8 Kasım 2024 Cuma

‘İşgücü ithalatı’

                                  9 Kasım 2024

İçişleri Bakanlığı, “düzensiz göç ile mücadele” kapsamında düzenli göçmen getirilmesine yönelik bir çalışma yapıyormuş. Ekonomim gazetesinin haberine göre, bu çalışmada sanayicilerin talepleri de göz önünde bulundurarak “işgücü ithalatı” yapılabilmesi için yasal altyapı hazırlanmaktaymış. Şirketlerin görüşleri doğrultusunda sektörler için gerekli işgücünün sayı ve niteliği belirlenerek çağrıya çıkılacak ve belirlenen kriterlere uygun yabancılara, Türkiye’de çalışma fırsatı(!) verilecekmiş. Halen düzensiz göçle gelenlerin kapsam dışında tutulacağı bu düzenlemeyle, Türkiye’de emek göçünün daha düzenli hale getirilmesi hedefleniyormuş.*

Her şeyden önce şunu belirtmek gerekir: İnsanların ulus devlet sınırlarına hapsolmadığı bir dünyada herkes, dilediği ülkede çalışma ve yaşama hakkına sahip olabilmelidir! Sınır ötesi dolaşımı kısıtlayarak insanları sınırları içine hapseden ulus devlet yapılanması, kapitalizmin bir ürünüdür. Bu yapılanma içinde “dolaşımın sınırlarının nerede başlayıp nerede biteceği” egemen sınıfın yani sermayenin çıkarları gözetilerek belirlenir. Emekçiler arasındaki rekabeti arttırıp emek maliyetini düşürmenin aracı (yedek işçi ordusu) olarak görülen göçmen emeğinin dolaşımı kimi zaman -kısmen de olsa- serbestleştirilirken; kimi zaman da emekçilerin dolaşımını engellemek için yüksek duvarlar örülür.

İçişleri Bakanlığı’nın “düzensiz emek göçünün düzenli hale getirilmesi”ni hedefleyerek patronların ihtiyaçları çerçevesinde “işgücü ithalatı”nın yasal zeminini hazırlamak için yaptığı bu çalışma, AKP/Saray iktidarının emeğiyle geçinenlere (işçi sınıfına) bakış açısını ortaya koyduğu gibi; 22 yıldır uyguladığı -eğitim, istihdam vb- politikaların iflasını da gözler önüne sermektedir.

Bakanlığın yapmakta olduğu düzenleme için kullanılan “işgücü ithalatı” kavramı son derece çarpıcıdır. Malûm olduğu üzere, ihracat ve ithalat, “metaların uluslararası düzeydeki alım-satımını” ifade eder. İçişleri Bakanlığı ve dolayısıyla AKP/Saray iktidarı, kullandığı “işgücü ithalatı” kavramıyla işgücü ya da daha doğru ifadesiyle emek gücünü ve onun sahibi olan milyonlarca işçiyi, emekçiyi “meta/mal/eşya” olarak gördüğünü açıkça itiraf etmektedir.

Öte yandan unutmamak gerekir ki, patronların talepleri doğrultusunda yurtdışından “işgücü ithal edilmesi” planlanan Türkiye, çalışma çağı nüfusunun yarıdan fazlasının, (33 milyon 203 bin kişi) istihdam dışında olduğu, atıl işgücü yani geniş tanımlı işsiz sayısının 11 milyonu aştığı bir ülkedir (TÜİK, 2024 Ağustos istatistikleri). 22 yıllık iktidarı boyunca AKP, istihdamı arttırmak için birçok paket açıklamış, kalkınma planları ve orta vadeli programlarda hedefler ortaya koymuş, yüzlerce üniversite ve meslek lisesi açmıştır. Ancak bunların hiçbirinde başarılı olunamamış ve Türkiye, OECD ülkeleri içinde işgücüne ve istihdama katılımın en düşük olduğu ülkeler arasında olmaktan kurtulamamıştır.

Türkiye’de işgücüne katılımın ve istihdamın düşük, işsizliğin yüksek olmasının başlıca sebebi, istihdam yaratacak yatırımların yetersiz olmasının yanı sıra insanca çalışma ve yaşam koşullarını sağlayacak, yeterli düzeyde istihdam olanağı yaratıl(a)mamasıdır. Ortalama ücret haline gelen asgari ücretin açlık sınırının altında kaldığı, iş ve sosyal güvencenin olmadığı, iş cinayetlerinin ve çalışan yoksulluğunun dünya ölçeğinde en fazla olduğu Türkiye, sendikal hak ihlallerinde de ilk 10 ülke arasındadır. Hal böyle olunca, kölelik koşullarında çalışmaya rıza göstermek yerine, istihdam dışında kalmak, tercih edilir hale gelmiştir.

AKP iktidarı, kölelik koşullarına rıza göstermeyen Türkiyeli emekçilerin direncini kırmak ve onların yerine ikame etmek amacıyla yıllardır “arka kapı göç politikası” izlemektedir. Bu bağlamda Ortadoğu’da -ama özellikle Suriye’de- yaşanan savaşlarla birlikte oluşan göç akını ve AB ile yapılan Geri Kabul Anlaşması’yla bu göçmenlerin Avrupa’ya geçişlerinin engellenmesi, Türkiye’yi dünyada en fazla göç alan ülke haline getirmiştir. Göç İdaresi Başkanlığı’nın verilerine göre Türkiye’de yasal kalış hakkı bulunan göçmen sayısı 4.5 milyona ulaşmıştır; kayıtlı olmayanlarla birlikte bu sayı daha da artmaktadır. Siyasi iktidar, bu göçmenlerin çok büyük bir kısmına yasal statü vermeyerek kaçak/düzensiz konuma düşmelerine neden olmakta ve hiçbir hakka sahip olmayan göçmen emekçiler, sınır dışı edilme korkusuyla en kötü koşullarda çalışmaya boyun eğmek zorunda bırakılmaktadır.

İçişleri Bakanlığı’nın “işgücü ithalatı”na yasal zemin oluşturma çalışmasından anlaşılan o ki, -kimi ırkçı partilerin de kışkırtmasıyla- “düzensiz” göçmenlere yönelen kamuoyu tepkisinin azaltılmak istenmesi ve yatırıma teşvik edilmek istenen uluslararası sermayenin talep ettiği “ucuz ama kayıtdışı olmayan” istihdam talebini karşılamak durumunda kalınması, “ucuz ama düzenli” göçmenlerin istihdamını gerekli hale getirmiştir.

Türkiye’yi sermaye için cennet, emekçiler için cehenneme dönüştürmeyi hedefleyen anlayış, 1980’den bu yana farklı yüzlerle de olsa iktidardadır. Aradan geçen 44 yılın 22 yılında iktidarda oturan AKP, 24 Ocak 1980’de ortaya konan bu hedefe ulaşmada önemli bir yol kat etmiştir. Hiçbir çekince duymadan emekçileri, ithalatı yapılacak meta/mal/eşya olarak kabul ettiğini açıkça ifade etmesi ve buna karşı -en azından şimdilik- hiçbir sendikadan, meslek örgütünden ya da siyasi oluşumdan herhangi bir tepki gelmemesi, AKP’nin kat ettiği yolda ne kadar ilerlediğini göstermektedir.

Milliyeti, ırkı, dini, dili, cinsiyeti ne olursa olsun tüm emekçilerin ortak çıkarlara sahip bir sınıf olduğu bilinciyle hareket edilmediği sürece; onları bir eşya olarak gören anlayış, bir avuç sermayedara cennet yapmak uğruna ülkeyi ve dünyayı, emekçiler için cehenneme çevirmeye devam edecektir.

* https://www.ekonomim.com/gundem/isgucu-ithaline-altyapi-hazirligi-haberi-778210


1 Kasım 2024 Cuma

Otoriter rejimde asgari ücreti tartışmak…

                                 
                                  2 Kasım 2024

Yıl sonu yaklaşırken, Türkiye’de ücretli çalışanların önemli kısmının gelirini belirleyen ve bu nedenle ortalama ücret haline gelen “asgari ücret”in ne kadar olacağına yönelik tartışmalar yeniden canlandı. Geçtiğimiz senelerde -göstermelik de olsa- Asgari Ücret Tespit Komisyonu adıyla kurulan -sözde- pazarlık masasında belirlenmesi beklenen yeni asgari ücret, bu yıl IMF’nin “Yüksek asgari ücret zammından kaçının!” direktifi ve “hedeflenen enflasyon” olarak ortaya atılan bir oran etrafında tartışılıyor.

2023 seçimleri sonrasında uygulamaya konan ve özü itibariyle IMF gibi kapitalist kurumların belirlediği çerçeveyi yansıtan ekonomik program, bir taraftan yüksek enflasyonun nedeni olarak gördüğü için diğer taraftan ise Türkiye’ye yatırım çekmek için, ücretleri olabildiğince baskı altına almayı amaçlıyor. Bu nedenle 2024 yılının ikinci yarısında beklenen asgari ücret artışı yapılmadı ve yükselen enflasyon karşısında zaten açlık sınırı sevisinde bulunan asgari ücretin satın alma gücü daha da azaldı. Önümüzdeki yıl da reel ücretleri düşürmeyi amaçlayan ekonomi yönetimi, IMF’nin -yukarıda aktardığımız- direktifine de uyarak asgari ücreti, 2025 için beklenen enflasyon oranında arttırmayı planlıyor. Geçtiğimiz günlerde basına da yansıdığı üzere, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) Başkanı, ABD’de yatırımcılara, asgari ücrete yapılacak artışın hükümetin 2025 için beklenen enflasyon oranı olan yüzde 25 düzeyinde olacağını açıkladı. Bunun üzerine genellikle Aralık ayına doğru alevlenen asgari ücrete ilişkin tartışmalar bu yıl daha erken başlamış oldu.

İşveren tarafı, tahmin edileceği gibi IMF’nin direktifini ve TCMB Başkanı’nın telaffuz ettiği asgari ücrete yüzde 25 artış oranını büyük bir memnuniyetle karşıladı. Zira bu oran asgari ücret olarak kabul edildiğinde işçilerin geçen yıldan kalan enflasyon farkı işverenlerin cebine kalacağı gibi, 2025’te gerçekleşecek enflasyon artışı yüzde 25’in üzerinde olacak ve işçinin reel ücretindeki düşüş, işverenlerin emeği sömürü oranıyla birlikte kârını da arttıracak.

Emekçilerin geçmiş yılın enflasyonundan kaynaklanan kayıplarını bile telafi edemeyen ve işçinin daha eline geçmeden açlık sınırının çok altında kalacağı belli olan asgari ücret artışına karşı, işçi  konfederasyonlarından henüz bir tepki gelmedi. Sadece birkaç sendikanın genel merkezi ya da şube yönetimi asgari ücretin belirleme yöntemine ve telaffuz edilen artış oranının düşük olmasına tepki gösteren açıklamalarda bulundu. Siyasi partiler içinde de sol ve sosyalist partilerin yanı sıra CHP, Gelecek Partisi, HüdaPar ve  BBP yaptıkları açıklamalarla asgari ücretin “hedef enflasyona göre belirlenmesi”ni eleştirdi.

Öte yandan birçoğu halen üniversitede akademik çalışmalar yürüten 126 iktisatçı, imzaladıkları “Asgari ücret artışlarında hedef değil, gerçekleşen enflasyon oranı dikkate alınmalı!” başlıklı bildiri ile, asgari ücretin belirlenme yöntemini eleştirenler arasına katıldı.

Bu noktada şunu belirtmek isterim: 2016’da darbe girişimi bahanesiyle kurulan OHAL düzeninde KHK’larla akademiye yönelik olarak Cumhuriyet tarihinin en büyük tasfiyesi yapıldı. O zamandan bu yana akademiden ülke meseleleri ve toplumsal sorunlara ilişkin muhalif bir ses çıkmadı. 126 iktisatçının bildirisi yanılmıyorsam, 8 yılı aşkın süredir akademiden çıkan ilk toplu ses oldu. İçerisinde hocalarım ve arkadaşlarımın da imzacısı olduğu bu bildirinin, “akademi üzerindeki ölü toprağının kalkması” umudunu verdiği için -içeriğinden bağımsız olarak- memnuniyet verici olduğunu söylemeliyim.

Kaldığımız yerden devam edersek, zaten adaletsiz olan asgari ücret belirleme yönteminin reel ücretleri daha da eritecek ve emekçilerin yoksullaşmasını, yoksunlaşmasını çok daha arttıracak bir biçime dönüşmesine yönelik tepkiler, hangi çevreden gelirse gelsin anlamlıdır. Ancak reel ücretlerin emekçileri açlıkla karşı karşıya bırakacak kadar düşmesi, emekçilerin içinde bulunduğu durumun nedeni değil sonucudur.

Asgari ücretin emekçilerin emeğinin karşılığı olması ve insanca yaşayacakları bir seviyeye ulaşması için asgari ücretin hedef enflasyona göre mi yoksa gerçekleşen enflasyona göre mi belirleneceğinden önce, bizi bu tartışmaya götüren ekonomik programın esasını sorgulamak gerekir! Bu sorgulamaya da “nüfusunun neredeyse üçte ikisi ücret gelirleriyle geçinen bir toplumda küçük bir azınlığın çıkarları için milyonlarca emekçinin açlığa, yoksulluğa terkedilmesine neden olan politikaların nasıl uygulanabildiği”nden başlanması, yerinde olur.

Eğer bir sorun, toplumun bir kesiminin diğer bir kesimi tarafından yok sayılarak ezilmesini, sömürülmesini içeriyorsa; bu sorun ekonomik de olsa temeli mutlaka demokrasiyle, özgürlüklerle ilişkilidir. Zira demokrasinin işler olduğu toplumlarda ancak, bir kesimin diğer bir kesim üzerinde tahakküm kurması söz konusu olamaz. Bu bağlamda asgari ücret artışında dikkate alınması gereken öncelik, enflasyon oranının hedeflenen mi, gerçekleşen mi olduğu değildir. Öncelik, tüm hak ve özgürlükleri sınırlayarak emeğin yarattığı değeri yok sayan, karınlarını doyuracak bir geliri neredeyse lütuf sayacak noktaya getirilen emekçileri tahakküm altına alan sistemi ve bu sisteme hizmet eden otoriter rejimi sorgulamaktır!