11 Nisan 2025 Cuma

Otoriterlik tartışmaları üzerine kısa bir not…

                               12 Nisan 2025

Dünyada ve Türkiye’de otoriterlik giderek artarken otokratik yönetimler üzerine tartışmalar da yoğunlaşıyor. Bu konuda değerlendirmeler, genellikle otokratlar (Trump, Putin, Erdoğan, Netanyahu vb) üzerinden yapılıyor. Hal böyle olunca da “Onlar iktidardan giderse otoriter rejimlerden kurtulmuş olunacak.” gibi bir algı ortaya çıkıyor. O zaman da şu soruya yanıt aramak gerekiyor: Otokratların aynı dönemde ortaya çıkmaları bir tesadüf mü?


Bu soruya yanıt ararken, Hitler Nazizmi ile Mussolini faşizminin iki savaş arasındaki 1930’lu, 40’lı yıllarda ortaya çıktığını; 1970’li ve 80’li yıllarda ise Şili, Türkiye, Arjantin başta olmak üzere birçok ülkede faşist darbelerin gerçekleştiğini anımsamak yararlı olacaktır. Otoriter rejimlerin yükseldiği her iki dönemde de kapitalizm büyük bir krizin içindedir ve krizden çıkış için yeni bir sermaye birikim rejiminin ve onunla birlikte üretim biçimlerinden, devletin yapısına kadar bütün kurum ve normların dönüşmesi gerekmektedir. Bunu da demokrasinin asgari ölçüde de olsa işler olduğu ve mevcut hukuk sisteminin işlediği koşullarda yapmak mümkün değildir. 



Otokratlar her iki dönemde de hem ulusal hem uluslararası sermaye tarafından teşvik edilmiş ve desteklenmiştir. Hitler ve Mussolini’ye verilen destek ile amaçlanan, Ekim Devrimi’nin ardından Avrupa’da güçlenen sosyalizmin yayılmasını engellemek ve giderek genişleyen Sovyetler Birliği’ni boğmaktır. Ancak burjuvazinin murat ettiğinin aksine, kontrolden çıkan ve insanlık tarihinin en büyük katliamlarına neden olan bu diktatörler; Sovyetler Birliği’nin savaş alanındaki başarısı sayesinde ortadan kaldırılmışlardır. 


1970’li ve 80’li yıllardaki darbelerin burjuvazi tarafından desteklenme nedeni ise kapitalizmi krizden çıkaracağı düşünülen neoliberal politikaların yaşama geçirilmesinin önünde engel olarak görülen işçi hareketi ve toplumsal muhalefetin bertaraf edilmesidir. Neoliberalizm, aradan geçen 45-50 yılda kimi ülkelerde darbeyle, kimi ülkelerde savaşla, kimilerinde ise mevcut rejim içinde işçi sınıfı ve toplumsal muhalefeti baskı altına alınarak yaşama geçirilmiştir. Ancak bugüne geldiğimizde sosyal eşitsizlikleri artıran, sosyal ve ekolojik tahribata neden olan bu politikaların sürdürülebilmesi için mevcut hukuk düzenini tanımayan, toplum üzerindeki baskıyı daha da artıracak otokratlara ihtiyaç duyulmuştur. Geçmişte olduğu gibi sermaye sınıfı, ihtiyaç duyduğu otoriterleşmeyi sağlayan otokratları bugün de desteklemektedir. Bu bağlamda yukarıda isimlerini andığımız günümüz otokratlarının, yükselen otoriterliğin nedeni olmaktan ziyade sonucu olduklarını söylemek daha doğru olacaktır.


Günümüzde giderek yükselen otoriterleşme, neoliberalizmle olan doğrudan bağlantısı nedeniye“neoliberal otoriterlik” olarak da kavramlaştırılmaktadır. Konunun “neoliberal otoriterlik” kavramı üzerinden tartışılması meselenin -tesadüflere bağlı olduğu algısı yaratacak şekilde- otokratlar üzerinden değerlendirilmesine göre çok daha gerçekçi bir analize olanak vermektedir. Ancak şu noktayı da gözden kaçırmamak gerekir: Kapitalizm, her dönemde otoriterliği içeren bir sistemdir. Kapitalin yani sermaye birikiminin tüm aşamaları “el koymayı, emeğin ve doğanın sömürüsünü” içerir ki bu da zorla rıza üretmeyi yani despotizmi gerektirir. Dolayısıyla kapitalizmde hangi birikim rejimi söz konusu olursa olsun gerçek anlamda bir demokrasiden söz etmek mümkün değildir.


“Birinci kuşak haklar” olarak da kabul edilen ve burjuva devrimleriyle sağlanmış olan yaşam hakkı, eşit yurttaşlık, düşünce ve ifade özgürlüğü gibi temel haklar, burjuva demokrasisinin (hukukunun) sömürü ve despotizme dayanan sistemin ihtiyaçlarından ve meşrulaştırılmasından ibarettir. Zira burjuvazi dışında kalan halk kesimleri için bu hakların kullanılması, ancak işçi sınıfı mücadeleleriyle elde edilen kolektif hakların kullanılmasıyla mümkün olabilmiştir. Kolektif hakların uluslararası norm haline gelmesi ise, II.Dünya Savaşı sonrasında kapitalizme alternatif olan reel sosyalizmin tehdidi karşısında kapitalizmi meşru hale getirmek gayesiyle hazırlanan Philadelphia Bildirgesi (1944) ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi (1948) ile gerçekleşmiştir. 


70’li yıllarda Sovyetler Birliği’nin zayıflaması ve ardından Berlin Duvarı’nın yıkılarak Doğu Bloku’nun dağılmasıyla birlikte sosyalizmin tehdit olmaktan çıkması, toplumu baskı altına alarak sınıflar arası güç dengesini burjuva sınıfı lehine değiştirmeyi amaçlayan otoriter yönetimlerin önünü açmıştır. Böylece kolektif haklar (örgütlenme, grev, toplantı, gösteri ve yürüyüş vb) ve kolektif haklar sayesinde kullanılabilir olan -eşit yurttaşlık, düşünce ve ifade özgürlüğü gibi- temel haklar otoriter yönetimlerin hedefi haline gelmiştir. 


Sözün özü, otoriterleşme ve beraberinde gelen sosyal, siyasal ve ekolojik yıkım, kapitalist sistem üzerinden ele alınmadığı sürece soruna yönelik isabetli tespitler yapmak ve sorunu ortadan kaldırmaya yönelik doğru mücadele yol ve yöntemlerini geliştirmek mümkün olmayacaktır. Otoriterleşmenin ve toplumsal yıkımın failinin kapitalist sistem ve dolayısıyla egemen sınıf olarak tanımlanması ise kaçınılmaz olarak mücadelenin her alanda sınıf perspektifiyle yürütülmesi gerektiği sonucunu ortaya çıkaracaktır.  







4 Nisan 2025 Cuma

Yeniden yurttaş olma mücadelesi

5 Nisan 2025


19 Mart’ta İmamoğlu ve CHP’ye yönelik operasyon girişiminin ardından ortaya çıkan toplumsal hareketlenme sayesinde bu girişimin -şimdilik- ters teptiği ve İmamoğlu’nun tutuklanmasına rağmen, moral üstünlüğünün yıllardır iktidarın baskısıyla susturulmuş olan topluma geçtiği görülüyor.  


İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin yürüyüşüyle başlayan toplumsal hareketlenme, kısa sürede Cumhur İttifakı’nın kalesi olarak bilinen iller (Yozgat, Malatya, Niğde, Kayseri, Osmaniye vb) de dahil olmak üzere, tüm ülkeye yayıldı. Operasyonun doğrudan hedefi olan CHP, -önceki deneyimlere dayanarak- kendinden beklenmeyen bir refleksle toplumun tepkilerini örgütlemeyi başardı. Günlerce süren Saraçhane nöbetinin ardından eylemler, çeşitlendi. Önce İmamoğlu’nun Cumhurbaşkanlığı için yapılan ön seçim oylaması ardından Maltepe mitingi, boykot eylemleri ve İmamoğlu’nun adaylığı için başlatılan imza kampanyası toplumun geniş kesimlerinde karşılık buldu ve belki daha önce hiç olmadığı kadar süratli biçimde halkın politikleştiği bir süreç yaşandı. 


Toplumun tepkisinin beklenmedik ölçüde güçlü olmasının nedeni sadece İmamoğlu’nun diplomasının iptal edilmesi ve tutuklanması değildi. Cumhuriyet tarihi boyunca Kürtlerin maruz kaldığı durum, artık tüm Türkiye halklarını tehdit ediyor; iradesi tanınmayan, hakkı hukuku yok sayılan halk, yurttaş olmaktan çıkarılıp “teba” haline getirilmek isteniyordu.


7 Haziran 2015 seçim sonuçlarıyla toplumsal meşruiyetini önemli ölçüde kaybettiği tasdik edilmiş olmasına rağmen AKP, 10 yıldır iktidarda kalmak için zorla rıza üretmeyi sürdürüyor. 15 Temmuz darbe girişimi bahanesiyle ilan edilen OHAL’le birlikte oluşan otoriter düzen, 16 Nisan 2017 referandumu ile kalıcı hale geldi. Böylece yasama, yürütme ve yargı erkinin tek kişide toplandığı, basının, akademinin ve demokratik kitle örgütlerinin baskı altına alındığı bu düzende demokratik hak arama yolları tamamen kapatıldı. 


Otoriter düzenle yaratılan baskı ortamından beklenen, hem AKP’nin 23 yıllık iktidarı boyunca sadakatle uygulayageldiği neoliberal politikaların bundan sonra da sorunsuz uygulanabilmesi hem de iktidarını sonsuza dek sürdürebileceği yeni bir anayasayı halka kabul ettirileceği koşulların oluşturulmasıydı. 


Ancak gözardı edilen şuydu: Toplumsal meşruiyetini kaybeden otoriter yönetimlerin iktidarlarını topluma zorla dayatmanın aracı olarak kullandığı devlet kurumları da toplum nezdinde inandırıcılığını ve itibarını yitirir; siyasi iktidarla birikte devletin de önlenemez biçimde içten içe çürümesi kaçınılmaz hale gelir. Tıpkı ekonomik ve sosyal verileri iktidarın işine geldiğine göre açıklayan TÜİK’in, akademiyi iktidarın tasdik kurumu haline getiren üniversitenin, alınan kararların hukuksuz olduğu aşikâr hale gelen yargının, şiddet ve işkence iddiaları ayyuka çıkan emniyet teşkilatının, depremzedelere yardım eli uzatması gerekirken çadır ticareti yapan Kızılay’ın, işe alımlarda torpilin tescilli hale geldiği mülakatları yapan bakanlıkların ve daha nice kamu kurumunun hiçbir güvenilirliğinin kalmaması gibi… 


Devlet kurumlarının toplum nazarında güvenilirliğini yitirmesi, itibarsızlaşması, siyasi iktidarla birlikte bir bütün olarak devletin de meşruiyet sorunuyla karşı karşıya kalmasına neden olur ki bugün yaşanan tam da budur. Bugün devlet için yurttaşlar, iktidara biat etmek ve vergi ödemekle mükellef “nesne”ler olmaktan ibarettir. Hakkını arayan yurttaş “vatan haini, terörist” olarak itham edilirken; ödenen vergilerin karşılığı hizmete dönüşmemekte, vergiler ya silah ve güvenlik harcamaları için ya sermayeye teşvik için ya da iktidar sahiplerinin şatafatı için kullanılmaktadır.


Geçtiğimiz iki haftada yaşananlar, 40 yıldır Kürt halkının vazgeçmediği gibi Türkiye’deki diğer tüm halkların da “nesne” olmayı kabul etmeyerek, otokrasiye karşı demokrasiden ve demokrasi için mücadeleden vazgeçmediğini göstermektedir. Ancak hemen her toplumsal eylemde karşılaştığımız, “Kürtlere hakaret ederek eylemi meşrulaştırma” gayreti yine tekrarlanmaktadır. Bunun başını çeken bu kez Ankara Belediye Başkanı Mansur Yavaş olurken daha önce de pek çok kez olduğu gibi bu ayrıştırıcı, provakatif dil kitlede destek bulmamıştır. Ayrıca CHP yönetiminin de bu konuda duyarlı olması ve Yavaş’ın kullandığı bu dili açıkça reddetmesi önemlidir.  


Sözün özü, bugün yıllardır siyasi iradesi, hakkı, hukuku yok sayılan Türkiye halkları, siyasi özne olduğunu ispatlama ve “yeniden yurttaş olma mücadelesi” vermektedir. Bu mücadelenin başarısı, her şeyden önce toplumu ayrıştırma ve eylemleri marjinalleştirme çabalarının boşa çıkarılmasına bağlıdır. Bunun için ise “barış olmadan demokrasinin, demokrasi olmadan da barışın olmayacağı”nı hatırdan çıkarmamak gerekir.