9 Ağustos 2025 Cumartesi

Otoriterleşme, çürüme, yozlaşma

                                9 Ağustos 2025

Önce merkezi sınavlarda ortaya çıkan şaibeler, ardından akademide tez çalışmalarının -para karşılığında- başkalarına yaptırıldığı haberleri ve şimdi de diploma ve diğer resmi belgelere ilişkin sahtecilik skandalı… Bunlar şimdilik bildiklerimiz, yarın neyle karşılaşırız bilemiyoruz.

Sahteciliğin son dönemde sınavlar, akademik çalışmalar ve diplomalar üzerinde yoğunlaşması tesadüf değil. Neoliberalizmle birlikte emek piyasasında “eğitimin rekabette üstünlük sağlamanın yegâne aracı olduğu” algısı yaratıldı. Emeğin alınır-satılır bir mal (meta) olduğunun emekçilere de kabullendirildiği ve piyasa değerinin arttırılması için diploma, sertifika vb. belgelerin şart koşulduğu bir ortam oluşturuldu. Böylece bir taraftan zorunlu eğitimin süresi uzatılırken diğer taraftan yükseköğretime olan talep hızla arttı. Talebin artmasıyla birlikte devletin eğitime ayırdığı kaynak azaldı ve eğitim, sermaye için cazip bir kâr alanı haline getirildi.

Artık anaokulundan yükseköğretime kadar her kademedeki eğitim, parası olanın parası kadar edinebildiği bir hizmet haline geldi. Özellikle yükseköğretimde, kamu üniversitelerinin sayısı ve öğrenci kontenjanları artarken verilen eğitimin niteliği düştü; yükseköğretim kurumundan alınacak bir diploma, akademik bir eğitimle edinilecek bilgi ve yetkinlikten çok daha önemli hale geldi! Dolayısıyla metalaşan eğitim sisteminde diploma, eğitim-öğrenim programının başarıyla tamamladığını gösteren bir yetkinlik belgesi olmaktan çıktı.

Eğitimin çıktısı olarak kabul edilen diplomanın fetişleştirilmesi ve ardından parayla edinilebilen bir mala dönüşmesi karşısında her fırsatı değerlendirmeyi marifet bilen düzenbazların (kapitalizminde bunlara girişimci denir), kimi cemaatlerin ve siyasi rant peşinde koşanların boş durması beklenemezdi elbette. Önce merkezi sınavlarda yapılan sahtekârlıkla, milyonlarca gencin yıllarca emek harcayarak girmeye çalıştığı yükseköğretim kurumlarına hak etmeyenler sokuldu, sonrasında da bunların -yine hak etmedikleri halde- mezun olmaları sağlandı.

Son günlerde ortaya çıkan skandallarla anlaşıldı ki, sahtekarlıkta yeni bir boyuta geçilmiş! Giriş sınavlarına hazırlıkla başlayan eğitim-öğrenim süreci için gereken zaman da kaybedilmeden -belki diploma alınan kuruma dahi uğranmadan- mezuniyet belgeleri, para karşılığında satılır ya da siyasi patronaj sayesinde edinilir olmuş.

Eğitim sistemindeki sınav şaibeleri, tez ve diploma skandalları, sadece bir kısım düzenbazın birilerinin hakkını gasp ederek, bulunmamaları gereken makam ve mevkileri işgal etmelerini sağlayan sahtekârlıklar değildir. Zira hastalandığımızda teşhis koyan ve hatta ameliyat edecek olan doktor, aslında bir gün bile tıp fakültesinde bulunmamış olabilir. Ya da oturduğumuz konutun statik hesapları tek bir gün mühendislik eğitimi almamış biri tarafından yapılmış olabilir. Veya büyük çabalarla girilen üniversitelerde ders veren ya da televizyon ekranlarında “uzman” kimliğiyle ahkâm kesen, adının önünde koca koca unvanlar bulunan bir öğretim üyesinin aslında hiçbir akademik çalışması bulunmayabilir. Dahası hayatında tek bir hukuk kitabı okumadığı halde yargıç cübbesi giyen bir zatın verdiği kararla geleceğimiz karartılabilir.

Bunlar sınav ve diploma sahteciliğinin yaratabileceği sorunlardan ilk akla gelenlerden sadece birkaçıdır. Sahtecilikle ilgili açılan davaların iddianamelerine ve kimi sanık ifadelerine bakılırsa mesele sadece eğitimle de sınırlı değildir. Bahadır Özgür’ün Halk TV haber sitesindeki 5 Ağustos tarihli makalesinde yer verdiği üzere dijital ortamda MİT’ten, Adalet Bakanlığı’na Sağlık Bakanlığı’ndan Gelir İdaresi Kurumu’na, Tapu ve Kadastro Dairesi’ne kadar devletin neredeyse tüm kurumlarına sızılmıştır. Böylece bilişim güvenliğini sağlamak için oluşturulan devletin dijital altyapısı, bırakın yurttaşların ve devletin verilerini güvende tutmayı her türlü suçun zemini haline gelmiştir (https://halktv.com.tr/makale/dijital-devlet-isgali-girilmedik-kurum-yok-960906).

Devletin ve halka ait verilerin saklandığı “en mahrem” ortamların, sahtekârların fink attığı bir alana dönüşmüş olması, devlet içindeki çürümenin bir tezahürüdür. Bu çürüme sadece sözü geçen sahtekârlıklarla sınırlı değildir. AKP iktidarı, sermayenin ve kendi iktidarının bekâsını korumak için toplumun genel çıkarlarından büsbütün uzaklaşarak toplumsal meşruiyetini kaybetmiştir.  Demokrasi içinde rıza üretemeyen iktidarların bekâsını korumak için başvurdukları yol, kaçınılmaz olarak otoriteleşmedir. Otokratik rejimlerde iktidarı korumakla mükellef olan devlet organlarından adaletli olmaları ya da halkın yararı için çaba sarf etmeleri beklenemez. Başta yargı olmak üzere emniyet teşkilatı, ulusal istatistik kurumu, maliye, eğitim, sağlık bakanlıkları vb. kamu kuruluşları, iktidarı korumak için toplumdan uzaklaştıkça adaletten ve gerçeklerden de uzaklaşır ve çürümeye başlar.

Otokrasilerde devlet kurumları çürürken, devletin hakkı, hukuku, adaleti sağlamasından umudunu kaybeden halk kesimlerinde de yozlaşma emareleri görülür. Düzenbazlığa yatkın olanlar her türlü sahtekârlığı, hırsızlığı, yolsuzluğu yapmaya çalışırken, bir kesim bunlardan yararlanarak çıkar sağlama çabası içine girer. Otoriter yönetim altında hakkını arama yolları kapanmış olan halkın geniş kesimi ise uğradığı haksızlıklar sonucunda daha da yoksullaşır, yoksunlaşır ve zamanla bu çürümüş düzeni kabullenir, yozlaşır.

Otoriterlik, çürüme ve yozlaşma çarkında debelenen Türkiye’nin durumunun en iyi ifadesi

Kanadalı şair, yazar ve müzisyen Leonard Cohen’in ünlü şarkısı Herkes Biliyor (Everybody Knows)’da geçen şu sözlerde bulunabilir sanırım:

“Herkes biliyor, zarların hileli olduğunu…

…herkes biliyor, geminin su aldığını

herkes biliyor, kaptanın yalan söylediğini

herkeste bu buruk duygular

sanki babaları ya da köpekleri ölmüş gibi”


2 Ağustos 2025 Cumartesi

Yasaklara karşı grevi politik eyleme dönüştürmek…


2 Ağustos 2025
AKP iktidarı, daha önce 21 kez yaptığı gibi 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’nun 63. maddesinde yer alan* “Karar verilmiş veya başlanmış olan kanuni bir grev; genel sağlığı veya millî güvenliği bozucu nitelikte ise Cumhurbaşkanı bu uyuşmazlıkta grevi altmış gün süre ile erteleyebilir” hükmüne dayanarak emekçilerin en doğal ve meşru hakkı olan üretimden gelen gücünü kullanmasını yani grev hakkını bir kez daha gaspetti.

Bu kez grev hakkı gasp edilenler bir kamu işletmesi olan ETİ Maden işçileriydi ama greve konu olan uyuşmazlık sadece ETİ Maden işçilerini ilgilendirmekle kalmıyordu. Erteleme adı altında yasaklanan grev, maden işçileriyle birlikte kamuda çeşitli iş kollarında çalışan 600 bin civarındaki işçi için yapılan toplu pazarlık sürecindeki uyuşmazlık nedeniyle alınmıştı ve muhtemelen grev yasağı bulunmayan diğer iş kollarında da önümüzdeki günlerde grev kararı alınacaktı. Dolayısıyla bu kararla grevi yasaklanan, maden işçilerinin yanı sıra Kamu Çerçeve Protokolü kapsamında yapılan toplu iş sözleşmesinin tarafı olan (grevin yasaklı olmadığı iş kollarında ve işlerde çalışan) tüm kamu işçilerinin grev hakkı oldu. Böylece zaten grev yasağı bulunan iş kolları ve işlerde çalışanlar ile grev yasağı bulunmayanlar, “haklarını kullanamamak bakımından” eşitlenmiş oldular.

Türkiye’de grev hakkına ilişkin mevzuat, grev hakkının kullanımından ziyade işçi sınıfının bu temel hakkını kullanmasını engellenmeyi amaçlar. Bu bağlamda -her şeyden önce- işçilerin toplu iş sözleşmesinde ortaya çıkacak uyuşmazlık dışında greve gitmeleri yasaklanmıştır. Örneğin işçiler ücretlerini zamanında alamadıklarında ya da can güvenliğini sağlayacak işçi sağlığı önlemleri alınmadığı için üretimi durdurmaları yasa dışı olarak kabul edilir. Ayrıca iş kollarının önemli bir kısmında grev tamamen yasaktır, hiçbir koşulda yapılamaz.

Grevin önündeki engeller sadece mevzuattaki yasaklarla da sınırlı değildir. Grevin yasak olmadığı iş kollarında çalışanların grev hakkını kullanabilmesi için önce sendikalı olabilmesi ve üye oldukları sendikanın da toplu iş sözleşmesi hakkına sahip olması gerekir.

Türkiye’de sendikalı olabilmek ise zaten başlı başına bir sorundur. Bunun için önce kadrolu ve sendikalı olması engellenmeyen -kapsam dışı olmayan-  bir işte çalışmak ve işverenin sendikalaşmaya yönelik engellemelerini aşmak icap eder. Esnek ve güvencesiz istihdamın giderek arttığı emek piyasasında kadrolu, güvenceli bir iş bulmak son derece zordur. Öte yandan pek çok işyerinde, çalışanlar sendikaya üye olduğu için işten çıkarılmaktadır. Keza sendikalaşma hakkının engellenmesine karşı direnen binlerce emekçinin mücadelesi hali hazırda sürmektedir.

Çalışma Bakanlığı’nın Temmuz 2025 verilerine göre işçi statüsünde çalışanlarda sendikalaşma oranı yüzde 14 civarındadır. Türkiye emek piyasasında ücretli çalışanlar içinde (kamu emekçileri, kayıt dışı çalışanlar, kapsam dışı personel vs) grev hakkından yararlanabilenlerin oranı ise yüzde 3’ü zor bulur.

Kolektif hakların temelini oluşturan ve evrensel bir hak olma niteliği bulunan grev hakkı, Türkiye’de son derece küçük bir kesimin kullanabildiği “istisnai bir hak” özelliği taşır. AKP/saray iktidarının grev yasaklamalarıyla bu istisnai durum da ortadan kalkmakta ve Türkiye’de grev hakkı fiilen uygulanamaz hale gelmektedir.

İşçilerin emek gücünü toplu halde üretimden çekmesi anlamına gelen grev, sermayenin artı değer elde edebileceği emek gücünü bulmasını ve dolayısıyla kapitalizmin varlık koşulu olan sermaye birikim olanaklarını ortadan kaldırmaktadır. Bu nedenle kapitalist devletler yasadışı ilan ederek grevlerin meşruiyetinin toplum ve hatta emekçilerin kendileri tarafından sorgulanır hale gelmesini amaçlanmaktadır. Ne var ki grev hakkını yasaklarla tamamen engellemek mümkün değildir. Kapitalist üretim sisteminin yarattığı emek-sermaye çelişkisi devam ettiği sürece grev, emek gücüne sahip olmaktan kaynaklanan “doğal bir hak” olmaya devam edecektir!

Grev hakkının kullanılmasının önündeki en önemli engel yasaklardan ziyade kendisini yasalarla sınırlamış olan sendikal anlayışlar ve emekçileri sömürü koşullarına rıza göstermeye zorlayan nesnel koşullarıdır (ödenmek zorunda olunan borçlar, işini kaybetme kaygısı vb).

Yasak ve diğer engellemelere teslim olarak grev hakkından vazgeçmek, toplumun en geniş kesimini oluşturan emekçilerin kendi emek gücünün iradesiyle birlikte “politik bir özne” olma vasfını da kaybetmesine yol açacaktır. Bu nedenle grevleri sadece ekonomik amaçla yapılan, bürokratik ve yasal sınırlara hapsolmuş eylemler olmaktan çıkarıp siyasal bir eyleme dönüştürmek gerekir! Bu da işçi sınıfının -üretim sürecinden başlayarak- toplumun tüm alanlarında demokrasinin tesis edilmesini hedefleyen -anti kapitalist- bir mücadele anlayışına sahip olmasıyla mümkün olabilir!

(*) Aynı hüküm 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu’nun 33. maddesinde yer alıyordu ve grev erteleme yetkisi Cumhurbaşkanı yerine Bakanlar Kurulu’na aitti.

25 Temmuz 2025 Cuma

Faili aramak!

                                   26 Temmuz 2025

Giderek daha fazla otoriterleşen, yargı operasyonlarıyla ana muhalefet partisini etkisiz hale getirmeye çalışan AKP iktidarının aynı zamanda 10 yıldır düşman hukuku uyguladığı Kürt siyasi hareketiyle uzlaşarak “Kürt sorununu çözme” girişimi toplumun geniş kesimlerince şüpheyle izleniyor. Şüphenin, güvensizliğin nedeni daha önce benzer süreçlerin çözümsüz kalmasının yanı sıra giderek demokrasiden uzaklaşan bir iktidarın çözüm/barış girişimlerinin samimi bulunmuyor olması.

23 yıldır tek başına iktidarda bulunması ve devletin tüm organları üzerinde mutlak bir hâkimiyet elde etmesi, güvensizliğin AKP iktidarı ve tüm yetkileri elinde toplayan Erdoğan’a odaklanmasına neden oluyor. Peki devletin başındaki parti ve -yetkileri ne kadar tek elinde toplamış olursa olsun- onun başındaki kişiyle devletin tüm eylemlerini ilişkilendirmek süreci doğru analiz etmek için yeterli olur mu?

Şunu belirtmek gerekir ki devlet, sadece başındaki muktedirin kişisel tercihlerine, arzularına göre şekillenen bir mekanizma değildir. Devletin temel işlevlerini yerine getirirken tercih ettiği “iktidarı kullanma biçimi”, yönetilen toplumun dinamiklerini yansıtır.

Genel anlamda devletin işlevleri üç başlıkta toplanabilir. Birincisi üretim araçlarının ve üretime katılan herkesin korunması ve gelişimi için gerekli koşulların (işgücü, teknoloji, doğal kaynaklar, ulaşım ve iletişim vb) sağlanmasıdır. Üretime doğrudan ya da dolaylı katılanlar toplumun hemen tümünü kapsadığı için devletin bu işlevi, “toplumun genel çıkarlarına hizmet etmek” olarak da ifade edilebilir.

Devletin ikinci işlevi, sınıflı toplumlar için geçerlidir. Buna göre üretim ilişkilerini hâkim üretim sisteminin sürekliliğini sağlayacak biçimde düzenlemekle mükellef olan devlet -toplumsal sömürüye destek olarak- egemen sınıfın, toplumun diğer kesimleri üzerindeki hegemonyasını güvence altına almasını sağlar. Mülkiyet düzenini, çalışma rejimini ve bölüşüm (vergi, teşvik vs) ilişkilerini egemen sınıfın çıkarlarına göre düzenleyen devletin bu işlevi “egemen sınıfın çıkarlarına hizmet etmek” olarak tanımlanabilir.

Devletin toplumsal işlevi, yönetsel bir faaliyettir ve demokratik bir işleyiş içinde gerçekleştirilebilir. Hatta devletin olmadığı otonom bir yapı içinde de yerine getirilebilir. İkinci işlevin yerine getirilmesi için ise merkezi olarak örgütlenmiş bir güç olarak devletin varlığı gerekir. Zira egemen sınıfın çıkarlarını savunmak için sıklıkla çatışmaya girmek mecburiyetinde kaldığı toplum kesimleri nezdinde, varlığını meşrulaştırması ve otoritesini kabul ettirmek için ideolojik ve şiddet aygıtlarını kullanmak zorundadır. Bu da devletin üçüncü temel işlevi yani “iktidar sahiplerinin kendi çıkarına hizmet etme” işlevini ortaya çıkartır.

Devleti yönetenler kendi çıkarlarını korumak ve iktidarlarını daim kılmak için şunlara önem verir:

  • Devletin birliği ve bütünlüğü korunurken halkın katılımını sağlayan demokratik mekanizmaların işlemez hale getirilmesi
  • Devletin ideolojik üstünlüğünü sağlamak için din, eğitim, basın vb aygıtlar propaganda için kullanılırken iktidara tehdit olarak görülen siyasi akımların yasaklanması
  • Toplumsal muhalefete karşı devletin baskı/şiddet aygıtlarını kullanması (asker ve polisin yetkilerinin artırılması, yargının takdir yetkisinin genişletilmesi, cezaevlerinin yaygınlaştırılması vb)
  • Vergi toplama yetkisinin arttırılması

Devletin egemen sınıf ve iktidar sahiplerinden oluşan küçük bir azınlığın çıkarı için toplum üzerinde kurduğu otorite, mevcut sistemin istikrarını güvence altında tutmak isteyen egemen sınıf tarafından desteklenir ve yönlendirilir. Toplumsal sınıflar dışında özel olarak devletten çıkar sağlayan ve devletin sağladığı ayrıcalıklara dayanarak varlığını sürdüren (bürokratlar, diyanet mensupları, devletçi aydınlar vb) kesimler de devlet otoritesinin artmasını savunur. Devlet aygıtını elinde bulunduran muktedir de iktidar hırsı ile gücün daha da artmasını ve iktidarlarının sürekli olmasını arzular.

Ama burada asıl ilginç olan devletin de desteğiyle sömürülen, yoksullaşan, özgürlüğü sınırlanan kesimlerin -ironik bir şekilde- kendilerini hem egemen sınıfın sömürüsünden hem de iç ve dış düşmanlardan koruyacağını düşündükleri bir güçlü devletin himayesine girmek istemesidir. Toplumda siyasal bilinç düzeyi düştükçe bu kesimin güçlü devlet arzusu artarken otoriterleşme de daha kolay kabullenilir.

Uzun sözün kısası, muhalefetin sesini kesmek için giderek artan siyasi baskıların, emekçi kesimleri açlığa, sefalete sürükleyen ekonomik şiddetin birinci dereceden faili, elbette devlet gücünü elinde bulunduran iktidar sahipleridir. Ancak devletin egemen sınıfın ve iktidarın kendi çıkarlarını korurken toplumun genel çıkarlarıyla çatışması ve toplumda meşruiyeti sorgulandığı ölçüde otoriterleşmesi, ne yalnızca AKP’ye ne de Erdoğan’a özgü bir tutum değildir. Bu bağlamda gerek devlet gerek devleti şekillendiren üretim biçimleri ve buna bağlı olarak gelişen toplumsal güç ilişkileri göz ardı edilerek yapılacak analizlerle Türkiye’nin siyasi, ekonomik ve demokratik gidişatına dair isabetli bir çözümleme yapmak mümkün olmayacaktır.


21 Temmuz 2025 Pazartesi

Sermayenin rüyası: Suriye’de kurulacak “emek sömürü üsleri”

Evrensel Pazar
20 Temmuz 2025

Suriye’de 13 yıl süren iç savaşta yüzbinlerce insan öldü, milyonlarcası göç etti; geriye alt yapısı yıkılmış, ekonomisi ve toplumsal yapısı çökmüş, kültürel varlığı tahrip edilmiş bir ülke kaldı. Savaşı -şimdilik- bitiren, Batı’dan aldığı destekle 13 gün gibi kısa bir sürede Şam’ı ele geçirerek Esad rejimini deviren cihatçı HTŞ güçleri oldu. “Medeniyet”in temsilcisi olarak görülen birçok Avrupa ülkesinin ve ABD’nin -eli kanlı- cihatçı bir örgütü destekleme nedeninin anlaşılması ise uzun sürmedi. 


Şam Ticaret Odaları Başkanı Bassel Hamwi, HTŞ’nin yönetimi ele geçirmesinden sadece iki gün sonra 10 Aralık 2024’te yaptığı açıklamada “Suriye’nin yeni hükümetinin, iş dünyası liderleriyle görüştüğünü, yeni dönemde ‘serbest piyasa modelini benimseneceğini’ belirterek, ‘ülkenin küresel ekonomiye entegre edileceği’ sözünü verdiğini” söylüyordu(1). Daha hükümet bile resmen kurulmamışken Hamwi’nin yaptığı bu açıklamada yer alan “uluslararası sermayeye verilen entegrasyon sözü”, Suriye’de yeni rejimin Batı tarafından neden desteklendiğinin ve önümüzdeki süreçte nasıl bir yol izleyeceğinin ipuçlarını veriyordu.


Süreç beklendiği gibi gelişti ve Ahmed el-Şara, Suriye'nin geçici cumhurbaşkanlığına getirilmesinin üzerinden iki ay geçmeden yatırım, kredi ve ticaret anlaşmaları yapmak üzere önce Suudi Arabistan’a ardından da Ankara’ya geldi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, 4 Şubat’ta El-Şara ile yaptığı görüşmede, “Ticaretten sivil havacılığa, enerjiden sağlık ve eğitime kadar tüm alanlarda ilişkilerimizi çok boyutlu bir şekilde ilerletiyoruz” mesajı verirken Gaziantep’te de MÜSİAD’ın öncülüğünde “Türkiye-Suriye İktisadi İş Birliği Zirvesi” düzenlendi. 


Zirvede Ticaret Bakanı Ömer Bolat, Ahmet el-Şara’nın Ankara ziyareti sırasında Türkiye ile Suriye arasında serbest ticaret anlaşması imzalanması için görüşmelerin sürdüğünü belirtirken, MÜSİAD Mersin Şube Başkanı Mehmet Sait Kayan, MÜSİAD olarak Suriye’de uzun yıllardır kurumsal çalışmalar yürüttüklerini ve Suriye İş Adamları Derneği ile işbirliği içinde olduklarını dile getirdi. Kayan, MÜSİAD olarak İdlib’de bir temsilcilikleri bulunduğunu ve Şam’da da yeni bir temsilcilik açmayı planladıklarını vurguladı(2).


Türkiye’de sermaye kesimi temsilcileri, rejim değişikliğinin ilk günlerinden itibaren yıkılan alt ve üst yapısının yenilenmesi için Suriye’de yatırım yapmak konusunda hevesli olduklarını her platformda ortaya koydular. Bunlar sadece inşaat ve enerji sektörü gibi harap olmuş alt yapıyı onarmak isteyen sektör temsilcileri değildi. Tekstil başta olmak üzere emek yoğun üretim yapan sektörlerin temsilcileri de üretimlerini Suriye’ye kaydırmak istediklerini çeşitli vesilelerle dillendirdiler.


Örneğin İstanbul Tekstil ve Hammadde İhracatçıları Birliği (İTHİB) Başkanı Ahmet Öksüz, 22 Aralık 2024’te Anadolu Ajansı (AA)’nda yayımlanan beyanatında Türkiye'de bulunan çok sayıdaki Suriyeli işçinin ülkelerine dönmeleriyle birlikte Türkiye’de işçi bulmanın zorlaşacağı ve emek maliyetinin artacağını; ancak Suriye’nin Türkiye’ye yakın bölgeleri “üretim üssü” haline getirilirse bunun tolere edilebileceğini belirtiyor. Tekstil üretiminin son yıllarda özellikle Mısır'da yoğunlaştığını dile getiren Öksüz, “Mısır'a gideceğimize niye Suriye'ye gitmiyoruz?” diye soruyor ve emek yoğun sektörlerde üretime başlanırsa bunun kendileri için büyük bir fırsat yaratacağını söylüyor(3).


Benzer bir görüş Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Hazır Giyim ve Konfeksiyon Sektör Meclis Başkanı Şeref Fayat tarafından da dile getiriliyor. Rekabet kaygısıyla Türkiye’den Mısır’a giden hazır giyim yatırımlarının önümüzdeki süreçte Suriye’ye kayabileceğini aktaran Fayat, Gaziantep, Şanlıurfa ve Kahramanmaraş’ta birçok tekstil atölyesinde Suriyelilerin çalıştırıldığını hatırlatarak, “Bunların ülkelerine döndüklerinde bizim işimizi kendi ülkelerinde yapmaları fırsat olabilir.” diyor. Ve Fayat sözlerine şöyle devam ediyor: “Bizler için ürünlerimizi oralarda diktirecek olmak Mısır’a gitmekten daha cazip olur. Emek yoğun işleri onlara yaptırırsak rekabetçiliğimiz artar. Suriye’de çalışan kesim bulsak, bu ciddi avantaj sağlar. Tesisleri komple Mısır gibi başka ülkelere taşımaktansa emek yoğun alanları Suriye’ye aktarmak daha efektif olabilir.”(4).


Giyimkent’in Yönetim Kurulu Başkanı Muzaffer Cevizli de enerji ve işçilik maliyetlerinin Türkiye’de yükselmesi nedeniyle Mısır gibi ülkelerde üretim tesisi açan firmalar olduğunu söylüyor ve “Tekstilde bir buçuk milyon istihdamın yaklaşık yüzde 10’unun Suriyeli göçmenlerden oluştuğunu, Suriye’ye dönüşlerin artmasıyla birlikte tekstil sektörünün olumsuz etkilenebileceğini, fakat sınır yatırımlarıyla yeni fırsatların doğabileceğini” belirtiyor(4).


2011’de başlayan ve Suriye halkları için büyük acılara neden olan iç savaşı fırsata çevirenlerin başında savaş nedeniyle evini yurdunu terk edenlerin en çok sığındığı ülke olan Türkiye’nin sermaye kesimi geliyor. Yukarıda sermaye temsilcilerinin ifadelerinden verdiğimiz örneklerden de anlaşılacağı gibi Suriyeli sığınmacılar, Türkiye emek piyasasında önemli bir yere sahip olurken ücretleri baskılamanın aracı olarak da kullanıldılar. Onlar için bu olanağı sağlayan ise AB ile geri dönüş anlaşması yaparak Suriyelileri Türkiye sınırlarına hapseden ve onları düzensiz göçmen (sığınmacı) statüsüne mecbur bırakan AKP iktidarı oldu. 


Aynı AKP iktidarı, Suriye’de rejimin değişmesinin ve savaşın -şimdilik- sona ermesinin ardından bugüne kadar sermayenin Türkiye topraklarında sınırsızca sömürmesine olanak sağladığı Suriyeli emekçileri şimdi de kendi ülkelerinde sömürecek koşulları oluşturma çabası içinde. Bunun için SDG’nin HTŞ’ye entegre olarak Kürtlerin kontrolünde olan sınır bölgelerinin, -serbest piyasa meraklısı- rejim güçlerinin kontrolüne geçmesini istiyor. Erdoğan’ın 12 Temmuz’da yaptığı konuşmada altını ısrarla çizdiği “Türk, Kürt ve Arap birliği” vurgusunun ardında da yine Suriye’nin sermayenin rüyalarını süsleyen “emek sömürü üsleri” için uygun, güvenli koşulların sağlanması yatıyor.



(1) https://serbestiyet.com/featured/htsden-suriyede-serbest-piyasa-ekonomisi-ve-kuresel-ekonomiye-entegrasyon-sozu-190488/


(2) https://www.voaturkce.com/a/turkiye-suriyedeki-yeni-yonetimden-ekonomik-beklentilerine-karsilik-alabilecek-mi/7965750.html


(3) https://www.aa.com.tr/tr/ekonomi/turk-tekstil-ve-perakende-sektoru-suriyede-istihdam-ve-uretime-katki-vermek-istiyor/3431315


(4) https://www.ekonomist.com.tr/makale/suriye-de-yeniden-insa-donemi-basliyor-56395




18 Temmuz 2025 Cuma

Amaçlanan barış mı sermayeye kâr alanı açmak mı?

                                 19 Temmuz 2025

11 Temmuz’da barışın yolunu açmak için PKK’nin Süleymaniye’de yaptığı silahları yakma töreninin ardından, Erdoğan’ın 12 Temmuz’da “tarihi bir açıklama” yapacağı duyuruldu. Barış için taraflardan birinin attığı -silah bırakmak gibi- son derece somut bir adımın karşılığında devleti temsilen Erdoğan’dan beklenen de barışın önünü açmaya yönelik somut adımların atılmasıydı. Erdoğan konuşmasında -bunun için tüm koşullar ziyadesiyle uygun olmasına rağmen- barış umudunu güçlendirecek somut adımlar atmak yerine, akıllarda yeni soru işaretleri oluşturacak ve tartışma yaratacak ifadeler kullanmayı tercih etti.

Devletin tüm ideolojik ve baskı aygıtlarını tekelinde toplamış ve devlet adına söz söyleme yetkisine sahip olan Erdoğan haksızlıkları, hukuksuzlukları ortadan kaldırarak barışın önünü açabilecek bir adım atmak yerine topu TBMM’de kurulacak komisyona attı. Bunu yaparken de “Cumhur İttifakı olarak AK Parti, Milliyetçi Hareket Partisi ve DEM heyetiyle de birlikte bu süreci evelallah pişirerek geleceğe taşıyacağız.” diyerek, ana muhalefeti ve diğer toplumsal kesimleri dışlayan bir cepheleşme imasında bulundu. Buna karşılık olarak DEM Parti yetkilileri, barışın tüm toplum kesimlerini kapsaması gerektiğini, kapsayıcı olmayan bir ittifak içerisinde yer almayacaklarını açıkladı. Ancak bu açıklamalar, “Kürtlere AKP/MHP otokrasisini meşrulaştıracağı suçlamasını yapmayı kendisine görev edinenleri”, muhalefeti ayrıştırma gayretinde olanların çanağına su taşımaktan alıkoymadı.

Erdoğan’ın konuşmasında tartışma yaratan ifadelerden bir diğeri, Türk, Kürt ve Arapların bir araya gelerek Müslüman birliğinin sağlanması gerektiğini savunan sözleri oldu. Erdoğan, tarihte Müslümanların Türkler, Kürtler ve Araplar’ın birlik olduklarında kazandıklarına, bu ortaklığın bozulduğu dönemlerde ise kaybettiklerine dair birtakım örnekler vererek bu savunusunu gerekçelendirmeye çalıştı. Bu sözler büyük ölçüde “Erdoğan’ın ümmetçi bir yaklaşımla 2010’lu yılların başında AKP’nin ortaya attığı ve Suriye’de iç savaşı körükleyen Yeni Osmanlı anlayışını farklı bir boyuta taşıdığı” biçiminde yorumlandı.

Erdoğan konuşmasında bir yandan Türk, Kürt ve Arap birliğini savunurken diğer yandan ABD’nin Ankara Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Thomas Barrack’ın Suriye ve Kürt tarafını Şam’da bir araya getirdiği toplantıyı, “Onlar da Suriye’de görüşmeler, toplantılar yaptılar ve oradan verilen mesajlar da gerçekten çok çok olumluydu, bizler için de sevindiriciydi.” sözleriyle değerlendirdi. Oysa Suriye yönetimiyle SDG komutanı Mazlum Abdi başkanlığındaki Kürt heyeti arasında gerçekleşen son toplantıda, Kürt tarafının Suriye’nin inşasında yer almak başta olmak üzere, demokratik talepleri tamamen reddedilmiş ve Barrack, “Tek ülke, tek millet, tek ordu” vurgusu yaparak Suriye’de federal bir sistemin mümkün olamayacağını açıklamıştı. Dolayısıyla Erdoğan’ın “çok çok olumlu ve sevindirici” olarak nitelendirdiği toplantılarda Suriye’de Kürtleri ve Araplar dışındaki diğer halkları yok sayan, tekçi bir anlayışın ortaya konulmuş olması son derece çelişkiliydi.

Kaldı ki Barrack’ın desteklediği Erdoğan’ın da övgüler düzdüğü tekçi anlayışın dillendirilmesinin üzerinden henüz birkaç gün geçmişken HTŞ Dürzilere saldırdı; bunu gerekçe gösteren İsrail ise Şam’da savunma bakanlığını vurdu; SDG de bu süreçte HTŞ’nin muhtemel saldırısına karşı teyakkuza geçti. Tüm bu gelişmeler, tekçi anlayışla halkların bir arada barış içinde yaşamalarının mümkün olmadığını bir kez daha göstermiş oldu.

Peki, Orta Doğu ve Suriye’nin farklı halkların, kültürlerin mozaiği olduğu ve tekçi bir zihniyetle -hele de eli kanlı çetelerden oluşan bir devlet erki ile- halklar arasında barışın, birliğin sağlanamayacağı aşikârken Erdoğan neden Türk, Kürt, Arap birliğini savundu?

AKP, iktidarda bulunduğu 23 yılda her koşulu (savaş, deprem, darbe girişimi vb) iktidarının bekâsı ve sermayenin çıkarları için fırsata çevirme çabası içinde oldu. Bunu iyi bilen sermaye çevreleri, rejim değişiklinin hemen ardından Suriye’yi yeni kâr alanı haline getirmesi için hükümetten beklenti içine girdi. İnşaat ve enerji sektörünün yanı sıra özellikle tekstil üreticileri, Türkiye sınırına yakın bölgeleri, enerji ve hammaddeyle iş gücünün de ucuza sağlandığı “üretim üsleri” haline dönüştürülmesi gerektiğini; bu amaçla mali kaynak yaratmakla birlikte yatırımların ve ticaretin güvenliğini tehlikeye atacak risklerin ortadan kaldırılması talebini de seslendirmeye başladı. Ortadan kaldırılması istenen risklerin en başında ise -tahmin edilebileceği gibi- Güney Suriye’de çatışma olasılıklarının ortadan kaldırılması ve asayişin kalıcı olarak sağlanması geliyordu.

Erdoğan’ın Suriye’de federal yapıya karşı çıkması, SDG’nin HTŞ’ye entegre edilmesini desteklemesi, “Türk, Kürt ve Arap birliği” fikrini öne çıkarması ve tüm bunlarla beraber “terörsüz Türkiye” projesi pek çok yönüyle değerlendirilebilir. Ancak meseleyi “bölgenin sermayenin çıkarları doğrultusunda yeniden dizayn edilmesi” çerçevesinde ele almayı da ihmal etmemek gerekir!


11 Temmuz 2025 Cuma

Hukuk ve demokrasi için barışı savunmak

                                 12 Temmuz 2025

Hukuk, tarihin her döneminde çokça tartışılan, tartışanların çıkarları doğrultusunda sağa sola çekiştirildiği için de üzerinde ortaklaşılamayan bir kavram olagelmiştir. Günümüzde de üzerinde tam bir uzlaşma olmamakla birlikte genel kabul gören hukuk kavramı şöyle ifade edilebilir: “Hukuk, toplumun genel yararını veya ortak iyiliğini sağlamak amacıyla yasama yetkisine sahip makam tarafından konulmuş ve kamu erkinin yaptırımıyla güçlendirilmiş bir toplumsal kurallar bütünüdür.”

Türkiye Cumhuriyeti, 82 Anayasası’nın 2. maddesine göre bir “hukuk devleti”dir. Anayasa Mahkemesi’ne göre (2017/161 sayılı karar) “Hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve yasalarla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir.”

Devletin bütün eylem ve işlemlerini hukuk kuralları çerçevesinde gerçekleştirmesi aynı zamanda hukukun üstünlüğü olarak da ifade edilebilir. (Türkiye’de halihazırda Cumhurbaşkanı, bakanlar ve milletvekilleri “hukukun üstünlüğü” ne bağlı kalacakları üzerine yemin ederek göreve başlar.) Hiçbir kurumun ve yöneticinin hukukun üzerinde olmadığı anlamına gelen hukukun üstünlüğü ilkesi, her şeyden önce devletin faaliyetlerinde hukuka bağlı olmak zorunda olduğunun ve keyfi uygulamalarda bulunamayacağının altını çizer. Hukukun üstünlüğü, aynı zamanda önceden belirlenen ve ilan edilen hukuk kuralları çerçevesinde bireylere davranışlarını düzenleyerek, ceza ve yaptırımlardan kaçınabilmesi olanağını verir ki böylece bireylerin hukuk güvenliği sağlanmış olur.

Halen yürürlükte olan 82 Anayasası, 12 Eylül darbesinin ürünü olmakla birlikte hukuk devleti, hukukun üstünlüğü gibi kavramlara yer vermiş ama bu kavramlar kanun metinlerinde yer almaktan öteye geçememiştir. Bunun gerekçesi olarak ise genellikle Kürt sorununda çatışma süreci üzerinden yaratılan, ülkenin bölüneceği algısı kullanılmıştır. Böylece hukukun üstünlüğü ilkesinin ihlal edilmesi meşrulaştırılmış; hukuk güvenliği, Kürtler başta olmak üzere emekçiler, kadınlar, sosyalistler, Aleviler ve ezilen yoksul halk kesimleri için söz konusu olmaktan çıkmıştır.

Hukuksuzlukların mağduru olarak 2002’de iktidara gelen AKP, takipçisi olduğu neoliberal politikaların yarattığı toplumsal tahribat arttıkça ve iktidarının meşruiyetini sorgulayan kesimler genişledikçe hukuktan daha da uzaklaşmıştır.

9. yılını dolduran 15 Temmuz darbe girişimi, AKP için hukuk tanımazlığını mazur göstermenin olanağını yaratmıştır. Darbe girişimi bahanesiyle ilan edilen OHAL’den yararlanarak iktidarını daim kılacak yeni bir rejimin taşlarını örmeye girişen AKP, işe Kürt siyasetçilerin dokunulmazlıklarını kaldırarak özgürlüklerini kısıtlamakla ve Kürt illerine kayyum atamakla başlamıştır. Ardından KHK’larla basının, akademinin, muhalif sendikaların ve iktidarı için tehdit gördüğü her kesimin sesini kısmaya girişmiştir.

2024 yerel seçimlerinde AKP karşısında önemli bir başarı elde etmesiyle birlikte hukuksuzluklarla sesi kesilme sırası, ana muhalefet partisi CHP’ye gelmiştir. Yakın zamana kadar Kürtlerle yan yana gelmemek, devletin resmi söylemine karşı çıkmamak için Kürtlere yönelik hukuksuzluklara ses çıkarmayan CHP, AKP iktidarının bekâsı için tehdit olarak görülmesiyle beraber bir zamanlar sessiz kaldığı Kürtlere yönelik hukuksuzlukların yeni hedefi olmuştur.

AKP iktidarının her alanda anti demokratik uygulamaları ve hukuksuzlukları sürerken diğer yandan Kürt sorununun çözümüne ilişkin, bugüne dek olmadığı kadar ileri adımlar atılmaktadır. Öcalan’ın 9 Temmuz’da yayınlanan görüntülü çağrısının ardından PKK, Süleymaniye’de silah bırakma töreni düzenleyecek (Bu yazı kaleme alındığında tören henüz gerçekleşmemişti.), Cumartesi günü ise Erdoğan, -AKP yetkililerince “tarihi” olarak nitelenen- bir açıklama yapacaktır.

Baş döndürücü bir hızla gelişen bu süreçte sanırım akıllardaki en önemli soru ve en büyük kaygı, demokrasi ve hukuktan uzak bir iktidar ile yapılacak barış görüşmelerinden olumlu sonuç beklemenin ne kadar gerçekçi olduğudur.

40 yılı aşkın süredir devam eden bir çatışma sürecinin kısa zamanda barışla sonuçlanmasını beklemek elbette gerçekçi olmaz. Ama bu, barışa doğru atılmış adımları görmezden gelerek süreci reddetmeyi de gerektirmez. Unutmamak gerekir ki Kürt sorununun barışçı çözümü için atılacak her adım, devletin demokrasi ve hukuk ihlallerinin en önemli gerekçesini ortadan kaldıracak; hukuk ve demokrasi mücadelesinin önünü açacaktır.

Sözün özü: Toplumsal barış sağlanmadan hukuk ve demokrasi mücadelesinden sonuç alınamaz. “Demokratik, laik bir hukuk devleti” için amasız, fakatsız barışı savunmak ve barış çabalarına destek olmak gerekir!


4 Temmuz 2025 Cuma

İşçi sınıfının açlıkla imtihanı

                                     5 Temmuz 2025

İşverenlerin hayali, işçileri ücretsiz, “bedava” çalıştırmaktır. Yani işçinin emeğinin karşılığında hiçbir ücret ödemeyip, üretim ya da hizmetten elde edilen gelirin tamamına el koymak isterler. Ama onların bu hayalinin önünde iki engel vardır: Birincisi işçinin canlı bir varlık olması ve çalışabilmesi için beslenme, barınma, giyinme gibi temel ihtiyaçlarını karşılayabileceği bir gelirin gerekliliğidir. İkinci engel ise ücret karşılığında emeğini satmak zorunda olan emekçiye ürettiği ürün ya da hizmetin tüketicisi olarak da ihtiyaç duyulmasıdır.

İşverenler işçiyi “bedava” çalıştırma hayallerini gerçekleştiremeseler de ücretin olabildiği kadar düşük olması için ellerinden geleni yaparlar. Bunun için ilk başvurdukları yol ise emekçiler üzerinde tahakküm kurmalarına engel olan işçilerin örgütlülüğü ve birlikte mücadele olanaklarının engellemesidir.

1970’lerden bu yana kapitalist dünyada uygulanan serbest ticaret ve ihracata dayalı üretim modeli ile iç talebe ve aynı zamanda emekçi kesimlerin tüketimine ihtiyacın azalmasına neden olan neoliberalizm, sermayeye ücretleri olabildiğince düşürme imkânı vermiştir. Ancak bunu gerçekleştirmek için öncelikle işçilerin örgütlenerek mücadele etme olanaklarının baskı ve şiddet yoluyla ortadan kaldırılması gerekmiş; bu da genellikle askeri ya da sivil darbeler yoluyla sağlanmıştır.

Türkiye’de ücretleri olabildiğince düşürecek koşullar, 24 Ocak 1980 kararlarıyla başlayan ve AKP iktidarı tarafından da benimsenen neoliberal politikalar ile uygulanabilir hale gelmiş; bunun önünde en büyük engel olarak görülen işçi sınıfın örgütlü gücü ise 12 Eylül faşist darbesiyle kırılmıştır. 45 yıldır sürmekte olan darbe rejiminde işçi hareketinin örgütlü gücünün yükseldiği (89 Bahar eylemleri gibi) ya da seçimlerin olduğu dönemleri istisna kabul edersek, ücretler genel seviyesi sürekli düşme eğiliminde olmuş, milli gelir içinde emeğin payı azalmış, ücretlerin alım gücü düşmüş ve emekçi kesimler yoksullaşmıştır.

2025’i Türkiye’de reel ücretlerin olabilecek en düşük seviyeye indiği bir yıl olarak tarihe kaydetmek mümkündür. Zira emekçilerin geniş bir kesimi artık, yoksulluk bir yana açlıkla karşı karşıyadır. Açlığın sınırı, -Türk İş’in her ay TÜİK verileri üzerinden yaptığı araştırma için de kullandığı gibi- dört kişilik bir ailenin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için yapılması gereken aylık gıda harcaması olarak tanımlanmaktadır. Türk İş, Haziran 2025’te açlık sınırını 26 bin 115 TL olarak hesaplamıştır. 2025 Ocak ayında itibaren 2026 yılına kadar geçerli olacak asgari ücret 22 bin 105 TL’dir ve yılın daha ilk yarısında yüzde 17 civarında erimiştir (Bağımsız araştırma kuruluşu ENAG’ın hesaplamalarına göre erime yüzde 26,6’dır.). Asgari ücrete ara zam yapılmayacağı düşünüldüğünde önümüzdeki altı ayda asgari ücretteki erimenin -TÜİK’in gerçek dışı verilerine göre bile- yüzde 30’ları aşacağını rahatlıkla söyleyebiliriz ki bu erime çarşı pazardaki fiyat artışlarına daha yakın olan ENAG verilerine göre yüzde 60’ı geçecektir.

DİSK AR’ın raporlarına göre Türkiye’de emekçilerin yarıya yakının ücreti, asgari ücretin altında ya da yüzde 10 kadar üzerindedir. Bu da işverenlerin “bedava” işçi çalıştırma hayallerine ne kadar yaklaşmış olduklarını göstermektedir. İşverenlerin bu hayalinin milyonlarca emekçi için karşılığı ise kendileri ve ailelerinin insanca yaşama koşullarını sağlamak bir tarafa yeterli ve sağlıklı beslenme olanağına bile sahip olamamasıdır!

Emekçilerin yarıya yakını açlık sınırın altında bir ücretle yaşamaya çalışırken diğer yarısının durumu çok mu iyidir?

Emekçilerin bir yarısının açlıkla cebelleştiği koşullarda, çalıştığı iş kolu, statüsü, eğitimi, yaka rengi ne olursa olsun diğer yarının refah içinde yaşayabileceği bir ücret alabilmesi elbette mümkün değildir. Çok küçük bir azınlığı dışarda tutarsak, bu yarının ücretleri açlık değilse de yoksulluk sınırının altındadır. Türk İş’in hesaplamalarında kullandığı tanıma göre yoksulluk, dört kişilik ailenin gıda, giyim, konut (kira, elektrik, su, yakıt), ulaşım, eğitim, sağlık ve benzeri ihtiyaçlar için yapılması zorunlu giderlerin aylık toplamıdır. Türk İş, Haziran ayı itibariyle yoksulluk sınırını (TÜİK verileriyle) 85 bin 060 TL olarak hesaplamıştır.

Ücretlerin görece yüksek olduğu kamu işyerlerinde ortalama işçi ücreti 37 bin 500 TL civarındadır. Temmuz ayında yapılacak TİS için hükümetin teklif ettiği (yüzde 17 + yüzde 10) artış ile ortalama ücret yoksulluk sınırının yüzde 60’ını bile bulmayacaktır (ENAG’ın gerçeğe daha yakın verilerine göre 2025’in ikinci yarısında ücretler yoksulluk sınırının yarısına bile ulaşmayacaktır.).

Memur statüsünde çalışan kamu emekçileri için de durum farklı değildir. Temmuz enflasyonu açıklandıktan sonra belirlenen yeni maaşlara ilişkin basında da yer alan örnek meslek gruplarına bakıldığında uzman doktor ve profesör gibi bir kaç istisna dışında kamu emekçilerinin çok geniş kesiminin ücretleri de yoksulluk sınırının altında kalacaktır.

Hükümetin enflasyonu düşürmek konusundaki başarısızlığı yılın ikinci yarısında da hayat pahalılığının süreceğini göstermektedir. Bu durumda halen açlık sınırının üzerindeki ücretlerin açlık sınırına; yoksulluk sınırının üzerindeki azınlık grubun ücretinin ise yoksulluk seviyesine hızla gerilemesi kaçınılmazdır.

Türkiye’de işçi sınıfı topyekûn açlığa, yoksulluğa sürüklenirken beklenen tepkinin ortaya çıkmıyor olmasında en önemli etken hiç şüphesiz, emek düşmanı iktidarın tüm baskı aygıtlarıyla işçilerin örgütlenmesine ve hak arayışına engel olmasıdır. Ancak sınıf perspektifini kaybetmiş sendikal bürokrasiyi ve işçi düşmanlığında iktidara destek olan kimi muhalefet belediyeleri ile sefalet ücretine razı olmayan, insanca koşullarda yaşamak için hakkını arayan emekçilerin mücadelesinin “günah” olduğu fetvasını veren Diyanet’i de unutmamak gerekir!

Açlıkla sınanan Türkiye işçi sınıfının buna razı gelip gelmeyeceğini belirleyecek olan ise tüm engellere rağmen göstereceği mücadele direnci olacaktır!