30 Mayıs 2025 Cuma

Yeni anayasa ve “aktif özne” olabilme sorunu

                                   31 Mayıs 2025

AKP,  23 yıllık iktidarı süresince mevcut Anayasa’da birtakım değişiklikler yapsa da pek çok kez gündeme getirdiği “yeni anayasa” hayalini gerçekleştirecek koşulları şimdiye kadar sağlayamadı. Yeni anayasayı bir kez daha gündeme getiren Erdoğan’ın temel gerekçesi, -daha öncekiler gibi- mevcut anayasanın 12 Eylül darbecileri tarafından hazırlanmış olması. Ona göre “sivil” bir anayasa yapılarak “darbe anayasası” utancına bir son vermek gerekiyor. 


Erdoğan’ın yeni anayasaya ilişkin yaklaşımı şu iki soruyu akıllara getiriyor:

  1. Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu koşullar, “darbe anayasası”nın hazırlandığı koşullardan çok mu farklı? 
  2. Bir anayasanın “sivil” olması demokratik olması anlamına gelir mi?


İlk soruya yanıt ararken öncelikle şunu belirtelim: Türkiye’de sadece yürürlükteki 1982 Anayasası değil, 1924 ve 1961 anayasaları da demokrasinin temel ilkelerinin (erkler ayrılığı, basın özgürlüğü, akademik özgürlükler, örgütlenme özgürlüğü vb) geçerli olmadığı koşullarda yapılmıştır. Dolayısıyla Cumhuriyet tarihi boyunca hiçbir zaman demokratik bir anayasa için gereken “toplumsal uzlaşma” sağlanmamış; Türkiye, halkın çok geniş bir kesiminin gerçekleri öğrenme, örgütlenerek kendisini özgürce ifade edebilme olanaklarının bulunmadığı “olağanüstü” koşullarda “dayatılan” anayasalarla yönetilmiştir.


Örneğin, 82 Anayasası hazırlandığında, kendisini devlet başkanı ilan eden darbeci Evren, yasama, yürütme ve yargı erklerini tekelinde toplamış; basın baskı altına alınmış ve dönemin tek televizyon kanalı olan TRT, darbecilerin propaganda aracı olarak kullanılmıştır. Siyasetçiler cezaevine konmuş ya da siyaset yapmaları yasaklanmış, siyasi tutsaklarla dolan cezaevleri işkencehaneye dönüşmüştür. Belediyeler darbecilerin atadığı askerler tarafından yönetilirken üniversiteler kışla haline getirilmiş bilimi, demokrasiyi savunan akademisyenler ihraç edilmiştir. Darbe rejiminin emir komutasına girmeyen sendikalar kapatılmış, örgütlenme ve grev hakkı engellenmiştir.


1982’de anayasanın hazırlanma koşulları böyle iken “yeni anayasa”nın gündeme getirildiği 2025’te ise durum şöyledir: Yasama, yürütme ve yargı cumhurbaşkanının tekelinde toplanmıştır. Gazeteler, internet yayıncılığı ve televizyonlar iktidarın baskısı altındadır. TRT iktidarın propaganda aracı olarak kullanılmaktadır. Muhalif siyasetçiler cezaevlerine atılmakta ve siyaset yapmaları engellenmektedir. Muhalif belediyeler iktidarın atadığı kayyumlar tarafından yönetilmektedir. Üniversiteler de kayyumlar tarafından yönetilirken, barış istediği için yüzlerce akademisyen ihraç edilmiştir. Sendikaların birçoğu iktidarın arka bahçesi haline getirilmiş; sendikal hak ve özgürlükleri tanımayan iktidar yüzünden Türkiye, sendikal hak ihlallerinde dünyada en kötü 10 ülkesi arasında yer almaktadır. Hakkını arayan işçilerin işten atılması, ölümle tehdit edilmesi, öldürülmesi ve hatta diri diri yakılması bile üzerinde çok durulmayan olaylar haline gelmiştir. 


“Darbe anayasası”ndan kurtulmak için gündeme getirilen “yeni anayasa”nın hazırlanacağı koşullar ile 12 Eylül darbe anayasasının hazırlandığı koşulları kabaca karşılaştırdığımızda ilk soruya da yanıt bulmuş oluruz sanırım!


Gelelim ikinci soruya, Türkiye’de anayasalar her ne kadar askeri vesayetin gölgesinde hazırlanmışsa da bu vesayetin ardında hep “sivil”ler olmuştur. Bu “sivil”ler egemen sınıf yani burjuvazidir. Dolayısıyla anayasalar, egemen devlet ideolojisinin yanı sıra üniformalıların ardına gizlenen burjuvazinin sınıfsal çıkarları doğrultusunda hazırlanmıştır. 


Bu bağlamda, 1924 Anayasası’nda yerli ve milli burjuvaziyi yaratmak amaçlanırken, 1961 Anayasası’nda kapitalizmin o dönemdeki -talep yönlü ekonomi politikalarına dayanan- birikim rejimine entegre olmak hedeflenmiştir. Başta TÜSİAD olmak üzere sermaye kesiminin desteğiyle gerçekleşen 12 Eylül darbe rejiminde hazırlanan 1982 Anayasası’nda ise kapitalizmdeki neoliberal dönüşüm sürecine eklemlenmek için gerekli koşullar öne çıkarılmıştır. Erdoğan’ın “sivil” anayasasını yapacak olan “sivil”ler de çıkarları toplumun genel çıkarlarıyla taban tabana zıt olan sermaye kesiminden başkası değildir.


Kısacası ikinci soruya yanıt olarak, anayasayı yapanların üzerinde üniforma olmaması yani “sivil”ler tarafından yapılması, o anayasanın demokratik bir anayasa olduğu sonucunu doğurmaz! 


Demokratik bir anayasa için, toplumun tüm kesimlerinin birer “aktif özne” olarak anayasa yapım sürecine katılması gerekir. Bu ise ancak özgürce örgütlenebildikleri ve kendilerini ifade edebildikleri koşullarda sağlanabilir. Özgürlükler ise “Armut piş ağzıma düş!” anlayışıyla sağlanamaz, mücadele gerektirir. 


Kürt halkı, 50 yılı aşan ve büyük bedeller ödenen bir mücadelenin sonucunda devletin 100 yıllık paradigmasının değiştirilmesini gündeme getirecek bir “aktif özne” haline gelmiştir. 


Toplumun büyük bölümünü oluşturan emeğiyle geçinenlerin, burjuvazinin çıkarları doğrultusunda oluşmuş düzeni değiştirebilmesi de -ki bu aynı zamanda demokrasinin tesis edilmesinin de yegane yoludur- emekçilerin “aktif özne” olabilmesine bağlıdır. Bu ise dünyada, Ortadoğu’da ve Türkiye’de tüm taşların yerinden oynadığı; emekçilere açlığın, sefaletin dayatıldığı ama aynı zamanda 40 yıldır süren savaşın barışla sonuçlanma umudunun belirdiği bir süreçte üç maymunu oynayarak değil, her türlü baskıya, zorluğa karşı direnecek örgütlü bir mücadelenin gerçekleştirilebilmesiyle mümkün olabilir.




23 Mayıs 2025 Cuma

“Sınıf ayrımcılığı” bağlamında Lozan’ı tartışmak…

                               24 Mayıs 2025

PKK’nin fesih bildirisiyle birlikte Lozan ve 1924 Anayasası üzerinden başlayan Cumhuriyet’in müesses nizamına ilişkin tartışmalar bu hafta da devam etti. Konu Kürt meselesi ile gündeme geldiği için haliyle tartışmalar da etnik kimlik ve inançlar bakımından “dışlanan, ötekileştirelen kesimler” üzerinde yoğunlaştı. 


Bu yazıda, konunun fazlaca ele alınmayan bir başka yönüne, Cumhuriyet’in kuruluş paradigmasında sınıf meselesine -daha açık ifadesiyle “sınıf ayrımcılığı”na- kısaca değinmek istiyorum.


Şunu öncelikle belirtmek gerekir ki, kuruluş aşamasındaki her devlet, kuruluş ilkelerini belirli tercihler üzerine oturtur. Yıkılan bir imparatorluğun yerine kurulan Türkiye, hanedanlığın yerine halkın egemenliğine dayanan, tebaanın yerini eşit ve politik birer özne olan yurttaşlığın aldığı “cumhuriyet”i yönetim biçimi olarak tercih etmiştir. Yeni Cumhuriyet’in o dönemde iki kutuplu olan dünya düzeni içinde kendine belirlediği yer ise Batı’dan yani kapitalist dünyadan yana olmuştur. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş nizamı, kapitalizmin gereklerini yerine getirmek üzerinden şekillenmiştir.


Yeni Cumhuriyet’in -Milli Mücadele’nin verildiği işgalci emperyalist devletlerden oluşan- Batı’ya kendisini kabul ettirmesi Lozan Antlaşması’yla gerçekleşmiştir. Lozan Antlaşması’nın görüşmeleri iki aşamadan oluşur. İlk aşama, 20 Kasım 1922’de başlar, ancak 4 Şubat 1923’te görüşmeler tıkanır ve toplantılara ara verilir. 


Lozan görüşmelerinin tıkandığı bu ara dönemde İzmir İktisat Kongresi alelacele toplanır. Şubat ayı içinde gerçekleşen Kongre, Lozan’da görüşülen emperyalist devletlere “yeni cumhuriyetin -o dönemde giderek güçlenmekte olan- sosyalist blok içinde yer almayıp liberal yollarla kalkınmayı benimseyeceğinin yani kapitalist düzen içinde yer alacağının” güvencesini vermeyi amaçlar. Türkiye Cumhuriyetinin kapitalist sistemi benimsediğini ilan etmesiyle sonuçlanan Kongre’nin ardından Lozan’da görüşmelere yeniden başlanır ve Antlaşma 24 Temmuz 1923’te imzalanır.


Lozan’ın önünü açan İzmir İktisat Kongresi’nde İttihat ve Terakki hükümetlerinin izlediği iktisat politikalarına yön veren, “ekonomide Müslüman-Türk unsurları egemen kılma”yı amaçlayan milli iktisat görüşünün devamı olan “Misak-ı İktisadi İlkeleri” kabul edilir. Mustafa Kemal’in Kongre’nin açılış konuşmasında da belirttiği gibi, yabancı sermayeye karşı olmayan “iktisadi milliyetçilik” olarak ifade edilebilecek bu anlayış, Müslüman-Türk olmayanlara ait varlıklara el konularak milli burjuvazinin yaratılmasını hedeflemektedir.


Lozan Antlaşması ve Cumhuriyet’in diğer kurucu belgelerine de yansıyan iktisadi milliyetçilik ya da ekonominin Türkleştirilmesi, Müslüman-Türk olmayanların sadece iktisadi alandan değil tüm toplumsal yaşamdan dışlanmasını da beraberinde getirmiştir. Dışlananlar önceleri gayrimüslimler olurken ilerleyen yıllarda Kürtler ve Aleviler de bundan nasibini almış, iktisadi milliyetçiliğin türevi olan ırkçılığın hedefi haline gelmişlerdir. 


Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş nizamını kapitalizmin gereklerini yerine getirmek üzerinden şekillendirecek kararların alındığı İzmir İktisat Kongresi’nde ilan edilen ve yeni cumhuriyetin temel ilkelerinden biri haline gelen diğer bir konu da “sınıf ayrımcılığı”dır. Türkiye toplumunu “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” olarak tanımlayan kurucu irade, Müslüman-Türk olmayan halklarla birlikte işçi sınıfının varlığını da inkâr etmiştir! Kongrede “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” anlayışı sıkça tekrarlanmış; sanayici ve tüccar kesiminin talepleri uygulanmaya konulurken işçi kesiminin “grev hakkı, 8 saatlik çalışma günü, iş güvencesi ve sosyal güvence, 1 Mayıs’ın işçi bayramı olması, 12 yaşından küçük çocukların çalıştırılmaması vb.” talepleri reddedilmiştir. Sendikalaşma hakkı gibi kabul gören kimi talepler ise uzun yıllar uygulanmamıştır.  


Ulus devletleşme çabası içinde bir burjuva devleti olmayı tercih eden Türkiye Cumhuriyeti, yüzyıl boyunca, varlığını kimi zaman tamamen reddettiği işçi sınıfını sürekli olarak denetim altında tutmaya çalışmıştır. Sosyalist akımların işçi sınıfı içine sirayet etmesi ve Türkiye siyasetinde yer edinmesinin engellenmesi için -askeri darbeler de dahil olmak üzere- pek çok baskı ve şiddet yöntemi devreye sokulmuştur. Öte yandan Müslüman-Türk olmayanların ötekileştirilmesi ve bu amaçla halklar arasında düşmanlığı körükleyen politikalarla köpürtülen milliyetçilik de kapitalist sömürünün üzerini örtmek ve emekçileri ayrıştırmak için kullanılmıştır. Böylece sınıf olarak politik bir özne olduğunun bilincine ulaşması engellenen emekçi kitlelerin devletin ve sermayenin üzerlerinde kurduğu tahakküme rıza göstermesi sağlanmıştır.  


Türkiye bugün “cumhuriyet” görünümü altında halk iradesinin ortadan kalktığı, eşit ve özgür yurttaşlığın anlamını yitirdiği bir yola girmiştir. Bu yoldan çıkmak ve demokratik cumhuriyeti inşa edebilmek için sınıf mücadelesi başta olmak üzere toplumsal mücadelelerin önünde engel oluşturan her şey gibi -Lozan dahil olmak üzere- müesses nizamı oluşturan tüm kurucu belgelerin de tartışılabilmesi gerekir! 

16 Mayıs 2025 Cuma

Demokrasinin önündeki engel barış değil tabulardır!

                               17 Mayıs 2025

PKK’nin silah bırakma ve fesih kararını açıklaması farklı kesimlerde farklı biçimlerde yankılandı. Bu beklenmedik bir durum değildi, 50 yılı aşkın geçmişi olan bir örgütün kendisini feshetmesi ve 40 yıldan uzun süren bir savaşın bittiğini ilan etmesini geniş bir kesim -temkinli de olsa- sevinç ve umutla karşılarken, bir başka kesim ise adeta eleştiri bombardımanına tuttu. Karara yönelik Kürtlerden gelen eleştirileri”ulusların kendi kaderi tayin hakkı”nın gereği olarak Kürt halkının kendi iç meselesi kabul ediyor ve bu konuda herhangi bir yorumda bulunmuyorum. 


PKK’nın kongre kararlarına ya da daha geniş bir ifadeyle barış sürecine ilişkin Türkiye tarafından gelen tepkileri ise kabaca iki gruba ayırmak gerekiyor. Bunlardan birincisini, 40 yıldır süren savaş ortamını kişisel olarak ya da mensubu oldukları siyasetin çıkarlarına aykırı olarak gördüğü için “barış” sözcüğünü duyduğunda bile irkilen, ikbalini halkların savaşına bağlamış olan kesimler oluşturuyor. Temsilcileri televizyonlarda yorumcu olarak sürekli boy gösteren bu gruptakilerin sayıları fazla olmamakla birlikte sesleri oldukça yüksek çıkıyor. Bunların gerçek dışı bilgiler üzerinden algı yaratarak, bilgi edinme kaynağı televizyonla sınırlı olan halkın önemli bir bölümünün kafasını karıştırmakta hayli mahir oldukları söylenebilir. İçlerinde emekli asker, profesör, gazeteci gibi sıfatlar taşıyanlardan oluşan bu gruba dahil olanların ıslah olmalarını dilemekten başka söyleyecek bir sözüm yoktur.


Gelelim Kürtler dışında toplumun geniş kesimini oluşturan diğer gruptan gelen tepkilere: Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana devletin müesses nizamı Ermeniler, Rumlar, Alevilerle birlikte Kürtleri de ötekileştirmiş ve tüm ideolojik araçları ile ayrımcı, düşmanlaştırıcı bir propaganda yürütmüştür. Özellikle 12 Eylül darbesi sonrasında Kürtlere yönelik inkar ve asimilasyon politikası ile bu propaganda çok daha etkili olmuş ve Kürt sorunu 40 yıldır devam eden çatışmacı bir sürece taşınmıştır. Bu bağlamda yıllardır süren tek taraflı propagandaya maruz kalarak milliyetçi, şoven duyguları kışkırtılmış olan bu kesimin bir anda algı dünyasının ters yüz olması beklenemez. Hele de demokrasi, hukuk, insan hakları gibi konularda mevcut iktidara yönelik güvensizliğin olabildiğince yüksek olduğu bir dönemde…


PKK açıklamasında, Kürt sorununun temellerinin Cumhuriyet’in kuruluşu ve ulus devletleşme sürecinde Kürtlere yönelik inkar ve imhayı da içeren Lozan Antlaşması ve 1924 Anayasası’na dayandığı vurgulanmaktadır. Eleştiriler ve tepkiler de büyük ölçüde bu iki temel belgeye yapılan vurgu üzerine yoğunlaşmaktadır. PKK’nın açıklamasına karşı çıkanların yaygın olarak argümanı, “Cumhuriyet’in kuruluş senedi olarak kabul edilebilecek bu belgelerin burjuva demokrasisinin gereği olarak kabul edilen temel hakları -1.nesil haklar- sağladığı ve bu haklar sayesinde dil, din, mezhep, cinsiyet ayırmaksızın tüm halkların laik yurttaşlık temelinde eşit statüye kavuştuğu” kabulüne dayanmaktadır. Dolayısıyla bu belgelerin hedef haline getirileceği bir barış süreci, fiilen ihlal edilen laik, demokratik, hukuk devleti olma vasfını tamamen ortadan kaldırmayı amaçlayan yeni anayasa yapımı için AKP/saray iktidarını cesaretlendirecektir. Böylece Kürtlere özgürlük sağlanırken otoriter rejim daha da güçlenecek ve diğer halklar var olan demokratik kazanımlarını da kaybedecektir! 


Devletin resmi ideolojisine dayanan bu yaklaşım, Cumhuriyet ile demokrasi arasında hayali bir paralellik kurmakta, Lozan ve 1924 Anayasası’nı da bunun teminatı olarak kabullenmektedir. Cumhuriyet’le sağlanan temel haklar elbette önemlidir. Ancak bunlar burjuva demokrasisinin çerçevesi içinde bireysel hak ve özgürlükleri tanımlamaktan ibarettir; egemen sınıf ve onun siyasi iktidarı ile çıkarları çelişen geniş halk kesimleri için bu haklar kolektif haklar (örgütlenme, siyasi temsil, toplu pazarlık, grev vs) olmadan kullanılamaz. Kolektif hakların kazanımı ise ulus devletleşme sürecinde liberalizmi ve burjuva iktidarını dayatan düzene karşı örgütlü mücadeleyi gerektirir. Örgütlü mücadele olmadan bireysel haklar en mükemmel biçimiyle tanımlanmış bile olsa kâğıt üzerine yazılı ifadeler olmaktan öteye geçemez.


Lozan ve 1924 Anayasası, iddia edildiği gibi temel hakların yazılı olduğu bir belgedir, ama bundan daha fazlası değildir. Zira bu belgeler, temel hakların kullanılmasını sağlayacak olan kolektif haklara yer vermediği gibi uygulamada da bu haklar devletin baskı aygıtları kullanılarak engellemiştir. Cumhuriyet hükümetleri kendilerine sürekli olarak düşman yaratmış ve onlarla mücadele etmeyi demokrasiyi, insan haklarını, hukukun gereğini yerine getirmemenin bahanesi yapmıştır. Hukuku, demokrasiyi askıya alma örneklerden ilk akla gelenler şunlardır: 1925 Takrir-i Sükun Yasası, 1938 Dersim Tertelesi, 1938 Cemiyetler Kanunu, 6-7 Eylül 1955’te Rumlara yönelik İstanbul pogromu, soğuk savaş dönemi boyunca komünizmle mücadele, askeri darbeler (27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat), 15 Temmuz darbe girişimi sonrası OHAL dönemi.


Türkiye’nin gerçekten “laik, demokratik bir hukuk devleti” olması isteniyorsa, Lozan ve 1924 Anayasası başta olmak üzere bu ifadelerin yazılı olduğu belgeleri ‘tabu’ haline getirmek yerine müesses nizamın temelini oluşturan bu belgeleri tartışmaktan kaçınmamak gerekir. Bu belgelerin tartışmaya açılmasıyla kâğıt üzerindeki hakların da ortadan kalkacağı ve Türkiye’nin bugün olduğundan daha geriye gideceğinden endişe duyuluyorsa yapılması gereken, özgürlüklerin önünde engel olan statükoyu korumak ve bu gerekçeyle barışa karşı olmak değil, ulaşılmak istenen değerler için her alanda örgütlenerek mücadele etmektir. Unutmamak gerekir ki demokrasi mücadelesini nihayete erdirecek olan ezilen, ötekileştirilen, sömürülenlerin kendisidir!


9 Mayıs 2025 Cuma

Sırrı Süreyya, şahsiyet ve barışa dair

                                   10 Mayıs 2025


6 Mayıs’ta bianet.org haber sitesinde Sırrı Süreyya Önder’in 2011 yılında Radikal Gazetesi'nde kaleme aldığı bir makale tekrar yayımlandı. “Doğuranın öldürene isyanı” başlıklı bu makalede Sırrı Süreyya, “Herkesin söylenmemiş bir ağıdı vardır. Bu ağıdı dinleme ve bilme şansı yoktur. Çünkü ancak öldüğünde söylenecektir.” diyor ve şöyle devam ediyor:

“Şahsiyet nedir, sorusuna yüzlerce cevap verilebilir.

Bence en etkilisi, siz öldükten sonra geriye kalandır. Ancak sağ olduğunuzda kullanabileceğiniz, mevki, yetki, makam, ünvan, güç ve para gibi şeyleri artık kullanamayacak olmanızdır ya ölüm...

İşte o zaman nasıl anıldığınızdır şahsiyetiniz.


Bu dünyadan çekip gittiğinizde, varlığınızın brüt hali değil, darası çıkartılmış, net haliyle anılırsınız. Siz kalibrenize ve fani varlığınıza bin türlü anlam yükleyebilirsiniz. Belki de yokluğunuz kainatı daha bereketli bir yer haline getirecektir, nereden bileceksiniz? Bunu anlamak, ancak ölümle mümkündür.”


Bu sözlerin sahibi Sırrı Süreyya’yı geçtiğimiz Cumartesi günü kaybettik. Sırrı Süreyya, sinemada verdiği eserleriyle ama daha önemlisi barışa vakfettiği yaşamıyla, hayattayken -kendi ifadesiye- kainatı bereketli hale getirdiği, geniş kesimlerce kabul edilen nadir şahsiyetlerden oldu. Elbette barışı savunan, barış mücadelesi veren herkes gibi onun yaptıklarına karşı olan ve hatta nefret dilini kullanarak onu eleştirenler de vardı. Ancak 15 Nisan’da kalp krizi geçirerek bilinci kapalı halde hastaneye yatırılmasından itibaren -onu eleştirenlerin bir kısmının da arasında olduğu- toplumun farklı siyasi düşüncelere sahip kesimlerinin dilekleri, duaları onun sağlığına kavuşması için ortaklaştı. Sırrı Süreyya’yı kaybettiğimiz haberi gelip umutlu bekleyiş sona erdiğinde ise dilekler, dualar sevgiye, özleme dönüştü. 


40 yılı aşkın süredir barış için mücadele eden, barış için bedel ödeyenler Sırrı Süreyya’nın kişiliğinde simgeleşiyordu adeta. Ona, onun barış çabasına gösterilen saygı, sevgi aynı zamanda halkları düşmanlaştıran, ayrıştıran politikaların yarattığı baskının ardına sinmiş olan barış özlemini de açığa çıkarıyor, tabu haline gelen yargıları birer birer yıkılıyordu. Sırrı Süreyya aramızdan ayrılmıştı ama ömrünün önemli bir bölümünde zindanları, işkenceleri göze alarak ve sağlığını ihmal ederek verdiği mücadele ile kainata barışın bereketini getirmişti! 


4 Mayıs’ta yapılan cenaze töreni AKM’nin içindeki ve dışındaki onbinlerin yanı sıra televizyonları başındaki milyonlar tarafından göz yaşları içinde izlendi. Cenaze töreninde kızı Ceren’in okuduğu babasına mektup, Sırrı Süreyya’nın ardından yakılan ağıt oldu. Kendisi dinleyemedi ama bu ağıt, onun nasıl muhteşem bir baba ama aynı zamanda nasıl muhteşem bir şahsiyet olduğunu da bir kez daha gösterdi. 


Şöyle diyordu Ceren babasına mektubunun bir yerinde: “Kendimi bildim bileli seni kaybetmekten korktum. Bu benim tek kabusum, zaafım, burnumdaki sızı, yutağımdaki yumru, karın ağrımdı. Öyle iyi, öyle benzersizdin ki, ‘bu adam bana sadece ölerek acı çektirebilir’ derdim.”


Evladına bu duyguları yaşatan bir babanın kötü bir şahsiyet olması mümkün müdür? Peki böylesine iyi bir şahsiyete sahip olmayan birinin “evlatlar ölmesin” diye barışı “ölümüne” savunması mümkün müdür? 


Yaşam, siyahla beyazın, kötüyle iyinin bir aradalığı diye tarif edilir ya Sırrı Süreyya’nın cenaze töreninde tam da bu yaşandı. CHP lideri Özgür Özer törenden çıkarken Selçuk Tengioğlu isimli kişinin saldırısına uğradı. Saldırgan, 2004 yılında iki evladını öldürüp ikisini de yaralamış, afla cezaevinden çıkmış bir “şahsiyet”ti. 


Sırrı Süreyya’nın yukarıda alıntıladığımız yazısındaki şahsiyet tarifine geri dönersek, bu evlat katili saldırgan da henüz hayattayken nasıl bir şahsiyet olduğunu dünya aleme göstermişti. Onun şahsiyeti, evladına ardından yukarıdaki sözleri yazdıran Sırrı Süreyya’nın tam tersiydi. O ardından söz söyleyecek evlat bile bırakmamış, evlatlarını katlederek yaşamdan koparmış biriydi. “Evlatlar ölmesin” diye barış isteyenlerin özgürlüğünü elinden alan yargı, yokluğu kainatı daha bereketli hale getirecek bu evlat katilini affederek kainatı cehenneme çevirmeye devam etmesine olanak sağlamıştı.


Sırrı Süreyya ile adını birlikte anmaktan bile hicap duyduğum söz konusu evlat katili arasındaki mesafenin barışı savunanlarla barışa karşı olanlar arasındaki mesafeden çok da farklı olduğunu düşünmüyorum. Savaştan ekonomik ve siyasi çıkar elde edenleri bir yana bırakırsak; vatan, millet edebiyatıyla barışa karşı olmanın, savaşın sürmesini istemenin evlat katili olmaktan ne farkı vardır ki? 


Sırrı Süreyya, kendi evladına muhteşem bir baba olurken bu topraklarda yaşayan tüm evlatların yaşamı için de barışı savundu ve kendi sağlığını umursamadan bu yolda önemli bir mesafe kat edilmesini sağladı. Barış yolundaki hamleleri öyle etkiliydi ki hastanede yaşam mücadelesi verirken ve yaşamını yitirdikten sonra bile on yıllardır birbirine düşmanlaştırılan halkları bir araya getirmeyi başardı ve barışın toplumsallaşması umudu şimdiye dek olmadığı kadar yeşerdi!


Sevgili Sırrı Süreyya, varlığınla bu kainatı bereketli kıldın, yokluğunda da bu bereketin sürmesi geride kalanlara düşüyor. Şüphen olmamıştır ama yine de söylemiş olayım, bu toprakların evlatları kendine kıymet vereni bilir ve onun mücadelesini yarıda bırakmaz. Müsterih ol uğruna yaşamını verdiğin mücadele, senin hedeflediğin gibi onurlu bir barışla sonuçlanacaktır!    


 https://bianet.org/yazi/doguranin-oldurene-isyani-307159







2 Mayıs 2025 Cuma

1 Mayıs’ın ardından…

                                    3 Mayıs 2025

İşçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs’ın Türkiye’de başka bir anlamı daha vardır: Mevcut sendikal yapılar, kendi üyeleri dışındaki işçi sınıfının bileşenleriyle ve diğer toplumsal hareketlerle 1 Mayıs meydanlarında bir araya gelir. Bu bir araya geliş; bürokratikleşmiş, kastlaşmış sendika yönetimlerinin işçi sınıfına ve toplumsal hareketlere ne ölçüde yabancılaştığını da gözler önüne serer.


Türk İş, Hak İş, Memur Sen gibi siyasi iktidarın ve sermayenin yörüngesine girmiş sendikalar baştan kendilerini işçi sınıfından ve diğer toplumsal hareketlerden ayrıştırarak üyelerinin bu kesimlerle temasını kesmeye çalışır ve böylece sınıfın bütününe olan yabancılaşmanın görünürlüğünü engellemek ister. Bunun için ya 1 Mayıs’a katılmaz ya da işçi sınıfının örgütsüz kesimlerinin ve diğer toplumsal hareketlerin yoğun olduğu İstanbul ve diğer kimi illerde kendilerini sınıfın bütününden soyutlayarak farklı alanlarda etkinlikler düzenler. Ortak 1 Mayıs etkinliklerine katıldıkları alanlarda ise -yasak savma babından- çok kısa bir süre görünüp alandan hızla uzaklaşırlar. 


Bu yıl da 1 Mayıs, geçen yıllardan farklı olmadı. Yukarıda adı geçen işçi konfederasyonları 1 Mayıs’a ya hiç katılmadı ya işçi sınıfı ve toplumsal hareketlerin toplu olarak katıldığı alanların dışında toplandı ya da onlarla aynı alana çağrı yapsa bile kısa bir süre görünüp dağıldı. Ayrıca emekçiler alanlarda iktidarın emek, doğa, demokrasi düşmanı politikalarını eleştirirken bu konfederasyonların başkanları patron örgütlerinin temsilcileriyle ve Erdoğan’la birlikte sarayda poz vermekte bir sakınca görmedi.  


Bu yılın diğer yıllardan belki de en önemli farkı, her yıl 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak için ısrar eden, bu uğurda polisin şiddetle müdahalesini bile göze alan DİSK ve beraberinde KESK, TMMOB ve TTB, 19 Mart’tan bu yana toplumun hemen tüm kesimlerinden yükselen mücadele ve direniş eğilimini görmezden gelerek İstanbul Valiliği’nin Taksim yasağını peşinen kabul etti. 


Hiçbir zaman Taksim’i fetişleştirenlerden olmadım. Aksine 1 Mayıs’ı alan tartışmalarına boğup, gerçek anlamından uzaklaştıran anlayışları hep eleştirdim. Ancak bu yıl 1 Mayıs’a oldukça farklı koşullarda gidildi. Bu farklardan bir kaçını şöyle özetleyebilirim: 


Her şeyden önce Türkiye, tarihindeki en derin ekonomik krizi yaşamakta ve siyasi iktidar, her zaman olduğu gibi bu krizi de emekçi kesimlerin sırtına yıkmakta kararlı. Krizden çıkış için uygulanan program, toplumun çok büyük bir kesimini oluşturan emekçileri güvencesiz ve geleceksiz bırakılırken, açlık sınırının altında bir gelirle yaşamlarını sürdürmeye de mahkum ediyor. Günde en az 10-12 saat çalıştığı halde emekçiler, beslenme ve barınma gibi en temel ihtiyaçlarını bile karşılayamıyor. Türkiye enflasyonda, çalışan yoksulluğunda, iş cinayetlerinde, çalışma sürelerinin uzunluğunda dünyada ilk sıralardayken; sendikal hak ihlallerinde dünyada en kötü on ülke arasında. Bu tablonun oluşmasında siyasi iktidarın ve patronların emekçilerin örgütlü mücadelesini engelleyerek sınırsız bir sömürü ortamı sağlamak için hak, hukuk tanımıyor olmasının rolü yadsınamaz.


Öte yandan ormanların, denizlerin, göllerin, nehirlerin sermaye için kâr alanına dönüşmesini sağlayacak projelerin hayata geçirilmesi için de hak, hukuk yok sayılıyor. Aklını, benliğini egemenlere satmamış tüm bilim insanlarının bu projeler nedeniyle yerküre ve insanlık için büyük felaketlere yol açacak iklim krizine her geçen gün daha fazla yaklaşıldığı yönündeki uyarılarına rağmen, doğanın sermayeye peşkeş çekilmesine devam ediliyor. Hükümetin, halkın ve yerel yönetimin itirazlarına aldırmaksızın gündeme getirdiği Kanal İstanbul, ekolojik yıkım için ortam hazırlayan projelerin en çarpıcı olanı.  


Diğer taraftan, iktidarın -uluslararası konjonktürün de etkisiyle- kendi bekâsını tehlikeye düşüreceğini bildiği halde Kürt sorununun barışçıl yollarla çözümü için müzakere masasını yeniden kurmak zorunda kaldığı bir süreçteyiz. Bu sürecin sonuca ulaşabilmesi için demokrasi ve hukukun esas olduğu bir ortamın oluşması gerekiyor ki bu da toplumun demokrasiyi ve barışı ne ölçüde sahipleneceğine bağlı.


15 Temmuz darbe girişimi gerekçesiyle ilan edilen OHAL’den bu yana Kürt illerinde halkın iradesini yok sayan kayyum politikası, 31 Mart seçimlerinin ardından İstanbul’a da yansıdı. Önce Esenyurt’tan başlayarak bazı ilçelerine yapılan operasyonlar 19 Mart’ta İBB Başkanı İmamoğlu’na kadar uzandı. İmamoğlu ve bazı ilçe belediye başkanları tutuklanırken bazı belediyelere de kayyum atandı. Kürt illerinde olduğu gibi İstanbul’daki tutuklama ve kayyum atamaları da toplumu ikna edebilecek hukuki dayanaktan yoksundu. 


Yukarıda bazılarına değindiğimiz hukuksuzluklara karşı tepkiler, 19 Mart operasyonu sonrasında ortaklaştı ve başta İstanbul olmak üzere ülkenin dört bir yanında halk, siyasi iradesine sahip çıktı ve haksızlıklara, hukuksuzluklara karşı sesini yükseltti. Siyasi iktidarın şiddet dolu müdahalelerine ve onlarca genci özgürlüğünden mahrum bırakmasına rağmen bu tepkiler halen devam ediyor. Siyasi iktidar karşısındaki pasif tavrı ve mücadeleyi sandıktan ibaret gören yaklaşımı nedeniyle yıllardır eleştirdiğimiz ana muhalefet partisi CHP, tüm yasaklamalara, engellemelere rağmen mitingler, yürüyüşler düzenliyor ve halkın verdiği destekle yasakları aşmakta da başarılı oluyor.


İşte, başta emekçiler olmak üzere toplumun geniş kesimlerinin “hak, hukuk, demokrasi ve barış” talebiyle mücadeleye daha önce hiç olmadığı kadar istekli olduğu bir dönemde 1 Mayıs alanları, tüm bu taleplerin bir araya getirilerek toplumsal mücadelenin yükselmesine aracılık edebilecekken sendika yönetimlerinin yasak savmak için yaptıkları etkinliklerden öteye geçemedi.


Sözün özü: Bu 1 Mayıs’ta bir kez daha görülmüş oldu ki sınıfa yabancılaşmış ve kendisini yasalara hapsetmiş sendikacılık anlayışı aşılamadığı sürece, sendikaları toplumsal mücadelenin öznesi olarak görmek mümkün olmayacaktır!