11 Nisan 2025 Cuma

Otoriterlik tartışmaları üzerine kısa bir not…

                               12 Nisan 2025

Dünyada ve Türkiye’de otoriterlik giderek artarken otokratik yönetimler üzerine tartışmalar da yoğunlaşıyor. Bu konuda değerlendirmeler, genellikle otokratlar (Trump, Putin, Erdoğan, Netanyahu vb) üzerinden yapılıyor. Hal böyle olunca da “Onlar iktidardan giderse otoriter rejimlerden kurtulmuş olunacak.” gibi bir algı ortaya çıkıyor. O zaman da şu soruya yanıt aramak gerekiyor: Otokratların aynı dönemde ortaya çıkmaları bir tesadüf mü?


Bu soruya yanıt ararken, Hitler Nazizmi ile Mussolini faşizminin iki savaş arasındaki 1930’lu, 40’lı yıllarda ortaya çıktığını; 1970’li ve 80’li yıllarda ise Şili, Türkiye, Arjantin başta olmak üzere birçok ülkede faşist darbelerin gerçekleştiğini anımsamak yararlı olacaktır. Otoriter rejimlerin yükseldiği her iki dönemde de kapitalizm büyük bir krizin içindedir ve krizden çıkış için yeni bir sermaye birikim rejiminin ve onunla birlikte üretim biçimlerinden, devletin yapısına kadar bütün kurum ve normların dönüşmesi gerekmektedir. Bunu da demokrasinin asgari ölçüde de olsa işler olduğu ve mevcut hukuk sisteminin işlediği koşullarda yapmak mümkün değildir. 



Otokratlar her iki dönemde de hem ulusal hem uluslararası sermaye tarafından teşvik edilmiş ve desteklenmiştir. Hitler ve Mussolini’ye verilen destek ile amaçlanan, Ekim Devrimi’nin ardından Avrupa’da güçlenen sosyalizmin yayılmasını engellemek ve giderek genişleyen Sovyetler Birliği’ni boğmaktır. Ancak burjuvazinin murat ettiğinin aksine, kontrolden çıkan ve insanlık tarihinin en büyük katliamlarına neden olan bu diktatörler; Sovyetler Birliği’nin savaş alanındaki başarısı sayesinde ortadan kaldırılmışlardır. 


1970’li ve 80’li yıllardaki darbelerin burjuvazi tarafından desteklenme nedeni ise kapitalizmi krizden çıkaracağı düşünülen neoliberal politikaların yaşama geçirilmesinin önünde engel olarak görülen işçi hareketi ve toplumsal muhalefetin bertaraf edilmesidir. Neoliberalizm, aradan geçen 45-50 yılda kimi ülkelerde darbeyle, kimi ülkelerde savaşla, kimilerinde ise mevcut rejim içinde işçi sınıfı ve toplumsal muhalefeti baskı altına alınarak yaşama geçirilmiştir. Ancak bugüne geldiğimizde sosyal eşitsizlikleri artıran, sosyal ve ekolojik tahribata neden olan bu politikaların sürdürülebilmesi için mevcut hukuk düzenini tanımayan, toplum üzerindeki baskıyı daha da artıracak otokratlara ihtiyaç duyulmuştur. Geçmişte olduğu gibi sermaye sınıfı, ihtiyaç duyduğu otoriterleşmeyi sağlayan otokratları bugün de desteklemektedir. Bu bağlamda yukarıda isimlerini andığımız günümüz otokratlarının, yükselen otoriterliğin nedeni olmaktan ziyade sonucu olduklarını söylemek daha doğru olacaktır.


Günümüzde giderek yükselen otoriterleşme, neoliberalizmle olan doğrudan bağlantısı nedeniye“neoliberal otoriterlik” olarak da kavramlaştırılmaktadır. Konunun “neoliberal otoriterlik” kavramı üzerinden tartışılması meselenin -tesadüflere bağlı olduğu algısı yaratacak şekilde- otokratlar üzerinden değerlendirilmesine göre çok daha gerçekçi bir analize olanak vermektedir. Ancak şu noktayı da gözden kaçırmamak gerekir: Kapitalizm, her dönemde otoriterliği içeren bir sistemdir. Kapitalin yani sermaye birikiminin tüm aşamaları “el koymayı, emeğin ve doğanın sömürüsünü” içerir ki bu da zorla rıza üretmeyi yani despotizmi gerektirir. Dolayısıyla kapitalizmde hangi birikim rejimi söz konusu olursa olsun gerçek anlamda bir demokrasiden söz etmek mümkün değildir.


“Birinci kuşak haklar” olarak da kabul edilen ve burjuva devrimleriyle sağlanmış olan yaşam hakkı, eşit yurttaşlık, düşünce ve ifade özgürlüğü gibi temel haklar, burjuva demokrasisinin (hukukunun) sömürü ve despotizme dayanan sistemin ihtiyaçlarından ve meşrulaştırılmasından ibarettir. Zira burjuvazi dışında kalan halk kesimleri için bu hakların kullanılması, ancak işçi sınıfı mücadeleleriyle elde edilen kolektif hakların kullanılmasıyla mümkün olabilmiştir. Kolektif hakların uluslararası norm haline gelmesi ise, II.Dünya Savaşı sonrasında kapitalizme alternatif olan reel sosyalizmin tehdidi karşısında kapitalizmi meşru hale getirmek gayesiyle hazırlanan Philadelphia Bildirgesi (1944) ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi (1948) ile gerçekleşmiştir. 


70’li yıllarda Sovyetler Birliği’nin zayıflaması ve ardından Berlin Duvarı’nın yıkılarak Doğu Bloku’nun dağılmasıyla birlikte sosyalizmin tehdit olmaktan çıkması, toplumu baskı altına alarak sınıflar arası güç dengesini burjuva sınıfı lehine değiştirmeyi amaçlayan otoriter yönetimlerin önünü açmıştır. Böylece kolektif haklar (örgütlenme, grev, toplantı, gösteri ve yürüyüş vb) ve kolektif haklar sayesinde kullanılabilir olan -eşit yurttaşlık, düşünce ve ifade özgürlüğü gibi- temel haklar otoriter yönetimlerin hedefi haline gelmiştir. 


Sözün özü, otoriterleşme ve beraberinde gelen sosyal, siyasal ve ekolojik yıkım, kapitalist sistem üzerinden ele alınmadığı sürece soruna yönelik isabetli tespitler yapmak ve sorunu ortadan kaldırmaya yönelik doğru mücadele yol ve yöntemlerini geliştirmek mümkün olmayacaktır. Otoriterleşmenin ve toplumsal yıkımın failinin kapitalist sistem ve dolayısıyla egemen sınıf olarak tanımlanması ise kaçınılmaz olarak mücadelenin her alanda sınıf perspektifiyle yürütülmesi gerektiği sonucunu ortaya çıkaracaktır.  







4 Nisan 2025 Cuma

Yeniden yurttaş olma mücadelesi

5 Nisan 2025


19 Mart’ta İmamoğlu ve CHP’ye yönelik operasyon girişiminin ardından ortaya çıkan toplumsal hareketlenme sayesinde bu girişimin -şimdilik- ters teptiği ve İmamoğlu’nun tutuklanmasına rağmen, moral üstünlüğünün yıllardır iktidarın baskısıyla susturulmuş olan topluma geçtiği görülüyor.  


İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin yürüyüşüyle başlayan toplumsal hareketlenme, kısa sürede Cumhur İttifakı’nın kalesi olarak bilinen iller (Yozgat, Malatya, Niğde, Kayseri, Osmaniye vb) de dahil olmak üzere, tüm ülkeye yayıldı. Operasyonun doğrudan hedefi olan CHP, -önceki deneyimlere dayanarak- kendinden beklenmeyen bir refleksle toplumun tepkilerini örgütlemeyi başardı. Günlerce süren Saraçhane nöbetinin ardından eylemler, çeşitlendi. Önce İmamoğlu’nun Cumhurbaşkanlığı için yapılan ön seçim oylaması ardından Maltepe mitingi, boykot eylemleri ve İmamoğlu’nun adaylığı için başlatılan imza kampanyası toplumun geniş kesimlerinde karşılık buldu ve belki daha önce hiç olmadığı kadar süratli biçimde halkın politikleştiği bir süreç yaşandı. 


Toplumun tepkisinin beklenmedik ölçüde güçlü olmasının nedeni sadece İmamoğlu’nun diplomasının iptal edilmesi ve tutuklanması değildi. Cumhuriyet tarihi boyunca Kürtlerin maruz kaldığı durum, artık tüm Türkiye halklarını tehdit ediyor; iradesi tanınmayan, hakkı hukuku yok sayılan halk, yurttaş olmaktan çıkarılıp “teba” haline getirilmek isteniyordu.


7 Haziran 2015 seçim sonuçlarıyla toplumsal meşruiyetini önemli ölçüde kaybettiği tasdik edilmiş olmasına rağmen AKP, 10 yıldır iktidarda kalmak için zorla rıza üretmeyi sürdürüyor. 15 Temmuz darbe girişimi bahanesiyle ilan edilen OHAL’le birlikte oluşan otoriter düzen, 16 Nisan 2017 referandumu ile kalıcı hale geldi. Böylece yasama, yürütme ve yargı erkinin tek kişide toplandığı, basının, akademinin ve demokratik kitle örgütlerinin baskı altına alındığı bu düzende demokratik hak arama yolları tamamen kapatıldı. 


Otoriter düzenle yaratılan baskı ortamından beklenen, hem AKP’nin 23 yıllık iktidarı boyunca sadakatle uygulayageldiği neoliberal politikaların bundan sonra da sorunsuz uygulanabilmesi hem de iktidarını sonsuza dek sürdürebileceği yeni bir anayasayı halka kabul ettirileceği koşulların oluşturulmasıydı. 


Ancak gözardı edilen şuydu: Toplumsal meşruiyetini kaybeden otoriter yönetimlerin iktidarlarını topluma zorla dayatmanın aracı olarak kullandığı devlet kurumları da toplum nezdinde inandırıcılığını ve itibarını yitirir; siyasi iktidarla birikte devletin de önlenemez biçimde içten içe çürümesi kaçınılmaz hale gelir. Tıpkı ekonomik ve sosyal verileri iktidarın işine geldiğine göre açıklayan TÜİK’in, akademiyi iktidarın tasdik kurumu haline getiren üniversitenin, alınan kararların hukuksuz olduğu aşikâr hale gelen yargının, şiddet ve işkence iddiaları ayyuka çıkan emniyet teşkilatının, depremzedelere yardım eli uzatması gerekirken çadır ticareti yapan Kızılay’ın, işe alımlarda torpilin tescilli hale geldiği mülakatları yapan bakanlıkların ve daha nice kamu kurumunun hiçbir güvenilirliğinin kalmaması gibi… 


Devlet kurumlarının toplum nazarında güvenilirliğini yitirmesi, itibarsızlaşması, siyasi iktidarla birlikte bir bütün olarak devletin de meşruiyet sorunuyla karşı karşıya kalmasına neden olur ki bugün yaşanan tam da budur. Bugün devlet için yurttaşlar, iktidara biat etmek ve vergi ödemekle mükellef “nesne”ler olmaktan ibarettir. Hakkını arayan yurttaş “vatan haini, terörist” olarak itham edilirken; ödenen vergilerin karşılığı hizmete dönüşmemekte, vergiler ya silah ve güvenlik harcamaları için ya sermayeye teşvik için ya da iktidar sahiplerinin şatafatı için kullanılmaktadır.


Geçtiğimiz iki haftada yaşananlar, 40 yıldır Kürt halkının vazgeçmediği gibi Türkiye’deki diğer tüm halkların da “nesne” olmayı kabul etmeyerek, otokrasiye karşı demokrasiden ve demokrasi için mücadeleden vazgeçmediğini göstermektedir. Ancak hemen her toplumsal eylemde karşılaştığımız, “Kürtlere hakaret ederek eylemi meşrulaştırma” gayreti yine tekrarlanmaktadır. Bunun başını çeken bu kez Ankara Belediye Başkanı Mansur Yavaş olurken daha önce de pek çok kez olduğu gibi bu ayrıştırıcı, provakatif dil kitlede destek bulmamıştır. Ayrıca CHP yönetiminin de bu konuda duyarlı olması ve Yavaş’ın kullandığı bu dili açıkça reddetmesi önemlidir.  


Sözün özü, bugün yıllardır siyasi iradesi, hakkı, hukuku yok sayılan Türkiye halkları, siyasi özne olduğunu ispatlama ve “yeniden yurttaş olma mücadelesi” vermektedir. Bu mücadelenin başarısı, her şeyden önce toplumu ayrıştırma ve eylemleri marjinalleştirme çabalarının boşa çıkarılmasına bağlıdır. Bunun için ise “barış olmadan demokrasinin, demokrasi olmadan da barışın olmayacağı”nı hatırdan çıkarmamak gerekir.

28 Mart 2025 Cuma

Neden Eğitim Sen?

                               29 Mart 2025


Muktedirler, toplumsal meşruiyetlerini kaybettikçe iktidarları için tehdit gördükleri fikirleri, örgütleri, kişileri susturmaya, mümkünse yok etmeye çalışır. 


Sendikalar kapitalizmin her döneminde tehdit olarak görülmüş; ya tamamen yasaklanmış ya da faaliyetleri -yasalarla- muktediri tehdit etmeyecek biçimde sınırlanmıştır. Kimi sendikalar yasaların belirlediği sınırlar içinde kalarak sistemle çatışmaya girmeden, uzlaşma içinde varlığını sürdürmüştür. Ancak bunlar “sendika” adını taşısalar da sendikaların ortaya çıkış nedeni olan işçi sınıfının mücadelesini hiçbir zaman üstlenmemiş, patronlarla ve siyasi iktidarlarla el ele kol kola olmuş, büründükleri bürokratik yapı ile sistemin kuklalarına dönüşmüşlerdir. 


Kimi sendikalar ise tüm yasaklama ve baskılara rağmen patronun ve devletin emekçiler üzerindeki tahakkümüne karşı mücadelenin aracı olmuş; bu mücadelelerle önemli kazanımlar elde etmiştir. Sendikaların kazanım elde ettiği mücadelelerde en etkili olan yöntemse genellikle emekçilerin üretimden/hizmetten gelen gücünün kullanılması yani “grev”dir. 


Muktedirler, bırakın grevin gerçekleşmesini “grev” sözcüğünü duyduklarında bile çılgına dönerler. Çünkü işçilerin greve gitmesinin sadece üretimin durdurulmasıyla kalmayacağını, üretimi durduran işçilerin bu sistemin aslında kendi sırtlarında yükseldiğinin bilincine varacağını bilirler. Hele söz konusu “genel grev” olursa, -gerçekleşme koşullarının olup olmamasına bakılmaksızın- muktedirin korkusu dağları sarar. Zira “genel grev” gibi bir eylemin olabilme ihtimali bile, emekçilerin, sadece oy kullanma ya da televizyonların başında ah vah etme dışında, kendi yaşamları ve çocuklarının geleceğini belirlemek konusunda rol alabilecek bir “politik özne” olduklarını fark etmelerini sağlar. Emekçilerin gerek üretim/hizmet sürecinde gerekse toplumsal yaşamın bütününde maruz kaldığı tahakküme karşı emek gücünü bir silah olarak kullanılabileceği bilincine erişme olasılığının gerçekleşmesi, burjuvazi ve siyasi iktidarın ideolojik üstünlüğünü kaybetmesine neden olur.


Birçok sendika, -kimi zaman sistemin kuklası olanlar bile- “grev”den ve hatta “genel grev”den söz edebilir. Ama muktedir bilir ki onların bu çıkışı üyelerinden gelen tepkileri geçiştirmek içindir ve bunu hiçbir zaman eyleme dönüştürmezler, dönüştürseler de muktedirin izin verdiği sınırı aşmazlar. Oysa patronun, devletin tahakkümüne karşı mücadelenin aracı olan sendikaların ağızından çıkacak bir “grev” sözcüğü, en sert biçimde derhal bastırılmaya çalışılır.


Eğitim Sen ve onun geleneği muktedirle hiçbir zaman uzlaşmamış, tüm baskılara rağmen eğitim emekçilerinin ve toplumun eğitim hakkı için mücadele etmiştir! Eğitim Sen, II. Meşrutiyet’te kurulan Encümen-i Muallimin’e -daha sonra aldığı ismiyle Cemiyet-i Muallimin’e- dayanın bir geleneğe sahiptir. Bu ilk öğretmen örgütlenmesi, tüm özgürlükleri ortadan kaldıran 1909 tarihli Tatil-i Eşgal yasasıyla kapatılır. Cumhuriyet Döneminde ilk öğretmen örgütü Türkiye Muallimler Birliği’dir ve o da 1925 tarihli Taktir-i Sükûn yasasının ardından kapatılır. Tek parti döneminde kimi öğretmen örgütlenmeleri olmuşsa da bunlar sürekli hale gelen baskı ortamı içinde önemli varlık gösteremez. 


1961 Anayasası’nda devlet memurlarına sendika hakkı tanınması ve 1965’te bunu düzenleyen yasanın çıkması üzerine aynı yıl Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) kurulur. Kuruluşunun ardından Devrimci Eğitim Şûrası’nı toplayan ve Büyük Eğitim Yürüyüşü, Büyük Öğretmen Boykotu gibi birçok  eylemi örgütleyen TÖS’ün genel başkanı Fakir Baykurt ile diğer yöneticiler 12 Mart darbecileri tarafından yargılanır ve memurların sendikalaşma hakkının kaldırılmasıyla birlikte TÖS kapatılır. Kapatılan TÖS’ün ardından TÖB-DER kurulur ve 70’li yıllarda toplumsal mücadelelerin en etkili örgütleri arasında yer alır. Ancak 12 Eylül’de darbeciler, birçok dernek ve sendikayla birlikte TÖB-DER’i de kapatır, yöneticilerini yargılar. 


Cumhuriyet’ten daha uzun bir mücadele geçmişine sahip olan ve tüm baskı dönemlerinin hedefi olmasına rağmen yılmayan, sinmeyen eğitim emekçileri, 30 yıl önce kurulan Eğitim Sen’in çatısı altında mücadelesini sürdürmektedir. Eğitim Sen’li öğretmenler, akademisyenler ve tüm eğitim emekçileri içinden geldikleri geleneğe uygun olarak sadece kendi hakları için değil, Türkiye’de barış, demokrasi ve özgürlükler için de mücadele etmektedir. 


Geçtiğimiz hafta Eğitim-Sen Merkez Yürütme Kurulu, sendikaya üye öğretim elemanlarının çağrısı üzerine “öğrencilerin güvenli bir kampüs ortamında eğitim öğretim haklarını kullanmalarını sağlanması amacıyla” 25 Mart’ta hizmet üretmeme kararı aldı ve içinde “grev” cümlesi bile geçmemesine rağmen bu karardan dolayı yargılandı. Bu arada İstanbul Üniversitesi işyeri temsilcisi Levent Dölek de bu karara yönelik faaliyetlerinden dolayı tutuklandı.  


Bugün Eğitim Sen’e yönelik yargılamaların, tutuklamaların daha önceki baskı dönemlerinden farkı yoktur. Dün olduğu gibi bugün de muktedirlerin hukuksuzluklarına aracı olanlar unutulup gidecek ama Eğitim Sen biat etmeyecek, eğitim emekçileri mücadelesi sürecek ve bu mücadele er ya da geç amacına ulaşacaktır!    

21 Mart 2025 Cuma

Kurtuluş yok tek başına!

                                          22 Mart 2025

İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun önce üniversite diplomasının geçersiz sayılması ardından gözaltına alınmasına tepki olarak -başta üniversite öğrencileri olmak üzere- büyük kalabalıklar uzun bir aradan sonra sokağa çıktı, meydanları doldurdu. Sokaklarda, meydanlarda en sık seslendirilen slogan ise “Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz!” oldu.


Sol, sosyalist örgütlerin eskiden beri kullanageldiği bu sloganı İmamoğlu ve CHP de bir süredir toplantılarda, mitinglerde ve sosyal medya paylaşımlarında kullanıyor. Erdoğan, geçen ay yaptığı bir konuşmada, CHP'nin son dönemde kullandığı bu sloganın 1971 yılında Ziraat Bankası'nı soyan bir sol terör örgütüne ait olduğunu belirterek eleştirmişti. Yeni Akit Gazetesi de bu sloganın, TKİP ve DHKP-C’ye ait olduğunu iddia etmişti. 


İktidar cenahını hayli rahatsız ettiği anlaşılan bu slogana dair iddiaların ardından bu sözün nereden geldiği sıkça konuşuldu, yazıldı ama yeri gelmişken bizde birkaç cümleyle bahsedelim: Bu söz Alman edebiyatının önemli şairlerinden Bertolt Brecht'in 1934'de faşizme, savaşa ve kapitalizme karşı birlikte mücadelenin mümkün olduğunu vurgulayan şiirinden alınmıştır. Şiirin ikinci dörtlüğü şöyledir: “Ya hep beraber ya da hiç birimiz. Kurtulmak yok tek başına yumruktan ve zincirden. Ya hep beraber ya da hiç birimiz.”


Faşizmin inşa edilebilmesi için en önemli koşul, halkın umutsuzluğa kapılması, yılgınlığa düşmesidir. Zira insanlar, ancak çaresiz oldukları zaman faşizmin baskılarına ve dayatmalarına boyun eğer. Örgütlenmek ve birlikte mücadele etmek umutsuzluğun, yılgınlığın ilacı; faşizmin ise panzehiridir! Bu nedenle faşist iktidarlar, halkın örgütlenmesinden ve birlikte mücadelesinden korkar ve bunu engellemek için halkın örgütlü gücünü kırıp onları yalnızlaştırmak ister. 


Örgütlü gücün ve birlikte mücadelenin engellenmesi sadece baskı ve şiddet araçları kullanılarak sağlanmaz. Halk ideolojik olarak örgütlülüğün ve mücadelenin gereksiz olduğuna da ikna edilmeye çalışılır. Neoliberalizm bu konuda oldukça başarılıdır. Neoliberal rasyonalite insanları, yaşamın her alanında -parayla ilgili olmasa da- tamamen “ekonomik bir varlık”, bu bağlamda da bir piyasa aktörü olduğuna inandırmaya çalışır. Böylece sahip olunan tüm değerlerin alınıp satılabilir bir meta olarak görülmesi istenir. Meta olarak görülen değerlerin başında ise insanın kendi emek gücü gelir. Kendi emeğini alınıp-satılır bir meta olarak görmesi insanı “sosyal ve aynı zamanda politik bir varlık olmaktan çıkarıp sadece emeğini piyasada daha yüksek değerden satmaya çalışan ve bunun için diğer emekçilerle rekabet eden ekonomik bir nesne” haline getirir. “Her koyun kendi bacağından asılır.” anlayışının geçerli olduğu bu koşullar, tam da faşizmin ihtiyaç duyduğu gibi dayanışma ve birlikte mücadele anlayışını ortadan kaldırır; insanları bir başına bırakır.


İmamoğlu’nun haksızlığa uğradığını düşünerek sokağa çıkanların büyük çoğunluğunu oluşturan gençler, tüm baskıların yanı sıra neoliberal eğitim sisteminde “bireyci ve rekabetçi” değerlerle yetiştirilmiş, kitle iletişim araçları vasıtasıyla yıllarca bu değerlerin propagandasına maruz bırakılmışlardır. Sevindiricidir ki 12 yıl önce Gezi’de olduğu gibi bugün de gençler, maruz kaldıkları tüm ideolojik propagandaya rağmen, “politik özne” olduklarını unutmamış ve her türlü baskıya, şiddete rağmen “tek başına kurtuluş olmadığını” haykırarak sokakları, meydanları doldurmuştur.


Kurtuluşun tek başına olmayacağı, özgür bir yaşam için birlikte mücadelenin gerektiği, sadece bir şiirin sloganlaşan dizeleri değil, tarihsel bir gerçekliktir. İçinde bulunduğumuz koşullarda barışa, demokrasiye, özgürlüklere ulaşmanın yolu birlikte, omuz omuza mücadeleden geçer. Bu mücadelede ezilen, sömürülen, ayrımcılığa uğrayan, kültürel ve siyasal hakları tanınmayan halkların ayrı ayrı değil, omuza omuza bir arada olması gerekir. 


Newroz, birlikte mücadele için büyük bir fırsattır. Kadınlar, Aleviler, emekçiler, gençler, Kürtler ve tüm halklar Dehak’a karşı omuz omuza Demirci Kawa olmalı, Newroz ateşini hep birlikte yakmalıdır. Bu birliktelik, “Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz!” sloganın yaşam bulması için de önemli bir adım olacaktır.


Newroz pîroz be! Newroz tüm halklara kutlu olsun!

14 Mart 2025 Cuma

Neoliberalizm ve otoriterlik kıskacında İmamoğlu-Erdoğan rekabeti

                               15 Mart 2025

Ekrem İmamoğlu’nun cumhurbaşkanı adaylığına yönelik çalışmaları, CHP’nin de İmamoğlu’nun da halkın karşı karşıya olduğu yakıcı sorunlara somut çözüm önerileri olmadığı bir kez daha gösterdi. Önceki birçok seçimde olduğu gibi CHP’nin önümüzdeki seçimde de stratejisini “toplumsal sorunlara çözüm üretmek” yerine AKP’ye ve Erdoğan’a karşıtlık üzerine kuracağı anlaşılıyor. Gerçi ülkede otokratik bir rejim inşa eden iktidardan kurtulmak küçümsenecek bir hedef değildir. Hele bu iktidar, uyguladığı politikalarla ekonomiyi tam bir çöküşün eşiğine getirmiş; açlığı, yoksulluğu, güvencesizliği halka “olağan yaşam koşulu” olarak kabullendirmek istiyorsa…

Halkı yoksulluğa itmiş, ülkeyi borç batağına sokmuş, havayı, suyu, toprağı yaşamı yeniden üretemez hale getirecek ölçüde tahrip etmiş; yargısıyla, kolluk gücüyle devletin baskı aygıtlarını hakkını arayan halka karşı kullanmaktan çekinmemiş bir otoriter rejimin sona erdirilmesinin başlı başına önemli olduğu yadsınamaz. Ancak iktidara talip olanların mevcut rejimin saymakla bitiremeyeceğimiz melanetlerine karşı ne yapacaklarını, yerine ne koyacaklarını bilmek de halkın en doğal hakkıdır!

2023 seçimleri öncesinde altılı masanın kurulduğu ilk dönemlerde “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”nin yerine içeriği tam olarak doldurulamamış olsa da “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” adı altında bir alternatiften söz ediliyordu. Henüz seçimlere gidilmeden Kılıçdaroğlu’nun kendini cumhurbaşkanı, masadaki diğer parti başkanlarını da yardımcısı ilan ettiği hülyalara dalmasıyla birlikte, bu alternatiften de söz edilmez oldu, ardından da unutuldu gitti.

Türkiye’de ekonomik, sosyal ve siyasal sorunların kökeni, demokrasiden uzaklaşılmasına yani otokratik rejime uzanır. Ancak otokrasiyi tek bir adama ya da partiye bağlamak doğru değildir. Geçen hafta bu köşede vurguladığımız gibi “AKP ve Erdoğan ülkeyi otokratik rejime götüren sürecin nedeni değil sonucudur!” Sorunların nedenlerini bir yana bırakılıp sadece sonuçların bertarafıyla yetinilerse hiçbir şey elde edilemez.

Bugün Türkiye’de otoriterleşmenin temel nedeni 24 Ocak 1980’den bu yana uygulanan neoliberal politikalardır. AKP’nin de iktidarı boyunca büyük sadakatle uyguladığı bu politikaların, demokrasinin var olduğu koşullarda yaşama geçirilebilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla uygulanan ekonomik programa tek söz etmeden, ona alternatif bir politika ortaya koymadan sadece otoriter yönetimden şikayet etmenin ya da otokratik rejimi değiştireceğini iddia etmenin hiçbir gerçekliği yoktur.

Uygulamada olduğu 45 yıl boyunca Türkiye’de iktidar alternatifi olan muhalefet partilerinden neoliberal politikaları bir bütün olarak reddeden olmamıştır. Bunun tek istisnası, 24 Ocak kararlarının hemen ardından neoliberalizmi “Truva Atı” olarak tanımlayan, CHP başkanı Ecevit olmuştur. Ecevit, bu ekonomik modelin, demokrasi yok edilmeden uygulanamayacağını belirterek kaygılarını şöyle ifade etmiştir: Şimdi izlenmekte olan ekonomik ve sosyal politikalar bir dikta rejimine oturmadan uygulanamaz. O nedenle hükümetin dikta rejimi oturtma çabası içinde olduğu kaygısını taşıyorum.”

Ecevit’in bu değerlendirmesinden kısa bir süre sonra 12 Eylül darbesi gerçekleşti. O zamandan bu zamana iktidar iddiası olan hiçbir parti neoliberalizme karşı çıkmadı ve ona alternatif bir ekonomik model ortaya koymadı. 12 Eylül sonrasında Ecevit de neoliberalizmi eleştirmediği gibi başbakan olduğu 1999-2002 arası dönemde “Truva Atı” olarak tanımladığı politikaları kendisi uyguladı ve 2001 krizinde neoliberalizmin AKP’nin iktidarı döneminde uygulayacağı versiyonunun mimarı olan Kemal Derviş’i ekonomi yönetiminin başına getirdi.

Geçtiğimiz 45 yılda neoliberal politikaların en sadık ve en başarılı uygulayıcısı AKP iktidarı oldu. Bu başarıda, demokratik kurumlar (yasama, yargı, basın, akademi, sendikalar ve diğer demokratik kitle örgütleri) üzerindeki hakimiyetini adım adım artırarak ya da onları işlevsiz hale getirerek otokratik bir rejim inşa etmesinin önemli payı vardır. AKP’nin neoliberal politikaları uygulamadaki başarısında diğer önemli pay ise hiç kuşkusuz iktidarı boyunca ana muhalefet partisi olan CHP’ye aittir. CHP bu dönemde neoliberal politikalara karşı olmadığı gibi iktidara gelirse bu politikaları daha iyi uygulayacağı iddiasında olmuştur.

Neoliberal politikalara karşı çıkmadan otokratik rejime karşı çıkmak ya da demokrasiyi savunmak büyük bir çelişkidir. CHP yıllardır bu çelişkiyi aşamamıştır. Bugün aynı çelişki İmamoğlu’nun seçim propagandasına da yansımaktadır. Ülkenin ekonomik ve demokratik sorunlarını çözecek alternatifler üretmek yerine muhalefeti Erdoğan karşıtlığı üzerine kurmak zorunda kalınması da bundandır.

Neoliberalizm, uygulandığı ülkelerde ağır sosyal sorunlara ve otoriter yönetimlerin iktidara gelmesine neden olmuştur. Bir avuç sermayedar ve servet sahibinin çıkarı için insani, sosyal değerleri yok eden, doğayı talan eden, milyonlarca insanın yaşamına mal olan savaşları teşvik eden bir ekonomik modelde ısrar eden siyasetlerin topluma vereceği bir umut olamaz.

İmamoğlu’nun Erdoğan’ın karşısına çıkması, muhafazakar popülist bir siyasetle liberal argümanlara sahip seküler popülist bir siyasetin rekabetinden ibarettir (İmamoğlu yerine Mansur Yavaş’ın aday olması da bu durumu değiştirmez.). Bu siyasetler ile ne sınıflar arası güç dengesi değişir ne de otokrasi son bulur. Bir iktidar değişikliğinde olabilecek şey, en fazla muhafazakar otoriterliğin yerini seküler otoriterliğin alması olur! Buna da razı olacak geniş bir kitle de vardır maalesef. Ama bu seçenekle ülkenin daha demokratik, hukuka daha saygılı bir yapıya kavuşacağını, gelir eşitsizliğinin azalacağını, yoksulluğun, güvencesizliğin ortadan kalkacağını ve doğa tahribatının son bulacağını düşünen varsa çok yanılır.


7 Mart 2025 Cuma

Mücadele Baharı

                               8 Mart 2025

Baharla birlikte doğa canlanırken mücadele ateşi de yükseliyor. Önce 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü, ardından Newroz ve nihayet işçi sınıfının uluslararası birlik, dayanışma ve mücadele günü olan 1 Mayıs’ta barış, özgürlük ve demokrasi çığlığını yükseltmek için alanlarda olunacak.

Bu yıl baharın yükselttiği mücadele ateşi, 27 Şubat’ta duyurulan Öcalan’ın “barışa çağrı”sı ile erken harlandı. Gerçi kimileri bu çağrıyı Kürtlerin mücadelesinin sonlandırılması, kimileri ise AKP otokrasisinin ömrünü uzatarak “Türkiye’de demokrasinin önünü tıkayacak bir hamle” olarak gördü ve eleştirdi. Sürecin önemli riskler barındırdığını yadsımak mümkün değil elbette; geçmiş deneyimlerden de yola çıkarak bu tür süreçlerde ateşin üzerine benzin dökülüp ortalığın bir anda yangın yerine çevrilebilme ihtimalinin olduğu görmezden gelinemez. Ama zaten 27 Şubat çağrısıyla bir anda Türkiye ve Ortadoğu’ya barışın, demokrasinin geleceğini iddia edenler olduğunu da sanmıyorum.

“Barışa çağrı” ile sona ermesi için umutlandığımız savaş, 40 yılı aşkın süredir devam ediyor. Savaş gerekçesiyle hukuk, demokrasi, insan hakları, özgürlükler ortadan kalkarken savaşın gerçek nedeni sorgulanamadı, barışçı çözüm üzerine aklıselim bir tartışmanın yürütülmesine olanak tanınmadı. Sorgulamak isteyenler ise susturuldu, cezalandırıldı. Örneğin 2015’te Şırnak’ta çıkan çatışmada kardeşini kaybeden bir yarbayın, kardeşinin cenazesinde çözüm sürecinin sona erdirilmesine ilişkin hükümeti eleştirdiği için ordudan ihraç edildiği ve benzeri olayların artması üzerine asker cenazelerinin basına yasaklandığı hatırlardadır sanırım.

Her savaşta olduğu gibi en ağır bedeli ödeyen, “yaşamını kaybeden gençler ve onların anaları” oldu. Köyü boşaltılan, yerinden yurdundan toprağından edilerek göç etmek zorunda kalan milyonlarca Kürdün altüst olan yaşamları da yabana atılır bedeller değil. 40 yılı aşan süredir devam eden savaşın doğrudan yarattığı insani, ekonomik, sosyal ve siyasi sonuçlar alt alta sıralanmaya kalksa sayısız sayfayı doldurulur.

Savaşın yol açtıkları, sadece doğrudan çatışmaların içinde bulunanları etkilemekle kalmıyor; tüm halkların yaşamı, geleceği de etkileniyor. Her şeyden önce savaş, bir arada yaşayan halklar arasında yaratılan düşmanlığın hem nedeni hem de sonucu oluyor. Türkiye’de de savaş nedeniyle kışkırtılan milliyetçilik düşmanlığı arttırdı, savaşın acıları yaşandıkça (savaşın nedeni sorgulanamadığı için) düşmanlık gittikçe derinleşti, düşmanlığın derinleşmesiyse savaşın sürdürülmesi ve meşru hale getirilmesi kolaylaştı.

Savaşın sorgulan(a)mıyor olması, toplumsal muhalefetin sesinin kesilmesi için gerekçe yapıldı ve böylece 12 Eylül darbe rejiminin 45 yıldır kesintisiz süregelmesi sağlandı! Bu bağlamda kimi zaman resmi kimi zaman gayriresmi olarak, kimi zaman ülkenin bütününde ama her daim Kürt illerinde olağanüstü bir durum yaratıldı. Adı çoğu zaman olağanüstü hal (OHAL) olarak konulmasa da yıllardır bitmek bilmeyen bu durum vesile yapılarak en başta siyasal ve kültürel hakları için mücadele veren Kürtlerin ama onun yanı sıra emeğinin hakkını alabilmek için mücadele eden emekçilerin, başta kadınlar olmak üzere uğradıkları ayrımcılığa karşı mücadele edenlerin, Alevilerin, yaşam biçimlerine müdahale edilenlerin, doğa talanına karşı çıkanların, eğitim hakkını, sağlık hakkını savunanların velhasılı varlığı inkar edilen, ezilen, sömürülen, ötekileştirilen herkesin her kesimin sesi kesildi.

Sesleri kesilenler bu kadar geniş olunca gerçeklerin öğrenilmesi ve mücadele alanlarının genişlemesi, muktedirler için de o ölçüde riskli hale geldi. İşte bu nedenle gerçekleri halka duyuran gazeteciler; iktidarın politikalarına karşı çıkan, eleştiren akademisyenler, sanatçılar; emekçilerin haklarını savunan sendikacılar, sendikalılar ve elbette muhalif siyasetçiler terörist olarak tanımlanan örgütlerle irtibatlı, iltisaklı oldukları iddia edilerek evlerine yapılan baskınlarla gözaltına alındı, yargılandı, tutuklandı, işlerinden edildi. Aynı gerekçeyle gazeteler, dergiler, televizyonlar, radyolar kapatıldı; siyasi iktidarın, doğrudan veya yargı aracılığıyla verdiği 12 Eylül darbe anayasasına bile sığmayan hukuk dışı kararlar, anayasa ihlalleri yine terör bahanesiyle meşrulaştırıldı.

Bu anımsatmanın ardından “barış çağrısı”nın Türkiye’nin demokratikleşmesinin önünü tıkayacağını iddia edenlere şu soruyu sormak gerekiyor: 1984’ten bu yana fiilen süren savaşın tarafı olan PKK’ye silah bırakma çağrısının yapılması ve örgütün de buna olumlu yanıt vermesinin Türkiye’nin demokratikleşmesine katkısı mı olur zararı mı?

Türkiye’de otokrasiyi sadece AKP’ye bağlayan, onu iktidara getiren ve 22 yıldır iktidarda kalmasını sağlayan koşulları dikkate almayanlar için sanırım yanıt, “Kürtler barışın karşılığında AKP ile ittifak yaparak anayasayı değiştirecek ve AKP otokrasisi ilelebet sürecek…” mealinde olacaktır. Şunu anımsatmak isterim: AKP, ülkeyi otokratik rejime götüren sürecin nedeni değil sonucudur! Dolayısıyla sadece AKP’nin iktidardan gitmesiyle Türkiye, otokrasiden kurtulup demokratik bir ülke haline gelmez.

Türkiye’nin otoriterleşme süreci 12 Eylül darbesiyle başlamıştır. Darbe, işçi hareketi ve toplumsal muhalefetin baskı altına alınarak, 24 Ocak 1980’de ilan edilen neoliberal politikalara uygulama alanı açmak için ulusal ve uluslararası sermayenin teşvikiyle gerçekleşmiştir. Darbenin yarattığı koşullardan beslenen sermaye ve neoliberalizmi dayatan uluslararası kurumların yanı sıra; dini cemaat ve tarikatlar, siyasal İslamcılar, askeri ve sivil bürokrasinin bir kısmı da Kürt sorununun çatışmacı bir zemine taşınması ve savaşın bugüne kadar sürmesine katkıda bulunmuş ve bu süreçten nemalanmıştır.

45 yıldır darbe ve savaş dinamiği ile sarmalanmış olan Türkiye ekonomik, sosyal ve siyasal olarak çürümektedir. Bu sarmalı aşmanın ve çürümeye son vermenin yolu sömürülen, ezilen, varlığı inkar edilen, ötekileştirilen halkların özgürlük ve demokrasi için her alanda yürüteceği mücadelelerin yükselmesidir. “Barışa çağrı” toplumsal mücadelelerin önünü tıkayan savaşın sona ermesine umut olduğu için önemlidir. Demokratik ve özgür bir Türkiye’ye ulaşıp ulaşılamayacağını belirleyecek olan ise 8 Mart’ta, Newroz’da, 1 Mayıs’ta ve sonrasında alanlarda, sokaklarda, işyerlerinde ve her yerde ortaya konacak mücadeleler olacaktır!


28 Şubat 2025 Cuma

Barışa çağrı önemli, ama…

                              1 Mart 2025

Devlet Bahçeli’nin 1 Ekim’de başlattığı süreç, DEM Parti heyetinin İmralı’dan getirdiği “barışa çağrı” mesajıyla yeni bir aşamaya evrildi. Açıklamayı her iki taraftan da yetersiz bulanlar, eleştirenler oldu doğal olarak. Ama kafalardaki asıl soru şuydu: Taraflar, bu sürecin amacına ulaşması ve kalıcı, demokratik bir barışın tesis edilmesi için üzerlerine düşeni, fiilen yerine getirecekler mi?

Kürt tarafının temsilcileri Öcalan’ın çağrısının arkasında duracaklarını ve üzerlerine düşeni yerine getireceklerini, -çağrı kamuoyu ile paylaşılmadan önce- ifade etmişlerdi zaten. Ancak AKP iktidarından henüz bu yönde bir sinyal gelmedi. Aksine İmralı heyetinin görüştüğü muhalefet partileri ve Kürt temsilciler barış umudunu yükseltecek açıklamalar yaparken; kayyumlar, gözaltılar, tutuklamalar yoğunlaşarak sürdü ve iktidar kanadından yapılan tüm açıklamalara, bırakın barış dilini, kibirli bir üslûp hakimdi.

Hal böyle olunca “demokrasinin, hukukun en temel ilkelerine dahi uymayan bir iktidarın barış konusundaki samimiyeti” de daha fazla sorgulanır oldu. Buna bir de 1993 ve 2015’te yaşanan benzer süreçlerde, barış umudunun acıları daha da derinleştiren çatışmalara dönüşmesi anımsandığında, akıllardaki soru işaretleri yerini şüpheye, kaygıya bıraktı.

Abdullah Öcalan tarafından kaleme alınan ve İmralı heyetinin kamuoyuyla paylaştığı metinde PKK’ye silah bırakma ve kendini feshetme çağrısı yapılırken, “hükümetten beklenen adımlar” konusuna yer verilmediği dikkatlerden kaçmadı. Toplantı sonrasında Sırrı Süreyya Önder’in “Öcalan size iletmemizi istedi” diyerek aktardığı Şüphesiz pratikte silahların bırakılması ve PKK’nin kendini feshi, demokratik siyaset ve hukuki boyutun tanınmasını gerektirir” notu, metinde dikkatimizi çeken eksikliğin nedenini de anlamamızı sağladı. Belli ki hükümet, barışın sağlanması için kendisinden beklenenleri ifade eden bu sözlerin metinde yer almasını istememişti. Oysa Önder’in şifahen aktarmak durumunda kaldığı bu sözler, demokratik barışın sağlanması için yerine getirilmesi gereken zaruri bir koşula işaret ettiği gibi, sürece kaygıyla bakanların birçoğunun aklında olan “Demokrasiden, hukuki alt yapıdan yoksun bir süreçten barış çıkar mı?” sorusuna da yanıt oluyordu.

Çağrı metninin paylaşılmasının ardından AKP Genel Başkanvekili Efkan Ala’nın açıklaması, “Çağrının özü silahların bırakılması ve teröörgütünün kendisini feshetmesidir. Biz sonuca bakarız” şeklinde oldu. Ala’nın “örgüt kendini feshedip, silah bıraktıktan sonra demokratikleşme, hukukun işler hale getirilmesi gibi mevzuları değerlendiririz” anlamına gelen ve hükümetin süreci yokuşa sürme niyetini ortaya koyan bu açıklama, barış sürecine ilişkin kaygıları da doğrular nitelikteydi.

Toplumsal barışın sağlanmasına yönelik kaygıların, şüphelerin odağında olan AKP için şu tespitlerde bulunabiliriz: 22 yıl önce iktidar koltuğuna otururken AKP, kimi misyonlar üstlenmiş ve bunların gereğini yerine getirmeyi taahhüt etmişti. Bunlardan biri uluslararası finans kurumları (IMF, DB gibi) ile yerli ve yabancı sermayenin talebi olan neoliberal yapısal uyum programını Türkiye’de yerleştirmekti. Diğeri ise o dönem Büyük Ortadoğu Projesi olarak adlandırılan Ortadoğu’nun -ABD’nin belirlediği çerçeve doğrultusunda- yeniden yapılanmasında etkin rol almasıydı. AKP bu iki misyonu -kimi ufak tefek sapmalar olduysa da- önemli ölçüde yerine getirdi ve bu sayede 22 yıldır iktidarını korumayı başardı.

Ancak AKP’nin uyguladığı neoliberal politikaların yarattığı tahribatın 2010’ların başlarından itibaren geniş halk kesimlerince hissedilmeye başlaması toplumsal tepkileri de beraberinde getirdi. Önce TEKEL direnişi (2010) ardından da Gezi direnişi (2013) hükümeti sarsan eylemler oldu. 7 Haziran 2015 seçimlerinde ise AKP, toplumsal desteğini tek başına iktidarı kuramayacak ölçüde kaybetti.

İktidarı bırakmak istemeyen AKP, 2013 Newroz’unda Öcalan’ın çağrısıyla kurulan çözüm masasını devirmesinin ardından yaratılan şiddet ortamında zora, korkuya dayanarak, 1 Kasım’da yapılan seçimlerde iktidarını yeniden tahkim etti.

Ancak toplumsal meşruiyeti sorgulanır olan AKP’nin demokrasinin ve hukukun gereklerinin asgari ölçüde uygulandığı koşullarda bile iktidarını sürdürmesi olanaksız hale gelmişti. 15 Temmuz darbe girişimi, otoriter bir rejimin inşa edilebilmesi için olanak yarattı. Bu olanağı iyi değerlendiren AKP, OHAL şartlarında gerçekleşen anayasa değişikliği ile Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adı verilen bir otoriter rejimi kurmuş oldu.

Yasama-yürütme-yargının tek elde toplandığı, basın özgürlüğü, akademik özgürlükler ve örgütlenme özgürlüğü başta olmak üzere tüm hak ve özgürlüklerin kullanılamaz hale geldiği bu yeni rejim, AKP’nin iktidarını daim kılmak için gerekiyordu. Ama otoriter rejim aynı zamanda, AKP’nin misyon edindiği neoliberal politikalar uygulanırken toplumu baskı altında tutmak için de gerekliydi. Bu nedenle AKP iktidarı otoriterleşirken uluslararası kuruluşlar ile yerli ve yabancı sermayenin desteğini almaya devam etti.

Toplumsal meşruiyetini otoriterlikle sağlamaya çalışan iktidar, özellikle Kürtlere yönelik düşmanlaştıran bir dil üzerinden milliyetçiliği körükledi. Kürtlere yönelik hasmane tutum Türkiye topraklarıyla da sınırlı kalmadı; Kuzey Suriye’de Kürt bölgeleri, askeri operasyon alanları haline getirildi. Ancak son dönemde özellikle Suriye ve Filistin’de yaşanan gelişmelerin ardından Ortadoğu’nun yeniden yapılanmasına ilişkin değişen dengeler, Türkiye’nin Kürtlerle barışını zorunlu hale getirdi.

Bugün AKP, iktidara gelirken Ortadoğu’da üstlendiği misyonun gereği olarak Kürtlerle barış masasına oturmak zorunda kalırken aynı zamanda diğer misyonu olan neoliberal politikaları uygulayabilmek için otoriterliğini sürdürmek durumundadır. Kaldı ki otoriterlikten vazgeçerek asgari düzeyde de olsa demokrasinin, hukukun geçerli olduğu bir düzende iktidarı koruyamayacağının da farkındadır. İşte bu nedenle bir taraftan barışa yönelik adımlar atmak mecburiyetinde kalırken diğer taraftan demokrasi ve hukuk düzenine geçmeyi reddetmek ya da bu süreci yokuşa sürmek gibi çelişkili bir durumla karşı karşıyadır.

Sözün özü: AKP iktidarı, özellikle uluslararası konjonktürel nedenlerle -kerhen de olsa- bir barış sürecinin kapısını aralamak zorunda kalmıştır. Bu sürecin sonuca ulaşarak halklar arasında kalıcı, demokratik bir barışın tesis edilmesi, sadece AKP’den -ya da bir başka muktedirden- beklenemez. Zira toplumsal barışı, devletler ya da örgütlerden önce halkların -tüm kaygılarını bir tarafa bırakarak- sahiplenmesi gerekir. Bu bağlamda Öcalan’ın 27 Şubat’ta kamuoyu ile paylaşılan çağrısı, barış için atılmış son derece önemli bir adım olmakla beraber, bu adım ancak halklar barışı ve demokrasiyi sahiplendiği ve mücadeleyi sürdürdüğü ölçüde amacına ulaşacaktır!