29 Ağustos 2025 Cuma

Muhalefetin sorumluluğu

                                  30 Ağustos 2025

2023 seçimlerinin ardından ekonominin başına getirilen Mehmet Şimşek’in hazırladığı Orta Vadeli Program (OVP), 2023 Eylül ayında açıklandığı zaman çöken ekonominin tüm faturasının emekçi halk kesimlerinin sırtına yıkılacağını görmüştük. İşçiyi, emekçiyi, emekliyi, küçük üreticiyi, çiftçiyi yoksullaştırmakla kalmayıp açlıkla karşı karşıya bırakacak, gelir ve servet eşitliğini daha da bozacak böyle bu programın -demokrasinin asgari düzeyde olduğu koşullarda bile- toplumsal dirençle karşılaşmadan yaşama geçirilebilmesi mümkün değildi. Toplumun geniş kesimleri için ekonomik ve sosyal yıkım anlamına gelen bu programın toplumsal dirençle karşılaşmaması ancak toplumun tamamen örgütsüz olmasıyla ve genel çıkarlarını savunan alternatif bir programı ortaya koyabilecek muhalefetin olmamasıyla mümkün olabilirdi. 

Yerel seçimler nedeniyle Şimşek programı, 2024’ün ikinci yarısına kadar belirli sınırlılıklar içinde uygulandı. Ancak 2024’ün ikinci yarısından itibaren OVP’de belirlenen hedefler doğrultusunda çalışmalar hızlandı. Bu çerçevede emek maliyetlerinin (ücretlerin) ve sosyal harcamaların (sosyal güvenlik, sağlık, eğitim vb) baskı altına alınması, sermaye kesimine vergi istisnaları getirilirken halktan toplanan vergilerin (ÖTV, KDV vs) arttırılması, tüm yer altı ve yer üstü kaynakların sermayenin kullanımına sunulması ile kamu kaynaklarının teşvik adıyla sermayeye aktarılmasına ilişkin düzenlemeler ardı ardına gündeme gelmeye başladı.

Toplumun hemen tüm kesimlerini derinden etkileyecek bu düzenlemeler içinde en çok tepki çekmesi ve dirençle karşılanması beklenen kuşkusuz “ücretlerin baskı altına alınacak” olmasıydı. Zira ücretler, nüfus içinde sayısal ağırlığı en fazla olan, üretimden/hizmetten gelen gücü (grev) kullanarak kapitalist sistemin işleyişini aksatma potansiyeli bulunan, tarihsel olarak mücadele geleneği ve örgütlülüğü en güçlü kesimi oluşturan emekçilerin geçim koşullarını doğrudan belirliyordu. Ücretlerin OVP’de öngörüldüğü gibi enflasyonun altında belirlenmesi zaten büyük ölçüde yoksulluk sınırının aşağısında bir ücretle geçinmek zorunda kalan emekçileri daha da yoksullaştıracaktı. 

AKP/saray hükümeti, Şimşek programı doğrultusunda ücretlere ilişkin politikalarını 2025 yılında uygulamaya başladı. Bu çerçevede önce asgari ücret, Merkez Bankası’nın 2025 için hedeflediği enflasyon dikkate alınarak belirlendi ve ara zam yapılmaması kararlaştırıldı. Bu ücret politikası kamuda çalışan işçi ve memurlar ile emekliler için yapılan toplu iş sözleşmeleri (TİS)’lerde de dayatıldı. Özel sektör ve İzmir Büyükşehir Belediyesi gibi CHP’li kimi yerel yönetimler de Şimşek programının ücretleri enflasyonun altında belirleme politikasına uygun olarak TİS’lerde işçilere baskı uyguladı.  

Belirlenmesinin üzerinden henüz bir ay bile geçmeden asgari ücret, TÜİK’in hayat pahalılığını gizlemeye yönelik gerçek dışı enflasyon verileriyle hesaplanan açlık sınırının bile altında kaldı. İşten çıkarma tehditlerinin, grev yasaklarının gölgesinde yandaş sendikaların işbirliği ile yapılan TİS’lerde ücretler çoğu zaman yoksulluk sınırının yarısına bile ulaşamadı. Enflasyonun altında belirlenen ücretlerin yanı sıra kamu hizmet bedellerinin yükselmesi ve halkın sırtına yüklenen vergilerin artmasıyla birlikte 2025’in geride bıraktığımız 8 ayında reel ücretler; ev kiraları ve çarşı-pazardaki fiyat artışları karşısında neredeyse yarı yarıya geriledi. 

Şimşek programı emekçileri daha da yoksullaştırarak, beslenme ve barınma gibi en temel ihtiyaçlarını bile karşılayamaz hale getirirken beklenen toplumsal tepki ortaya çıkmadı. Böylece AKP/saray iktidarı bir kez daha küçük bir azınlığın çıkarları için toplumun geniş kesimini sefalete iten politikalarını ciddi bir dirençle karşılaşmadan yaşama geçirebilmiş oldu! Bunda emekçilerin ve diğer hak arama mücadelesi yürütenlerin önündeki barikatı her geçen gün daha da yükselten otoriter rejimin etkisi önemli elbette. Ancak AKP’nin emek, doğa, toplum düşmanı politikalarına karşı halkı ikna eden, somut alternatifler üreten bir muhalefetin olmayışını da göz ardı etmemek gerekiyor.

AKP’nin çeyrek yüzyıla yaklaşan iktidarı boyunca ana muhalefet partisi olan CHP, sadece ekonomide değil; eğitimde, sağlıkta, dış politikada, Kürt sorununda vs. halkı ikna edebilecek alternatif politikalar üretemedi. Bu nedenle AKP’nin politikaları ne kadar tepki çekerse çeksin, halk CHP’yi bir iktidar alternatifi olarak görmedi. 

Kasım 2023’te yapılan kurultayda göreve gelen CHP yönetiminin 2024 seçimlerindeki başarısı ve İBB’ye yapılan 19 Mart operasyonu sonrasında, iktidarın tüm baskılarına karşı halkı yanına alarak gösterdiği dinamizm gerçekten taktire şayandır. Ancak halen toplumun sorunlarına çözüm olacak somut politikalar geliştirebilmiş değildir. 

CHP, Eylül ayı içinde hem program kurultayını yapacağını hem de İmamoğlu’nun öncülüğünde hazırlanan hükümet programının açıklanacağını duyurdu. Bu çalışmaların içeriğini bilmemekle birlikte, CHP’nin kağıt üzerinde kalacak program değişikliklerine değil; devletin ve düzenin partisi olmaktan çıkıp demokrasiyi, insan haklarını önceleyen gerçek anlamda halkın partisi olacak ideolojik bir dönüşüme ihtiyacı vardır. Böyle bir dönüşümün, CHP üzerindeki iktidar baskısını daha da arttıracağı muhakkaktır ancak bu dönüşüm olmadığı sürece CHP’nin bir iktidar seçeneği olabilmesi de mümkün değildir.

Benzer bir durum DEM Parti için de söz konusudur. DEM Parti, yerinde bir tercihle enerjisini çözüm/barış sürecine yoğunlaştırmıştır. Fakat birçok konuda kilit durumunda olan, Türkiye’nin üçüncü büyük partisinin geçim derdinden doğa talanına, dış politikadan eğitime, işsizliğe kadar toplumun temel sorunlarına çözüm olacak alternatif politikalar üretmesi de beklenmektedir.  

AKP’nin iktidarını 23 yıldır sürdürebilmesinin esbab-ı mucibesi, karşısında toplumu ikna edebilen bir alternatifin ve bu alternatif etrafında örgütlenen bir toplumsal direncin olmamasıdır. Bugün toplum nezdinde meşruiyetini yitirmesine rağmen AKP, tekelinde bulundurduğu devletin baskı aygıtlarını da kullanarak kendisine alternatif olabilecek yapıları engellemeye ve toplumsal direnci kırmaya çalışmaktadır. Buna karşı durabilmek için her alanda alternatif politikalar üreterek başta emekçilerin üretimden gelen gücü olmak üzere toplumda var olan tüm mücadele potansiyelini açığa çıkartmak gerekir. Aksi halde AKP -ya da benzer iktidarlar- emek, doğa, toplum düşmanı politikalarını hiçbir dirençle karşılaşmadan hayata geçirmeye devam edecektir.
 


22 Ağustos 2025 Cuma

Diyanetin hutbeleri, laiklik ve otoriterleşme

                              23 Ağustos 2025

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın geçtiğimiz hafta yayınladığı Cuma hutbesinde İslam’ın mirasta kız ve erkek çocuklar arasındaki paylaşım ölçüsünü değiştirmenin ilahî adalete aykırı olduğu ve kız çocuklarının Allah'ın takdir ettiği hakka razı olması gerektiği ifade edildi (Kur’anda kız çocuklarına erkek çocukların yarısı kadar mirastan pay verilmesi hükmedilir.). 


Devletin bir kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yayınladığı ve ülkenin tüm camilerinden duyurulan bu hutbe, Anayasa’nın laiklik ve eşitlik ilkeleri ile Medeni Kanuna tamamen aykırı. Anayasa ve yasalara göre Türkiye’de kadınlarla erkekler arasında böyle bir ayrım yapmak mümkün değil. Öte yandan Anayasa ve yasaları tamamen hiçe sayarak Şer’i hukuk hükümlerinin savunuluyor olması, Anayasa’nın laiklik ilkesinin açık biçimde ihlal edilmesi anlamına geliyor.


Diyanet, Anayasa ve yasaları ilk kez bu hutbeyle ihlal etmiyor. Uzunca bir süredir benzer içerikli hutbeler yayınlanıyor. Birçok hutbede seküler yaşam tarzı eleştiriliyor ve kadınların kapanmaları, çocukların kuran kursuna gönderilmeleri gibi telkinlere yer veriliyor. Hutbeler sadece yaşam biçimlerine müdahale edilmesiyle de kalmıyor. Örneğin emekçilerin patronlarına sadık olmaları istenirken, kendilerine verilene razı olup daha fazlasını istemelerinin, haklarını almak için iş bırakmalarının (grev yapmalarının) hainlik olduğu, günah olduğu söyleniyor. Bunun yanı sıra Diyanet’in devasa bütçesi, yöneticilerinin lüks içindeki yaşamları ve aynı zamanda Türkiye’nin gelir ve servet eşitsizliğinde dünyada en ön sıralarda olduğuna bakılmadan halka aza kanaat edip, israftan kaçınmaları telkin ediliyor.


Diyanetin yasaları tanımaması ve laiklik ilkesine tamamen aykırı biçimde dini kullanarak siyaseti ve toplumsal ilişkileri düzenlemeye kalkışması, AKP/saray iktidarının devlet kurumlarını kullanma biçimi ile örtüşüyor. AKP için devletin tüm kurumlarının öncelikle iktidarının bekâsını koruması gerekiyor. TÜİK’ten Merkez Bankası’na, yargıdan kolluk kuvvetlerine, eğitim, sağlık ve kamu hizmeti sunan diğerlerine kadar devlet kurumları için, AKP iktidarının bekâsını korurken hukukun ya da teamüllerin hiçbir önemi bulunmuyor. Bu kurumlar, 23 yıllık iktidarı süresince derinleştirdiği toplumsal sorunlara çözüm üretemeyen iktidarın politikalarını -gerçekleri saptırıp olumlu algı yaratarak- meşrulaştırmak; bunlar işe yaramadığında ise halkın üzerinde baskı kurmakla mükellef kılınıyor.  


Bu çerçevede Diyanet’in üzerine düşen ise giderek büyüyen sosyal problemler nedeniyle halkta yükselen tepkiyi dizginlemek için dini kullanarak haksızlıkları, hukuksuzlukları, sömürüyü, toplumsal eşitsizlikleri normalleştirmek ve her koşulda sermayeye ve iktidara biat edilmesini sağlamak oluyor. Diyanet’in dini siyasi iktidarın bekâsı için araçsallaştırması, başka bir ifadeyle Diyanet vasıtasıyla siyasete ve toplumsal ilişkilere müdahale etmesi ve bunun Anayasa ve yasalar göz ardı edilerek yapılması laiklik tartışmalarını da beraberinde getiriyor. 


Laikliğin ortadan kalkması, sadece seküler yaşamı tercih edenleri ilgilendiren bir konu değil. Çünkü laiklik aynı zamanda bilimsel düşüncenin, demokrasinin, hukukun, adaletin, kadın özgürlüğünün ve toplumsal barışın da olmazsa olmaz koşulu. Özellikle emperyalistlerin çıkarları doğrultusunda İslami hareketlerin kullanıldığı ve hatta Suriye’de olduğu gibi cihatçı anlayışların iktidara taşındığı bir coğrafyada laiklik, farklı inançların bir arada barış içinde yaşayabilmesi için de yaşamsal öneme sahip.      


AKP’nin dini siyaset için kullanan bir gelenekten geliyor olması ve bu anlayışı çeyrek asıra yaklaşan iktidarı boyunca sürdürmesi, laiklik konusunda kaygıları artırıyor. Diyanet’in hutbelerinin yanı sıra Suriye’de laik-seküler bir yönetime sahip olan Rojava’nın varlığını kabullenememesi ve her fırsatta farklı din ve mezheplerden halklara karşı katliamlarını sürdüren HTŞ’nin tekçi anlayışla kurmak istediği İslam devletine her türlü desteği vermesi de bu kaygıların yersiz olmadığını teyit ediyor.  


Otoriter rejimler tarafından kökten dinciliğin ve milliyetçiliğin; demokrasiyi, özgürlükleri ve hukuk düzenini ortadan kaldırarak güçlerini tahkim etmenin ve otokrasiyi meşrulaşmanın aracı olarak kullanılması, tarihte sık rastlanan bir gerçeklik. Bunun en yakın örnekleri İsrail, İran ve Suriye’dir. 


Sözün özü: Otoriterliğin siyasal İslam’ı, siyasal İslam’ın da otoriterliği beslediği döngü kırılmadan, demokrasi ve toplumsal barış için sürdürülen mücadelelerin başarıya ulaşmasını beklememek gerekiyor! 


15 Ağustos 2025 Cuma

Savaşın nedenleri sorgulanmadan barış mümkün mü?

                               16 Ağustos 2025

Otoriter rejim bir taraftan sendikal hak ve özgürlükleri ortadan kaldırarak emekçileri açlığa, yoksulluğa mahkum ederken diğer taraftan çıkarılan yasalar ve bitmek bilmeyen orman yangınlarıyla çevre kıyımı son sürat devam ediyor. Bu arada belediyelere yönelik operasyonlar CHP’li belediye başkanlarının AKP’ye transfer olmaya “ikna” edilmesi gibi farklı yöntemlerle sürerken, yargıya ilişkin şaibelerin, skandalların ardı arkası kesilmiyor. Öte yandan Suriye’de Araplar dışındaki halkların iradesini görmezden gelen; kendi halkına yaptığı katliamları aşikâr olan bir rejime entegre olunmasında ısrar eden; Kürt halkının ve diğer halkların güvenliği için varlığını sürdüren SDG’ye yönelik tehdit dili kullanan bir dış politika anlayışı izleniyor.

Bütün bu gelişmeler yaşanırken, başka bir taraftan da 40 yılı aşkın süredir devam eden savaşın sona erdirilerek barış ortamının sağlanması için müzakereler sürüyor. Saydığımız -ve sayamadığımız- tüm bu sorunların müsebbibi olan AKP/MHP iktidarının müzakerelerde devlet tarafını temsil etmesi, barış umudunu ateşleyen süreç konusunda kafaların karışmasına neden oluyor haliyle. Buna bir de AKP’nin büyük bir hayal kırıklığıyla sonuçlanan önceki barış sürecinde masayı devirmesi ve bugün gerçekleşen müzakerelerde barışı “Terörsüz Türkiye” diyerek sadece silah bırakmayla sınırlı görmesi de eklenince kafa karışıklığı daha da artıyor. TBMM’de kurulan Komisyon’un -şimdilik- büyük bir problem olmadan yürüdüğüne ilişkin haberler de iktidara yönelik güvensizliği ortadan kaldırabilmiş değil.

Meclis’te kurulan Komisyon’da ve müzakerelerin yürütüldüğü diğer platformlarda AKP/MHP iktidarının karşısında müzakereci olarak bulunanların barış sürecine ilişkin kaygılarını göz önünde bulundurduklarına ve bu kaygıları ortadan kaldırma çabası içinde olduklarına/olacaklarına şüphe yok. Ancak  “sütten ağzı yananların yoğurdu üfleyerek yemek istemesi”ni de anlayışla karşılamak gerekiyor.

Kürt halkının politik bilinci, toplumsal barışın sağlanması konusundaki samimiyeti ve siyasi temsilcilerine olan güveni tüm kaygılara rağmen en azından süreci sekteye uğratacak tavırlardan kaçınmasına olanak sağlıyor. Ancak Türkiye halklarının tümü için bunu söylemek pek mümkün değil.

Barış sürecine kökten karşı çıkan İYİ Parti ve Zafer Partisi gibi kimi ulusalcı sağ partileri ve bazı sol yapıları bir kenara bırakırsak, toplumun geniş kesimini temsil eden siyasetlerin barış sürecini az ya da çok benimsediğini söyleyebiliriz. Bunlar içinde Meclis’te milletvekili bulunanlar da zaten Meclis’te kurulan Komisyon’da doğrudan yer alıyor.

İktidarın “Terörsüz Türkiye”, Kürt ulusal hareketinin “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” olarak adlandırdığı sürecin bundan önceki çözüm süreçlerinden en önemli farkı belki de toplumun geniş kesimlerinin müzakerelerin en azından Meclis’teki ayağında yer alıyor olmasıdır. Toplumsal tabanının geniş olması, sürecin başarıyla sonuçlanması umudunu arttırmakla beraber süreç ilerlerken otoriter rejimin ve onun yarattığı anti demokratik ortamın değişmemesi, sürece dair kaygıları gidermek bir yana bu kaygıların daha da büyümesine yol açıyor.

Barışa karşı olmayanların sürece ilişkin en önemli endişesi “AKP’nin süreci, otoriter rejimi güçlendirmek ve kalıcılaştırmak için kullanacağı” varsayımına dayanıyor. Bu nedenle demokrasi ve hukukun üstünlüğü konusunda ilerleme olmadan barış sürecinin de başarılı olamayacağını düşünüyorlar. Demokrasi olmadan savaşa neden olan koşulların ortadan kaldırılamayacağı aşikârdır! Dolayısıyla demokrasi olmadan barışın olamayacağı varsayımı yanlış olmamakla birlikte göz ardı edilmemesi gereken bir başka gerçek de şudur: 100 yılı aşkın süredir devletin müesses nizamı haline getirilmiş -etnik kökenine, dinine, mezhebine göre halkları ayrıştıran birbirine düşmanlaştıran- politikaların neden olduğu savaş ortamında, halklar arasında düşmanlıklara son vermeden demokrasiyi sağlayacak bir mücadelenin koşullarını oluşturmak imkansızdır!

Bugün demokrasi olmadan barışın sağlanamayacağını söyleyenlerin önemli bir kısmı, süreci AKP’nin “Terörsüz Türkiye” söylemiyle de empoze etmeye çalıştığı gibi, silahların bırakılmasından ibaret görmektedir. Bu nedenle süreci sorgularken sıkça AKP/MHP iktidarına “Dün terörist, vatan haini dediklerinizle bugün neden barışıyorsunuz?” sorusunu yöneltmektedir. Oysa barışı gerçekten isteyenlerin barışı değil, savaşa neden olan politikaları sorgulaması ve muktedirlere “Bu toprakların kadim halklarından olan Kürt halkını, neden en temel insani haklarını ve eşit yurttaş olmayı talep ettikleri için yıllardır terörist, vatan haini olarak suçladınız?” sorusunu sormaları gerekir. Bu soru ve ardından gelecek soruların aydınlatacağı gerçekler, milliyetçi kesimlerin ve özellikle CHP’nin üzerinde önemle durduğu “şehit yakınlarının barış sürecine ikna edilmesi” için de yol gösterici olacaktır.

Bu arada akıldan çıkarılmaması gereken gerçek, birlikte yaşayan halklar arasında ezen-ezilen ilişkisinin ve bunun beslediği ayrımcılığın olduğu toplumlarda ne barışın ne de demokrasinin, hukukun, adaletin tesis edilebileceğidir. Bu nedenle içinde bulunduğumuz sürece ilişkin yaşanan kafa karışıklığı anlaşılır olmakla birlikte, olan bitenlere dair doğru bir tutum belirlemek için doğru sorularla yola çıkmak gerekir.

9 Ağustos 2025 Cumartesi

Otoriterleşme, çürüme, yozlaşma

                                9 Ağustos 2025

Önce merkezi sınavlarda ortaya çıkan şaibeler, ardından akademide tez çalışmalarının -para karşılığında- başkalarına yaptırıldığı haberleri ve şimdi de diploma ve diğer resmi belgelere ilişkin sahtecilik skandalı… Bunlar şimdilik bildiklerimiz, yarın neyle karşılaşırız bilemiyoruz.

Sahteciliğin son dönemde sınavlar, akademik çalışmalar ve diplomalar üzerinde yoğunlaşması tesadüf değil. Neoliberalizmle birlikte emek piyasasında “eğitimin rekabette üstünlük sağlamanın yegâne aracı olduğu” algısı yaratıldı. Emeğin alınır-satılır bir mal (meta) olduğunun emekçilere de kabullendirildiği ve piyasa değerinin arttırılması için diploma, sertifika vb. belgelerin şart koşulduğu bir ortam oluşturuldu. Böylece bir taraftan zorunlu eğitimin süresi uzatılırken diğer taraftan yükseköğretime olan talep hızla arttı. Talebin artmasıyla birlikte devletin eğitime ayırdığı kaynak azaldı ve eğitim, sermaye için cazip bir kâr alanı haline getirildi.

Artık anaokulundan yükseköğretime kadar her kademedeki eğitim, parası olanın parası kadar edinebildiği bir hizmet haline geldi. Özellikle yükseköğretimde, kamu üniversitelerinin sayısı ve öğrenci kontenjanları artarken verilen eğitimin niteliği düştü; yükseköğretim kurumundan alınacak bir diploma, akademik bir eğitimle edinilecek bilgi ve yetkinlikten çok daha önemli hale geldi! Dolayısıyla metalaşan eğitim sisteminde diploma, eğitim-öğrenim programının başarıyla tamamladığını gösteren bir yetkinlik belgesi olmaktan çıktı.

Eğitimin çıktısı olarak kabul edilen diplomanın fetişleştirilmesi ve ardından parayla edinilebilen bir mala dönüşmesi karşısında her fırsatı değerlendirmeyi marifet bilen düzenbazların (kapitalizminde bunlara girişimci denir), kimi cemaatlerin ve siyasi rant peşinde koşanların boş durması beklenemezdi elbette. Önce merkezi sınavlarda yapılan sahtekârlıkla, milyonlarca gencin yıllarca emek harcayarak girmeye çalıştığı yükseköğretim kurumlarına hak etmeyenler sokuldu, sonrasında da bunların -yine hak etmedikleri halde- mezun olmaları sağlandı.

Son günlerde ortaya çıkan skandallarla anlaşıldı ki, sahtekarlıkta yeni bir boyuta geçilmiş! Giriş sınavlarına hazırlıkla başlayan eğitim-öğrenim süreci için gereken zaman da kaybedilmeden -belki diploma alınan kuruma dahi uğranmadan- mezuniyet belgeleri, para karşılığında satılır ya da siyasi patronaj sayesinde edinilir olmuş.

Eğitim sistemindeki sınav şaibeleri, tez ve diploma skandalları, sadece bir kısım düzenbazın birilerinin hakkını gasp ederek, bulunmamaları gereken makam ve mevkileri işgal etmelerini sağlayan sahtekârlıklar değildir. Zira hastalandığımızda teşhis koyan ve hatta ameliyat edecek olan doktor, aslında bir gün bile tıp fakültesinde bulunmamış olabilir. Ya da oturduğumuz konutun statik hesapları tek bir gün mühendislik eğitimi almamış biri tarafından yapılmış olabilir. Veya büyük çabalarla girilen üniversitelerde ders veren ya da televizyon ekranlarında “uzman” kimliğiyle ahkâm kesen, adının önünde koca koca unvanlar bulunan bir öğretim üyesinin aslında hiçbir akademik çalışması bulunmayabilir. Dahası hayatında tek bir hukuk kitabı okumadığı halde yargıç cübbesi giyen bir zatın verdiği kararla geleceğimiz karartılabilir.

Bunlar sınav ve diploma sahteciliğinin yaratabileceği sorunlardan ilk akla gelenlerden sadece birkaçıdır. Sahtecilikle ilgili açılan davaların iddianamelerine ve kimi sanık ifadelerine bakılırsa mesele sadece eğitimle de sınırlı değildir. Bahadır Özgür’ün Halk TV haber sitesindeki 5 Ağustos tarihli makalesinde yer verdiği üzere dijital ortamda MİT’ten, Adalet Bakanlığı’na Sağlık Bakanlığı’ndan Gelir İdaresi Kurumu’na, Tapu ve Kadastro Dairesi’ne kadar devletin neredeyse tüm kurumlarına sızılmıştır. Böylece bilişim güvenliğini sağlamak için oluşturulan devletin dijital altyapısı, bırakın yurttaşların ve devletin verilerini güvende tutmayı her türlü suçun zemini haline gelmiştir (https://halktv.com.tr/makale/dijital-devlet-isgali-girilmedik-kurum-yok-960906).

Devletin ve halka ait verilerin saklandığı “en mahrem” ortamların, sahtekârların fink attığı bir alana dönüşmüş olması, devlet içindeki çürümenin bir tezahürüdür. Bu çürüme sadece sözü geçen sahtekârlıklarla sınırlı değildir. AKP iktidarı, sermayenin ve kendi iktidarının bekâsını korumak için toplumun genel çıkarlarından büsbütün uzaklaşarak toplumsal meşruiyetini kaybetmiştir.  Demokrasi içinde rıza üretemeyen iktidarların bekâsını korumak için başvurdukları yol, kaçınılmaz olarak otoriteleşmedir. Otokratik rejimlerde iktidarı korumakla mükellef olan devlet organlarından adaletli olmaları ya da halkın yararı için çaba sarf etmeleri beklenemez. Başta yargı olmak üzere emniyet teşkilatı, ulusal istatistik kurumu, maliye, eğitim, sağlık bakanlıkları vb. kamu kuruluşları, iktidarı korumak için toplumdan uzaklaştıkça adaletten ve gerçeklerden de uzaklaşır ve çürümeye başlar.

Otokrasilerde devlet kurumları çürürken, devletin hakkı, hukuku, adaleti sağlamasından umudunu kaybeden halk kesimlerinde de yozlaşma emareleri görülür. Düzenbazlığa yatkın olanlar her türlü sahtekârlığı, hırsızlığı, yolsuzluğu yapmaya çalışırken, bir kesim bunlardan yararlanarak çıkar sağlama çabası içine girer. Otoriter yönetim altında hakkını arama yolları kapanmış olan halkın geniş kesimi ise uğradığı haksızlıklar sonucunda daha da yoksullaşır, yoksunlaşır ve zamanla bu çürümüş düzeni kabullenir, yozlaşır.

Otoriterlik, çürüme ve yozlaşma çarkında debelenen Türkiye’nin durumunun en iyi ifadesi

Kanadalı şair, yazar ve müzisyen Leonard Cohen’in ünlü şarkısı Herkes Biliyor (Everybody Knows)’da geçen şu sözlerde bulunabilir sanırım:

“Herkes biliyor, zarların hileli olduğunu…

…herkes biliyor, geminin su aldığını

herkes biliyor, kaptanın yalan söylediğini

herkeste bu buruk duygular

sanki babaları ya da köpekleri ölmüş gibi”


2 Ağustos 2025 Cumartesi

Yasaklara karşı grevi politik eyleme dönüştürmek…


2 Ağustos 2025
AKP iktidarı, daha önce 21 kez yaptığı gibi 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’nun 63. maddesinde yer alan* “Karar verilmiş veya başlanmış olan kanuni bir grev; genel sağlığı veya millî güvenliği bozucu nitelikte ise Cumhurbaşkanı bu uyuşmazlıkta grevi altmış gün süre ile erteleyebilir” hükmüne dayanarak emekçilerin en doğal ve meşru hakkı olan üretimden gelen gücünü kullanmasını yani grev hakkını bir kez daha gaspetti.

Bu kez grev hakkı gasp edilenler bir kamu işletmesi olan ETİ Maden işçileriydi ama greve konu olan uyuşmazlık sadece ETİ Maden işçilerini ilgilendirmekle kalmıyordu. Erteleme adı altında yasaklanan grev, maden işçileriyle birlikte kamuda çeşitli iş kollarında çalışan 600 bin civarındaki işçi için yapılan toplu pazarlık sürecindeki uyuşmazlık nedeniyle alınmıştı ve muhtemelen grev yasağı bulunmayan diğer iş kollarında da önümüzdeki günlerde grev kararı alınacaktı. Dolayısıyla bu kararla grevi yasaklanan, maden işçilerinin yanı sıra Kamu Çerçeve Protokolü kapsamında yapılan toplu iş sözleşmesinin tarafı olan (grevin yasaklı olmadığı iş kollarında ve işlerde çalışan) tüm kamu işçilerinin grev hakkı oldu. Böylece zaten grev yasağı bulunan iş kolları ve işlerde çalışanlar ile grev yasağı bulunmayanlar, “haklarını kullanamamak bakımından” eşitlenmiş oldular.

Türkiye’de grev hakkına ilişkin mevzuat, grev hakkının kullanımından ziyade işçi sınıfının bu temel hakkını kullanmasını engellenmeyi amaçlar. Bu bağlamda -her şeyden önce- işçilerin toplu iş sözleşmesinde ortaya çıkacak uyuşmazlık dışında greve gitmeleri yasaklanmıştır. Örneğin işçiler ücretlerini zamanında alamadıklarında ya da can güvenliğini sağlayacak işçi sağlığı önlemleri alınmadığı için üretimi durdurmaları yasa dışı olarak kabul edilir. Ayrıca iş kollarının önemli bir kısmında grev tamamen yasaktır, hiçbir koşulda yapılamaz.

Grevin önündeki engeller sadece mevzuattaki yasaklarla da sınırlı değildir. Grevin yasak olmadığı iş kollarında çalışanların grev hakkını kullanabilmesi için önce sendikalı olabilmesi ve üye oldukları sendikanın da toplu iş sözleşmesi hakkına sahip olması gerekir.

Türkiye’de sendikalı olabilmek ise zaten başlı başına bir sorundur. Bunun için önce kadrolu ve sendikalı olması engellenmeyen -kapsam dışı olmayan-  bir işte çalışmak ve işverenin sendikalaşmaya yönelik engellemelerini aşmak icap eder. Esnek ve güvencesiz istihdamın giderek arttığı emek piyasasında kadrolu, güvenceli bir iş bulmak son derece zordur. Öte yandan pek çok işyerinde, çalışanlar sendikaya üye olduğu için işten çıkarılmaktadır. Keza sendikalaşma hakkının engellenmesine karşı direnen binlerce emekçinin mücadelesi hali hazırda sürmektedir.

Çalışma Bakanlığı’nın Temmuz 2025 verilerine göre işçi statüsünde çalışanlarda sendikalaşma oranı yüzde 14 civarındadır. Türkiye emek piyasasında ücretli çalışanlar içinde (kamu emekçileri, kayıt dışı çalışanlar, kapsam dışı personel vs) grev hakkından yararlanabilenlerin oranı ise yüzde 3’ü zor bulur.

Kolektif hakların temelini oluşturan ve evrensel bir hak olma niteliği bulunan grev hakkı, Türkiye’de son derece küçük bir kesimin kullanabildiği “istisnai bir hak” özelliği taşır. AKP/saray iktidarının grev yasaklamalarıyla bu istisnai durum da ortadan kalkmakta ve Türkiye’de grev hakkı fiilen uygulanamaz hale gelmektedir.

İşçilerin emek gücünü toplu halde üretimden çekmesi anlamına gelen grev, sermayenin artı değer elde edebileceği emek gücünü bulmasını ve dolayısıyla kapitalizmin varlık koşulu olan sermaye birikim olanaklarını ortadan kaldırmaktadır. Bu nedenle kapitalist devletler yasadışı ilan ederek grevlerin meşruiyetinin toplum ve hatta emekçilerin kendileri tarafından sorgulanır hale gelmesini amaçlanmaktadır. Ne var ki grev hakkını yasaklarla tamamen engellemek mümkün değildir. Kapitalist üretim sisteminin yarattığı emek-sermaye çelişkisi devam ettiği sürece grev, emek gücüne sahip olmaktan kaynaklanan “doğal bir hak” olmaya devam edecektir!

Grev hakkının kullanılmasının önündeki en önemli engel yasaklardan ziyade kendisini yasalarla sınırlamış olan sendikal anlayışlar ve emekçileri sömürü koşullarına rıza göstermeye zorlayan nesnel koşullarıdır (ödenmek zorunda olunan borçlar, işini kaybetme kaygısı vb).

Yasak ve diğer engellemelere teslim olarak grev hakkından vazgeçmek, toplumun en geniş kesimini oluşturan emekçilerin kendi emek gücünün iradesiyle birlikte “politik bir özne” olma vasfını da kaybetmesine yol açacaktır. Bu nedenle grevleri sadece ekonomik amaçla yapılan, bürokratik ve yasal sınırlara hapsolmuş eylemler olmaktan çıkarıp siyasal bir eyleme dönüştürmek gerekir! Bu da işçi sınıfının -üretim sürecinden başlayarak- toplumun tüm alanlarında demokrasinin tesis edilmesini hedefleyen -anti kapitalist- bir mücadele anlayışına sahip olmasıyla mümkün olabilir!

(*) Aynı hüküm 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu’nun 33. maddesinde yer alıyordu ve grev erteleme yetkisi Cumhurbaşkanı yerine Bakanlar Kurulu’na aitti.