20 Haziran 2025 Cuma

Ekonomik ve ekolojik şiddet daha ne kadar sürecek?

                                21 Haziran 2025


Derinleşen ekonomik krizle birlikte toplumsal meşruiyeti zayıflayan AKP/saray rejimi, halka yönelik ekonomik ve ekolojik şiddeti giderek arttırıyor.


Ekonomik şiddetin en açık belirtisi şüphesiz, yüksek enflasyon karşısında her geçen gün daha fazla eriyen ve emekçilerin önemli bir kısmı için açlık sınırının altında kalan ücretlerdir. Hükümet geçen yıl sonunda enflasyonu düşürecekleri iddiasıyla asgari ücreti 2025 yılı için hedefledikleri enflasyon oranına göre belirledi. Ancak enflasyonla mücadele programı başarısız oldu; yılın ilk ayından itibaren hedefler şaştı ve asgari ücret, beslenme ve barınma gibi temel ihtiyaçların bile karşılanamadığı bir seviye olan açlık sınırının altına düştü. 


2025 yılının ilk beş ayında TÜİK verilerine göre enflasyon yüzde 15.09 olarak açıklanırken, İstanbul Ticaret Odası (İTO) verilerine göre yüzde 20’ye yaklaştı. Enflasyon Araştırma Grubu (ENAG)’na göre ise yüzde 26’yı buldu. Memurlara temmuz ayında yapılacak ücret artışında ilk altı aylık enflasyon dikkate alındığı için TÜİK, zaten gerçekleşenin çok altında açıkladığı enflasyonu, her haziranda, çok daha düşük açıklamayı alışkanlık haline getirmiş durumda. Hükümet de aynı nedenle vergi artışı; elektrik, akaryakıt vb fiyat düzenlemelerini genellikle temmuz ayına bırakıyor. Gerçi İran-İsrail savaşı nedeniyle artan petrol fiyatları gerekçe gösterilerek yapılan zamlar şimdiden ardı ardına gelmeye başladı ama temmuzdan itibaren zam yağmurunun artması ve iğneden ipliğe tüm ürünlerin ve hizmetlerin fiyatına yansıması sürpriz olmaz.


Ücretlerin satın alma gücü düşerken ve emekçiler gıda, barınma gibi en temel ihtiyaçlarını bile karşılayamazken Erdoğan,"Asgari ücrete ara zam var mı?” sorusunu “Söyledim ya!” gibi anlamsız bir ifadeyle geçiştirdi. 600 binden fazla kamu işçisini ilgilendiren Kamu Çerçeve Protokolü görüşmelerinde üç ayı aşkın süredir hükümet tarafından oyalanarak masaya getirilen teklif nihayet açıklandı. Teklifte 2025’te geçtiğimiz altı ay için yüzde 16, ikinci altı ayı için yüzde 8 olmak üzere toplamda yüzde 25.28 artış öngörülüyor. Bu oran, bırakın geçmiş dönemde eriyen ücretleri telafi etmeyi, -TÜİK’in gerçek dışı verilerine göre bile- 2025’in ilk altı ayındaki enflasyon artışını dahi karşılamıyor. Enflasyonla mücadele programının başarısızlığı bir yana, savaşla beraber enerji fiyatlarında gerçekleşmesi muhtemel sıçrayış, yılın ikinci yarısında hayat pahalılığının ilk altı aydan yüksek olacağı ihtimalini arttırıyor. Bu da ücretlerin satın alma gücünün önümüzdeki dönem çok daha hızlı düşeceği anlamına geliyor. 


İşçileri, sendikaları, toplu pazarlık sistemini yok saymakla, değersizleştirmekle kalmayıp hakaret kabilinden olan bu teklif karşısında Türk İş ve Hak İş etkili bir direnç göstermezse sadece kendileri değil Türkiye işçi hareketi için telafisi zor bir darbe alacak. Bu da tüm iş kollarında, kamuda ve özel sektörde, mavi ve beyaz yakalı tüm emekçilerin yoksulluğunda artış ve zaten kötü olan çalışma koşullarının daha da kötüleşmesi anlamına gelecek. 


AKP/saray rejimi, içinden çıkamadığı krizi aşmak için emek sömürüsünü derinleştirmekle yetinmeyip zeytinlikleri, meraları, ormanları, tarım alanlarını da madenlere açıyor, enerji şirketleri için yatırım (kâr) alanı haline getiriyor. 19 Haziran’da TBMM’ye getirilen torba yasa teklifinde yer verilen bu düzenlemeler ile iktidar, ekolojik şiddetin de son örneğini sergiliyor.


Halktan, meslek örgütlerinden, bilim insanlarından gizlenerek hazırlanan bu kanun teklifi, yerel halkın da içinde yer aldığı denetleyici kurulları etkisiz hale getirerek doğa talanının önündeki tüm engelleri kaldırılmayı amaçlanıyor. “Yangından mal kaçırırcasına” yasalaştırılmaya çalışılan kanun teklifinin görüşüleceği Komisyon’a çevre ve meslek örgütü temsilcilerinin katılmasına engel olunduğu yetmezmiş gibi iktidar milletvekilleri bu temsilcileri tartaklayarak fiziki şiddet uygulamaktan da geri durmuyor.


Peki iktidarın tüm baskı araç ve yöntemlerini kullanarak gerçekleştirmeye çalıştığı emek ve doğa sömürüsünün kazananı kim oluyor?


AKP’nin 22 yıldır uyguladığı politikaların sonucunda Türkiye’de servetin küçük bir azınlığın elinde birikirken, toplumun çok geniş kesiminin giderek yoksullaştığına ilişkin birçok veri mevcut. Bunlara geçtiğimiz günlerde yayımlanan İsviçre merkezli finans kuruluşu UBS’nin hazırladığı Küresel Servet Raporu 2025 de eklendi. Rapora göre 2024 yılında reel servetin yüzde 21 gerilediği Türkiye, dünyada dolar milyoneri sayısının en hızlı arttığı ülke olmuş. Dünya genelinde dolar milyoneri sayısı yüzde 1.2 artarken Türkiye’de yüzde 8.4 artmış ve 2024’te dolar milyoneri sayısı 7 bin kişi artarak 68 bin kişiye ulaşmış. Rapor’a dahil edilen 56 ülke içinde enflasyondan arındırılmış verilere göre Türkiye, servet dağılımının en kötü olduğu ülke olurken, gelir eşitsizliği bakımından en kötü dokuz ülke arasına girmiş (https://www.ubs.com/us/en/wealth-management/insights/global-wealth-report.html). 


Bir yanda küçük bir azınlığın elinde biriken müthiş bir servet, diğer yanda bu servetin kaynağı olan müthiş bir emek ve doğa sömürüsü… Türkiye’de ekmeğini kendi emeğiyle kazanan işçiler, çiftçiler, küçük üreticiler maruz kaldıkları bu ekonomik ve ekolojik şiddet karşısında tepkisizliğini ne kadar sürdürür, eşitsizlik üreten bu rejimi daha ne kadar sırtında taşır bilemiyorum ama topyekûn bir mücadele örgütlenemediği sürece ödenen bedelin her geçen gün artacağı aşikârdır!


13 Haziran 2025 Cuma

15-16 Haziran’ı anmanın dayanılmaz ağırlığı…

                            14 Haziran 2025

15-16 Haziran 1970’te gerçekleşen işçi direnişine dair birkaç söz etmeden önce bu direnişi, aradan geçen 55 yıla rağmen Türkiye işçi sınıfı tarihinin en önemli direnişi olarak anmanın hüznünü yaşadığımı belirtmek isterim.

1970’ten bu yana, dünyada en büyük kaybedenin emekçiler olduğu büyük bir dönüşüm yaşandı. Türkiye, neoliberalizm adı verilen bu dönüşüm sürecinden en çok etkilenen ülkelerin başında geldi. Askeri darbelerin, ekonomik krizlerin ve giderek otoriterleşen rejimin hedefinde hep işçi sınıfı vardı. Ancak Türkiye işçi sınıfı bu dönüşüme karşı 15-16 Haziran’ı aşacak bir direnç gösteremedi. Bu direnişi gerçekleştirenlerin önemli bir kısmı bugün hayatta değil, bugünün emekçilerinin de büyük kısmı o günlerde henüz doğmamıştı. Mücadele hafızasını diri tutmak adına bu şanlı direnişi -o zamandan bu zamana bunu aşan bir başka direniş olmadığı için- anmak, tüm ağırlığına rağmen halen önemli!

Ne olmuştu 55 yıl önce?

1970’te Meclis’in iki büyük partisi (AP ve CHP), hemen hiçbir konuda anlaşamazken sermayenin kendilerine verdiği “direktif” doğrultusunda elbirliği ederek sendikal hak ve özgürlükleri düzenleyen yasalarda (274 ve 275 sayılı yasalar) işçilerin sendika seçme ve sendika değiştirme hakkını engelleyen bir yasal düzenleme yaptı. Amaç giderek güçlenmekte olan işçi sınıfı hareketini ve özellikle de bu hareketin öncülüğünü yapan DİSK’i engellemekti. İşçiler, sendikalarına ve haklarına sahip çıkmak için 15-16 Haziran’da başta İstanbul olmak üzere Ankara, Adana, Bursa ve İzmir’de direnişe başladı. Sonuçta işçi sınıfı sermayenin kapalı kapılar ardındaki oyunuyla çıkan yasayı, sokakta yürüttüğü mücadeleyle geri aldırmayı başardı.

15-16 Haziran’ın başarıyla sonuçlanmasının yanında onu diğer işçi eylemlerinden ayıran en önemi özelliği, direnişin ekonomik ve sosyal haklar için değil örgütlenme hakkının savunulması için yapılmış olmasıydı. Bu direnişi gerçekleştiren işçiler, örgütlenme hakkı olmadan diğer hakların geliştirilemeyeceğinin ya da korunamayacağının bilincindeydi. Elbette bu bilincin kazanılmasında en önemli etken, emekçilerin mücadele aracı olarak güvendikleri, inandıkları bir örgüt olan DİSK’in varlığıydı.

15-16 Haziran’ın Türkiye işçi sınıfı hareketi için diğer bir önemi, direnişin sendikaların planladığı ve işçiyi yönlendirdiği değil, işçinin sendikayı harekete geçirdiği bir eylem olmasıydı. Yani direniş sendikalar tarafından tepeden yönlendirilmemiş, işçiler sendikaları harekete geçmeye zorlamıştı.

15-16 Haziran’ın bir başka özelliği ise 1970’li yıllar boyunca giderek güçlenen işçi sınıfı mücadelesinin nirengi noktası olmasıydı. AP ve CHP’yi işçi düşmanlığında birleştiren ve 15-16 Haziran direnişine neden olan yasama süreci emekçilere yönelik neoliberal saldırının öncülüydü ve bu direnişle birlikte işçi sınıfının bu saldırıya geçit vermeyeceği görüldü. Bunun üzerine işçi sınıfının önü 12 Mart 1971 darbesiyle kesilmeye çalışıldı. Ancak darbeye rağmen işçi sınıfı, 15-16 Haziran’da da başarıyı getiren sınıf bilinci ile hareket ederek 70’li yıllar boyunca daha da güçlendi ve 12 Eylül darbesine kadar önemli kazanımlar elde etti.

12 Eylül darbesi bir taraftan işçi sınıfını ve tüm toplumsal muhalefeti baskı altına alırken diğer taraftan da 24 Ocak kararlarıyla uygulamaya konulan neoliberal dönüşümü yaşama geçirdi. Böylece üretim ilişkilerinden başlayarak tüm kurumsal yapılar, toplumsal ilişkiler ve daha önemlisi toplumun değer yargıları değişmeye başladı. Böylece birlikte mücadele ve dayanışma yerini rekabete ve bireysel çıkarların öncelenmesine bıraktı. Bunun en yakın örneğini, geçtiğimiz günlerde İzmir Belediyesi’nde -Belediye Başkanı’nın da kışkırtmasıyla- grevdeki işçilere yönelik kendisi de emeğiyle geçinenlerden oluşan bir kesimin aldığı düşmanca tutumda gördük. Emekçileri birbirine düşürmeyi başaran “işçi düşmanı” belediye yönetimi, bundan cesaret alarak sendikaları toplu işten çıkartma ile tehdit etmeye başladı bile…

15-16 Haziran’da örgütlenme hakkını savunmak için ülkenin dört bir yanında direnen bir sınıf anlayışının, bugün örgütlü mücadele ile hakkını arayan emekçilere karşı çıkan bir anlayışa evrilmesi son derece hazindir. İster beyaz ister mavi yakalı olsun ister fabrikada isterse madende ya da hastanede çalışıyor olsun emekçilerin örgütlü mücadeleye katılmak yerine hakları için mücadele edenlere karşı çıkan yaklaşımı ile kazananın sermaye, kaybedenin ise tüm emekçiler olacağı aşikârdır.

Tarih, örgütlenme hakkını savunmak için gerçekleştirilen 15-16 Haziran direnişinin önemini teyit etmiş; emekçilerin sınıfına yabancılaşması ve örgütlenmekten uzaklaşarak birbiriyle rekabete sürüklenmesinde mücadeleyi engelleyen yasaların da önemli rolü olmuştur. Emekçilere hiçbir söz hakkı verilmeden sermayenin çıkarları doğrultusunda çıkarılan yasalara karşı Emek Partisi öncülüğünde, birçok işyerinde emekçilerle görüşülüp tartışılarak “Barajsız sendika, yasaksız grev, güvenceli iş” talebini içeren bir yasa teklifi hazırlanmıştır. 15-16 Haziran’ın yıl dönümünde Meclis’e sunulacak olan yasa teklifi, işçilerin doğrudan yasama sürecine katılarak, hakları üzerinde söz kurma iradesine sahip olabileceklerini anımsatmasının yanı sıra demokrasi mücadelesinin önünü açması bakımından da son derece önemlidir!


7 Haziran 2025 Cumartesi

İzmir’in şişmanı, işçi düşmanı!

                                7 Haziran 2025

Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC)’un 2025 Küresel Haklar Endeksi 2025, geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Türkiye, 2016’dan bu yana olduğu gibi yine hak ihlallerinin ve çalışma koşullarının dünyada en kötü olduğu 10 ülke arasında yer alıyor. Ayrıca OECD’nin çalışan yoksulluğu, gelir eşitsizliği, çalışma sürelerinin uzunluğu, işsizlik vb konularda karşılaştırmalı verilerine göre de Türkiye, en kötü ülkeler içinde yine en ön sıralarda bulunuyor.

Uluslararası kurumların hazırladığı raporlara da yansıyan bu tablo, AKP iktidarının 22 yıldır uyguladığı neoliberal ekonomik programla doğrudan ilgili elbette. Ancak ITUC, OECD vb. kurumların hazırladığı raporlarda yer alan diğer ülkelerin de hemen hepsi AKP gibi yıllardır neoliberal politikaları uyguluyor. Buna rağmen Türkiye’de sosyal dengenin ve gelir eşitsizliğinin onlardan çok daha kötü olması, AKP’nin kurduğu otoriter rejim sayesinde hak mücadelelerine -özellikle sendikal hak ve özgürlüklere- yönelik baskı ve şiddeti daha acımasızca uygulayarak zorla rıza üretmesinden kaynaklanıyor.

Türkiye’de emekçilerin içinde bulunduğu son durumu TÜİK’in geçtiğimiz günlerde açıkladığı istihdam ve enflasyon verileri üzerinden okumak mümkün. TÜİK’in tamamen iktidarın yönlendirmesiyle hazırladığı veriler bile ekonomik ve sosyal çöküntünün üzerini örtemiyor. Örneğin geçtiğimiz yıldan bu yana geniş tanımlı işsizlerin 1 milyon 200 bin kişi artarak yüzde 32.2’ye ulaştığı, istihdam oranınınsa yüzde 49.3’ten yüzde 48.8’e düştüğü saklanamıyor.

İşgücü piyasasında durum giderek kötüleşirken, ücretler de enflasyon karşısında erimeye devam ediyor. DİSK-AR’ın TÜİK verilerine dayanarak hazırladığı rapora göre, yılbaşından bu yana asgari ücret enflasyon karşısında 3 bin 336 TL, en düşük emekli aylığı 2 bin 183 TL ve en düşük memur maaşı 8 bin 439 TL erimiş. Yine aynı rapora göre, 2025’in ilk beş ayında enflasyonun emek gelirlerine (ücret, maaş ve aylık) toplam faturası ise en az 198 milyar 200 milyon TL olmuş.

Mayıs ayı için Türk İş’in açıkladığı açlık sınırı 25 bin 092 TL, yoksulluk sınırı ise 81 bin 733 TL. Bugün ücretle çalışanların yarıya yakını 22 bin 104 TL asgari ücretle çalışırken emeklilerin önemli bir kısmı için geçerli olan en düşük emekli aylığı 14 bin 469 TL. Yani Türkiye’de ücretli çalışanların ve emeklilerin çok büyük bölümü açlık sınırının altında bir gelirle yaşamlarını sürdürürken çalışanların çok küçük bir kısmı yoksulluk sınırı ve onun üzerinde bir gelir elde edebiliyor.



Bu tablo karşısında işverenle toplu sözleşme masasına oturan bir sendikadan ne beklenir? Elbette “eşit işe eşit ücret” ilkesini de gözeterek yoksulluk sınırının altına düşmeyecek bir ücreti elde edene kadar herhangi bir sözleşmeye imza atmaması, bu rakamı elde edene kadar -grev başta olmak üzere- her türlü mücadele aracını kullanması beklenir.

İzmir’de belediye işçilerinin de sendikalarından beklentisi buydu; 23 bin işçi büyük bir coşkuyla greve gitti ve her türlü zora karşı direneceklerini, kendilerini açlığa, yoksulluğa iten politikalara rıza göstermeyecekleri konusunda kararlı olduklarını gösterdi. Ancak bu grev, siyasi iktidarı ve sermayeyi çok kaygılandırdı. Zira emek sömürüsünün hiç olmadığı kadar derinleştiği bir dönemde kamu hizmetlerini durduracak bir grevin başarıya ulaşması, sömürüye karşı yıllardır sesini yüksel(e)temeyen emekçilerin üretimden/hizmetten gelen güçlerinin bilincine varmalarını sağlayabilir ve grev dalgası hızla yayılabilirdi. Özellikle önümüzdeki günlerde gerçekleşecek olan ve 600 bin işçiyi kapsayan kamu sözleşmelerinde yükselecek bir grev dalgası sadece ekonomik sonuçlar doğurmaz, 89 Bahar Eylemleri’nin ANAP iktidarının sonunu hazırladığı gibi AKP iktidarının da sonunu getirebilirdi. Ama sendika -maalesef- işçilere rağmen, onları yoksulluk sınırının altına mahkum edecek bir sözleşmeye imza attı ve grev sona erdi.

Bu arada büyük bir grev dalgasının önünü açabilecek olan “İzmir belediye işçilerinin grevini kırma” görevini CHP’li belediye başkanı Cemil Tugay üstlendi. Hem de iktidarın CHP’ye ve CHP’li belediyelere yönelik baskılarının giderek arttığı ve parti yönetiminin bu baskılara teslim olmamak için toplumsal desteği arkasına almaya çalıştığı bir dönemde…

Son seçimlerde birinci parti konumuna geldiği için iktidarın ablukası altına alınmış bir partiye mensup belediye başkanından, belediyelerin mali sorunlarının iktidarın muhalif belediyelere yönelik çöktürme politikasının sonucu olduğunu açıklayıp, her şeye rağmen işçilerin son derece meşru olan taleplerini karşılaması beklenmez mi?

Cemil Tugay, AKP’nin emek düşmanı politikalarını deşifre ederek iktidarla işçileri karşı karşıya getirmek yerine kendisi işçi düşmanlığına soyundu; gerçek dışı beyanlarla halkı işçilere karşı kışkırtmaya çalıştı ve grevi kırıcılığı yaptı. Ne yazık ki bu ahlak ve hukuk dışı çabalar, her fırsatta DEM Parti’yi barış görüşmeleri yaptığı için AKP’ye destek vermekle suçlayan ve ağzından hukuk, demokrasi kavramlarını düşürmeyen bir kısım CHP’linin de hakkını arayan işçilere karşı tutum almasını sağladı. Oysa işçi düşmanlığı yapan Tugay, büyüyecek bir grev dalgasını engelleyerek önünde siper olduğu AKP/saray iktidarına en büyük desteği vermiş oldu!

89 Bahar Eylemleri’nde emek düşmanı politikaları savunan dönemin başbakanı Turgut Özal için işçiler “Çankaya’nın şişmanı, işçi düşmanı!” sloganını üretmişti. AKP iktidarı emek düşmanlığında Özal’a rahmet okutmasına rağmen, İzmir’in CHP’li belediye başkanı AKP’nin emek düşmanı politikalarını sahiplenmiş oldu. Belediye işçileri -nezaket gereği olsa gerek- Özal için üretilen sloganı Tugay’a uyarlamadılar. Oysa koşulların benzerliğini anımsatmak bakımından, böylesi bir göndermenin yerinde olacağını düşünüyorum:  “İzmir’in şişmanı, işçi düşmanı!”


30 Mayıs 2025 Cuma

Yeni anayasa ve “aktif özne” olabilme sorunu

                                   31 Mayıs 2025

AKP,  23 yıllık iktidarı süresince mevcut Anayasa’da birtakım değişiklikler yapsa da pek çok kez gündeme getirdiği “yeni anayasa” hayalini gerçekleştirecek koşulları şimdiye kadar sağlayamadı. Yeni anayasayı bir kez daha gündeme getiren Erdoğan’ın temel gerekçesi, -daha öncekiler gibi- mevcut anayasanın 12 Eylül darbecileri tarafından hazırlanmış olması. Ona göre “sivil” bir anayasa yapılarak “darbe anayasası” utancına bir son vermek gerekiyor. 


Erdoğan’ın yeni anayasaya ilişkin yaklaşımı şu iki soruyu akıllara getiriyor:

  1. Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu koşullar, “darbe anayasası”nın hazırlandığı koşullardan çok mu farklı? 
  2. Bir anayasanın “sivil” olması demokratik olması anlamına gelir mi?


İlk soruya yanıt ararken öncelikle şunu belirtelim: Türkiye’de sadece yürürlükteki 1982 Anayasası değil, 1924 ve 1961 anayasaları da demokrasinin temel ilkelerinin (erkler ayrılığı, basın özgürlüğü, akademik özgürlükler, örgütlenme özgürlüğü vb) geçerli olmadığı koşullarda yapılmıştır. Dolayısıyla Cumhuriyet tarihi boyunca hiçbir zaman demokratik bir anayasa için gereken “toplumsal uzlaşma” sağlanmamış; Türkiye, halkın çok geniş bir kesiminin gerçekleri öğrenme, örgütlenerek kendisini özgürce ifade edebilme olanaklarının bulunmadığı “olağanüstü” koşullarda “dayatılan” anayasalarla yönetilmiştir.


Örneğin, 82 Anayasası hazırlandığında, kendisini devlet başkanı ilan eden darbeci Evren, yasama, yürütme ve yargı erklerini tekelinde toplamış; basın baskı altına alınmış ve dönemin tek televizyon kanalı olan TRT, darbecilerin propaganda aracı olarak kullanılmıştır. Siyasetçiler cezaevine konmuş ya da siyaset yapmaları yasaklanmış, siyasi tutsaklarla dolan cezaevleri işkencehaneye dönüşmüştür. Belediyeler darbecilerin atadığı askerler tarafından yönetilirken üniversiteler kışla haline getirilmiş bilimi, demokrasiyi savunan akademisyenler ihraç edilmiştir. Darbe rejiminin emir komutasına girmeyen sendikalar kapatılmış, örgütlenme ve grev hakkı engellenmiştir.


1982’de anayasanın hazırlanma koşulları böyle iken “yeni anayasa”nın gündeme getirildiği 2025’te ise durum şöyledir: Yasama, yürütme ve yargı cumhurbaşkanının tekelinde toplanmıştır. Gazeteler, internet yayıncılığı ve televizyonlar iktidarın baskısı altındadır. TRT iktidarın propaganda aracı olarak kullanılmaktadır. Muhalif siyasetçiler cezaevlerine atılmakta ve siyaset yapmaları engellenmektedir. Muhalif belediyeler iktidarın atadığı kayyumlar tarafından yönetilmektedir. Üniversiteler de kayyumlar tarafından yönetilirken, barış istediği için yüzlerce akademisyen ihraç edilmiştir. Sendikaların birçoğu iktidarın arka bahçesi haline getirilmiş; sendikal hak ve özgürlükleri tanımayan iktidar yüzünden Türkiye, sendikal hak ihlallerinde dünyada en kötü 10 ülkesi arasında yer almaktadır. Hakkını arayan işçilerin işten atılması, ölümle tehdit edilmesi, öldürülmesi ve hatta diri diri yakılması bile üzerinde çok durulmayan olaylar haline gelmiştir. 


“Darbe anayasası”ndan kurtulmak için gündeme getirilen “yeni anayasa”nın hazırlanacağı koşullar ile 12 Eylül darbe anayasasının hazırlandığı koşulları kabaca karşılaştırdığımızda ilk soruya da yanıt bulmuş oluruz sanırım!


Gelelim ikinci soruya, Türkiye’de anayasalar her ne kadar askeri vesayetin gölgesinde hazırlanmışsa da bu vesayetin ardında hep “sivil”ler olmuştur. Bu “sivil”ler egemen sınıf yani burjuvazidir. Dolayısıyla anayasalar, egemen devlet ideolojisinin yanı sıra üniformalıların ardına gizlenen burjuvazinin sınıfsal çıkarları doğrultusunda hazırlanmıştır. 


Bu bağlamda, 1924 Anayasası’nda yerli ve milli burjuvaziyi yaratmak amaçlanırken, 1961 Anayasası’nda kapitalizmin o dönemdeki -talep yönlü ekonomi politikalarına dayanan- birikim rejimine entegre olmak hedeflenmiştir. Başta TÜSİAD olmak üzere sermaye kesiminin desteğiyle gerçekleşen 12 Eylül darbe rejiminde hazırlanan 1982 Anayasası’nda ise kapitalizmdeki neoliberal dönüşüm sürecine eklemlenmek için gerekli koşullar öne çıkarılmıştır. Erdoğan’ın “sivil” anayasasını yapacak olan “sivil”ler de çıkarları toplumun genel çıkarlarıyla taban tabana zıt olan sermaye kesiminden başkası değildir.


Kısacası ikinci soruya yanıt olarak, anayasayı yapanların üzerinde üniforma olmaması yani “sivil”ler tarafından yapılması, o anayasanın demokratik bir anayasa olduğu sonucunu doğurmaz! 


Demokratik bir anayasa için, toplumun tüm kesimlerinin birer “aktif özne” olarak anayasa yapım sürecine katılması gerekir. Bu ise ancak özgürce örgütlenebildikleri ve kendilerini ifade edebildikleri koşullarda sağlanabilir. Özgürlükler ise “Armut piş ağzıma düş!” anlayışıyla sağlanamaz, mücadele gerektirir. 


Kürt halkı, 50 yılı aşan ve büyük bedeller ödenen bir mücadelenin sonucunda devletin 100 yıllık paradigmasının değiştirilmesini gündeme getirecek bir “aktif özne” haline gelmiştir. 


Toplumun büyük bölümünü oluşturan emeğiyle geçinenlerin, burjuvazinin çıkarları doğrultusunda oluşmuş düzeni değiştirebilmesi de -ki bu aynı zamanda demokrasinin tesis edilmesinin de yegane yoludur- emekçilerin “aktif özne” olabilmesine bağlıdır. Bu ise dünyada, Ortadoğu’da ve Türkiye’de tüm taşların yerinden oynadığı; emekçilere açlığın, sefaletin dayatıldığı ama aynı zamanda 40 yıldır süren savaşın barışla sonuçlanma umudunun belirdiği bir süreçte üç maymunu oynayarak değil, her türlü baskıya, zorluğa karşı direnecek örgütlü bir mücadelenin gerçekleştirilebilmesiyle mümkün olabilir.




23 Mayıs 2025 Cuma

“Sınıf ayrımcılığı” bağlamında Lozan’ı tartışmak…

                               24 Mayıs 2025

PKK’nin fesih bildirisiyle birlikte Lozan ve 1924 Anayasası üzerinden başlayan Cumhuriyet’in müesses nizamına ilişkin tartışmalar bu hafta da devam etti. Konu Kürt meselesi ile gündeme geldiği için haliyle tartışmalar da etnik kimlik ve inançlar bakımından “dışlanan, ötekileştirelen kesimler” üzerinde yoğunlaştı. 


Bu yazıda, konunun fazlaca ele alınmayan bir başka yönüne, Cumhuriyet’in kuruluş paradigmasında sınıf meselesine -daha açık ifadesiyle “sınıf ayrımcılığı”na- kısaca değinmek istiyorum.


Şunu öncelikle belirtmek gerekir ki, kuruluş aşamasındaki her devlet, kuruluş ilkelerini belirli tercihler üzerine oturtur. Yıkılan bir imparatorluğun yerine kurulan Türkiye, hanedanlığın yerine halkın egemenliğine dayanan, tebaanın yerini eşit ve politik birer özne olan yurttaşlığın aldığı “cumhuriyet”i yönetim biçimi olarak tercih etmiştir. Yeni Cumhuriyet’in o dönemde iki kutuplu olan dünya düzeni içinde kendine belirlediği yer ise Batı’dan yani kapitalist dünyadan yana olmuştur. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş nizamı, kapitalizmin gereklerini yerine getirmek üzerinden şekillenmiştir.


Yeni Cumhuriyet’in -Milli Mücadele’nin verildiği işgalci emperyalist devletlerden oluşan- Batı’ya kendisini kabul ettirmesi Lozan Antlaşması’yla gerçekleşmiştir. Lozan Antlaşması’nın görüşmeleri iki aşamadan oluşur. İlk aşama, 20 Kasım 1922’de başlar, ancak 4 Şubat 1923’te görüşmeler tıkanır ve toplantılara ara verilir. 


Lozan görüşmelerinin tıkandığı bu ara dönemde İzmir İktisat Kongresi alelacele toplanır. Şubat ayı içinde gerçekleşen Kongre, Lozan’da görüşülen emperyalist devletlere “yeni cumhuriyetin -o dönemde giderek güçlenmekte olan- sosyalist blok içinde yer almayıp liberal yollarla kalkınmayı benimseyeceğinin yani kapitalist düzen içinde yer alacağının” güvencesini vermeyi amaçlar. Türkiye Cumhuriyetinin kapitalist sistemi benimsediğini ilan etmesiyle sonuçlanan Kongre’nin ardından Lozan’da görüşmelere yeniden başlanır ve Antlaşma 24 Temmuz 1923’te imzalanır.


Lozan’ın önünü açan İzmir İktisat Kongresi’nde İttihat ve Terakki hükümetlerinin izlediği iktisat politikalarına yön veren, “ekonomide Müslüman-Türk unsurları egemen kılma”yı amaçlayan milli iktisat görüşünün devamı olan “Misak-ı İktisadi İlkeleri” kabul edilir. Mustafa Kemal’in Kongre’nin açılış konuşmasında da belirttiği gibi, yabancı sermayeye karşı olmayan “iktisadi milliyetçilik” olarak ifade edilebilecek bu anlayış, Müslüman-Türk olmayanlara ait varlıklara el konularak milli burjuvazinin yaratılmasını hedeflemektedir.


Lozan Antlaşması ve Cumhuriyet’in diğer kurucu belgelerine de yansıyan iktisadi milliyetçilik ya da ekonominin Türkleştirilmesi, Müslüman-Türk olmayanların sadece iktisadi alandan değil tüm toplumsal yaşamdan dışlanmasını da beraberinde getirmiştir. Dışlananlar önceleri gayrimüslimler olurken ilerleyen yıllarda Kürtler ve Aleviler de bundan nasibini almış, iktisadi milliyetçiliğin türevi olan ırkçılığın hedefi haline gelmişlerdir. 


Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş nizamını kapitalizmin gereklerini yerine getirmek üzerinden şekillendirecek kararların alındığı İzmir İktisat Kongresi’nde ilan edilen ve yeni cumhuriyetin temel ilkelerinden biri haline gelen diğer bir konu da “sınıf ayrımcılığı”dır. Türkiye toplumunu “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” olarak tanımlayan kurucu irade, Müslüman-Türk olmayan halklarla birlikte işçi sınıfının varlığını da inkâr etmiştir! Kongrede “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” anlayışı sıkça tekrarlanmış; sanayici ve tüccar kesiminin talepleri uygulanmaya konulurken işçi kesiminin “grev hakkı, 8 saatlik çalışma günü, iş güvencesi ve sosyal güvence, 1 Mayıs’ın işçi bayramı olması, 12 yaşından küçük çocukların çalıştırılmaması vb.” talepleri reddedilmiştir. Sendikalaşma hakkı gibi kabul gören kimi talepler ise uzun yıllar uygulanmamıştır.  


Ulus devletleşme çabası içinde bir burjuva devleti olmayı tercih eden Türkiye Cumhuriyeti, yüzyıl boyunca, varlığını kimi zaman tamamen reddettiği işçi sınıfını sürekli olarak denetim altında tutmaya çalışmıştır. Sosyalist akımların işçi sınıfı içine sirayet etmesi ve Türkiye siyasetinde yer edinmesinin engellenmesi için -askeri darbeler de dahil olmak üzere- pek çok baskı ve şiddet yöntemi devreye sokulmuştur. Öte yandan Müslüman-Türk olmayanların ötekileştirilmesi ve bu amaçla halklar arasında düşmanlığı körükleyen politikalarla köpürtülen milliyetçilik de kapitalist sömürünün üzerini örtmek ve emekçileri ayrıştırmak için kullanılmıştır. Böylece sınıf olarak politik bir özne olduğunun bilincine ulaşması engellenen emekçi kitlelerin devletin ve sermayenin üzerlerinde kurduğu tahakküme rıza göstermesi sağlanmıştır.  


Türkiye bugün “cumhuriyet” görünümü altında halk iradesinin ortadan kalktığı, eşit ve özgür yurttaşlığın anlamını yitirdiği bir yola girmiştir. Bu yoldan çıkmak ve demokratik cumhuriyeti inşa edebilmek için sınıf mücadelesi başta olmak üzere toplumsal mücadelelerin önünde engel oluşturan her şey gibi -Lozan dahil olmak üzere- müesses nizamı oluşturan tüm kurucu belgelerin de tartışılabilmesi gerekir! 

16 Mayıs 2025 Cuma

Demokrasinin önündeki engel barış değil tabulardır!

                               17 Mayıs 2025

PKK’nin silah bırakma ve fesih kararını açıklaması farklı kesimlerde farklı biçimlerde yankılandı. Bu beklenmedik bir durum değildi, 50 yılı aşkın geçmişi olan bir örgütün kendisini feshetmesi ve 40 yıldan uzun süren bir savaşın bittiğini ilan etmesini geniş bir kesim -temkinli de olsa- sevinç ve umutla karşılarken, bir başka kesim ise adeta eleştiri bombardımanına tuttu. Karara yönelik Kürtlerden gelen eleştirileri”ulusların kendi kaderi tayin hakkı”nın gereği olarak Kürt halkının kendi iç meselesi kabul ediyor ve bu konuda herhangi bir yorumda bulunmuyorum. 


PKK’nın kongre kararlarına ya da daha geniş bir ifadeyle barış sürecine ilişkin Türkiye tarafından gelen tepkileri ise kabaca iki gruba ayırmak gerekiyor. Bunlardan birincisini, 40 yıldır süren savaş ortamını kişisel olarak ya da mensubu oldukları siyasetin çıkarlarına aykırı olarak gördüğü için “barış” sözcüğünü duyduğunda bile irkilen, ikbalini halkların savaşına bağlamış olan kesimler oluşturuyor. Temsilcileri televizyonlarda yorumcu olarak sürekli boy gösteren bu gruptakilerin sayıları fazla olmamakla birlikte sesleri oldukça yüksek çıkıyor. Bunların gerçek dışı bilgiler üzerinden algı yaratarak, bilgi edinme kaynağı televizyonla sınırlı olan halkın önemli bir bölümünün kafasını karıştırmakta hayli mahir oldukları söylenebilir. İçlerinde emekli asker, profesör, gazeteci gibi sıfatlar taşıyanlardan oluşan bu gruba dahil olanların ıslah olmalarını dilemekten başka söyleyecek bir sözüm yoktur.


Gelelim Kürtler dışında toplumun geniş kesimini oluşturan diğer gruptan gelen tepkilere: Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana devletin müesses nizamı Ermeniler, Rumlar, Alevilerle birlikte Kürtleri de ötekileştirmiş ve tüm ideolojik araçları ile ayrımcı, düşmanlaştırıcı bir propaganda yürütmüştür. Özellikle 12 Eylül darbesi sonrasında Kürtlere yönelik inkar ve asimilasyon politikası ile bu propaganda çok daha etkili olmuş ve Kürt sorunu 40 yıldır devam eden çatışmacı bir sürece taşınmıştır. Bu bağlamda yıllardır süren tek taraflı propagandaya maruz kalarak milliyetçi, şoven duyguları kışkırtılmış olan bu kesimin bir anda algı dünyasının ters yüz olması beklenemez. Hele de demokrasi, hukuk, insan hakları gibi konularda mevcut iktidara yönelik güvensizliğin olabildiğince yüksek olduğu bir dönemde…


PKK açıklamasında, Kürt sorununun temellerinin Cumhuriyet’in kuruluşu ve ulus devletleşme sürecinde Kürtlere yönelik inkar ve imhayı da içeren Lozan Antlaşması ve 1924 Anayasası’na dayandığı vurgulanmaktadır. Eleştiriler ve tepkiler de büyük ölçüde bu iki temel belgeye yapılan vurgu üzerine yoğunlaşmaktadır. PKK’nın açıklamasına karşı çıkanların yaygın olarak argümanı, “Cumhuriyet’in kuruluş senedi olarak kabul edilebilecek bu belgelerin burjuva demokrasisinin gereği olarak kabul edilen temel hakları -1.nesil haklar- sağladığı ve bu haklar sayesinde dil, din, mezhep, cinsiyet ayırmaksızın tüm halkların laik yurttaşlık temelinde eşit statüye kavuştuğu” kabulüne dayanmaktadır. Dolayısıyla bu belgelerin hedef haline getirileceği bir barış süreci, fiilen ihlal edilen laik, demokratik, hukuk devleti olma vasfını tamamen ortadan kaldırmayı amaçlayan yeni anayasa yapımı için AKP/saray iktidarını cesaretlendirecektir. Böylece Kürtlere özgürlük sağlanırken otoriter rejim daha da güçlenecek ve diğer halklar var olan demokratik kazanımlarını da kaybedecektir! 


Devletin resmi ideolojisine dayanan bu yaklaşım, Cumhuriyet ile demokrasi arasında hayali bir paralellik kurmakta, Lozan ve 1924 Anayasası’nı da bunun teminatı olarak kabullenmektedir. Cumhuriyet’le sağlanan temel haklar elbette önemlidir. Ancak bunlar burjuva demokrasisinin çerçevesi içinde bireysel hak ve özgürlükleri tanımlamaktan ibarettir; egemen sınıf ve onun siyasi iktidarı ile çıkarları çelişen geniş halk kesimleri için bu haklar kolektif haklar (örgütlenme, siyasi temsil, toplu pazarlık, grev vs) olmadan kullanılamaz. Kolektif hakların kazanımı ise ulus devletleşme sürecinde liberalizmi ve burjuva iktidarını dayatan düzene karşı örgütlü mücadeleyi gerektirir. Örgütlü mücadele olmadan bireysel haklar en mükemmel biçimiyle tanımlanmış bile olsa kâğıt üzerine yazılı ifadeler olmaktan öteye geçemez.


Lozan ve 1924 Anayasası, iddia edildiği gibi temel hakların yazılı olduğu bir belgedir, ama bundan daha fazlası değildir. Zira bu belgeler, temel hakların kullanılmasını sağlayacak olan kolektif haklara yer vermediği gibi uygulamada da bu haklar devletin baskı aygıtları kullanılarak engellemiştir. Cumhuriyet hükümetleri kendilerine sürekli olarak düşman yaratmış ve onlarla mücadele etmeyi demokrasiyi, insan haklarını, hukukun gereğini yerine getirmemenin bahanesi yapmıştır. Hukuku, demokrasiyi askıya alma örneklerden ilk akla gelenler şunlardır: 1925 Takrir-i Sükun Yasası, 1938 Dersim Tertelesi, 1938 Cemiyetler Kanunu, 6-7 Eylül 1955’te Rumlara yönelik İstanbul pogromu, soğuk savaş dönemi boyunca komünizmle mücadele, askeri darbeler (27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat), 15 Temmuz darbe girişimi sonrası OHAL dönemi.


Türkiye’nin gerçekten “laik, demokratik bir hukuk devleti” olması isteniyorsa, Lozan ve 1924 Anayasası başta olmak üzere bu ifadelerin yazılı olduğu belgeleri ‘tabu’ haline getirmek yerine müesses nizamın temelini oluşturan bu belgeleri tartışmaktan kaçınmamak gerekir. Bu belgelerin tartışmaya açılmasıyla kâğıt üzerindeki hakların da ortadan kalkacağı ve Türkiye’nin bugün olduğundan daha geriye gideceğinden endişe duyuluyorsa yapılması gereken, özgürlüklerin önünde engel olan statükoyu korumak ve bu gerekçeyle barışa karşı olmak değil, ulaşılmak istenen değerler için her alanda örgütlenerek mücadele etmektir. Unutmamak gerekir ki demokrasi mücadelesini nihayete erdirecek olan ezilen, ötekileştirilen, sömürülenlerin kendisidir!


9 Mayıs 2025 Cuma

Sırrı Süreyya, şahsiyet ve barışa dair

                                   10 Mayıs 2025


6 Mayıs’ta bianet.org haber sitesinde Sırrı Süreyya Önder’in 2011 yılında Radikal Gazetesi'nde kaleme aldığı bir makale tekrar yayımlandı. “Doğuranın öldürene isyanı” başlıklı bu makalede Sırrı Süreyya, “Herkesin söylenmemiş bir ağıdı vardır. Bu ağıdı dinleme ve bilme şansı yoktur. Çünkü ancak öldüğünde söylenecektir.” diyor ve şöyle devam ediyor:

“Şahsiyet nedir, sorusuna yüzlerce cevap verilebilir.

Bence en etkilisi, siz öldükten sonra geriye kalandır. Ancak sağ olduğunuzda kullanabileceğiniz, mevki, yetki, makam, ünvan, güç ve para gibi şeyleri artık kullanamayacak olmanızdır ya ölüm...

İşte o zaman nasıl anıldığınızdır şahsiyetiniz.


Bu dünyadan çekip gittiğinizde, varlığınızın brüt hali değil, darası çıkartılmış, net haliyle anılırsınız. Siz kalibrenize ve fani varlığınıza bin türlü anlam yükleyebilirsiniz. Belki de yokluğunuz kainatı daha bereketli bir yer haline getirecektir, nereden bileceksiniz? Bunu anlamak, ancak ölümle mümkündür.”


Bu sözlerin sahibi Sırrı Süreyya’yı geçtiğimiz Cumartesi günü kaybettik. Sırrı Süreyya, sinemada verdiği eserleriyle ama daha önemlisi barışa vakfettiği yaşamıyla, hayattayken -kendi ifadesiye- kainatı bereketli hale getirdiği, geniş kesimlerce kabul edilen nadir şahsiyetlerden oldu. Elbette barışı savunan, barış mücadelesi veren herkes gibi onun yaptıklarına karşı olan ve hatta nefret dilini kullanarak onu eleştirenler de vardı. Ancak 15 Nisan’da kalp krizi geçirerek bilinci kapalı halde hastaneye yatırılmasından itibaren -onu eleştirenlerin bir kısmının da arasında olduğu- toplumun farklı siyasi düşüncelere sahip kesimlerinin dilekleri, duaları onun sağlığına kavuşması için ortaklaştı. Sırrı Süreyya’yı kaybettiğimiz haberi gelip umutlu bekleyiş sona erdiğinde ise dilekler, dualar sevgiye, özleme dönüştü. 


40 yılı aşkın süredir barış için mücadele eden, barış için bedel ödeyenler Sırrı Süreyya’nın kişiliğinde simgeleşiyordu adeta. Ona, onun barış çabasına gösterilen saygı, sevgi aynı zamanda halkları düşmanlaştıran, ayrıştıran politikaların yarattığı baskının ardına sinmiş olan barış özlemini de açığa çıkarıyor, tabu haline gelen yargıları birer birer yıkılıyordu. Sırrı Süreyya aramızdan ayrılmıştı ama ömrünün önemli bir bölümünde zindanları, işkenceleri göze alarak ve sağlığını ihmal ederek verdiği mücadele ile kainata barışın bereketini getirmişti! 


4 Mayıs’ta yapılan cenaze töreni AKM’nin içindeki ve dışındaki onbinlerin yanı sıra televizyonları başındaki milyonlar tarafından göz yaşları içinde izlendi. Cenaze töreninde kızı Ceren’in okuduğu babasına mektup, Sırrı Süreyya’nın ardından yakılan ağıt oldu. Kendisi dinleyemedi ama bu ağıt, onun nasıl muhteşem bir baba ama aynı zamanda nasıl muhteşem bir şahsiyet olduğunu da bir kez daha gösterdi. 


Şöyle diyordu Ceren babasına mektubunun bir yerinde: “Kendimi bildim bileli seni kaybetmekten korktum. Bu benim tek kabusum, zaafım, burnumdaki sızı, yutağımdaki yumru, karın ağrımdı. Öyle iyi, öyle benzersizdin ki, ‘bu adam bana sadece ölerek acı çektirebilir’ derdim.”


Evladına bu duyguları yaşatan bir babanın kötü bir şahsiyet olması mümkün müdür? Peki böylesine iyi bir şahsiyete sahip olmayan birinin “evlatlar ölmesin” diye barışı “ölümüne” savunması mümkün müdür? 


Yaşam, siyahla beyazın, kötüyle iyinin bir aradalığı diye tarif edilir ya Sırrı Süreyya’nın cenaze töreninde tam da bu yaşandı. CHP lideri Özgür Özer törenden çıkarken Selçuk Tengioğlu isimli kişinin saldırısına uğradı. Saldırgan, 2004 yılında iki evladını öldürüp ikisini de yaralamış, afla cezaevinden çıkmış bir “şahsiyet”ti. 


Sırrı Süreyya’nın yukarıda alıntıladığımız yazısındaki şahsiyet tarifine geri dönersek, bu evlat katili saldırgan da henüz hayattayken nasıl bir şahsiyet olduğunu dünya aleme göstermişti. Onun şahsiyeti, evladına ardından yukarıdaki sözleri yazdıran Sırrı Süreyya’nın tam tersiydi. O ardından söz söyleyecek evlat bile bırakmamış, evlatlarını katlederek yaşamdan koparmış biriydi. “Evlatlar ölmesin” diye barış isteyenlerin özgürlüğünü elinden alan yargı, yokluğu kainatı daha bereketli hale getirecek bu evlat katilini affederek kainatı cehenneme çevirmeye devam etmesine olanak sağlamıştı.


Sırrı Süreyya ile adını birlikte anmaktan bile hicap duyduğum söz konusu evlat katili arasındaki mesafenin barışı savunanlarla barışa karşı olanlar arasındaki mesafeden çok da farklı olduğunu düşünmüyorum. Savaştan ekonomik ve siyasi çıkar elde edenleri bir yana bırakırsak; vatan, millet edebiyatıyla barışa karşı olmanın, savaşın sürmesini istemenin evlat katili olmaktan ne farkı vardır ki? 


Sırrı Süreyya, kendi evladına muhteşem bir baba olurken bu topraklarda yaşayan tüm evlatların yaşamı için de barışı savundu ve kendi sağlığını umursamadan bu yolda önemli bir mesafe kat edilmesini sağladı. Barış yolundaki hamleleri öyle etkiliydi ki hastanede yaşam mücadelesi verirken ve yaşamını yitirdikten sonra bile on yıllardır birbirine düşmanlaştırılan halkları bir araya getirmeyi başardı ve barışın toplumsallaşması umudu şimdiye dek olmadığı kadar yeşerdi!


Sevgili Sırrı Süreyya, varlığınla bu kainatı bereketli kıldın, yokluğunda da bu bereketin sürmesi geride kalanlara düşüyor. Şüphen olmamıştır ama yine de söylemiş olayım, bu toprakların evlatları kendine kıymet vereni bilir ve onun mücadelesini yarıda bırakmaz. Müsterih ol uğruna yaşamını verdiğin mücadele, senin hedeflediğin gibi onurlu bir barışla sonuçlanacaktır!    


 https://bianet.org/yazi/doguranin-oldurene-isyani-307159