27 Aralık 2025 Cumartesi

2025 biterken, açlık ücreti ve tribünlerde işlenen nefret suçu

                           27 Aralık 2025

2026 yılında geçerli olacak asgari ücret açıklandı. Beklendiği gibi TÜİK’in -hükümetin isteklerine göre gerçek fiyat artışlarının neredeyse yarısını gizlediği- verileyle Kasım ayı için hesaplanan açlık sınırının bile gerisinde bir miktar “asgari ücret” olarak belirlendi. Türk İş’in hesaplamalarına göre 2025 Kasım’ında açlık sınırı 29 bin 828 TL iken, önümüzdeki yıl 12 ay boyunca geçerli olacak yeni asgari ücret 28 bin 75 TL oldu. Muhtemelen TÜİK, hükümetten aldığı direktifle Aralık’ta enflasyonu sıfıra yakın ve belki de negatif olarak belirleyecek; böylece, yıl biterken açlık sınırıyla yeni asgari ücret arasındaki makasın fazla açılmadığı algısı yaratılacak. Ancak yıl sonu enflasyon hedeflerini fazla aşmamak için ertelenen elektrik, doğalgaz vs zamları ile yeni yılda artacak olan vergiler ve Ocak ayından itibaren iğneden ipliğe gelecek yüksek zamlarla birlikte yeni asgari ücret, işçilerin cebine girmeden açık sınırının çok daha gerisine düşecek; emekçiler açlığı, yoksulluğu çok daha derinden hissedecek!

Yeni asgari ücretle birlikte daha da yoksullaşacak ve beslenme, barınma, sağlık gibi en temel ihtiyaçlardan mahrum kalacak olan, sadece asgari ücretliler olmayacak. Zira 2025’te olduğu gibi 2026’da da asgari ücretle çalışanların dışındakilerin ücretleri de emekçileri açlığa, sefalete sürükleyen ekonomik programa bağlı olarak belirlenecek. Anımsanacağı gibi 2025’te de kamuda ve özel sektörde yapılan toplu sözleşmelerde ücret artışları asgari ücrete yapılan yüzde 30’luk artışın gerisinde kalmıştı. 2026 için de vaziyetin farklı olmayacağını ve ücretlerin genel seviyesindeki artışın, asgari ücrete yapılan yüzde 27,5’lik artışın gerisinde kalacağını şimdiden öngörmek mümkün. Bu durumda -gidişatı değiştirecek bir gelişme olmadığı takdirde- hükümetin ücret politikasının sonucunda 2026 daha da yoksullaşacak kesim, 16 milyon civarındaki ücretli çalışanın yanı sıra onların ailelerini ve emeklileri de hesaba katarsak, ülke nüfusunun neredeyse yarıya yakınını bulacak.

Bir ekonomide ücretler başta olmak üzere emekçilerin koşullarını belirleyen en önemli etken kuşkusuz, sınıf mücadelesidir. Emekçiler ne kadar örgütlüyse ve örgütlü gücünü ne kadar etkili kullanabilirse ücretler de o ölçüde yükselir. Ancak şunu da göz ardı etmemek gerekir: Bir ülkenin kendi halkları arasındaki ve diğer ülke halklarıyla düşmanlığının ve savaş halinin olması, sınıf mücadelesinin önündeki en önemli engeldir!

Bu bağlamda Türkiye’de bugün emekçilerin işsizlik, açlık ve yoksulluk sarmalına sıkışıp kalmasının temel nedeni örgütsüzlük, doğru mücadele yol ve yöntemlerinin kullanılamaması olmakla birlikte toplumsal barışın sağlanamamış olmasının da önemli bir rolü vardır. Zira halklar arasında ayrımcılığın, düşmanlaşmanın olduğu koşullarda yükselen milliyetçilik sınıf çelişkilerinin üzerini örter. Böylece açlığa, yoksulluğa, sefalete sürüklenen emekçi kesimler haklarını aramak yerine, ırkçı hezeyanlarla yönlendirilen bir güruha dönüştürülebilir.

Bunun en güncel örneği, tribünlerden Leyla Zana’ya yönelik ırkçı ve cinsiyetçi sloganların atılmasıdır. Kürt siyasetçilere ve Kürt illerinin takımlarına yönelik önceki saldırılar gibi Zana’ya sözlü saldırıda bulunanların büyük çoğunluğunun da açlık ve sefalete sürüklenen kesimden olduğuna kuşku yoktur. Bu güruh, kendilerine sefaleti reva gören politikalara ve politikacılara tepki göstermek yerine, -Kürt sorununun çözümü ve toplumsal barışın masada olduğu kritik bir dönemde- halklar arasında düşmanlığı derinleştirecek bir “nefret suçu” işlemeye yönlendirilmişlerdir. Bu olayın ardında kimlerin olduğunu anlamak için ise bu “nefret suçu”na destek açıklamaları yapanlara ve suçun işlenmesine karşı sessiz kalanlara bakmak yeterlidir!

Türkiye’de emekçi sınıfları temsil ettiğini iddia eden örgütlerin önemli kısmı maalesef sınıf mücadelesiyle toplumsal barış arasındaki doğrudan ilişkiyi yeterince algılayamamaktadır. Bu nedenle de Kürt sorununun çözümünden ve barıştan yana tavır almak yerine sessiz kalmayı tercih etmekte ve hatta pek çok zaman halklar arasında ayrımcılık yaratan politikalara destek olmaktadır.

2025, emek sömürüsüyle birlikte doğa talanının da arttığı, hukukun ve demokrasinin tedavülden tamamen kalktığı; toplumsal barış umudunun ise ertelendiği bir yıl olmuştur. 2026’nın nasıl bir yıl olacağını elbette toplumsal mücadeleler belirleyecektir. Benim 2026 yılı için dileğim emek, doğa ve demokrasi mücadelesi yürütenlerin mücadelelerini yükseltmek için daha fazla çaba harcamanın yanı sıra toplumsal barışı sağlamadan bu mücadelelerin amacına ulaşamayacağının da bilincine varmalarıdır!


19 Aralık 2025 Cuma

Çocuk emeğini sömürü merkezi: MESEM

                            20 Aralık 2025

Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı Mesleki Eğitim Merkezi (MESEM) öğrencilerinin stajyer olarak çalışırken iş cinayetlerinde yaşamlarını yitirdiklerine dair haberler ardı ardına geldikçe MESEM’ler ve çocuk işçiliği meselesi de gündemin ilk sıralarına geldi. 


Çocuk, sanayi kapitalizminin ortaya çıktığı 18. yüzyıl ortalarından itibaren, patronlar tarafından işçi olarak tercih edilegelmiştir. Zira çocuklar, hem itaatkardır hem de haklarını aramak konusunda diğer işçilere göre daha güçsüzdür. Dolayısıyla çocuk emeği çalışırken sorun çıkarmadığı için ucuzdur da. Çocuk işçiliğinin sınırlandırılması, 19. yüzyıl boyunca süren işçi sınıfı mücadelelerinin temel taleplerin başında gelmiştir. Bu mücadeleler sayesinde çocuk çalışmasının sınırlandırılması konusunda pek çok yasal düzenleme yapılmış; ancak çocuk işçiliği tamamen ortadan kaldırılamamıştır. 20. yüzyılda kapitalist üretim sistemine hakim olan Fordist üretim biçimi ve Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) başta olmak üzere uluslararası kurumların oluşturduğu normlar sayesinde çocuk işçiliği -özellikle merkez kapitalist ülkelerde- önemli ölçüde sınırlanmıştır. 


Ancak 1970’lerden itibaren kapitalizme hâkim olan neoliberalizm ve bu çerçevede uygulanan küreselleşme politikaları doğrultusunda, üretimin kaydığı çevre ülkelerde çalışma rejimini düzenleyen tüm kurallar geçersiz kılınırken çocuk işçiliğine yönelik sınırlamalar da ortadan kalkmıştır. Böylece özellikle kapitalizmle yeni tanışan Afrika, Asya ve Latin Amerika’nın birçok ülkesinde 18. yüzyılın “vahşi” çalışma koşullarına dönülürken çocuklar da yeniden en kötü koşullarda çalıştırılmaya başlamıştır. 


Türkiye de 24 Ocak 1980 kararlarıyla neoliberalizme eklemlenen ve emek yoğun üretimle küresel rekabette kendine yer arayan bir yarı çevre ülke olarak, büyük ölçüde üretimi kayıt dışı alana kaydırarak çalışma rejimini de kuralsızlaştırmıştır. Bu süreçte kente göçün hızlanması, reel ücretlerin düşmesi, eğitim ve sağlık başta olmak üzere kamu hizmetlerinin piyasalaşması gibi etkenlerle kent yoksulluğu devasa boyutlara yükselmiş; böylece çocuklar da çalışmak zorunda bırakılmış ve kuralsız hale gelen çalışma rejiminde çocuk işçiliği artmıştır.


1990’lı yıllarda Dünya Bankası, IMF, AB gibi uluslararası kapitalist kurumlar, neoliberal politikalar bağlamında üretim sürecindeki kuralsızlıkların yasallaştırılması -yani kural haline getirilmesi- konusunda Türkiye’ye baskı yapmıştır. Kuralsızlıkların yasalarla kural haline getirilmesi istenen konular içinde “çocuk işçiliği” de vardır. Ancak bu süreçte eğitim sisteminin AB’ye entegrasyonu için 5 yıl olan zorunlu eğitimin önce 8 yıla ardından da 12 yıla çıkarılması beklenmektedir. 8 yıllık eğitime 1997de geçilmiş ve çocuk işçiliği de önemli ölçüde azalmıştır. 


2001 krizi sonrasında Kemal Derviş tarafından hazırlanan ve AKP iktidarı döneminde uygulanan neoliberal yapısal uyum programında uluslararası kurumların yanı sıra TÜSİAD, TOBB, TİSK gibi işveren örgütlerinin de talepleri doğrultusunda hazırlanan Kalkınma Planları, Ulusal İstihdam Stratejisi ve Sanayi Strateji Belgesi başta olmak üzere birçok dökümanda eğitim-istihdam” ilişkisini sağlamaya yönelik hedefler ortaya konmuştur. Küresel rekabet gücünü temel hedef olarak belirleyen 9. Kalkınma Planı (2007-2013) istihdamı arttırmaya yönelik politikalar bağlamında Eğitimin İşgücü Talebine Duyarlı Hale Getirilmesi” başlığına ilk kez yer vermiş; bu doğrultuda da 2012 yılında yasalaşan ve zorunlu eğitimi 12 yıla çıkaran “4+4+4 eğitim sistemi” hazırlanmıştır.


4+4+4 eğitim sisteminin yasalaştığı dönemde -Eğitim Sen dışında- hemen hiçbir sendika ve muhalefet partisi, bu yeni sistemi “çocuk emeği sömürüsünün eğitim sistemi üzerinden meşrulaştırılması” bağlamında ele almamış dolayısıyla buna karşı bir mücadele çabası içinde olmamıştır. Ancak aradan geçen 13 yılda görülmüştür ki tarihsel süreçte çocuk işçiliğinin nedenini oluşturan tüm etkenler (gelir eşitsizliğinin ve yoksulluğun artması, eğitim maliyetinin yükselmesi; patronların çocukları ucuz emek olarak sömürme isteği vb) bugün Milli Eğitim Bakanlığı’nın aracılık ettiği bir düzen üzerinden meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır. 


Çocuk işçiliğini meşrulaştıran eğitim sisteminde zorunlu eğitimin 2. ve 3. dört yılındaki meslek okulları (orta okul ve lise düzeyinde) ile 2016’dan bu yana faaliyette bulunan MESEM’ler, “zorunlu çıraklık mektepleri” olarak sermayeye; yoksul aile çocuklarını ucuz, güvencesiz işçi olarak tedarik eden kuruluş işlevi görmektedir. Bu kuruluşlarda geçtiğimiz iki öğretim yılında 16 çocuk iş cinayetlerinde yaşamını yitirmiştir. Bu sürede meslek hastalığına maruz kalan ya da sakatlanan çocukların sayısı ise bilinmemektedir.


Bundan yaklaşık 200 yıl önce işçi sınıfının öncelikli mücadele alanlarından biri olan çocuk işçiliğinin  bugün sendikaların pek çoğunun gündeminde bile olmamasının taktirini sizlere bırakıyorum.

  


12 Aralık 2025 Cuma

Asgari ücretin açlık sınırı altında kalması insan hakları ihlalidir!


 13 Aralık 2025
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK)'in Genel Kurulu'nda yaptığı konuşmada, Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nda işveren tarafını temsil eden TİSK temsilcilerinden “…ellerini taşın altına koymalarını beklediğini" söylemiş. Oysa çok iyi bildiği gibi Komisyon’da asgari ücret, hükümetin -yine işverenlerin taleplerine göre- hazırlamış olduğu Orta Vadeli Program (OVP)’a sadık kalınarak belirleniyor. Anlaşılan o ki OVP’ye sadık kalındığı taktirde asgari ücretin açlık sınırının hayli altında kalacak olmasına karşı toplumda oluşan tepkiler Erdoğan’ı rahatsız etmiş ve ücretlerin bir miktar daha yükseltilmesi -ya da böyle bir algı oluşması- için müdahale gereği duymuş.


Erdoğan’ın TİSK’e çağrısının belirlenecek asgari ücrete etkisinin ne kadar olacağını bilemeyiz ama asgari ücretin Türk İş’in Kasım ayı verilerine göre hazırladığı açlık sınırı olan 29 bin 828 TL’ye ulaşmayacağını söyleyebiliriz. Kaldı ki 2026 yılı için asgari ücret bu rakamı aşsa -ya da TÜİK “rakamlara takla attırma” becerisini daha da geliştirip Aralık ayında enflasyonu negatif gösterse- bile Ocak ayında iğneden ipliğe tüm ürünler üzerinden alınacak vergilerden elektriğe, doğalgaza kadar her şeye yapılacak zamlarla önümüzdeki yıl da bu yıl olduğu gibi, asgari ücret ile açlık sınırı arasındaki makasın her geçen ay daha da artacağı aşikârdır. 


Bir ülkede asgari ücret, emekçilerin yarıdan fazlasının yaşamını sürdüreceği gelir haline gelmişse ve o gelir karın doyurmaya bile yetmiyorsa bu durum sadece emek sömürüsü olarak değil aynı zamanda bir ”insan hakları ihlali” olarak da değerlendirilmelidir. 


Temel insan haklarını (Yaşam hakkı, eşit yurttaşlık hakkı, düşünce ve ifade özgürlüğü, adil yargılanma hakkı, din ve vicdan özgürlüğü, mülkiyet hakkı, örgütlenme hakkı, toplu sözleşme ve grev hakkı, çalışma ve sosyal güvenlik hakkı vb.) içeren İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, tam 77 yıl önce Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu tarafından kabul etmişti. İnsanlık tarihi boyunca süren mücadelelerin kazanımlarından süzülerek gelen hakları evrensel hukuk normu haline getiren Bildirge, 10 Aralık 1948 günü yapılan oylamada Türkiye tarafından da kabul edilmiş ve Bildiri’nin Türkçe çevirisi 27 Mayıs 1949 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanmıştı. 


İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, hukuksal niteliği bakımından bağlayıcı olmamakla birlikte insan haklarının tanınması ve korunması açısından son derece önemli bir işleve sahip üstlendi. Birçok uluslarası sözleşmeye (Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi vb) temel oluşturduğu gibi başta Anayasa olmak üzere Türkiye’nin iç hukukunda da referans kaynağı oldu. Ancak yazılı hukukta yer verilmiş olmasına karşın Bildirge’nin pek çok ilkesi siyasi iktidarlar tarafından görmezden gelindi. Özellikle askeri darbe, OHAL dönemleri ve yanı sıra Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’yle oluşan otokratik rejimde, insan hakları ihlalleri olağan hale geldi. 


İnsan hakları ihlali olarak ele alınmamakla birlikte, çalışma yaşamına ilişkin pek çok uygulama ile (ücretler, çalışma süreleri, esnek ve güvencesiz çalışma, örgütlenme, toplu sözleşme ve grev, işçi sağlığı ve iş güvenliği vb), yaşam hakkı başta olmak üzere temel hak niteliğindeki birçok hak, devlet ve işverenlerce çiğnenmektedir. Çalışma yaşamındaki insan hakları ihlalleri kaçınılmaz olarak sosyal haklara (beslenme, barınma, sağlık, eğitim vb) ilişkin ihlalleri de beraberinde getirmektedir. 

 

Örneğin milyonlarca emekçinin geçimini sağladığı asgari ücretin açlık sınırının altında olması, Bildiri’de yer alan “Çalışan herkesin kendisine ve ailesine insanlık onuruna yaraşır bir yaşam sağlayan ve gerektiğinde her türlü sosyal koruma yollarıyla da desteklenen adil ve elverişli bir ücrete hakkı vardır.” ilkesinin (m.23) doğrudan doğruya ihlalidir. Bu ilkenin ihlal edilmesi aynı zamanda, “Herkesin, gerek kendisi gerek ailesi için yiyecek, giyim, konut, tıbbi bakım ve gerekli sosyal hizmetler de dahil olmak üzere, sağlık ve refahını sağlayacak uygun bir yaşam düzeyine ve işsizlik, hastalık, sakatlık, dulluk, yaşlılık veya geçim olanaklarından kendi iradesi dışında yoksun bırakacak başka durumlarda güvenliğe hakkı vardır.” ilkesinin (m.25) de ihlalidir. 


İnsan hak ve özgürlüklerinin ihlali, sadece emekçilerin karınlarını doyurmaya bile yetmeyen bir ücret karşılığında çalışmak zorunda bırakılmalarıyla sınırlı değildir. Çalışanları açlık ücretine rıza göstermek zorunda kalması, özellikle örgütlü mücadele olanaklarını engellemek için sendikal örgütlenme (m.23), toplantı ve barışçıl gösteri (m.20) gibi kolektif hakların çiğnenmesinin sonucudur. Dolayısıyla insanlık onuruna yaraşır bir yaşamı sağlayacak ücret için asgari ücretin açlık sınırının ne kadar altında ya da üstüde olacağını tartışarak (ya da patronların elini taşın altına sokmasından medet umarak) zaman kaybetmek yerine, örgütlü mücadelenin önünde engel oluşturan ihlalleri aşacak mücadele yol ve yöntemlerini geliştirmek gerekir.  



5 Aralık 2025 Cuma

Asgari ücret, gıda fiyatları ve açlık sorunu

                                   6 Aralık 2025

Asgari ücretin 2026’da ne kadar olacağı önümüzdeki günlerde belirlenecek. Birkaç haftadır bu köşede konu edindiğimiz gibi 2025’te yılın ilk ayında açlık sınırının altında kalan ve her geçen ay sınırın daha da gerisine düşen asgari ücretin, 2026’ya henüz girmeden açlık sınırının altında bir rakam olacağı neredeyse kesin gibi. Açlık sınırı olarak ifade edilen rakam, Türk-İş ve diğer bazı bazı sendikalar tarafından genellikle TÜİK’in enflasyon verilerine göre “bir ailenin sadece gıda harcaması” esas alınarak belirleniyor. Yani bu rakamın içinde kira, sağlık, eğitim, ısınma, iletişim, ulaşım gibi harcamalar bulunmuyor. Dolayısıyla açlık sınırın altında kalan bir ücretin beslenmek için bile yeterli olmadığının, başka bir ifade ile gerçek anlamda “açlık” anlamına geldiğinin altını bir kez daha çizmek gerekiyor. 


DİSK-AR’a göre Türkiye’de toplam ücretlilerin yaklaşık yüzde 62.5’ini oluşturan 11,2 milyon çalışan, asgari ücret ve asgari ücretin yüzde 20 fazlası bir ücretle yaşamını sürdürmeye çalışmakta. Kasım ayı için Türk İş’in açıkladığı açlık sınırı 29 bin 828 TL. Bu da 22 bin 104 TL olan mevcut asgari ücretin yaklaşık açlık sınırının yüzde 35 gerisinde kaldığını yani açık sınırının altında ücret alan emekçilerin sayısının 11,2 milyondan çok daha fazla olduğunu gösteriyor. 


AKP/saray iktidarının uyguladığı ekonomik program çerçevesinde 2026’da geçerli olacak asgari ücrete yapılacak artışın en iyimser olasılıkla yüzde 25 olacağını varsaysak bile açlık sınırının altında ücret alanların sayısı fazla değişmeyecektir. Belirlenecek miktarın yıl boyunca geçerli olacağını ve -TÜİK’in tüm hesap sahtekarlığına rağmen- enflasyonda kayda değer bir düşüş olmayacağını da göz önünde bulundurduğumuzda, önümüzdeki yıl içinde ücretlilerin çok daha geniş bir kesiminin -ve ailelerinin- açlıkla karşı karşıya kalacağını rahatlıkla söyleyebiliriz.     


AKP/ saray iktidarının uyguladığı ekonomik programın açlıkla karşı karşıya bıraktıkları yalnızca ücretliler ve emekliler değil. Küçük üretici, esnaf ve çiftçiler de -barınma, eğitim, sağlık gibi temel gereksinimleri bir tarafa- yeterli ve sağlıklı beslenmelerini sağlayacak gelirden bile yoksun ve sosyal yardıma muhtaç durumda. Bu da açlık sorununun sadece ücret politikalarından kaynaklanmadığını gösteriyor. 


Toplumun çok geniş kesimini açlığa, sefalete sürükleyen ekonomi politikalarının emek sömürüsü dışındaki önemli nedenlerinden biri de Türkiye’yi dünyada gıda enflasyonunun en yüksek olduğu ülke haline getiren tarım ve hayvancılık politikalarıdır.


AKP’nin iktidarda bulunduğu 23 yıl boyunca uyguladığı neoliberal ekonomi politikaları, diğer pek çok alan gibi tarım ve hayvancılığı da sermaye için en fazla kâr getirecek biçimde yeniden yapılandırmayı hedeflemiştir. Bu politikalara göre ne çiftçinin durumu ne onun ürettiği ürünle beslenen halkın ihtiyaçlarının hiçbir önemi yoktur. AKP iktidarı da bu politikalar çerçevesinde tarım ve hayvancılığı desteklemek bir yana, bitirmek için elinden geleni yapmıştır. Böylece bir taraftan kırdan göç hızlandırılarak kentlerde ucuz işgücü arzı yükseltilmiş; diğer taraftan çoğunluğu AKP yandaşları eliyle gerçekleştirilen gıda ithalatındaki artış sayesinde, ithalatla uğraşan iktidara yakın kesimin zenginleşmesi sağlanmıştır.


Üretimi düştüğü için ithalatı sürekli artan gıda ürünlerinin başında kırmızı et gelmektedir. Uygulanan politikalar sonucunda artan maliyetler nedeniyle besicilik sürdürülemez hale gelmiş, hayvan sayıları azalmış ve kırmızı et üretimi düşmüştür. TÜİK verilerine göre 2024 yılında kırmızı et üretimi yüzde 11.4 azalmıştır. ABD Tarım Bakanlığı (USDA) ‘nın geçtiğimiz ay açıkladığı “Türkiye’de Hayvancılık ve Ürünleri Raporu”nda yer aldığı üzere, 2026 yılında da et üretiminin büyük kısmını oluşturan sığır varlığı, yüzde 4 azalacaktır. Canlı hayvan sayısının ve et üretiminin azalması 2010 yılından bu yana et ithalatının sürekli olarak artmasına neden olmaktadır. Söz konusu raporda Türkiye’nin 2024 yılında 788 milyon dolar değerinde 514 bin 869 baş sığır ithal ettiği belirtilirken 2026’da 450 bin baş sığır, 70 bin ton et ithal etmesi öngörülmektedir.


Türkiye’de canlı hayvan ve et ithalatı bir kamu kuruluşu olan Et ve Süt Kurumu (ESK) tarafından yapılmaktadır. Bahadır Özgür’ün halktv.com.tr haber sitesindeki yazılarıyla gündeme getirdiği üzere ESK Genel Müdürü Mücahid Taylan, aynı zamanda ESK’nin milyonlarca euro’luk ithalat yaptığı  Macaristan menşeli bir şirketin kurucusudur. ESK’nın ithalat yaptığı Polonya’da kurulu bir başka şirketin ortaklarından biri ise Kırmızı Et Üreticileri Merkez Birliği Başkanı olan Bülent Tunç’un oğlu AKP Gençlik Kolları MKYK üyesi Halil Efe Tunç’tur. Temel gıda ürünlerinin başında gelen kırmızı et üzerinde oynanan oyunlar bununlarla sınırlı değildir. Türkiye’nin dünyada etin en pahalı olduğu ülke olmasının nedenlerini merak edenlerin, Bahadır Özgür’ün bu konudaki yazılarını, açıkladığı belgeleri ve yorumlarını takip etmesini öneririm.


Türkiye’yi gıda enflasyonunda dünya birincisi yapan sadece kırmızı et üzerinde oynanan oyunlar değildir elbette. Tarım ve hayvancılık politikalarının neden olduğu benzer sonuçları beyaz et ve tarım ürünlerinde de görmek mümkündür. Birkaç örnek vermek gerekirse: TÜİK verilerine göre, tavuk yumurtası üretimi Eylül ayında bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 5,3, süt üretimi 1,7 azalmıştır. Yine TÜİK’in “Bitkisel Üretim 2. Tahmin, 2025” verilerine göre geçtiğimiz yıla göre buğdayda yüzde 13,9, yulafta yüzde 22,3, patateste yüzde 13, ayçiçeğinde yüzde 17,6, elmada  yüzde 48,3, kirazda yüzde 70,6, üzümde yüzde 24,5, limonda yüzde 34,8, fındıkta yüzde 38,5, cevizde yüzde 38,1, Antep fıstığında yüzde 61,1, zeytinde ise yüzde 34,7 üretim azalışı öngörülmektedir. 


Üretimi azalan her ürünün fiyatının artması kaçınılmazdır. Talebi karşılamak için yapılan ithalat ise bir taraftan gıda fiyatlarını küresel ekonomideki istikrarsızlıkların yarattığı dalgalanmalara açık hale getirirken diğer taraftan gıda ürünlerini iktidar yandaşlarının -yollu, yolsuz- zenginlemesinin ve sermaye birikimi elde etmesinin alanı haline getirmektedir. Tüm bu veriler 2026’da gıda fiyatlarının daha da artacağını, açlık sorununun daha da derinleşeceğini göstermektedir.


Yakın bir geçmişe kadar kendini besleyebilen sayılı ülkeler arasında yer almakla övünen Türkiye, bugün gıda ürünlerinde dışa bağımlı ve nüfusunun önemli bölümü açlıkla karşı karşıya olan bir ülke haline gelmiştir. Açlık sorununu aşmak için emeğin üretimden aldığı payın ifadesi olarak ücretlerin yükseltilmesi son derece önemlidir elbette. Ancak iktidarın var olan tarım ve hayvancılık potansiyelini heba ederek, gıda krizine neden olan politikalarının da toplumsal mücadelelerin alanı olması gerekir.    


21 Kasım 2025 Cuma

Vatandaşlık ücreti sosyal yıkımı önler mi?

                                  22 Kasım 2025

AKP/saray iktidarına yakın basında yer alan haberlere göre, bir süredir üzerinde konuşulan “vatandaşlık ücreti” hükümetin gündemine geliyormuş. Buna göre -Gelir Tamamlayıcı Aile Destek Sistemi çerçevesinde- Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ile Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı tarafından yürütülecek uygulama, geliri asgari ücret seviyesinin altında olan hanelere verilecek gelir desteğiyle en az asgari ücret seviyesinde bir gelire sahip olmalarını amaçlıyormuş. Hanedeki bireylerden hiçbirinin çalışmadığı veya bir haneye giren gelirin asgari ücretten az olması durumunda, hanede en az bir kişi iş gücüne katılana kadar “vatandaşlık ücreti” verilmeye devam edilecekmiş. Bu uygulama sürerken diğer yandan da bu hanelerde çalışabilecek durumda olanların iş bulmasına yönelik destek sağlanacakmış. 2026 yılında önce pilot olarak seçilen illerde başlatılacak uygulamanın Türkiye genelinde yaygınlaştırılması hedefleniyormuş.

“Vatandaşlık ücreti”nin 2026 bütçesinin TBMM’de görüşüldüğü ve asgari ücret görüşmelerinin de hemen arifesinde olunduğu bir dönemde gündeme getirilmesi oldukça manidardır! Zira AKP iktidarının uygulamakta olduğu ekonomik programı belgeleyen Orta Vadeli Program (OVP)’ın yansıması olan bütçede yer alan hedefler ve öngörüler çerçevesinde bakıldığında, başta emekçiler olmak üzere, sermaye dışında kalan tüm toplum kesimleri için 2026 yılında -yoksullaşma bir yana- gıda ve barınma gibi en temel ihtiyaçlardan yoksunluk, sosyal yıkımı çok daha derinleştirecektir.

Getirileceği söylenen “vatandaşlık ücreti” uygulaması da zaten AKP iktidarının neden olduğu vahametin boyutunu göstermektedir. Her şeyden önce uygulamanın hedefleri, Türkiye’de pek çok haneye asgari ücret kadar bile gelir girmediğinin ve çalışabilir olanlara iş bulunamadığının itirafı olduğu gibi AKP’nin uyguladığı ekonomik programın toplumun gelir düzeyini arttırmak, istihdam yaratmak gibi bir derdinin olmadığını da teyit etmektedir!

Peki “vatandaşlık ücreti”, AKP/saray iktidarının uyguladığı ekonomik programın neden olduğu sosyal yıkımı -bırakın önlemeyi- yavaşlatabilir mi?

Açıkça ifade etmek gerekir ki AKP iktidarı kapitalizmin uluslararası kurumları (DB, IMF vb.) ile ulusal ve uluslararası sermayenin çıkarları doğrultusunda hazırlanan OVP’nin dışına çıkamaz. Bu ise genel bütçeden sermayenin üzerine yük olacak ya da sermayeye aktarılacak kaynağın kısılmasına neden olacak hiçbir uygulamada bulunulamayacağı anlamına gelir. Dolayısıyla hangi isim altında olursa olsun getirilecek bir sosyal yardım düzenlemesi, 2026 bütçe teklifinde bu kalemde belirtilen miktarın arttırılması biçiminde değil mevcut yardımların başka bir isimle getirilmesinden ibaret olacaktır.

Öte yandan “vatandaşlık ücreti”nde hanelerin gelir seviyesinin ulaşması hedeflenen asgari ücret, OVP ve bütçede 2026 için öngörülen enflasyon oranına göre belirlenecektir ve bu da sadece yüzde 16’dır. Bunun üzerine refah payı vs. adlarla kimi eklemeler yapılması durumunda bu oran yüzde 20’lere ancak ulaşabilecektir. Halen 22 bin 104 TL olan asgari ücrette -en iyimser tahminle- yüzde 25 artış sağlansa dahi miktar 27 bin 700 TL civarında olacaktır ki bu rakam bile Türk İş’in Ekim ayı için 28 bin 400 TL olarak belirlediği açlık sınırının altında kalmaktadır.

Türkiye’de ücretlilerin yarıdan fazlasının geliri olan ve 2026 yılı boyunca geçerli olacak asgari ücretin, 2025 Ekim ayının rakamlarıyla bile açlık sınırının altında olması milyonlarca emekçinin önümüzdeki yıl yaşayacağı yoksunluğun hangi boyutlara varacağını işaret etmektedir. Günde 10-12 saat çalışmanın karşılığında emekçilere reva görülen ve onları açlığa mahkûm eden asgari ücretin “vatandaşlık ücreti” adıyla hanelere destek olarak verilmesinin ne kadar gerçekçi olduğunu bir tarafa bıraksak dahi bu uygulamadan yararlanacak hanelerin, karnını bile doyuramayacağını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Bu durumda akıllara, “madem ekonomi politikalarının yarattığı sosyal yıkıma çare olmayacak; AKP, böyle bir uygulamayı neden gündeme getiriyor?” sorusu gelecektir.

AKP’nin içinden geldiği “Millî Görüş” geleneğinin mirası olan ve iktidarını 23 yıldır sürdürmesini sağlayan en önemli meziyetlerin başında, “halkın yoksulluğunu ve yoksunluğunu iyi yönetmesi” gelir. Bu meziyet, bir yandan halkı yoksullaştıran ve sosyal haklardan mahrum bırakan politikaları uygularken diğer yandan yoksullaşan, güvencesizleşen halk kesimlerini yardıma muhtaç hale getirip kendisine biat ettirerek siyasi rant elde etmeye dayanır. AKP’yi kuran kadrolar özellikle 1994’ten itibaren yönetimlerinde oldukları belediyelerde deneyimleyerek bu meziyeti geliştirmiş; bunun sayesinde iktidara gelmiş ve iktidarları boyunca sadakatle uyguladıkları neoliberal politikaların yarattığı sosyal yıkımı da yine bu yardımların katkısıyla sürdürebilmişlerdir.

Ancak 2008 krizinden itibaren sosyal yardımlar için bütçeden ayrılan pay, sermaye çevrelerince yüksek bulunup, zaman içinde yardımlarda da kesintiye gidilince toplumsal tepkileri bertaraf etmek için uygulanan politika, “otoriterleşmeyi arttırmak” olmuştur. Özellikle 15 Temmuz darbe girişiminin ardından ilan edilen OHAL düzenini kalıcı hale getiren otoriter rejim sayesinde toplumsal tepkileri baskı ve şiddet yoluyla sindiren AKP, bu süreçte toplumda yoksulluğun, yoksunluğun artmasına rağmen sosyal yardım politikalarını yaygın biçimde uygulama gereği duymamıştır.

Görünen odur ki AKP, ekonomi politikalarının yaratacağı sosyal yıkımın ortaya çıkaracağı toplumsal tepkiyi sadece baskıyla, şiddetle sindiremeyeceğini anlamış ve bütçe görüşmelerinin devam ettiği, asgari ücreti belirleme sürecinin hemen öncesine denk gelen bir zamanda toplumdan gelecek olası tepkileri soğurmak için “vatandaşlık ücreti”ni gündeme getirmiştir.


14 Kasım 2025 Cuma

23 yılda 36 bin iş cinayeti tesadüf mü?

                              15 Kasım 2025


“Ağrı'da ayçiçeği hasadı sırasında biçerdöverin altında kalan 14 yaşındaki tarım işçisi Nursefa Samur hayatını kaybetti.

Diyarbakır-Muş karayolundaki viyadük inşaatında beton dökümü sırasında iskelenin çökmesi sonucu inşaat işçileri Tahsin Dere (49), Salih Lale (52), Şehmus Anustekin (49) ve Mehmet Şirin Yalçıner (50) hayatını kaybetti.


Ordu'nun Fatsa ilçesinde taş ocağında meydana gelen göçüğün altında kalan iş makinesi operatörü Burak Kilci (25) ile kamyon şoförü Ahmet Şahin (75) göçük altında kalarak can verdi.


Ordu Çaybaşı’nda çalıştığı üç katlı inşaatta asansör boşluğuna düşen 24 yaşındaki işçi Başar Batran, kaldırıldığı hastanede yaşamını yitirdi.


Mersin’in Anamur ilçesinde Rüştü Kazım Yücelen Mesleki Eğitim Merkezi 11. sınıf öğrencisi Alperen Uygun (16), çalıştığı inşaatta asansör boşluğuna düşerek hayatını kaybetti.


İzmir’in Aliağa ilçesinde bulunan Gemi Geri Dönüşüm Tesisleri’nde kesilen gemi parçasının altında kalan 44 yaşındaki işçi Hasan Aktepe yaşamını yitirdi.


İzmir Urla’da bir sitenin tenis kortundaki arızayı gidermeye çalışan 22 yaşındaki elektrik işçisi Alican Gürer, yüksekten düşerek hayatını kaybetti.


Kocaeli’nin Dilovası ilçesinde bir parfüm fabrikasındaki patlamanın ardından çıkan yangında Şengül Yılmaz (55), Tuğba Taşdemir (17), Nisa Taşdemir (15), Cansu Esatoğlu (15), Esma Gikan (65) ve Hanım Gülek (65) hayatını kaybetti.”


Geçtiğimiz bir haftada benim bilgisine ulaşabildiğim 8 ayrı iş cinayeti vakasında 18 işçi can verdi; yaralanarak halen yaşam mücadelesi verenlerin, sakat kalanların sayısı hakkında henüz yeterli bilgiye sahip değilim.


Bu iş cinayetlerinde yaşamını yitiren işçilerin beşi 14 ila 17 yaşları arasında, yani çocuk. Ağrı’da yaşamını yitiren Nursefa, tarım işçisi; Anamur’da Alperen, meslek lisesi öğrencisi ve adına MEDES denilen “çocuk emeğini sömürme sistemi” kapsamında çalışırken iş cinayetinin kurbanı oldu. Tuğba Taşdemir, Nisa Taşdemir, Cansu Esatoğlu ise Dilovası’nda yanarak can veren çocuklar. Fatsa’da göçük altında kalarak yaşamını yitiren Ahmet Şahin ise 75 yaşında; şimdiye kadar çoktan emekli olması gerekirken çalışmak zorunda kalan yüz binlerce yaşlı emekçiden biri.


Söylediğim gibi bunlar sadece bir hafta içinde basına yansıyan -ve benim ulaşabildiğim- iş cinayetleri. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİGM) verilerine göre geçtiğimiz yılın Ekim ayından bu yılın Ekim ayıda kadar iş cinayetlerinde yaşamını yitirenlerin sayısı 2 bin 76. Bu veriye göre geçtiğimiz 12 ay içinde her bir haftada iş cinayetinde ölen işçi sayısı ortalaması 40’ı geçiyor. Yani burada isimlerini ve yaşlarını verdiklerimiz, iş cinayetlerinde yaşamını yitirenlerin yalnızca buzdağının görünen kısmındakiler…


Bu küçük örneklem bile ülkenin dört bir köşesinde, farklı iş kollarındaki çocuklar, gençler, kadınlar, yaşlılar da dahil olmak üzere her kesimden emekçinin iş cinayetlerinin kurbanı haline geldiğini göstermeye yetiyor. Zaman dilimini genişletirsek iş cinayetlerindeki tablonun vahameti daha da netleşiyor. İSİGM’nin belirleyebildiğine göre, 2025 yılının ilk 10 ayında iş cinayetlerinden ölen sayısı bin 735 kişi. 2013 ile 2025’in ilk 5 aylık döneminde iş cinayetlerinde ölen çocuk sayısı 770, bunlardan 216’sı ise 5-14 yaş grubunda. 


AKP geçtiğimiz günlerde iktidara gelişinin 23. yıldönümünü kutladı; bu 23 yılda iş cinayetlerinden ölen işçi sayısı 36 bini buluyor. AKP iktidarı döneminde bu kadar çok iş cinayetinin olması tesadüf değil elbette. İktidara gelirken uluslararası finans kuruluşları (IMF, Dünya Bankası vb) ile yerli ve yabancı sermayenin desteğini alan AKP, bu desteği sürdürebilmek için sözü edilen kesimlerin çıkarlarını yansıtan ekonomik programı büyük bir sadakatle uyguladı, uygulamaya da devam ediyor. 


2003’te çıkartılan 4857 sayılı İş Kanunu, 2008’de çıkartılan 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu, 2012’de çıkartılan 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu yine 2012’de 6287 sayılı kanunla getirilen “4+4+4 eğitim sistemi” ve bunlara benzer sayısız kanun, yönetmelik vs ile çalışma rejiminde işçiye güvence sağlayan yasal düzenlemelerin hemen tümü ortadan kaldırıldı. Böylece işverenin işçiyi istediği koşullarda, keyfince çalıştırmasına olanak sağlayan esnek ve güvencesiz bir emek piyasası çıktı ortaya. 


Emek piyasasını işçilerin sınırsızca sömürüsüne olanak sağlayacak biçimde yeniden düzenleyen AKP, aynı zamanda halkın vergilerden toplanan kamu kaynaklarını sermayeye aktararak halkı yoksulluğa sürükleyen ekonomi politikalarını da hayata geçirdi. Böylece Türkiye, milyonlarca emekçinin karnını doyurmaya bile yetmeyecek bir ücret karşılığında -iş cinayeti, meslek hastalığı vs nedenlerle- ölümüne çalışmak zorunda bırakıldığı bir emek sömürü ülkesine (ki buna yatırım cenneti de diyorlar) dönüştü.


2026 bütçesinde çalışma rejiminin daha da esnekleşmesi, güvencesizleşmesi hedefleniyor. Bütçenin gelir-gider kalemleri ise “emekçilerin cebinden alıp sermayenin kasasına aktarmayı esas alan anlayış”ın süreceğini ifade ediyor. Bu da emekçilerin -kaçınılmaz olarak- 2026’da daha fazla yoksullaşacağı; karnını doyurabilmek, barınabilmek için ölümüne neden olabilecek kadar kötü olan çalışma koşullarına rıza göstermeye devam edeceği anlamına geliyor. 


İş cinayetlerini durdurmanın “örgütlü mücadele”den başka yolu yok! Ancak AKP, hizmet ettiği sömürü düzenine karşı direnenlerin sesini kesmek, ellerini kollarını bağlamak için baskının en şiddetli biçimlerini kullanmaktan geri durmuyor. Amacının örgütlü mücadelenin olanaklarını tamamen ortadan kaldırmak olduğu besbelli. Az sayıda da olsa tüm baskılara rağmen direnen sendikalar hâlen var. Ancak on binlerce, yüz binlerce üyesinin olmasıyla övünen sendika(cı)ların önemli kısmı otoriteye biat etmiş durumda ve sömürü düzenini meşrulaştırmak dışında bir şey yapmıyor! 


Yani ölümün kapıda olduğu bu sistemde, kendimizin ya da sevdiklerimizin isminin birgün iş cinayeti kurbanları arasında yer almaması için, “alın terinden yetinmeyip emekçinin kanından, canından beslenen” bu düzenin siyasetçilerinden de sendikacılarından da hesap soracak ve onlardan kurtulacak bir mücadeleyi acilen örgütlemek gerekiyor! 









7 Kasım 2025 Cuma

2026 bütçesinde emekçiler

                                8 Kasım 2025

TBMM Plan ve Bütçe Komisyonunda Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın 2026 yılı bütçesinin görüşmelerine başlandı. Gerek Erdoğan’ın partisinin grup toplantısında yaptığı konuşma gerekse Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in bakanlığının 2026 yılı bütçesine ilişkin sunumu, bütçenin halka getireceği yüke fazlaca değinmeden göz boyama babından ifadeler içeriyordu. Erdoğan’ın konuşması partisinin grubunda büyük alkış alsa da Şimşek’in komisyondaki sunumu muhalefet milletvekilleri tarafından ağır biçimde eleştirildi. Ama beklendiği gibi eleştirilerin bir hükmü olmadı ve Şimşek, uluslararası finans kurumlarının ve sermayenin talepleri doğrultusunda hazırlanan Orta Vadeli Program (OVP)’nin belirlediği çerçevede hazırlanan bütçeyi uygulamakta kararlı olduğunu bir kez daha gösterdi.

Öncelikle şunu belirtmek gerekiyor ki AKP, 23 yıllık iktidarı boyunca -kısa dönemli istisnalar dışında- istikrarlı bir ekonomik program izledi. Neoliberal politikalar doğrultusunda ortaya konulan bu programın temellerini 24 Ocak 1980 kararlarıyla Turgut Özal atmıştı. 2001’de ise Kemal Derviş, “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” ile bu programı güncelledi ve 1980’den 2001’e kadar gerçekleştirilemeyen hukuki alt yapısını hazırladı. AKP’ye de bu programı uygulamak düştü. Bu bağlamda 22 yıldır Meclis’e sunulan diğerleri gibi 2026 bütçe teklifini de AKP’nin 58. Hükümet Acil Eylem Planı adıyla 3 Ocak 2003’te kamuoyuna duyurduğu ekonomi politikalarının devamı olarak görebiliriz.

AKP/saray iktidarının 2026 bütçe teklifiyle halkın sırtındaki yükü nasıl daha da ağırlaştıracağını pek çok yönden değerlendirmek mümkün. Ancak bu hafta hükümetin bütçe teklifiyle emekçi kesimler için yapmayı hedeflediği uygulamalara kısaca değinmekle yetineceğiz.

2026 bütçe teklifinin bütünü gibi emekçilere yönelik hedefleri de önceki yılların devamı niteliğinde. “Güvenceli esneklik” söylemi ile emek piyasasının esnekleştirilmesi, güvencesizliğin yaygınlaştırılması ve eğitim sisteminin işverenlerin ihtiyaçları doğrultusunda düzenlenmesi bu hedeflerden bazıları.

Ancak bu yıl “istihdam” başlığı altında daha önce bütçede ve diğer belgelerde yer almayan son derece ilginç iki hedefin daha eklenmiş olduğunu da belirtelim. Bunlardan biri “Âtıl işgücünün kalıcı bir şekilde azaltılması amacıyla erken yaşlardan itibaren üretim kültürünü aşılayarak çalışma hayatına hazırlayan ve işgücüne katılımı teşvik eden programlar hayata geçirilecektir.” olarak ifade edilirken diğer hedef ise “Çalışmanın fazileti ve üretmenin toplumsal değeri, örgün eğitim sürecinin başlangıcından itibaren müfredata yansıtılacaktır.” cümlesiyle ifade edilmiş.

Bu ifadelerden de anlaşılacağı gibi AKP/saray iktidarı işgücüne katılımı arttırabilmek için “erken yaşlardan itibaren üretim kültürünü aşılamayı” ve “çalışmanın faziletini ve üretmenin toplumsal değerini eğitim müfredatı içinde anlatmayı” hedeflemektedir. Çalışma çağında olup, işgücüne katılmamanın yani çalışmaya istekli olunmamasını nedenini “çalışmanın faziletinin bilinmemesi ve üretim kültürüne sahip olunmaması” ile açıklanması ekonomi yönetiminin toplumsal gerçeklerden ne denli uzak olduğunun en bariz göstergesidir! Zira ortalama ücret haline gelmiş olan asgari ücretin açlık sınırının altında kaldığı; barınma, ulaşım ve gıda enflasyonunda, çalışan yoksulluğunda, çalışma sürelerinin uzunluğunda ve iş cinayetlerinde dünyada ilk sıralarda yer alan yani çalışmanın en tehlikeli, en uzun, en güvensiz olmasının yanı sıra karın bile doyurmadığı bir ülkede çalışmak istememenin nedenini “üretim kültürünün ve çalışma faziletinin olmaması”nda görmek başka nasıl açıklanabilir?

Emekçiler için 2026 bütçe teklifinde yer alan diğer önemli bir konu ise sosyal güvenliktir. Kamusal sosyal güvenlik sisteminin tasfiye edilmesi, AKP iktidarları öncesinden bu yana izlenen neoliberal politikaların hedefindedir. Bu konuda aylık bağlama oranının düşürülmesi, emeklilik yaşının uzatılması, Bireysel Emeklilik Sistemi (BES)’in devlet tarafından teşvik edilmesi ve zorunlu hale getirilmesi gibi birçok düzenleme yapılmıştır. Ancak Mehmet Şimşek’in ekonomi yönetiminin başına geldiği 2023 sonrasında hazırlanan OVP’lerde de yer verildiği gibi Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi (TES) adıyla emeklilik sisteminin tamamen özelleşmesi sürekli olarak gündemde tutulmaktadır. Öte yandan emekli aylıklarının geniş bir emekli kesim için açlık sınırının neredeyse yarısına düşürülerek, halen çalışmakta olanlara “Kamusal emeklilik sisteminde geleceğinizi güvenceye alamazsınız!” mesajı verilmekte ve emeklilik hakkını savunmak yerine kendi rızalarıyla özel sigorta sistemine yönlenmeleri amaçlamaktadır.

AKP’nin “sosyal güvenlik sisteminin yeniden yapılandırılması” adı altında kamusal emeklilik hakkını ortadan kaldırmak konusunda sürekli yinelediği gerekçe, nüfusun giderek yaşlanmasıyla “aktüeryal denge”nin yani sisteme prim ödeyenler ile aylık alanlar arasındaki dengenin bozulmuş olduğudur. Oysa 2026 Bütçe Gerekçesi’nde de yer verildiği gibi 26 milyon 509 bin kişi sisteme prim öderken aylık alanlar 16 milyon 901 bin kişidir ve aktif/pasif oranı 1.54’tür. Sosyal güvenlik sisteminin Türkiye’de olduğu gibi emekçilerin ödediği primlerle finanse edildiği ülkelerde bu oran 2.5’e kadar çıkmaktadır. Kaldı ki bu oran daha dengeli bir hale getirilmek isteniyorsa sorunun emekli sayısının fazla olmasında değil aktif oranının yani istihdam edilen emekçi sayısının düşük olmasında aranması gerekir. İşgücüne ve istihdama katılımın düşük olmasının müsebbipi ise -2026 bütçe teklifinde söz edildiği gibi- halkın “üretim kültürü ve çalışma faziletinin eksik olması” değil, insanca çalışacak ve yaşayacak koşullarda istihdam yaratamayan AKP/saray iktidarının ekonomi politikalarıdır!