25 Nisan 2025 Cuma

1 Mayıs’a giderken sendikalar toplumsal mücadelenin neresinde?

                                     26 Nisan 2025

8 Mart’ta bu köşede yayımlanan yazının başlığı “Mücadele Baharı” idi ve bu yazıda, Öcalan’ın barışa çağrısı ile toplumsal mücadelelerin önünü tıkayan savaş ortamının ortadan kalkma umudunun güçlenmesinin, baharın mücadele ateşini de harlayacağı beklentimizi paylaşmıştık. Baharın ilk iki ayı geride kalırken toplumsal mücadelelerin beklentimizin ötesine geçtiğini söyleyebiliriz. Her bahar olduğu gibi bu bahar da önce 8 Mart’ta sokaklar kadınların talepleriyle çınladı, ardından barış umudunun coşkusu Newroz alanlarına yansıdı.

Öngörülerimizin ötesine geçen ise hükümetin 19 Mart operasyonu sonrasında -başta gençler olmak üzere- toplumun çeşitli kesimlerinin boykotlara, mitinglere katılarak hukuksuzluğa, adaletsizliğe karşı tepkisini göstermesi oldu. Son olarak Yozgat’ta CHP’nin düzenlediği mitingde çiftçiler, traktörleriyle uzun konvoylar oluşturarak, hazırladıkları dövizlerle ve sloganlarla adaletsizliğe, yanı sıra hükümetin tarım politikalarına karşı seslerini yükseltti. Bir çiftçinin miting otobüsünün üzerinden -Erdoğan’ın “turpun büyüğü” sözüne atıfta bulunarak- “Turp ile şalgam ile devlet idare edilmez, adalet ile hukuk ile idare edilir!” sözleriyle seslenişi, Türkiye siyasi tarihine kolay unutulmayacak derinlikte kazındı. Bu sözler, çeşitli zamanlarda “Köylünün oyuyla benim oyum bir mi?” diyenlerin küçümseyici ifadelerine maruz kalan köylülerin, çiftçilerin sahip olduğu politik bilinci ve kurulan cümledeki feraseti göstermesi bakımından da son derece önemliydi!

Kadınlar, Kürtler, Aleviler ve çevre savunucuları yıllardır toplumsal mücadelelerin en önemli aktörleri oldu Türkiye’de. Onlara şimdi üniversite ve lise öğrencileri ile çiftçi ve köylülerin de katılmasıyla, toplumsal mücadelenin eksik iki ayağı daha tamamlandı. Ancak kapitalist düzende toplumun en örgütlü, en dinamik olması beklenen kesimini oluşturan emekçiler ise yükselen mücadele sürecinin hala dışında duruyor.

Oysa kapitalist sistemde hukuksuzluğun, baskının, sömürünün en şiddetli yaşandığı alan emek sürecidir ve emeği ile geçinenler buna razı olmadıkları için burjuvazinin karşısındaki sınıfı yani işçi sınıfını oluşturmuşlardır. Burjuvazi dışında kalan halk kesimlerinin bugüne kadar sahip olduğu hakların hemen tümü işçi sınıfının mücadeleleriyle elde edilmiş ve onun mücadele gücü ölçüsünde korunabilmiştir. Dolayısıyla hak, hukuk arayışı ve diğer toplumsal sorunların müsebbibi olan kapitalist sisteme karşı yürütülecek mücadelelerin işçi sınıfı olmadan ve onun üretimden gelen gücü kullanılmadan başarıya ulaşması mümkün değildir.

Kaldı ki bugün toplumsal hareketlenmenin nedeni olan hukuksuzluklardan, baskıdan, şiddetten en fazla etkilenen, açlık sınırının altında ücrete, güvencesizliğe, iş cinayetlerine maruz bırakılan kesimi işçi sınıfıdır. Türkiye işçi sınıfının siyasi iktidar ve sermaye tarafından -tarihinde hiç olmadığı kadar- yok sayıldığı, ezildiği, sömürüldüğü bu dönemde sendikalar sessizliğe bürünmüştür. Emekçiler içinde birtakım kıpırdanmalar olsa da bunlar daha çok işyeri düzeyinde yaşanan haksızlıklara karşı gerçekleştirilen eylemlerle sınırlıdır. Az sayıdaki mücadeleci sendikanın örgütlediği bu eylemler son derece kıymetli olsa da yeterince etkili olamamaktadır.

Son yıllarda sendikaların gerçekleştirdiği tek kitlesel eylem, KESK’in geçtiğimiz 30 Kasım’da “Geçinemiyoruz, Yoksulluğa Karşı Mücadelede Birleşiyoruz!” sloganıyla yaptığı mitingdir. İşçi konfederasyonlarının bu süreçte dişe dokunur hiçbir eylemi ve etkinliği olmadığı gibi, toplumun hemen her kesiminin katıldığı 19 Mart sonrasındaki toplumsal hareketlilikte yer almamak için adeta özel bir çaba göstermektedirler. Öyle ki üniversiteliler, liseliler, çiftçiler ve onların desteğini arkasına alan CHP, hemen her gün siyasi iktidarın yasaklarını aşarken, her yıl 1 Mayıs’ta Taksim Meydanı’nda olmak için ısrar eden -başta DİSK olmak üzere- işçi örgütleri, bu yıl Taksim’den bile vazgeçmişlerdir.

Türkiye’de müesses nizamı temsil eden, devlet partisi olarak bilinen CHP’nin dahi -kendinden beklenmeyecek ölçüde- toplumsal harekete dinamizm getirecek hamleler yaptığı bir dönemde toplumsal mücadelenin dinamosu olması gereken sendikaların biçareliği son derece hazindir!

İşçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs’a giderken toplumsal mücadelenin en önünde olması gereken işçi sınıfı, sistemin aparatı haline dönüşen sendikalar yüzünden mücadelenin en gerisine düşmüştür. Dilerim, toplumun hiç beklenmeyen kesimlerinde bile ortaya çıkan mücadele dinamizmi işçi sınıfına da sirayet eder ve işçi sınıfı, mevcut sendikal yapıları da aşarak yeniden toplumsal mücadelelerin dinamosu haline gelir.

Bijî Yek Gulan!

Yaşasın 1 Mayıs!


18 Nisan 2025 Cuma

“GenZ”lik susacak mı sandınız?

19 Nisan 2025

2025 yılına girerken iktidar çevrelerinin en önemli endişesi, açlık sınırının altında kalan ücretlerle yaşamak zorunda bırakılan emekçilerden gelmesi muhtemel tepkiydi. Bu nedenle işçi eylemlerine karşı en sert biçimde müdahale ediliyor; örgütlenme, grev, toplantı, gösteri ve yürüyüş hakkının yanı sıra düşünce ve ifade özgürlüğü engelleniyor; sendikacılar gözaltına alınıyor, tutuklanıyordu. Ancak siyasi iktidara yönelik tepkinin büyüğü beklenmeyen bir yerden, gençlerden geldi.  


19 Mart’ta İmamoğlu ve CHP’ye yönelik operasyon girişiminin ardından ortaya çıkan toplumsal hareketlenmenin öncülüğünü gençler yaptı. İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin yürüyüşüyle başlayan toplumsal hareketlenme, kısa sürede diğer üniversitelere de yayıldı. Öğrenciler, diploma iptaliyle başlayan ardından milyonlarca İstanbullunun iradesini temsil eden İmamoğlu’nun dayanaksız gerekçelerle tutuklanmasıyla süren hukuksuzluğa karşı tepkilerini, boykotlarla ve CHP mitinglerine katılarak sürdürdü. 


Gençlerden gelen tepki hükümeti öyle telaşlandırdı ki son derece barışçıl olan eylemlerin hemen hepsinde aşırı şiddet uygulandı, 300’den fazla genç tutuklandı ve gençler, bayram tatili bahane edilerek günlerce cezaevinde tutuldu. Eylemlerin temel gerekçesi de olan hukuksuzluk akıl, mantık sınırlarını aştı ve mitinglerden birinde açılan “Dev GenZ” yazılı pankartın fotografını sosyal medyada paylaşan bir öğrenci, “pankartta adı geçen terör örgütünü övmekten” yargılandı. Mahkemede avukatlar bu pankartın “z” kuşağına atıf yapılan bir espiri olduğunu, “Dev GenZ” diye bir örgüt olmadığını anlatmaya çalışsalar da üniversite öğrencisinin tutuklanmasını engelleyemediler.    

   

Üniversite öğrencilerinin İmamoğlu’na yönelik hukuki dayanağı olmayan operasyonları protesto etmek için sokaklarda olduğu günlerde MEB, 8 Nisan'da açıkladığı "2025 yılı Özel Program ve Proje Uygulayan Eğitim Kurumlarına Öğretmen Atama ve Yönetici Görevlendirme Sonuçları” ile Türkiye’nin en köklü okullarında görev yapan binlerce öğretmeni kendi talepleri dışında görevden alarak norm fazlası statüye geçirdi. Öğretmen kıyımına neden olan bu uygulamaya tepki, lise öğrencilerinden geldi. Liseliler dersleri boykot ederken, mezunlar ve veliler ise okul kapılarında toplanarak öğrencilere destek verdi. İstanbul, Ankara ve İzmir’den başlayarak diğer illere de yayılan liselilerin eylemlerinde en dikkat çeken ise kuşkusuz, eski maarif kolejlerinden biri olan Kadıköy Anadolu Lisesi öğrencilerinin açtığı “Maarif susacak mı sandınız? Susmayacak!” pankartı oldu. Öğrencilerin eylemlerini bastırmak için birçok okula çevik kuvvet polisleri çağrılırken kimi okullarda ise eğitime ara verildiği duyuruldu. 


İktidarın üniversite öğrencilerinin gösterdiği reaksiyona yönelik şaşkınlığı sürerken lise öğrencilerinden yükselen tepki, uzun yıllardır gerçekleşmemiş, bundan sonra da gerçekleşmesi beklenmeyen bir tablonun gerçekleştiğini ortaya koyuyordu: Gençler, her türlü baskı ve değersizleştirmeye karşı halen toplumun en dinamik kesimiydi ve her şeye rağmen umutlarını ve umutları için mücadele azmini kaybetmemişlerdi! 


Oysa Türkiye’de politik bir özne olarak gençlik, 68 ve 78 kuşağından ibaret görülür; 1980 sonrasında gençliğin politik gücünü giderek yitirdiği ve nihayet “z” kuşağı olarak tanımlanan günümüz gençlerinin “bilgisayar oyunlarından ve tüketmekten başka bir şey bilmeyen, toplumsal varlık olma vasfını kaybetmiş, bencil bireyler” olduğu düşünülürdü. Aslında 12 Eylül’de kurulan faşist rejim ve onun gölgesinde 45 yıldır uygulanan neoliberalizm, gençleri iflah olmaz tüketiciler ve çıkarından başka bir şey düşünmeyen apolitik bireyler haline getirmek için elinden geleni yapmıştı. Bu bağlamda gençler çocukluklarından itibaren hakları ve toplumsal sorumlulukları olan yurttaşlar olarak değil, birbiriyle rekabet ederek ayakta kalmaya çalışan piyasa ekonomisinin birer nesnesi olarak yetiştirilmiş; ayrıca 22 yıldır iktidarda olan AKP’nin “dindar ve kindar nesiller yetiştirme”yi hedefleyen eğitim sistemine maruz kalmışlardı.  


Geçtiğimiz bir ayda yaşananlar gençlerin hukuksuzluğa, geleceksizleşmeye, güvencesizliğe razı olmadığını gösterdi ve 45 yıldır gençleri baskılamaya, sindirmeye, kendisine ve topluma yabancılaştırmaya, değersizleştirerek nesneleştirmeye çalışan düzenin başarısız olduğu da gözler önüne serdi. Susturulduğu sanılan “genZ”liğin mücadele azmi, toplumun “üzerindeki ölü toprağından kurtulmak” için işçisiyle, köylüsüyle, ezileni ve ayrımcılığa uğrayanıyla girişeceği topyekün mücadelenin de kıvılcımını yakmış oldu! 

11 Nisan 2025 Cuma

Otoriterlik tartışmaları üzerine kısa bir not…

                               12 Nisan 2025

Dünyada ve Türkiye’de otoriterlik giderek artarken otokratik yönetimler üzerine tartışmalar da yoğunlaşıyor. Bu konuda değerlendirmeler, genellikle otokratlar (Trump, Putin, Erdoğan, Netanyahu vb) üzerinden yapılıyor. Hal böyle olunca da “Onlar iktidardan giderse otoriter rejimlerden kurtulmuş olunacak.” gibi bir algı ortaya çıkıyor. O zaman da şu soruya yanıt aramak gerekiyor: Otokratların aynı dönemde ortaya çıkmaları bir tesadüf mü?


Bu soruya yanıt ararken, Hitler Nazizmi ile Mussolini faşizminin iki savaş arasındaki 1930’lu, 40’lı yıllarda ortaya çıktığını; 1970’li ve 80’li yıllarda ise Şili, Türkiye, Arjantin başta olmak üzere birçok ülkede faşist darbelerin gerçekleştiğini anımsamak yararlı olacaktır. Otoriter rejimlerin yükseldiği her iki dönemde de kapitalizm büyük bir krizin içindedir ve krizden çıkış için yeni bir sermaye birikim rejiminin ve onunla birlikte üretim biçimlerinden, devletin yapısına kadar bütün kurum ve normların dönüşmesi gerekmektedir. Bunu da demokrasinin asgari ölçüde de olsa işler olduğu ve mevcut hukuk sisteminin işlediği koşullarda yapmak mümkün değildir. 



Otokratlar her iki dönemde de hem ulusal hem uluslararası sermaye tarafından teşvik edilmiş ve desteklenmiştir. Hitler ve Mussolini’ye verilen destek ile amaçlanan, Ekim Devrimi’nin ardından Avrupa’da güçlenen sosyalizmin yayılmasını engellemek ve giderek genişleyen Sovyetler Birliği’ni boğmaktır. Ancak burjuvazinin murat ettiğinin aksine, kontrolden çıkan ve insanlık tarihinin en büyük katliamlarına neden olan bu diktatörler; Sovyetler Birliği’nin savaş alanındaki başarısı sayesinde ortadan kaldırılmışlardır. 


1970’li ve 80’li yıllardaki darbelerin burjuvazi tarafından desteklenme nedeni ise kapitalizmi krizden çıkaracağı düşünülen neoliberal politikaların yaşama geçirilmesinin önünde engel olarak görülen işçi hareketi ve toplumsal muhalefetin bertaraf edilmesidir. Neoliberalizm, aradan geçen 45-50 yılda kimi ülkelerde darbeyle, kimi ülkelerde savaşla, kimilerinde ise mevcut rejim içinde işçi sınıfı ve toplumsal muhalefeti baskı altına alınarak yaşama geçirilmiştir. Ancak bugüne geldiğimizde sosyal eşitsizlikleri artıran, sosyal ve ekolojik tahribata neden olan bu politikaların sürdürülebilmesi için mevcut hukuk düzenini tanımayan, toplum üzerindeki baskıyı daha da artıracak otokratlara ihtiyaç duyulmuştur. Geçmişte olduğu gibi sermaye sınıfı, ihtiyaç duyduğu otoriterleşmeyi sağlayan otokratları bugün de desteklemektedir. Bu bağlamda yukarıda isimlerini andığımız günümüz otokratlarının, yükselen otoriterliğin nedeni olmaktan ziyade sonucu olduklarını söylemek daha doğru olacaktır.


Günümüzde giderek yükselen otoriterleşme, neoliberalizmle olan doğrudan bağlantısı nedeniye“neoliberal otoriterlik” olarak da kavramlaştırılmaktadır. Konunun “neoliberal otoriterlik” kavramı üzerinden tartışılması meselenin -tesadüflere bağlı olduğu algısı yaratacak şekilde- otokratlar üzerinden değerlendirilmesine göre çok daha gerçekçi bir analize olanak vermektedir. Ancak şu noktayı da gözden kaçırmamak gerekir: Kapitalizm, her dönemde otoriterliği içeren bir sistemdir. Kapitalin yani sermaye birikiminin tüm aşamaları “el koymayı, emeğin ve doğanın sömürüsünü” içerir ki bu da zorla rıza üretmeyi yani despotizmi gerektirir. Dolayısıyla kapitalizmde hangi birikim rejimi söz konusu olursa olsun gerçek anlamda bir demokrasiden söz etmek mümkün değildir.


“Birinci kuşak haklar” olarak da kabul edilen ve burjuva devrimleriyle sağlanmış olan yaşam hakkı, eşit yurttaşlık, düşünce ve ifade özgürlüğü gibi temel haklar, burjuva demokrasisinin (hukukunun) sömürü ve despotizme dayanan sistemin ihtiyaçlarından ve meşrulaştırılmasından ibarettir. Zira burjuvazi dışında kalan halk kesimleri için bu hakların kullanılması, ancak işçi sınıfı mücadeleleriyle elde edilen kolektif hakların kullanılmasıyla mümkün olabilmiştir. Kolektif hakların uluslararası norm haline gelmesi ise, II.Dünya Savaşı sonrasında kapitalizme alternatif olan reel sosyalizmin tehdidi karşısında kapitalizmi meşru hale getirmek gayesiyle hazırlanan Philadelphia Bildirgesi (1944) ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi (1948) ile gerçekleşmiştir. 


70’li yıllarda Sovyetler Birliği’nin zayıflaması ve ardından Berlin Duvarı’nın yıkılarak Doğu Bloku’nun dağılmasıyla birlikte sosyalizmin tehdit olmaktan çıkması, toplumu baskı altına alarak sınıflar arası güç dengesini burjuva sınıfı lehine değiştirmeyi amaçlayan otoriter yönetimlerin önünü açmıştır. Böylece kolektif haklar (örgütlenme, grev, toplantı, gösteri ve yürüyüş vb) ve kolektif haklar sayesinde kullanılabilir olan -eşit yurttaşlık, düşünce ve ifade özgürlüğü gibi- temel haklar otoriter yönetimlerin hedefi haline gelmiştir. 


Sözün özü, otoriterleşme ve beraberinde gelen sosyal, siyasal ve ekolojik yıkım, kapitalist sistem üzerinden ele alınmadığı sürece soruna yönelik isabetli tespitler yapmak ve sorunu ortadan kaldırmaya yönelik doğru mücadele yol ve yöntemlerini geliştirmek mümkün olmayacaktır. Otoriterleşmenin ve toplumsal yıkımın failinin kapitalist sistem ve dolayısıyla egemen sınıf olarak tanımlanması ise kaçınılmaz olarak mücadelenin her alanda sınıf perspektifiyle yürütülmesi gerektiği sonucunu ortaya çıkaracaktır.  







4 Nisan 2025 Cuma

Yeniden yurttaş olma mücadelesi

5 Nisan 2025


19 Mart’ta İmamoğlu ve CHP’ye yönelik operasyon girişiminin ardından ortaya çıkan toplumsal hareketlenme sayesinde bu girişimin -şimdilik- ters teptiği ve İmamoğlu’nun tutuklanmasına rağmen, moral üstünlüğünün yıllardır iktidarın baskısıyla susturulmuş olan topluma geçtiği görülüyor.  


İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin yürüyüşüyle başlayan toplumsal hareketlenme, kısa sürede Cumhur İttifakı’nın kalesi olarak bilinen iller (Yozgat, Malatya, Niğde, Kayseri, Osmaniye vb) de dahil olmak üzere, tüm ülkeye yayıldı. Operasyonun doğrudan hedefi olan CHP, -önceki deneyimlere dayanarak- kendinden beklenmeyen bir refleksle toplumun tepkilerini örgütlemeyi başardı. Günlerce süren Saraçhane nöbetinin ardından eylemler, çeşitlendi. Önce İmamoğlu’nun Cumhurbaşkanlığı için yapılan ön seçim oylaması ardından Maltepe mitingi, boykot eylemleri ve İmamoğlu’nun adaylığı için başlatılan imza kampanyası toplumun geniş kesimlerinde karşılık buldu ve belki daha önce hiç olmadığı kadar süratli biçimde halkın politikleştiği bir süreç yaşandı. 


Toplumun tepkisinin beklenmedik ölçüde güçlü olmasının nedeni sadece İmamoğlu’nun diplomasının iptal edilmesi ve tutuklanması değildi. Cumhuriyet tarihi boyunca Kürtlerin maruz kaldığı durum, artık tüm Türkiye halklarını tehdit ediyor; iradesi tanınmayan, hakkı hukuku yok sayılan halk, yurttaş olmaktan çıkarılıp “teba” haline getirilmek isteniyordu.


7 Haziran 2015 seçim sonuçlarıyla toplumsal meşruiyetini önemli ölçüde kaybettiği tasdik edilmiş olmasına rağmen AKP, 10 yıldır iktidarda kalmak için zorla rıza üretmeyi sürdürüyor. 15 Temmuz darbe girişimi bahanesiyle ilan edilen OHAL’le birlikte oluşan otoriter düzen, 16 Nisan 2017 referandumu ile kalıcı hale geldi. Böylece yasama, yürütme ve yargı erkinin tek kişide toplandığı, basının, akademinin ve demokratik kitle örgütlerinin baskı altına alındığı bu düzende demokratik hak arama yolları tamamen kapatıldı. 


Otoriter düzenle yaratılan baskı ortamından beklenen, hem AKP’nin 23 yıllık iktidarı boyunca sadakatle uygulayageldiği neoliberal politikaların bundan sonra da sorunsuz uygulanabilmesi hem de iktidarını sonsuza dek sürdürebileceği yeni bir anayasayı halka kabul ettirileceği koşulların oluşturulmasıydı. 


Ancak gözardı edilen şuydu: Toplumsal meşruiyetini kaybeden otoriter yönetimlerin iktidarlarını topluma zorla dayatmanın aracı olarak kullandığı devlet kurumları da toplum nezdinde inandırıcılığını ve itibarını yitirir; siyasi iktidarla birikte devletin de önlenemez biçimde içten içe çürümesi kaçınılmaz hale gelir. Tıpkı ekonomik ve sosyal verileri iktidarın işine geldiğine göre açıklayan TÜİK’in, akademiyi iktidarın tasdik kurumu haline getiren üniversitenin, alınan kararların hukuksuz olduğu aşikâr hale gelen yargının, şiddet ve işkence iddiaları ayyuka çıkan emniyet teşkilatının, depremzedelere yardım eli uzatması gerekirken çadır ticareti yapan Kızılay’ın, işe alımlarda torpilin tescilli hale geldiği mülakatları yapan bakanlıkların ve daha nice kamu kurumunun hiçbir güvenilirliğinin kalmaması gibi… 


Devlet kurumlarının toplum nazarında güvenilirliğini yitirmesi, itibarsızlaşması, siyasi iktidarla birlikte bir bütün olarak devletin de meşruiyet sorunuyla karşı karşıya kalmasına neden olur ki bugün yaşanan tam da budur. Bugün devlet için yurttaşlar, iktidara biat etmek ve vergi ödemekle mükellef “nesne”ler olmaktan ibarettir. Hakkını arayan yurttaş “vatan haini, terörist” olarak itham edilirken; ödenen vergilerin karşılığı hizmete dönüşmemekte, vergiler ya silah ve güvenlik harcamaları için ya sermayeye teşvik için ya da iktidar sahiplerinin şatafatı için kullanılmaktadır.


Geçtiğimiz iki haftada yaşananlar, 40 yıldır Kürt halkının vazgeçmediği gibi Türkiye’deki diğer tüm halkların da “nesne” olmayı kabul etmeyerek, otokrasiye karşı demokrasiden ve demokrasi için mücadeleden vazgeçmediğini göstermektedir. Ancak hemen her toplumsal eylemde karşılaştığımız, “Kürtlere hakaret ederek eylemi meşrulaştırma” gayreti yine tekrarlanmaktadır. Bunun başını çeken bu kez Ankara Belediye Başkanı Mansur Yavaş olurken daha önce de pek çok kez olduğu gibi bu ayrıştırıcı, provakatif dil kitlede destek bulmamıştır. Ayrıca CHP yönetiminin de bu konuda duyarlı olması ve Yavaş’ın kullandığı bu dili açıkça reddetmesi önemlidir.  


Sözün özü, bugün yıllardır siyasi iradesi, hakkı, hukuku yok sayılan Türkiye halkları, siyasi özne olduğunu ispatlama ve “yeniden yurttaş olma mücadelesi” vermektedir. Bu mücadelenin başarısı, her şeyden önce toplumu ayrıştırma ve eylemleri marjinalleştirme çabalarının boşa çıkarılmasına bağlıdır. Bunun için ise “barış olmadan demokrasinin, demokrasi olmadan da barışın olmayacağı”nı hatırdan çıkarmamak gerekir.