren açıklamalarda bulundu. Siyasi partiler içinde de sol ve sosyalist partilerin yanı sıra CHP, Gelecek Partisi, HüdaPar ve  BBP yaptıkları açıklamalarla asgari ücretin “hedef enflasyona göre belirlenmesi”ni eleştirdi.

Öte yandan birçoğu halen üniversitede akademik çalışmalar yürüten 126 iktisatçı, imzaladıkları “Asgari ücret artışlarında hedef değil, gerçekleşen enflasyon oranı dikkate alınmalı!” başlıklı bildiri ile, asgari ücretin belirlenme yöntemini eleştirenler arasına katıldı.

Bu noktada şunu belirtmek isterim: 2016’da darbe girişimi bahanesiyle kurulan OHAL düzeninde KHK’larla akademiye yönelik olarak Cumhuriyet tarihinin en büyük tasfiyesi yapıldı. O zamandan bu yana akademiden ülke meseleleri ve toplumsal sorunlara ilişkin muhalif bir ses çıkmadı. 126 iktisatçının bildirisi yanılmıyorsam, 8 yılı aşkın süredir akademiden çıkan ilk toplu ses oldu. İçerisinde hocalarım ve arkadaşlarımın da imzacısı olduğu bu bildirinin, “akademi üzerindeki ölü toprağının kalkması” umudunu verdiği için -içeriğinden bağımsız olarak- memnuniyet verici olduğunu söylemeliyim.

Kaldığımız yerden devam edersek, zaten adaletsiz olan asgari ücret belirleme yönteminin reel ücretleri daha da eritecek ve emekçilerin yoksullaşmasını, yoksunlaşmasını çok daha arttıracak bir biçime dönüşmesine yönelik tepkiler, hangi çevreden gelirse gelsin anlamlıdır. Ancak reel ücretlerin emekçileri açlıkla karşı karşıya bırakacak kadar düşmesi, emekçilerin içinde bulunduğu durumun nedeni değil sonucudur.

Asgari ücretin emekçilerin emeğinin karşılığı olması ve insanca yaşayacakları bir seviyeye ulaşması için asgari ücretin hedef enflasyona göre mi yoksa gerçekleşen enflasyona göre mi belirleneceğinden önce, bizi bu tartışmaya götüren ekonomik programın esasını sorgulamak gerekir! Bu sorgulamaya da “nüfusunun neredeyse üçte ikisi ücret gelirleriyle geçinen bir toplumda küçük bir azınlığın çıkarları için milyonlarca emekçinin açlığa, yoksulluğa terkedilmesine neden olan politikaların nasıl uygulanabildiği”nden başlanması, yerinde olur.

Eğer bir sorun, toplumun bir kesiminin diğer bir kesimi tarafından yok sayılarak ezilmesini, sömürülmesini içeriyorsa; bu sorun ekonomik de olsa temeli mutlaka demokrasiyle, özgürlüklerle ilişkilidir. Zira demokrasinin işler olduğu toplumlarda ancak, bir kesimin diğer bir kesim üzerinde tahakküm kurması söz konusu olamaz. Bu bağlamda asgari ücret artışında dikkate alınması gereken öncelik, enflasyon oranının hedeflenen mi, gerçekleşen mi olduğu değildir. Öncelik, tüm hak ve özgürlükleri sınırlayarak emeğin yarattığı değeri yok sayan, karınlarını doyuracak bir geliri neredeyse lütuf sayacak noktaya getirilen emekçileri tahakküm altına alan sistemi ve bu sisteme hizmet eden otoriter rejimi sorgulamaktır!