7 Kasım 2025 Cuma

2026 bütçesinde emekçiler

                                8 Kasım 2025

TBMM Plan ve Bütçe Komisyonunda Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın 2026 yılı bütçesinin görüşmelerine başlandı. Gerek Erdoğan’ın partisinin grup toplantısında yaptığı konuşma gerekse Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in bakanlığının 2026 yılı bütçesine ilişkin sunumu, bütçenin halka getireceği yüke fazlaca değinmeden göz boyama babından ifadeler içeriyordu. Erdoğan’ın konuşması partisinin grubunda büyük alkış alsa da Şimşek’in komisyondaki sunumu muhalefet milletvekilleri tarafından ağır biçimde eleştirildi. Ama beklendiği gibi eleştirilerin bir hükmü olmadı ve Şimşek, uluslararası finans kurumlarının ve sermayenin talepleri doğrultusunda hazırlanan Orta Vadeli Program (OVP)’nin belirlediği çerçevede hazırlanan bütçeyi uygulamakta kararlı olduğunu bir kez daha gösterdi.

Öncelikle şunu belirtmek gerekiyor ki AKP, 23 yıllık iktidarı boyunca -kısa dönemli istisnalar dışında- istikrarlı bir ekonomik program izledi. Neoliberal politikalar doğrultusunda ortaya konulan bu programın temellerini 24 Ocak 1980 kararlarıyla Turgut Özal atmıştı. 2001’de ise Kemal Derviş, “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” ile bu programı güncelledi ve 1980’den 2001’e kadar gerçekleştirilemeyen hukuki alt yapısını hazırladı. AKP’ye de bu programı uygulamak düştü. Bu bağlamda 22 yıldır Meclis’e sunulan diğerleri gibi 2026 bütçe teklifini de AKP’nin 58. Hükümet Acil Eylem Planı adıyla 3 Ocak 2003’te kamuoyuna duyurduğu ekonomi politikalarının devamı olarak görebiliriz.

AKP/saray iktidarının 2026 bütçe teklifiyle halkın sırtındaki yükü nasıl daha da ağırlaştıracağını pek çok yönden değerlendirmek mümkün. Ancak bu hafta hükümetin bütçe teklifiyle emekçi kesimler için yapmayı hedeflediği uygulamalara kısaca değinmekle yetineceğiz.

2026 bütçe teklifinin bütünü gibi emekçilere yönelik hedefleri de önceki yılların devamı niteliğinde. “Güvenceli esneklik” söylemi ile emek piyasasının esnekleştirilmesi, güvencesizliğin yaygınlaştırılması ve eğitim sisteminin işverenlerin ihtiyaçları doğrultusunda düzenlenmesi bu hedeflerden bazıları.

Ancak bu yıl “istihdam” başlığı altında daha önce bütçede ve diğer belgelerde yer almayan son derece ilginç iki hedefin daha eklenmiş olduğunu da belirtelim. Bunlardan biri “Âtıl işgücünün kalıcı bir şekilde azaltılması amacıyla erken yaşlardan itibaren üretim kültürünü aşılayarak çalışma hayatına hazırlayan ve işgücüne katılımı teşvik eden programlar hayata geçirilecektir.” olarak ifade edilirken diğer hedef ise “Çalışmanın fazileti ve üretmenin toplumsal değeri, örgün eğitim sürecinin başlangıcından itibaren müfredata yansıtılacaktır.” cümlesiyle ifade edilmiş.

Bu ifadelerden de anlaşılacağı gibi AKP/saray iktidarı işgücüne katılımı arttırabilmek için “erken yaşlardan itibaren üretim kültürünü aşılamayı” ve “çalışmanın faziletini ve üretmenin toplumsal değerini eğitim müfredatı içinde anlatmayı” hedeflemektedir. Çalışma çağında olup, işgücüne katılmamanın yani çalışmaya istekli olunmamasını nedenini “çalışmanın faziletinin bilinmemesi ve üretim kültürüne sahip olunmaması” ile açıklanması ekonomi yönetiminin toplumsal gerçeklerden ne denli uzak olduğunun en bariz göstergesidir! Zira ortalama ücret haline gelmiş olan asgari ücretin açlık sınırının altında kaldığı; barınma, ulaşım ve gıda enflasyonunda, çalışan yoksulluğunda, çalışma sürelerinin uzunluğunda ve iş cinayetlerinde dünyada ilk sıralarda yer alan yani çalışmanın en tehlikeli, en uzun, en güvensiz olmasının yanı sıra karın bile doyurmadığı bir ülkede çalışmak istememenin nedenini “üretim kültürünün ve çalışma faziletinin olmaması”nda görmek başka nasıl açıklanabilir?

Emekçiler için 2026 bütçe teklifinde yer alan diğer önemli bir konu ise sosyal güvenliktir. Kamusal sosyal güvenlik sisteminin tasfiye edilmesi, AKP iktidarları öncesinden bu yana izlenen neoliberal politikaların hedefindedir. Bu konuda aylık bağlama oranının düşürülmesi, emeklilik yaşının uzatılması, Bireysel Emeklilik Sistemi (BES)’in devlet tarafından teşvik edilmesi ve zorunlu hale getirilmesi gibi birçok düzenleme yapılmıştır. Ancak Mehmet Şimşek’in ekonomi yönetiminin başına geldiği 2023 sonrasında hazırlanan OVP’lerde de yer verildiği gibi Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi (TES) adıyla emeklilik sisteminin tamamen özelleşmesi sürekli olarak gündemde tutulmaktadır. Öte yandan emekli aylıklarının geniş bir emekli kesim için açlık sınırının neredeyse yarısına düşürülerek, halen çalışmakta olanlara “Kamusal emeklilik sisteminde geleceğinizi güvenceye alamazsınız!” mesajı verilmekte ve emeklilik hakkını savunmak yerine kendi rızalarıyla özel sigorta sistemine yönlenmeleri amaçlamaktadır.

AKP’nin “sosyal güvenlik sisteminin yeniden yapılandırılması” adı altında kamusal emeklilik hakkını ortadan kaldırmak konusunda sürekli yinelediği gerekçe, nüfusun giderek yaşlanmasıyla “aktüeryal denge”nin yani sisteme prim ödeyenler ile aylık alanlar arasındaki dengenin bozulmuş olduğudur. Oysa 2026 Bütçe Gerekçesi’nde de yer verildiği gibi 26 milyon 509 bin kişi sisteme prim öderken aylık alanlar 16 milyon 901 bin kişidir ve aktif/pasif oranı 1.54’tür. Sosyal güvenlik sisteminin Türkiye’de olduğu gibi emekçilerin ödediği primlerle finanse edildiği ülkelerde bu oran 2.5’e kadar çıkmaktadır. Kaldı ki bu oran daha dengeli bir hale getirilmek isteniyorsa sorunun emekli sayısının fazla olmasında değil aktif oranının yani istihdam edilen emekçi sayısının düşük olmasında aranması gerekir. İşgücüne ve istihdama katılımın düşük olmasının müsebbipi ise -2026 bütçe teklifinde söz edildiği gibi- halkın “üretim kültürü ve çalışma faziletinin eksik olması” değil, insanca çalışacak ve yaşayacak koşullarda istihdam yaratamayan AKP/saray iktidarının ekonomi politikalarıdır!


31 Ekim 2025 Cuma

Demokrasi, barış ve bütçe mevsimi

                                1 Kasım 2025

Hükümetin, 2026 yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanununu Teklifi’ni TBMM’ye sunmasıyla bütçe mevsimi başlamış oldu. Her yıl Ekim ayının ortalarında bir sonraki yılın devlet gelir ve giderlerini belirleyen bütçe teklifinin Meclis’e sunulmasıyla başlayan bütçe mevsimi, Aralık ayı ortalarına kadar önce komisyonda sonra da genel kurulda görüşülür, onaylanır ve bütçe mevsimi de bitirilmiş olur. Ekim ortalarından Aralık ortalarına kadar yaklaşık iki ay süren bütçe mevsiminde gazeteler bütçeyi ara sıra gündem yapar, bunu konu edinen birkaç da köşe yazısı yayımlanır. Belki bazı sendikalar basın açıklamaları yapar, üç beş muhalefet milletvekili ateşli konuşmalarla Meclis’e hitap eder ve bütçe yasası genel kurulda onaylandıktan sonra mevsim de sona ermiş olur. Bütçe meselesini ısrarla, hatta inatla vurgulayan birkaç iktisatçı ve gazetecinin gündeme getirmeleri dışında bir sonraki Ekim ayı ortalarına kadar mesele kapanır, unutulur gider.

Oysa Meclis’te sessiz sedasız yasalaşan bütçe kanunu siyasi iktidarın, kimden ne kadar vergi alınacağı ve kaynakların nerelere aktarılacağını belirleyen tercihlerinden oluşur. Başka bir ifadeyle siyasi iktidarın toplum kesimleri arasında geliri nasıl bölüştüreceğine yönelik tercihi, bütçe kanunuyla somutlaşır. Türkiye’de yaşayan -yurttaş olsun olmasın- her bir kişinin yediğine, içtiğine, giydiğine ne kadar vergi vereceği, kirasının ne kadar artacağı, sağlık ve eğitim gibi kamu hizmetlerini alıp alamayacağı; dahası ücretlilerin ücreti, emeklilerin aylığı, çiftçilerin ürettiği ürünün bedeli, öğrencinin kredi miktarı, kamuya ne kadar personel alınacağı vs bütçe kanundaki tercihler doğrultusunda belirlenir.

Dolayısıyla gündemde kaldığı yaklaşık iki ay süresinde üzerinde konuşulan, yazılan iktidarın bütçe tercihi ile halkın yılın 365 gününde ne yiyip içeceği, hangi koşullarda barınacağı, kamu hizmetlerine kimlerin ulaşabileceği ya da ulaşamayacağı belirlenmiş olur. Halkın yaşamını doğrudan etkileyen bütçe kanununda somutlaşan siyasi iktidarın tercihlerini belirleyen ise “toplum kesimlerinin iktidar üzerinde ne ölçüde baskı oluşturabildiği”dir. Yani muhalefet partileri, sendikalar, çiftçi ve esnaf örgütleri vb seslerini ne kadar yükseltebiliyor, siyasi iktidar üzerinde ne kadar etkili olabiliyorsa bütçe tercihleri de o kadar adil olacaktır.

Muhalefetin, sendikaların ve toplum kesimlerini temsil eden diğer örgütlerin baskı altında bulunduğu totaliter bir rejimde, bütçenin adaletli bir gelir dağılımı sağlaması da beklenemez. Uluslararası kurumlar tarafından yayımlanan verilere göre Türkiye’nin durumu tam da bunu yansıtmaktadır. Bu bağlamda AB İstatistik Ofisi Eurostat verileri, Türkiye’nin Avrupa ülkeleri içinde gelir dağılımı en bozuk ülke olduğunu gösterirken, OECD verileri ise 38 ülke içinde Kosta Rica ve Meksika’yla birlikte en kötü üç ülke arasında yer aldığını göstermektedir.

Türkiye’nin dünyada ve Avrupa’da gelir dağılımının en adaletsiz olduğu ülkeler içinde yer almasının önde gelen nedeni, AKP/saray iktidarının bütçe gelirlerinin önemli kısmını emekçi, yoksul halk kesimlerinden -tüketimden alınan dolaylı vergiler ve üçte ikisini ücretlilerin ödediği gelir vergisi yoluyla- alırken toplumun ihtiyaçlarını karşılayacak sosyal harcamaların ve kamu hizmetlerine ayrılan payın düşük tutulmasını tercih etmesidir. Bu tercih karşısında işçilerin, emekçilerin, çiftçilerin, küçük üretici ve esnafın iktidara sorması gereken soru şudur: Büyük kısmı yoksul halkın ekmeğinden, suyundan, elektriğinden toplanan vergiler ile yerüstü ve yeraltı kaynaklarının sermayeye peşkeş çekilmesinden (bu başlı başına ele alınması gereken bir konudur) oluşan kaynaklar halkın ihtiyaçları için ayrılmıyorsa nerelere harcanmaktadır?

Bu sorunun yanıtı, -önceki yılların bütçelerinde olduğu gibi- 2026 yılı için hazırlanan bütçe kanun teklifinde de üç madde altında toplanabilir: 1) Sermaye kesimine aktarılan teşvikler, düşük faizli krediler vs. 2) Silahlanma ve güvenlik harcamaları, 3) AKP/saray iktidarının -itibardan tasarruf olmaz diyerek yaptığı- “saltanat” giderleridir.

İktidarın bütçe tercihini belirleyen birinci madde aynı zamanda AKP’nin sınıfsal tercihini de ortaya koymaktadır ve bu tercih, 23 yıllık iktidarı boyunca yerli ve yabancı sermayenin çıkarlarına hizmet etmek üzere sadakatle takip ettiği neoliberal uyum programının gereklerini yerine getirmektedir. İkinci madde iktidarın bekâsı için uluslararası alanda ve ulusal düzeyde kurduğu ittifakların da etkisiyle benimsediği savaş konsepti ile buna bağlı olarak uyguladığı güvenlikçi politikaların sonucudur. Üçüncü madde ise demokrasi ve hukukun işlerliği çerçevesinde toplumsal meşruiyet sağlayamayan tüm otoriter rejimlerde rastlanan, “şatafat (saraylar, uçaklar, yüzlerce araçlık koruma konvoyları vs) ile iktidarın kendisini görünür kılma, mekâna ve gündelik yaşama nüfuz ettirme arayışı” (gigantomani) olarak değerlendirilebilir.

Gelir dağılımında dünyada en kötü ülkeleri arasında olmasına, halkın çok geniş kesimlerinin sağlıklı beslenme ve barınma gibi en temel ihtiyaçlarını bile karşılamaktan yoksun kalmasına neden olan bu tercihlerin değişmesi, uygulanan politikaların değiştirilmesine bağlıdır. Bu da ancak otoriter rejime son verecek demokratikleşme ve barış ortamının sağlanmasıyla olur.

Tarihte otoriter bir rejimin kendi kendine son verdiği görülmemiştir. Bunun için toplumun her kesiminin içinde yer aldığı, demokrasi ve barış talebiyle gerçekleştirilecek bir mücadelenin örgütlenmesi gerekir. Ancak böyle bir mücadelenin sonucunda ulaşılacak demokratik bir rejimde bütçe tercihleri toplumun geniş kesimlerinin ihtiyaçları doğrultusunda oluşabilir ve bütçe mevsimi, hazan mevsimi olmaktan çıkarak bahar mevsimine dönüşebilir!


24 Ekim 2025 Cuma

‘Dayanma gücümüz kalmadı’

                            25 Ekim 2025

AKP medyasının amiral gemisi olarak kabul edilen Yeni Şafak gazetesi, Çarşamba günü “Dayanma Gücümüz Kalmadı” manşetiyle çıktı. Manşetle hedef alınan, ekonomi yönetimiydi. Bu, gazetenin ekonomi yönetimini -özellikle de mevcut ekonomik programın mimarı olan Mehmet Şimşek’i- eleştiren ilk manşeti değil; daha önce de birkaç kez benzer eleştirileri manşetine taşımıştı.

Ekonomi yönetimine yönelik “Dayanma Gücümüz Kalmadı” diyerek seslenmek, gelir ve servet eşitliğinin giderek bozulduğu, asgari ücretin açlık sınırının altında kaldığı, profesyonel meslek sahiplerinin (doktor, mühendis, öğretmen vb) bile ücretlerinin yoksulluk sınırına ulaşamadığı, emekçilerin işsizlik ve güvencesizliğin yanı sıra beslenme ve barınma sorunuyla karşı karşıya olduğu koşullarda halkın geniş kesimlerinin duygularını yansıtıyordu. Ancak bu manşeti atarken Yeni Şafak’ın amacı emekçi, yoksul halk kesimlerinin sorunlarını dillendirmek değil; tam tersine üretim maliyetlerinin -ve elbette ücretlerin- yüksek olmasından şikâyet eden sermaye kesimlerinin sesini duyurmaktı.

Yeni Şafak vasıtasıyla ekonomi yönetimine veryansın edenler, 23 yıllık iktidarı boyunca AKP’nin yanında yer alan ve desteğini esirgemeyenlerin ağırlıkta olduğu daha çok MÜSİAD ve TOBB’da örgütlü olan sermaye kesimiydi. AKP de bu yıllar boyunca onlardan desteğini esirgememiş, teşvikler, vergi istisnaları, esnek ve güvencesiz çalışma rejiminin devamlılığı başta olmak üzere, ne istedilerse vermiş, sonucunun nereye varacağını umursamadan düşük faiz, yüksek kura dayanan para politikası uygulamıştı. Ne var ki uygulanan politikalar enflasyonu azdırdığı gibi sömürünün artmasına ve yoksullaşmaya neden olan düzenlemelere rağmen tekstil gibi emek yoğun sektörlerin küresel rekabette Bangladeş, Vietnam, Mısır gibi ülkelerin gerisinde kalması engellenememişti.

Halihazırda AKP iktidarı sermayenin bu kesimine verdiği desteği kesmiş değil; aksine, eleştirilerin hedefi olan Şimşek’in hazırladığı Orta Vadeli Program (OVP) çerçevesinde teşvikler, istisnalar, emek sömürüsünü arttıran, halkı yoksullaştıran uygulamalar artarak devam ediyor. Bu uygulamaları eleştiren ya da tepki gösterenler ise devletin baskı aygıtlarıyla susturulmaya çalışılıyor. Örneğin ekonominin yarattığı sosyal sorunları eleştiren haberler yapan, paylaşımlarda bulunanlar gözaltına alınıyor, yargılanıyor; insanca yaşayacak ücret talep eden, hakkını aramak için örgütlenmek isteyen emekçiler kolluk güçleri tarafından en sert biçimde engelleniyor, ilan edilen grevler yasaklanıyor…

Sermayenin ekonomi yönetimine eleştirilerilerini ve aynı zamanda taleplerini iki başlıkta toplamak mümkün: Birincisi, devletin kendilerine verdiklerini yetersiz bulmaları. Bu nedenle yatırım ve üretim maliyetlerinin daha da düşürülmesi için teşviklerin, istisnaların arttırılmasını, emek maliyetlerinin yani ücret ve sosyal güvenlik giderlerinin düşürülmesini ve emek piyasasının tamamen esnekleşmesini istiyorlar.

İkinci ve daha baskın olan neden ise yüksek faiz ve düşük kuru esas alan para politikasına yönelik memnuniyetsizlik. Yüksek faizin yatırım için kredi kullanımını engellediği; “kur”un baskılanarak dövizin enflasyonun altında değerlenmesini ise küresel rekabette dezavantaj oluşturduğu için eleştiriyorlar. Bu eleştiriyi yaparken, 2023 seçimleri sonrasında “Mehmet Şimşek’in ekonominin başına geçmesiyle uygulamaya koyduğu politikaların hedeflediği ölçüde enflasyonu düşürememiş olmasını ve ihracatın lokomotifi olarak kabul edilen tekstil sektörünün küresel rekabette gerilemesini” eleştirinin dayanağı olarak kullanıyorlar. Bu bağlamda tekstil sektöründe son birkaç yıl içinde 2 bin dolayında işletmenin kapandığı, bunların bir kısmının yatırımlarını Mısır’a taşıdığı ve 300 bin civarında işçinin işten çıkarıldığı belirtilirken, önümüdeki dönemde kapanmaların süreceği ve 100 bin civarında işçinin daha işini kaybedebileceği öngörüsü somut bir durumun tespit olmanın yanı sıra örtük bir tehdidi de içeriyor.

Yeni Şafak’ın sözcülüğünü yaptığı sermaye bu eleştirileri yaparken Şimşek programının önceliği ise 2018-2023 arasında uygulanan düşük faiz politikasıyla ortaya çıkan istikrarsızlığı gidererek borçlanabilmek ve yatırım çekebilmek için uluslararası finans kuruluşları nezdinde Türkiye’nin güvenilirliğini arttırmak. Dolayısıyla Şimşek programı ile bugüne kadar AKP’nin destekçisi olan sermaye kesiminin çıkarları çelişiyor. İşte Yeni Şafak, ekonomi yönetimini eleştiren manşetleri atarken uluslararası finans kurumları ile söz konusu sermaye kesiminin çelişen çıkarları arasında kalmış olan AKP iktidarı üzerinde baskı kurmayı amaçlıyor.

AKP/saray iktidarı bu çelişkili durum içinden, iktidarını başından bu yana desteklemiş olan sermaye kesiminin çıkarlarını mı yoksa uluslararası finans kuruluşlarının temsil ettiği yerli ve yabancı sermayenin çıkarlarını mı tercih eder, bilinmez. Ancak bu iki çıkar grubundan hangisini tercih ederse etsin kaybedenin, emeğiyle geçinenler ile yoksul halk kesimleri olacağı kesindir.

Bu durumda kaybedeceği kesin olan emekçiler ve halk kesimlerinin, AKP/saray iktidarının tercihinin sermayenin hangi kesiminden yana olacağını beklemek ve sömürüye, yoksullaşmaya razı olmak dışında seçeneği yok mudur?

Elbette vardır. “Dayanma Gücümüz Kalmadı” demek ve kendilerine dayatılan politikalara rızaları olmadığını, üretimi durdurarak, sokakları doldurarak dünya aleme haykırmak gibi bir seçenekleri daha vardır. Bu seçenek yaşama geçirilirse, etkisinin Yeni Şafak’ın manşetinden çok daha büyük olacağına kimsenin şüphesi olmasın!


17 Ekim 2025 Cuma

Çürüyen düzen, eriyen ücretler…

                              18 Ekim 2025

Bir taraftan yargı eliyle muhalefete yönelik operasyonlar diğer taraftan barış umudunun ete kemiğe bürünmesi için somut adımların atılmaması, tutarsız dış politika hamleleri, yolsuzluk haberleri, mafya hesaplaşmaları, basına yönelik baskı ve tehditlerin gazetecileri sokak ortasında döverek öldürülmeye kadar varması, sağlık ve eğitim sisteminde her geçen gün bir yenisi ortaya çıkan rezaletler… Listeyi uzatmak mümkün elbette ama kısaca söylemek gerekirse, Türkiye’nin her alanda siyasi ve idari sistemin kokuşmuşluğundan kaynaklanan bir “sorunlar yumağı" haline geldiği apaçık ortadadır.

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adı altında kurulan otokratik rejimde halkın her alandaki çürümüşlüğe karşı çıkma yolları da kapatılmış durumda. Halkın iradesi ne parlamentoda ne de yerel yönetimlerde tecelli ediyor. Dolayısıyla seçimlerin de bir anlamı bulunmuyor. İktidarın tahakküm alanı dışında kalan muhalif parti, sendika, oda, dernek vb örgütler de toplumsal baskı  işlevlerini büyük ölçüde yitirmiş vaziyette.


Kolektif hak arama yolları kapatılmış olan yurttaşların bireysel olarak hak aramaları da neredeyse olanaksız hale getirilmiş. İktidara, rejime yönelik en basit bir eleştirinin sabaha karşı evinizin basılması, hakkınızda bir iddianame bile olmadan aylarca, yıllarca özgürlüğünüzden mahrum bırakılmanız içten bile değil. 


Hakkını, hukukunu arama yollarının kapatılmış olması, sırtını iktidara dayayarak sefa süren küçük bir azınlık dışında kalan, emeğiyle geçinen, dar gelirli geniş halk kitlelerini ekonomik olarak da çaresiz bırakıyor. Hal böyle olunca eşitsizlikler artarken, emek sömürüsü, açlık ve yoksulluk daha da derinleşiyor.   


Mehmet Şimşek tarafından hazırlanan ve uygulanan Orta Vadeli Program (OVP), geçtiğimiz iki yıl içinde ücretlerin enflasyon karşısında erimesine neden olurken, adaletsiz vergi sistemi ile tamamen piyasaya açılan kamu hizmetlerinin (sağlık, eğitim vb) bedelindeki artışlar, emekçilerin belini büküyor. Otoriter rejimin halkı baskıyla susturması fırsat bilinerek uygulanan politikaların yol açtığı toplumsal sorunların, TÜİK gibi kamu kurumlarının gerçekleri gizlemek konusundaki tüm çabalarına rağmen üzeri örtülemiyor.


Çarşı pazardaki hayat pahalılığının yarısını bile yansıtmayan TÜİK verilerine göre, Eylül ayında bir önceki yılın Eylül ayına göre enflasyon yüzde 33,29 artmış (Bağımsız araştırma kuruluşu ENAG’a göre bu oran yüzde 63,23). Aynı dönemde temel harcama kalemlerindeki fiyat artışları ise şöyle: Gıda yüzde 36,06, konut yüzde 51,36, sağlık yüzde 35,21, eğitim yüzde 66,10.


Anımsanacağı gibi geçtiğimiz Aralık ayında 2025 yılı için asgari ücretin ne kadar olması gerektiği tartışılırken hükümet, OVP’da belirtildiği gibi asgari ücretin Merkez Bankası (MB)’nin 2025 sonu için hedeflediği yüzde 21'lik enflasyon oranını esas alarak belirlenmesini ve ara zam yapılmamasını  savunmuştu. Sendikalardan güçlü bir itiraz gelmeyince hükümetin dediği oldu ve hedeflenen yüzde 21 enflasyon oranının üzerine “sözde” refah payı olarak yüzde 9 eklendi ve 2025 yılı için yüzde 30 artış yapılarak asgari ücret 22 bin 104 TL olarak belirlendi. Memur statüsündeki kamu emekçilerinin ücretleri ve emekli aylıklarında altı aylık iki dönemin toplamında benzer oranda artış yapıldı. Ayrıca kamu işçilerinin toplu iş sözleşmelerinde de yine bu civarda bir ücret artışı dayatıldı.


MB’nin Aralık 2024’te hedeflediği enflasyon oranı (2025’in ilk ayında, yeni asgari ücret işçinin henüz cebine bile girmeden yüzde 21 olan hedefi yüzde 24 olarak revize etmişti.)  yılın ilk dokuz ayında 12 puandan fazla saptı. Enflasyonla mücadele programının başarısızlığı göz önüne alınırsa yıl sonuna kadar bu sapmanın daha da artacağı rahatlıkla söylenebilir. 


Gerçekleri hükümetin işine geldiği biçimde çarpıtmakta mahir olan TÜİK’in verilerine göre bile ücretler 2025 yılının ilk dokuz ayında önemli ölçüde erimiştir. Bunu bir de pazarda, markette, eczanede, kırtasiyede ya da ev kirası öderken karşılaştığımız gerçek hayat pahalılığı üzerinden veya ENAG verileriyle değerlendirdiğimizde ücretlerdeki erimenin vehameti gerçek boyutuyla ortaya çıkacaktır.     


Ağustos ayında kamu işçileri ve memur statüsündeki emekçiler için yapılan toplu iş sözleşmelerinde 2026 yılı için belirlenen ücret artış oranlarına bakılırsa, 2025’teki hedef enflasyona bağlı ücret politikası devam edecektir (2026 ücret artışı kamu işçileri için yüzde 10+6; memur ve memur emeklileri için yüzde 11+7 olarak belirlenmiştir.). Emekçiler bu politikalara karşı güçlü bir direnç gösteremezse, önümüzdeki Aralık ayında yapılacak olan 2026 asgari ücret pazarlığında dayatılacak ücret artışı da bu seviyelerde olacaktır. Dahası metal iş kolu başta olmak üzere özel sektörde yapılacak toplu iş sözleşmelerinde de benzer dayatmalar gözlenecektir.  


Ülkenin dört bir yanını saran çürümüşlüğü, kokuşmuşluğu emekçilerin ve sırtını iktidara dayayanlar dışında kalan tüm halk kesimlerinin, enflasyon vasıtasıyla soyulmasından, her geçen gün daha da yoksullaştırılmasından ayrı düşünemeyiz. Tarihin sayısız tecrübeyle insanlığa gösterdiği odur ki ezilen, sömürülen, karnını doyurmaktan aciz bir halk kitlesi ne barışı ne demokrasiyi ne de hakkı, hukuku savunabilir! Bu nedenle barışı, adaleti, demokrasiyi, insan haklarını ve emeğin hakkını ortak bir mücadele zeminine oturtmak; bu çürümüş düzenden kurtuluşun olmazsa olmaz koşuludur.  


10 Ekim 2025 Cuma

Barış istemenin en ağır bedeli: 10 Ekim Katliamı

                                11 Ekim 2025

Samimiyeti konusunda derin şüpheler/kaygılar olsa da 41 yıllık çatışmanın ardından Kürt sorununun demokratik çözümü konusunda Meclis’te temsil edilen partilerin büyük çoğunluğunun katıldığı bir komisyon çalışmalarını sürdürüyor. Son derece haklı nedenlere dayanan kaygılarla da olsa bu süreçte hasıl olan barış umudunu yok sayan veya sürecin sona ermesini isteyenlerin azımsanmayacak kadar çok olduğu malumdur. Kaygılarına büyük ölçüde katılmakla birlikte onlara şunu anımsatmak gerekir:  Üzerinde bulunduğumuz coğrafyada halklar arasına düşmanlık tohumları öyle güçlü ekilmiştir ki kimi zaman “barış istemek” egemenler için bedeli en ağır biçimde ödetilmesi gereken bir “suç” olarak görülür. Hal böyle olunca “toplumsal barış”, “kardeşlik” gibi değerler, yüzyıllar boyunca çekilen acılara, ödenen bedellere rağmen sözcüklerde kalmanın ötesine geçemez.


Barış istemenin bedeli her zaman ağır olmuştur. Ancak 2013 Newroz’unda Öcalan’ın mesajıyla ilan edilen ve 7 Haziran 2015 seçim yenilgisinin ardından Erdoğan’ın Dolmabahçe Mutabakatı’nı inkâr ederek çözüm masasını devirmesiyle nihayete eren sürecin sonrasında, bu bedel çok daha ağırlaşmış. Bu dönemde önce Kobane’yle dayanışma için 20 Temmuz’da Suruç’a giden gençler arasına giren bir canlı bomba 33 gencin ölümüne ve yüzlercesinin yaralanmasına neden oldu; ardından 22 Temmuz’da Ceylanpınar’da iki polisin evlerinde öldürülmesiyle gerçekleştirilen provakasyon, halklar arasında nefretle beraber çatışma sürecinin ateşini yeniden körükledi. 


Seçim yenilgisine rağmen iktidarı bırakmak istemeyen AKP’nin çözüm masasını devirmesiyle Türkiye’nin yeniden savaş ortamına sürüklenmesini durdurabilmek için KESK, DİSK, TMMOB ve TTB 10 Ekim 2015 tarihinde Ankara Sıhhiye Meydanı'nda “Emek, Barış, Demokrasi” adıyla bir miting düzenleme kararı aldı. Mitingin sloganı "Savaşa İnat, Barış Hemen Şimdi” olacaktı. Ankara Valiliğinden alınan izinle yapılması planlanan miting için toplanma alanı olarak Ankara Gar Meydanı belirlendi. 10 Ekim sabahı ülkenin dört bir yanından Alevi, Sünni, inançlı, inançsız, Kürt, Türk ve diğer halklardan işçiler emekçiler, kadınlar erkekler barış talebini dünya aleme duyurmak için -yanlarına çocuklarını da alarak- tren garında toplanmaya başladı. Türkülerle, halaylarla miting alanına gitmek için bekleyenlerin arasına karışan iki IŞİD’lı, saat 10.04'te üç saniye aralıkla üzerlerindeki bombaları patlattı. Katliama yol açan saldırıda  ikisi çocuk 103 kişi hayatını kaybederken 20'si çocuk 500’e yakın kişi yaralandı. Katliam sonrasında uzun süre ambulans gelmedi. Dahası, yaralıların ve onlara yardım etmek isteyenlerin üzerine TOMA gönderildi, gaz sıkıldı.


Katliama ilişkin mahkeme sürecinde elde edilen belgelerden ve mülkiye müfettişlerinin raporlarından, katliam faillerinin devlet yetkilileri tarafından bilinmesine ve izlenmesine rağmen katliamı önlemek için hiçbir önlem alınmadığı anlaşıldı. Ancak Ankara Valiliği soruşturma izni vermediği için ihmali görülen ve sorumluluğu tespit edilen hiçbir kamu görevlisi yargı önüne çıkmadı. 10 Ekim Katliam Davası avukatlarının katliamın “insanlığa karşı suç” kapsamına değerlendirilmesi gerektiğine ilişkin talepleri de mahkemeler tarafından reddedildi. Avukatların katliamdan bu yana yargı sürecine yönelik değerlendirmesi ise -Agos Gazetesi’nde 6 Ekim 2025 günü yayımlanan “10 Ekim Ankara Katliamı'nın 10. yılı: Barış mitinginin inkârı, katliamın da inkârına dönüştü.” başlıklı söyleşide de belirttikleri gibi- yargı mekanizması kullanılarak devletin bu katliamı unutturmaya çalıştığı yönünde.


Katliamın öncesi ve sonrasında yaşananların yanı sıra katliamın hemen ardından dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun yaptığı “Anket yaptırdık ve oylarımızın arttığını gördük.” açıklaması, AKP iktidarının bu büyük katliama nasıl baktığını gösteriyor. Keza 7 Haziran’dan 1 Kasım 2025 seçimleri arasında gerçekleşen katliamlarla, kitlesel kıyımlarla yaratılan kaos ve korku ortamında AKP, kaybettiği iktidarı geri aldı. Çatışma ve kaosun yarattığı baskı atmosferi 1 Kasım seçimlerinin sonrasında da sürdü; bu atmosferin devamı olarak 15 Temmuz darbe girişimi bahanesiyle ilan edilen OHAL’le birlikte otoriter rejimin kalıcılaşmasında önemli bir eşik aşılmış oldu.


Barış istediği için 10 Ekim’de 103 cana yaşamıyla ödetilen bedel, onbinlerce kişiye “özgürlüğü elinden alınarak ya da işinden, ekmeğinden edilerek” ödetildi, ödetilmeye de devam ediyor. Dahası barış ortamının sağlanamamasının beraberinde getirdiği otoriterleşme ile demokrasiden tamamen uzaklaşılıyor. Böylece barışa kavuşamamanın bedelini tüm toplum ödemiş oluyor.


“Bedeli ağır olanın kıymeti fazla olur.” sözünden yola çıkarsak; Türkiye’de bedeli son derece ağır olan barışın kıymeti de son derece fazladır! Bu nedenle birtakım kaygılarla barış çabalarına burun kıvırmadan ya da “Önce demokrasi mi barış mı olmalı?” ikilemine düşmeden, bulunduğumuz coğrafyada toplumsal barış sağlanmadan demokrasiye de adalete de refaha da ulaşılamayacağının bilinciyle, barışa yönelik en küçük olasılığa bile dört elle sarılmak; barış için inatla mücadele etmekten vazgeçmemek gerekiyor.



26 Eylül 2025 Cuma

CHP’de değişimin dünü ve bugünü…

27 Eylül 2025

CHP’ye yönelik bitmek bilmeyen yargı operasyonları büyük ölçüde AKP/saray iktidarının CHP’nin cumhurbaşkanı adayı olarak Erdoğan’ın karşısına çıkaracağı isimlerin önünü kesmek için partiyi karıştırma çabası ya da parti kadrolarının kendi arasındaki çatışma olarak değerlendiriliyor. Bu iddialar tamamen mesnetsiz değil elbette. Ancak kuruluşundan bu yana -iktidarda olsun ya da olmasın- kendisini Cumhuriyet’in kurucu değerlerinin gerçek sahibi olarak gören bir partinin iktidar tarafından neredeyse “terör örgütü” olarak yaftalanmasının ve yargıyla başının dertten kurtulamamasının daha nesnel nedenleri olduğunu; bunun da CHP’nin kendi iç meselelerinden ziyade sahiplendiği kurucu değerlerin, bugünün dünyasında karşılık bulmamasından kaynaklandığını düşünüyorum.

Anımsanacağı gibi Türkiye Cumhuriyeti, bir burjuva devriminin sonrasında -“Batı” olarak da ifade edilen- kapitalist dünyanın değerlerini benimsediğini deklare ederek kurulmuş ve ilk anayasasını ve yasalarını büyük ölçüde Avrupa ülkelerinden (İsviçre, İtalya, Fransa vb) almıştı. Bu yasalar eşit yurttaşlık, yaşam hakkı, din ve vicdan hürriyeti, düşünce ve ifade özgürlüğü gibi I. nesil haklar olarak da kabul edilen burjuva demokrasisinin temel ilkelerini de içeriyordu. Ancak bu haklar, Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte ulus devletleşme çabasının gölgesinde kaldı ve fiilen uygulamaya konul(a)madı. Bunun yerine Türk ve Müslüman olmayan halkların ötekileştirildiği ve iki dünya savaşı arası dönemin siyasi konjonktürüne de uygun olan otoriter bir rejim benimsendi ve CHP, 1923-1946 arasındaki tek parti döneminde bu otoriter rejimin uygulayıcısı oldu.

Çok partili döneme geçilmesinin ardından 1950’de iktidara gelen DP, ekonomik ve siyasi olarak kapitalist dünyaya entegre olmaya çalışırken, karşı devrimci bir anlayışla -ama burjuva demokrasisini de reddederek- kendi otoriter rejimini kurma çabası içine girdi. Ancak 27 Mayıs 1960 darbesiyle DP’nin devrilmesinin ardından sermaye birikim rejiminin dönemsel koşullarının gereği olarak “laik, sosyal hukuk devleti” anlayışını içeren 1961 Anayasası’nın da belirlediği çerçeve, CHP’de de bir dönüşüme neden oldu. 1965 seçimlerine giderken İsmet İnönü’nün “CHP’nin çizgisi ortanın soludur” ifadesiyle de belirttiği gibi CHP artık sosyal devleti savunan bir söylemi benimsemeye başladı.

Ancak CHP’nin sosyal devleti kabullendiği 60’ların sonları aynı zamanda kapitalizmin büyük bir krize girdiği ve krizden çıkış olarak sosyal devleti yük olarak gören neoliberal politikaları benimsemeye başladığı bir döneme denk geliyordu. Neoliberal dönüşüm sürecinde işçi sınıfının kazanımlarıyla tüm sosyal haklar hedef haline geldi ve devletin sosyal işlevlerini tamamen terk ederek sermayenin çıkarlarına hizmet eden bir yapıya bürünmesi esas alındı. Birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de bu dönüşümün askeri darbeyle gerçekleştirilmesi yoluna gidildi ve 12 Mart darbesi gerçekleştirildi. Darbe, işçi sınıfı mücadelelerini ve sosyalist hareketleri baskı altına almaya çalıştıysa da etkisi uzun sürmedi. 1974 seçimlerinde MSP ile hükümet kuran CHP, “Toprak işleyenin su kullanın!” sloganıyla yerli sermayenin, ABD’nin ve DB, IMF gibi uluslararası kurumların dayatmalarına karşı olan politikalar izledi. Ne var ki bu dayatmalara karşı uzun süre direnç göstermeyen CHP iktidardan düşürüldü, ardından da 12 Eylül darbesiyle diğer tüm siyasi partilerle birlikte kapatıldı.

1992’de yeniden faaliyetlerine başlayan CHP, her ne kadar kimi çevrelerce “sosyal demokrat” olarak tanımlansa da 70’li yıllarda karşı olduğu neoliberal politikaları büyük ölçüde benimsedi; en azından bu politikalara karşı bir alternatif ortaya koyamadı. 90’ların ve sonrasında 2000’lerin CHP’sinin yeni perspektifi, yükselen siyasi İslâm’a karşı laikliği; çatışmalı sürece giren Kürt sorununa karşı ise ırkçı/milliyetçi bir çizgiyi savunmak üzerine şekillendi. CHP, bunları savunurken büyük ölçüde askeri vesayete sırtını dayamış, demokrasi ve hukukun işlerliğini göz ardı edilebilir değerler olarak kabul etmişti.

Ergenekon ve Balyoz davaları ile 15 Temmuz darbe girişimiyle birlikte askeri vesayetin ortadan kalkması ve Kılıçdaroğlu’nun “helalleşme” söylemi, CHP’nin laiklik savununun da esnemesine ve geriye sadece Kürtlere -ve beraberinde Suriye savaşı sonrası sığınmacılara- yönelik ırkçı/milliyetçi yaklaşımın kalmasına neden oldu. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin hukuksuzlukları arttıkça CHP’nin savunduğu değerlere bir de hukuksuzluklar eklendi. Ancak karşı olunan hukuksuzluklar CHP ve çevresindekilere yönelik olanlarla sınırlıydı. Örneğin Kürt siyasetçilerin tutuklanması, HDP’ye açılan kapatma davası, Kürt illerine atanan kayyumlar ya da yasaklanan grevler CHP’nin “hak, hukuk, adalet” savunusunun dışında kalıyordu.

2023 seçim yenilgisinin ardından CHP’de yaşanan değişim ve 19 Mart’ta İBB’ye yapılan operasyon sonrasında parti yönetiminin izlediği tavır, CHP’nin yeni bir dönemece geldiğini göstermektedir. Bunun önceki dönüşüm süreçlerinden farkı, partinin hukuksuzluklarla karşı yüzünü -1974’te Ecevit yönetiminde olduğu gibi- geniş halk kesimlerine dönmüş olmasıdır.

Bugün CHP’ye parti içinden ya da yargı yoluyla AKP/saray iktidarından gelen baskılar sadece bir partinin ya da onun çıkaracağı Cumhurbaşkanı adaylarının elimine edilmek istenmesiyle açıklanamaz. Türkiye bugün tıpkı 1970’lerde olduğu gibi köklü bir dönüşüm sürecinin eşiğindedir. Toplumsal meşruiyetini kaybetmiş ve Beyaz Saray’da meşruiyet arayışında olan iktidarın bu dönüşümden beklentisi, muhalefeti tamamen işlevsiz hale getirmek ve otokrasiyi mutlaklaştırmaktır.

CHP yönetimi, otokratik rejimden yılmış olan halkın verdiği desteği arkasına alarak bir yandan iktidarın partiyi yok etmeye yönelik hamlelerini boşa düşürürken diğer yandan ekonomiden, sosyal çöküşe ve dış politikaya kadar hemen her konuda halkın sesine tercüman olan keskin bir muhalefet dili oluşturmuştur. Ancak halkın desteğini sürekli kılabilmek ve bir iktidar alternatifi olabilmek için muhalefet dilinin yanı sıra tüm sorunlara yönelik halkı ikna edecek çözümlerin de üretilmesi gerekir.

19 Eylül 2025 Cuma

45 yıllık darbe rejimine mahkûm muyuz?

                                 20 Eylül 2025

Geçen hafta bu köşede, 12 Eylül darbesinin ardındaki gerekçelerden birinin Türkiye’yi neoliberal dönüşüm sürecine eklemlemek, diğerinin ise Ortadoğu’yu yeniden dizayn etme projesinde ABD’nin çıkarlarını temsil etmek olduğunu belirtmiştik. Türkiye’de anayasal düzeni ortadan kaldıran ve toplumsal muhalefeti ezen faşist cuntanın sağladığı koşullarda 24 Ocak 1980’de alınan kararlar yaşama geçirilmeye başlandı ve neoliberal eklemlenme sürecinde önemli ilerlemeler kaydedildi. Aradan geçen 45 yılda kaydettiği ilerlemelere rağmen “neoliberal dönüşüm” Türkiye’nin ekonomi politikalarının temelini oluşturmaya devam ediyor.

AKP iktidara geldiği 2002 Kasım seçimlerinin hemen ardından açıkladığı Acil Eylem Planı’yla 2001 krizi ardından Kemal Derviş tarafından hazırlanan ve 24 Ocak Kararları’nın güncellenmiş hali olan Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı’na sadık kalacağını taahhüt etmişti. Aradan geçen 23 yılda -küçük sapmalar olsa da- AKP bu taahhüdünü yerine getirdi. Böylece AKP, Özal’ın başında olduğu Anavatan Partisi’nden sonra “neoliberal politikalara en sıkı sıkıya bağlı siyasi iktidar” olma nâmına sahip oldu.

AKP’nin de gayretiyle 24 Ocak’ta belirlenen “neoliberalizme eklemlenme hedefi” aradan geçen 45 yılda önemli ölçüde gerçekleşti. Bu 45 yılda emekçiler örgütsüzleşti, iş ve sosyal güvencelerini önemli ölçüde kaybetti; başta eğitim, sağlık olmak üzere kamu hizmetleri ticarileşti ve özelleşti; Kamu İktisadi Teşebbüsleri’nin hemen tamamı özelleştirildi ya da kapısına kilit vuruldu. Öte yandan ormanlar, dereler, denizler, tarım alanları, meralar ile tüm yer üstü ve yeraltı kaynakları sermaye için kâr alanına dönüştü.

Bugün, nüfusun önemli bölümünü oluşturan ücretli emekçilerin büyük kısmının geliri olan asgari ücret -bırakın açlık sınırının altında kalmayı- açlık sınırının üçte ikisine kadar geriledi. Hane halkı geliri yoksulluk sınırına yetişebilenlerin oranı yüzde 20’ye bile ulaşmıyor. Halkın önemli bir kesiminin sağlıklı barınma ve beslenme koşullarından yoksun olduğu ülkede, kamu hizmetlerinin piyasalaşmasıyla birlikte nitelikli eğitim ve sağlık hizmetlerine ulaşmak da neredeyse imkansız hale geldi. Doğanın kâr alanı haline dönüşmesiyle yerkürenin en verimli topraklarına sahip olan Trakya, Anadolu ve Mezopotomya kuraklaştı; tarım ve hayvancılık yapılamaz oldu.

Neoliberal politikaların yarattığı tüm toplumsal ve ekolojik tahribata rağmen AKP/saray iktidarı, 24 Ocak Kararları’nı geçtiğimiz hafta (10 Eylül’de) açıkladığı Orta Vadeli Program (OVP) ile sürdürmeye niyetli olduğunu gösteriyor. 2026-2028 yıllarını kapsayan yeni OVP, 45 yıllık tahribattan geriye kalanları da yok etmekte kararlı. Kamusal emeklilik sisteminin tamamen tasfiye edilip, emekliliğin özelleştirilmesi; esnek ve güvencesiz çalışma rejiminin yaygınlaştırılması; reel ücretlerin eritilmeye devam edilmesi; toplumun sırtındaki vergi yükünün daha da ağırlaştırılması; sermayeye kaynak transferinin sürdürülmesi; kalan yeraltı ve yer üstü kaynakların da sermaye için yatırım alanı haline getirilmesi vb…

12 Eylül darbesi sadece uygulanmasına olanak sağladığı ekonomi politikalarıyla toplumsal ve ekolojik tahribat yaratmakla kalmadı; cuntanın yaratttığı baskı ve şiddet ortamında Türkiye, önce İran-Irak savaşında, ardından Irak ve diğer Ortadoğu ülkelerinde mevcut rejimlerin yıkılarak yeniden oluşmasında önemli roller üstlendi. Ortadoğu’da halkların birbirine düşürüldüğü, milyonların yaşamını kaybettiği, on milyonların göç etmek zorunda kaldığı bir savaş ortamı yaratıldı. Mısır’dan, Filistin’e, Lübnan’a, Suriye’ye, Irak’a kadar tüm Ortadoğu coğrafyası, emperyalizmin bölgeyi çıkarları çerçevesinde dizayn etme hülyasıyla tarihin en şiddetli çatışmalarına, katliamlarına sahne oldu. Türkiye halkları da Kürt sorununda yaşanan ve onbinlerce cana mal olan, 41 yıl süren çatışmalarla bu süreçten nasibini aldı.

Öcalan’ın 27 Şubat’ta kamuoyuna duyurulan “barışa çağrı”sı ile somutlanan süreç, AKP/saray iktidarına, emperyalizmin yerine Ortadoğu halklarının çıkarlarını gözeterek -en azından şimdilik- Suriye’de demokratik bir rejim inşasını destekleme olanağı verdi. Ancak AKP/saray iktidarı bu olanağı değerlendirerek Türkiye sınırında demokratik bir oluşuma olanak vermek ve Türkiye’de de toplumsal barışa yol açmak yerine -kendi iktidarının bekâsı için olsa gerek- Suriye’de halkları yok sayan tekçi, cihatçı bir rejimi desteklemeyi tercih ediyor.

Bundan 45 yıl önce Türkiye’yi kanlı bir darbe ile otoriter rejime götürmenin gerekçesi yapılan neoliberal dönüşüme eklemlenme ve Ortadoğu’da emperyalizmin çıkarlarının bir parçası olmaya yönelik politikalar bugün de geçerlidir. O gün olduğu gibi bugün de bu politikaları halkın kendini özgürce ifade edebildiği, demokrasinin, hukukun işler olduğu koşullarda uygulamak olanaksızdır. Kaldı ki 45 yılda yaratılan toplumsal, ekolojik ve insani yıkımın var olduğu koşulları demokratik, hukuk düzeni içinde yönetmek zaten mümkün değildir.

Grevlerin yasaklanması, örgütlenme hakkının engellenmesi; ağacını, deresini koruyanın karşısına devletin zor aygıtlarının çıkarılması; Kürt sorununda çözümün yokuşa sürülmesi; üniversitelere, muhalif belediyelere kayyum atanması ve nihayet ana muhalefet partisinin yargı eliyle etkisiz hale getirilmeye çalışılması, darbe rejiminin sürdüğünün en açık göstergeleridir. Bunları savuşturacak ortak bir mücadele gerçekleşmeden önümüzdeki 45 yıllarda da darbe rejiminden kurtulmak; barışa, demokrasiye kavuşmak mümkün olmayacaktır!


12 Eylül 2025 Cuma

45 yıldır süren darbe: 12 Eylül


13 Eylül 2025
Darbe kelimesinin kökeni “darp etmek” eylemine dayanır. Siyaset literatüründe darbeler, egemen sınıfın ve onun siyasi temsilcilerinin çıkarları ile toplumun genel çıkarlarının mevcut hukuk düzeninde yönetilemeyecek ölçüde çeliştiği durumda toplumsal muhalefeti baskı altına alarak demokratik kazanımları ortadan kaldırmak için otoriter bir rejim tesis etmeyi amaçlar. Darbeler genellikle askerler vasıtasıyla siyasi iktidara karşı yapılmakla birlikte siyasi iktidarlar tarafından sivil bürokratlar (örneğin yargı, istihbarat bürokrasisi vb) vasıtasıyla varolan düzene karşı da yapılabilir. Darbenin kimin tarafından yapıldığı önemli olmakla birlikte daha önemli olan darbenin arkasındaki esas aktörün kim olduğudur. 


12 Eylül 1980 darbesi, kapitalist sistemde, krizden çıkmak için sermaye birikim rejimiyle birlikte tüm toplumsal yapıda köklü bir dönüşümün gerçekleştiği bir dönemde yapıldı. Neoliberal dönüşüm, II. Dünya Savaşı sonrasının iki kutuplu dünyasında emek ve sermaye arasındaki çelişkilerin azaldığı, sosyal/refah devleti politikalarının uygulandığı, üretim süreci başta olmak üzere tüm alanlarda örgütlülüğün ve demokratik katılımın güçlendiği bir sürece son vermeyi amaçlıyordu. Bu dönem aynı zamanda neoliberalizminle birlikte İranda molla devrimine karşı ABDnin Ortadoğuyu kendi çıkarları doğrultusunda yeniden dizayn etme planlarını devreye soktuğu bir sürece de denk gelmekteydi.


Neoliberalizm, ulusal düzeyde üretilenin ulus içinde tüketildiği içe dönük birikim anlayışından dış ticaretin serbestleştiği ve küresel düzeyde rekabetin hakim olduğu bir anlayışa geçilmesini içerir. Küresel rekabet, emek maliyetlerinin ve sosyal harcamaların yük olarak görüldüğü; bu bağlamda güvenceli ve standart çalışmanın yerini esnek ve güvencesiz bir düzenin, sosyal devletin yerini ise piyasanın çıkarlarına hizmet eden bir devletin aldığı ekonomi anlayışına gerekçe oluşturur.


Neoliberal politikaları örgütlülüğün ve demokratik katılımın güçlü olduğu koşullarda uygulamak mümkün değildir. Bu nedenle -başta işçi sınıfı olmak üzere- tüm toplumsal güçlerin baskı altına alınması gerekir. Türkiye’de toplumsal mücadeleler 60’lı ve 70’li yıllarda (12 Mart 1970 darbesine rağmen) yükselmiş, reel ücretler artarken emekçi kesimler siyasi iktidarlar üzerinde etkili hale gelmiştir. Sermaye kesiminin diğer kapitalist ülkelerde uyguladığı toplumsal mücadelelerin önünü kesmeye yönelik girişimlere paralel olarak TÜSİAD da 70’li yılların ikinci yarısından itibaren neoliberal politikaları içeren taleplerle raporlar hazırlamış, özellikle CHP’nin iktidar olduğu dönemlerde gazetelere verdiği ilanlarla iktidarı yıpratmaya çalışmıştır. Öte yandan 70’li yılların sonlarına doğru kontrgerillanın devreye girmesiyle Alevilere, sosyalist gençlere, sendika liderleri ve aydınlara yönelik katliamlar ve suikastlerin birbirini izlediği bir terör ortamı yaratılarak Ecevit hükümeti düşürülmek istenmiştir.


TÜSİAD’ın propagandası, uluslararası finans kurumlarının hükümetten desteğini çekmesi ve yaratılan terör ortamı, ekonomik ve siyasi istikrarsızlığı derinleştirmiş; Ekim 1979’da Ecevit hükümeti düşürülmüştür. Demirel tarafından kurulan yeni hükümet, sermaye kesiminin ve uluslararası finans kurumlarının beklentileri doğrultusunda neoliberal yapısal uyum programını hazırlamak üzere, Başbakanlık Müsteşarlığı’na Turgut Özal’ı getirmiştir. 


Özal, IMF ve OECD’nin belirlediği çerçeve doğrultusunda kısa sürede hazırladığı Ekonomik İstikrar Kararları’nı 24 Ocak 1980 tarihinde kamuoyuna açıklayarak uluslararası sermaye kuruluşları ve ulusal sermayeye neoliberal politikaları uygulanacağı taahhüdünü vermiştir.


24 Ocak’tan sadece 8,5 ay sonra Hükümet, grev ve boykotlarla güçlü bir mücadele ortaya koyan işçi hareketi ve toplumsal muhalefet karşısında bu Kararlar’ı yaşama geçirecek siyasi iradeyi gösteremeyince NATO’nun emir-komutasındaki silahlı kuvvetler, 12 Eylül’de mevcut anayasal düzeni ortadan kaldırarak yönetime el koymuştur. 


12 Eylül darbesi kısaca, Ortadoğu’nun yeniden dizayn edilmesi amacıyla ABD’nin; neoliberal politikaların uygulanması için dışardan IMF ve OECD’nin; içerden ise TÜSİAD’ın dayattığı ama hükümetlerin sağlayamadığı koşulların “silah zoruyla” sağlanması olarak değerlendirilebilir. Bu koşullarda grevler yasaklanmış, toplu iş sözleşmeleri ve tüm sendikal haklar askıya alınmıştır. Ayrıca siyasi partiler, DİSK ve onunla birlikte toplumsal mücadelede yer alan tüm örgütler kapatılmış, çoğunluğu işçi temsilcileri, sosyalistler ve muhalif Kürtler olmak üzere 650 bin kişi gözaltına alınmış, cezaevlerinde 300 kişi işkenceyle öldürülmüş, 48 kişi idam edilmiş ve milyonlarca kişi fişlenmiştir (Türkiye ile Dayanışma Bülteni, 1982).


Rahmi Koç, bu kanlı darbeyi şu sözlerle değerlendirmektedir: “12 Eylül harekatından önce her şeyi demokratik bir sistemde yapmak zorundaydık(!) Bu da karar almak, yasa ya da yönetmelik çıkarmak için aylar geçmesini gerektiriyordu. Askeri yönetimde alınan kararların parlamentodan geçmesi gibi bir zorunluluk olmadığından çok hızlı hareket edilebiliyor. En önemlisi ise tüm bunlar yapılırken politik yaklaşımlar söz konusu olmuyor. Çünkü askeri yönetimin parlamentoda sandalye kaybı ya da seçmen kaybı diye bir kaygısı yok.” (Cumhuriyet, 26 Ocak 1982).


Rahmi Koç’un 12 Eylül darbesine yönelik değerlendirmesi “askeri yönetim” ifadelerini görmezden gelinerek okunduğunda, darbeden 45 yıl sonrasını yani bugünü ifade etmek için de rahatlıkla kullanılabilir. Darbenin esas faili olan ABD’nin Ortadoğu’ya ilişkin emperyalist hedefleri bugün için de geçerlidir. Diğer failler IMF, DB, TÜSİAD vb ulusal ve uluslararası sermaye ve finans kurumlarının 24 Ocak kararlarıyla ete kemiğe bürünen hedefleri ise Şimşek programıyla bugün de varlığını sürdürmektedir.


45 yıl öncesiyle günümüzün belki de en önemli farkı, toplumsal hareketleri bastırmak için NATO ordusuna gerek olmadan, darbe rejiminin sağladığı koşulların ürünü olan siyasi iktidarın kurduğu otokratik rejimde, “sivil” aktörler vasıtasıyla darbenin failleri olan sermayenin ve emperyalist güçlerin emellerine ulaşmasını sağlayacak ortamın sağlanabilmesidir!


Devam edecek…