26 Eylül 2025 Cuma

CHP’de değişimin dünü ve bugünü…

27 Eylül 2025

CHP’ye yönelik bitmek bilmeyen yargı operasyonları büyük ölçüde AKP/saray iktidarının CHP’nin cumhurbaşkanı adayı olarak Erdoğan’ın karşısına çıkaracağı isimlerin önünü kesmek için partiyi karıştırma çabası ya da parti kadrolarının kendi arasındaki çatışma olarak değerlendiriliyor. Bu iddialar tamamen mesnetsiz değil elbette. Ancak kuruluşundan bu yana -iktidarda olsun ya da olmasın- kendisini Cumhuriyet’in kurucu değerlerinin gerçek sahibi olarak gören bir partinin iktidar tarafından neredeyse “terör örgütü” olarak yaftalanmasının ve yargıyla başının dertten kurtulamamasının daha nesnel nedenleri olduğunu; bunun da CHP’nin kendi iç meselelerinden ziyade sahiplendiği kurucu değerlerin, bugünün dünyasında karşılık bulmamasından kaynaklandığını düşünüyorum.

Anımsanacağı gibi Türkiye Cumhuriyeti, bir burjuva devriminin sonrasında -“Batı” olarak da ifade edilen- kapitalist dünyanın değerlerini benimsediğini deklare ederek kurulmuş ve ilk anayasasını ve yasalarını büyük ölçüde Avrupa ülkelerinden (İsviçre, İtalya, Fransa vb) almıştı. Bu yasalar eşit yurttaşlık, yaşam hakkı, din ve vicdan hürriyeti, düşünce ve ifade özgürlüğü gibi I. nesil haklar olarak da kabul edilen burjuva demokrasisinin temel ilkelerini de içeriyordu. Ancak bu haklar, Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte ulus devletleşme çabasının gölgesinde kaldı ve fiilen uygulamaya konul(a)madı. Bunun yerine Türk ve Müslüman olmayan halkların ötekileştirildiği ve iki dünya savaşı arası dönemin siyasi konjonktürüne de uygun olan otoriter bir rejim benimsendi ve CHP, 1923-1946 arasındaki tek parti döneminde bu otoriter rejimin uygulayıcısı oldu.

Çok partili döneme geçilmesinin ardından 1950’de iktidara gelen DP, ekonomik ve siyasi olarak kapitalist dünyaya entegre olmaya çalışırken, karşı devrimci bir anlayışla -ama burjuva demokrasisini de reddederek- kendi otoriter rejimini kurma çabası içine girdi. Ancak 27 Mayıs 1960 darbesiyle DP’nin devrilmesinin ardından sermaye birikim rejiminin dönemsel koşullarının gereği olarak “laik, sosyal hukuk devleti” anlayışını içeren 1961 Anayasası’nın da belirlediği çerçeve, CHP’de de bir dönüşüme neden oldu. 1965 seçimlerine giderken İsmet İnönü’nün “CHP’nin çizgisi ortanın soludur” ifadesiyle de belirttiği gibi CHP artık sosyal devleti savunan bir söylemi benimsemeye başladı.

Ancak CHP’nin sosyal devleti kabullendiği 60’ların sonları aynı zamanda kapitalizmin büyük bir krize girdiği ve krizden çıkış olarak sosyal devleti yük olarak gören neoliberal politikaları benimsemeye başladığı bir döneme denk geliyordu. Neoliberal dönüşüm sürecinde işçi sınıfının kazanımlarıyla tüm sosyal haklar hedef haline geldi ve devletin sosyal işlevlerini tamamen terk ederek sermayenin çıkarlarına hizmet eden bir yapıya bürünmesi esas alındı. Birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de bu dönüşümün askeri darbeyle gerçekleştirilmesi yoluna gidildi ve 12 Mart darbesi gerçekleştirildi. Darbe, işçi sınıfı mücadelelerini ve sosyalist hareketleri baskı altına almaya çalıştıysa da etkisi uzun sürmedi. 1974 seçimlerinde MSP ile hükümet kuran CHP, “Toprak işleyenin su kullanın!” sloganıyla yerli sermayenin, ABD’nin ve DB, IMF gibi uluslararası kurumların dayatmalarına karşı olan politikalar izledi. Ne var ki bu dayatmalara karşı uzun süre direnç göstermeyen CHP iktidardan düşürüldü, ardından da 12 Eylül darbesiyle diğer tüm siyasi partilerle birlikte kapatıldı.

1992’de yeniden faaliyetlerine başlayan CHP, her ne kadar kimi çevrelerce “sosyal demokrat” olarak tanımlansa da 70’li yıllarda karşı olduğu neoliberal politikaları büyük ölçüde benimsedi; en azından bu politikalara karşı bir alternatif ortaya koyamadı. 90’ların ve sonrasında 2000’lerin CHP’sinin yeni perspektifi, yükselen siyasi İslâm’a karşı laikliği; çatışmalı sürece giren Kürt sorununa karşı ise ırkçı/milliyetçi bir çizgiyi savunmak üzerine şekillendi. CHP, bunları savunurken büyük ölçüde askeri vesayete sırtını dayamış, demokrasi ve hukukun işlerliğini göz ardı edilebilir değerler olarak kabul etmişti.

Ergenekon ve Balyoz davaları ile 15 Temmuz darbe girişimiyle birlikte askeri vesayetin ortadan kalkması ve Kılıçdaroğlu’nun “helalleşme” söylemi, CHP’nin laiklik savununun da esnemesine ve geriye sadece Kürtlere -ve beraberinde Suriye savaşı sonrası sığınmacılara- yönelik ırkçı/milliyetçi yaklaşımın kalmasına neden oldu. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin hukuksuzlukları arttıkça CHP’nin savunduğu değerlere bir de hukuksuzluklar eklendi. Ancak karşı olunan hukuksuzluklar CHP ve çevresindekilere yönelik olanlarla sınırlıydı. Örneğin Kürt siyasetçilerin tutuklanması, HDP’ye açılan kapatma davası, Kürt illerine atanan kayyumlar ya da yasaklanan grevler CHP’nin “hak, hukuk, adalet” savunusunun dışında kalıyordu.

2023 seçim yenilgisinin ardından CHP’de yaşanan değişim ve 19 Mart’ta İBB’ye yapılan operasyon sonrasında parti yönetiminin izlediği tavır, CHP’nin yeni bir dönemece geldiğini göstermektedir. Bunun önceki dönüşüm süreçlerinden farkı, partinin hukuksuzluklarla karşı yüzünü -1974’te Ecevit yönetiminde olduğu gibi- geniş halk kesimlerine dönmüş olmasıdır.

Bugün CHP’ye parti içinden ya da yargı yoluyla AKP/saray iktidarından gelen baskılar sadece bir partinin ya da onun çıkaracağı Cumhurbaşkanı adaylarının elimine edilmek istenmesiyle açıklanamaz. Türkiye bugün tıpkı 1970’lerde olduğu gibi köklü bir dönüşüm sürecinin eşiğindedir. Toplumsal meşruiyetini kaybetmiş ve Beyaz Saray’da meşruiyet arayışında olan iktidarın bu dönüşümden beklentisi, muhalefeti tamamen işlevsiz hale getirmek ve otokrasiyi mutlaklaştırmaktır.

CHP yönetimi, otokratik rejimden yılmış olan halkın verdiği desteği arkasına alarak bir yandan iktidarın partiyi yok etmeye yönelik hamlelerini boşa düşürürken diğer yandan ekonomiden, sosyal çöküşe ve dış politikaya kadar hemen her konuda halkın sesine tercüman olan keskin bir muhalefet dili oluşturmuştur. Ancak halkın desteğini sürekli kılabilmek ve bir iktidar alternatifi olabilmek için muhalefet dilinin yanı sıra tüm sorunlara yönelik halkı ikna edecek çözümlerin de üretilmesi gerekir.

19 Eylül 2025 Cuma

45 yıllık darbe rejimine mahkûm muyuz?

                                 20 Eylül 2025

Geçen hafta bu köşede, 12 Eylül darbesinin ardındaki gerekçelerden birinin Türkiye’yi neoliberal dönüşüm sürecine eklemlemek, diğerinin ise Ortadoğu’yu yeniden dizayn etme projesinde ABD’nin çıkarlarını temsil etmek olduğunu belirtmiştik. Türkiye’de anayasal düzeni ortadan kaldıran ve toplumsal muhalefeti ezen faşist cuntanın sağladığı koşullarda 24 Ocak 1980’de alınan kararlar yaşama geçirilmeye başlandı ve neoliberal eklemlenme sürecinde önemli ilerlemeler kaydedildi. Aradan geçen 45 yılda kaydettiği ilerlemelere rağmen “neoliberal dönüşüm” Türkiye’nin ekonomi politikalarının temelini oluşturmaya devam ediyor.

AKP iktidara geldiği 2002 Kasım seçimlerinin hemen ardından açıkladığı Acil Eylem Planı’yla 2001 krizi ardından Kemal Derviş tarafından hazırlanan ve 24 Ocak Kararları’nın güncellenmiş hali olan Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı’na sadık kalacağını taahhüt etmişti. Aradan geçen 23 yılda -küçük sapmalar olsa da- AKP bu taahhüdünü yerine getirdi. Böylece AKP, Özal’ın başında olduğu Anavatan Partisi’nden sonra “neoliberal politikalara en sıkı sıkıya bağlı siyasi iktidar” olma nâmına sahip oldu.

AKP’nin de gayretiyle 24 Ocak’ta belirlenen “neoliberalizme eklemlenme hedefi” aradan geçen 45 yılda önemli ölçüde gerçekleşti. Bu 45 yılda emekçiler örgütsüzleşti, iş ve sosyal güvencelerini önemli ölçüde kaybetti; başta eğitim, sağlık olmak üzere kamu hizmetleri ticarileşti ve özelleşti; Kamu İktisadi Teşebbüsleri’nin hemen tamamı özelleştirildi ya da kapısına kilit vuruldu. Öte yandan ormanlar, dereler, denizler, tarım alanları, meralar ile tüm yer üstü ve yeraltı kaynakları sermaye için kâr alanına dönüştü.

Bugün, nüfusun önemli bölümünü oluşturan ücretli emekçilerin büyük kısmının geliri olan asgari ücret -bırakın açlık sınırının altında kalmayı- açlık sınırının üçte ikisine kadar geriledi. Hane halkı geliri yoksulluk sınırına yetişebilenlerin oranı yüzde 20’ye bile ulaşmıyor. Halkın önemli bir kesiminin sağlıklı barınma ve beslenme koşullarından yoksun olduğu ülkede, kamu hizmetlerinin piyasalaşmasıyla birlikte nitelikli eğitim ve sağlık hizmetlerine ulaşmak da neredeyse imkansız hale geldi. Doğanın kâr alanı haline dönüşmesiyle yerkürenin en verimli topraklarına sahip olan Trakya, Anadolu ve Mezopotomya kuraklaştı; tarım ve hayvancılık yapılamaz oldu.

Neoliberal politikaların yarattığı tüm toplumsal ve ekolojik tahribata rağmen AKP/saray iktidarı, 24 Ocak Kararları’nı geçtiğimiz hafta (10 Eylül’de) açıkladığı Orta Vadeli Program (OVP) ile sürdürmeye niyetli olduğunu gösteriyor. 2026-2028 yıllarını kapsayan yeni OVP, 45 yıllık tahribattan geriye kalanları da yok etmekte kararlı. Kamusal emeklilik sisteminin tamamen tasfiye edilip, emekliliğin özelleştirilmesi; esnek ve güvencesiz çalışma rejiminin yaygınlaştırılması; reel ücretlerin eritilmeye devam edilmesi; toplumun sırtındaki vergi yükünün daha da ağırlaştırılması; sermayeye kaynak transferinin sürdürülmesi; kalan yeraltı ve yer üstü kaynakların da sermaye için yatırım alanı haline getirilmesi vb…

12 Eylül darbesi sadece uygulanmasına olanak sağladığı ekonomi politikalarıyla toplumsal ve ekolojik tahribat yaratmakla kalmadı; cuntanın yaratttığı baskı ve şiddet ortamında Türkiye, önce İran-Irak savaşında, ardından Irak ve diğer Ortadoğu ülkelerinde mevcut rejimlerin yıkılarak yeniden oluşmasında önemli roller üstlendi. Ortadoğu’da halkların birbirine düşürüldüğü, milyonların yaşamını kaybettiği, on milyonların göç etmek zorunda kaldığı bir savaş ortamı yaratıldı. Mısır’dan, Filistin’e, Lübnan’a, Suriye’ye, Irak’a kadar tüm Ortadoğu coğrafyası, emperyalizmin bölgeyi çıkarları çerçevesinde dizayn etme hülyasıyla tarihin en şiddetli çatışmalarına, katliamlarına sahne oldu. Türkiye halkları da Kürt sorununda yaşanan ve onbinlerce cana mal olan, 41 yıl süren çatışmalarla bu süreçten nasibini aldı.

Öcalan’ın 27 Şubat’ta kamuoyuna duyurulan “barışa çağrı”sı ile somutlanan süreç, AKP/saray iktidarına, emperyalizmin yerine Ortadoğu halklarının çıkarlarını gözeterek -en azından şimdilik- Suriye’de demokratik bir rejim inşasını destekleme olanağı verdi. Ancak AKP/saray iktidarı bu olanağı değerlendirerek Türkiye sınırında demokratik bir oluşuma olanak vermek ve Türkiye’de de toplumsal barışa yol açmak yerine -kendi iktidarının bekâsı için olsa gerek- Suriye’de halkları yok sayan tekçi, cihatçı bir rejimi desteklemeyi tercih ediyor.

Bundan 45 yıl önce Türkiye’yi kanlı bir darbe ile otoriter rejime götürmenin gerekçesi yapılan neoliberal dönüşüme eklemlenme ve Ortadoğu’da emperyalizmin çıkarlarının bir parçası olmaya yönelik politikalar bugün de geçerlidir. O gün olduğu gibi bugün de bu politikaları halkın kendini özgürce ifade edebildiği, demokrasinin, hukukun işler olduğu koşullarda uygulamak olanaksızdır. Kaldı ki 45 yılda yaratılan toplumsal, ekolojik ve insani yıkımın var olduğu koşulları demokratik, hukuk düzeni içinde yönetmek zaten mümkün değildir.

Grevlerin yasaklanması, örgütlenme hakkının engellenmesi; ağacını, deresini koruyanın karşısına devletin zor aygıtlarının çıkarılması; Kürt sorununda çözümün yokuşa sürülmesi; üniversitelere, muhalif belediyelere kayyum atanması ve nihayet ana muhalefet partisinin yargı eliyle etkisiz hale getirilmeye çalışılması, darbe rejiminin sürdüğünün en açık göstergeleridir. Bunları savuşturacak ortak bir mücadele gerçekleşmeden önümüzdeki 45 yıllarda da darbe rejiminden kurtulmak; barışa, demokrasiye kavuşmak mümkün olmayacaktır!


12 Eylül 2025 Cuma

45 yıldır süren darbe: 12 Eylül


13 Eylül 2025
Darbe kelimesinin kökeni “darp etmek” eylemine dayanır. Siyaset literatüründe darbeler, egemen sınıfın ve onun siyasi temsilcilerinin çıkarları ile toplumun genel çıkarlarının mevcut hukuk düzeninde yönetilemeyecek ölçüde çeliştiği durumda toplumsal muhalefeti baskı altına alarak demokratik kazanımları ortadan kaldırmak için otoriter bir rejim tesis etmeyi amaçlar. Darbeler genellikle askerler vasıtasıyla siyasi iktidara karşı yapılmakla birlikte siyasi iktidarlar tarafından sivil bürokratlar (örneğin yargı, istihbarat bürokrasisi vb) vasıtasıyla varolan düzene karşı da yapılabilir. Darbenin kimin tarafından yapıldığı önemli olmakla birlikte daha önemli olan darbenin arkasındaki esas aktörün kim olduğudur. 


12 Eylül 1980 darbesi, kapitalist sistemde, krizden çıkmak için sermaye birikim rejimiyle birlikte tüm toplumsal yapıda köklü bir dönüşümün gerçekleştiği bir dönemde yapıldı. Neoliberal dönüşüm, II. Dünya Savaşı sonrasının iki kutuplu dünyasında emek ve sermaye arasındaki çelişkilerin azaldığı, sosyal/refah devleti politikalarının uygulandığı, üretim süreci başta olmak üzere tüm alanlarda örgütlülüğün ve demokratik katılımın güçlendiği bir sürece son vermeyi amaçlıyordu. Bu dönem aynı zamanda neoliberalizminle birlikte İranda molla devrimine karşı ABDnin Ortadoğuyu kendi çıkarları doğrultusunda yeniden dizayn etme planlarını devreye soktuğu bir sürece de denk gelmekteydi.


Neoliberalizm, ulusal düzeyde üretilenin ulus içinde tüketildiği içe dönük birikim anlayışından dış ticaretin serbestleştiği ve küresel düzeyde rekabetin hakim olduğu bir anlayışa geçilmesini içerir. Küresel rekabet, emek maliyetlerinin ve sosyal harcamaların yük olarak görüldüğü; bu bağlamda güvenceli ve standart çalışmanın yerini esnek ve güvencesiz bir düzenin, sosyal devletin yerini ise piyasanın çıkarlarına hizmet eden bir devletin aldığı ekonomi anlayışına gerekçe oluşturur.


Neoliberal politikaları örgütlülüğün ve demokratik katılımın güçlü olduğu koşullarda uygulamak mümkün değildir. Bu nedenle -başta işçi sınıfı olmak üzere- tüm toplumsal güçlerin baskı altına alınması gerekir. Türkiye’de toplumsal mücadeleler 60’lı ve 70’li yıllarda (12 Mart 1970 darbesine rağmen) yükselmiş, reel ücretler artarken emekçi kesimler siyasi iktidarlar üzerinde etkili hale gelmiştir. Sermaye kesiminin diğer kapitalist ülkelerde uyguladığı toplumsal mücadelelerin önünü kesmeye yönelik girişimlere paralel olarak TÜSİAD da 70’li yılların ikinci yarısından itibaren neoliberal politikaları içeren taleplerle raporlar hazırlamış, özellikle CHP’nin iktidar olduğu dönemlerde gazetelere verdiği ilanlarla iktidarı yıpratmaya çalışmıştır. Öte yandan 70’li yılların sonlarına doğru kontrgerillanın devreye girmesiyle Alevilere, sosyalist gençlere, sendika liderleri ve aydınlara yönelik katliamlar ve suikastlerin birbirini izlediği bir terör ortamı yaratılarak Ecevit hükümeti düşürülmek istenmiştir.


TÜSİAD’ın propagandası, uluslararası finans kurumlarının hükümetten desteğini çekmesi ve yaratılan terör ortamı, ekonomik ve siyasi istikrarsızlığı derinleştirmiş; Ekim 1979’da Ecevit hükümeti düşürülmüştür. Demirel tarafından kurulan yeni hükümet, sermaye kesiminin ve uluslararası finans kurumlarının beklentileri doğrultusunda neoliberal yapısal uyum programını hazırlamak üzere, Başbakanlık Müsteşarlığı’na Turgut Özal’ı getirmiştir. 


Özal, IMF ve OECD’nin belirlediği çerçeve doğrultusunda kısa sürede hazırladığı Ekonomik İstikrar Kararları’nı 24 Ocak 1980 tarihinde kamuoyuna açıklayarak uluslararası sermaye kuruluşları ve ulusal sermayeye neoliberal politikaları uygulanacağı taahhüdünü vermiştir.


24 Ocak’tan sadece 8,5 ay sonra Hükümet, grev ve boykotlarla güçlü bir mücadele ortaya koyan işçi hareketi ve toplumsal muhalefet karşısında bu Kararlar’ı yaşama geçirecek siyasi iradeyi gösteremeyince NATO’nun emir-komutasındaki silahlı kuvvetler, 12 Eylül’de mevcut anayasal düzeni ortadan kaldırarak yönetime el koymuştur. 


12 Eylül darbesi kısaca, Ortadoğu’nun yeniden dizayn edilmesi amacıyla ABD’nin; neoliberal politikaların uygulanması için dışardan IMF ve OECD’nin; içerden ise TÜSİAD’ın dayattığı ama hükümetlerin sağlayamadığı koşulların “silah zoruyla” sağlanması olarak değerlendirilebilir. Bu koşullarda grevler yasaklanmış, toplu iş sözleşmeleri ve tüm sendikal haklar askıya alınmıştır. Ayrıca siyasi partiler, DİSK ve onunla birlikte toplumsal mücadelede yer alan tüm örgütler kapatılmış, çoğunluğu işçi temsilcileri, sosyalistler ve muhalif Kürtler olmak üzere 650 bin kişi gözaltına alınmış, cezaevlerinde 300 kişi işkenceyle öldürülmüş, 48 kişi idam edilmiş ve milyonlarca kişi fişlenmiştir (Türkiye ile Dayanışma Bülteni, 1982).


Rahmi Koç, bu kanlı darbeyi şu sözlerle değerlendirmektedir: “12 Eylül harekatından önce her şeyi demokratik bir sistemde yapmak zorundaydık(!) Bu da karar almak, yasa ya da yönetmelik çıkarmak için aylar geçmesini gerektiriyordu. Askeri yönetimde alınan kararların parlamentodan geçmesi gibi bir zorunluluk olmadığından çok hızlı hareket edilebiliyor. En önemlisi ise tüm bunlar yapılırken politik yaklaşımlar söz konusu olmuyor. Çünkü askeri yönetimin parlamentoda sandalye kaybı ya da seçmen kaybı diye bir kaygısı yok.” (Cumhuriyet, 26 Ocak 1982).


Rahmi Koç’un 12 Eylül darbesine yönelik değerlendirmesi “askeri yönetim” ifadelerini görmezden gelinerek okunduğunda, darbeden 45 yıl sonrasını yani bugünü ifade etmek için de rahatlıkla kullanılabilir. Darbenin esas faili olan ABD’nin Ortadoğu’ya ilişkin emperyalist hedefleri bugün için de geçerlidir. Diğer failler IMF, DB, TÜSİAD vb ulusal ve uluslararası sermaye ve finans kurumlarının 24 Ocak kararlarıyla ete kemiğe bürünen hedefleri ise Şimşek programıyla bugün de varlığını sürdürmektedir.


45 yıl öncesiyle günümüzün belki de en önemli farkı, toplumsal hareketleri bastırmak için NATO ordusuna gerek olmadan, darbe rejiminin sağladığı koşulların ürünü olan siyasi iktidarın kurduğu otokratik rejimde, “sivil” aktörler vasıtasıyla darbenin failleri olan sermayenin ve emperyalist güçlerin emellerine ulaşmasını sağlayacak ortamın sağlanabilmesidir!


Devam edecek…

5 Eylül 2025 Cuma

Ortak olmak istemediğimiz suç işte buydu!

6 Eylül 2025

7 Haziran 2025 seçimlerinde halk desteğini kaybeden AKP, iktidarını koruyabilmek için önce çözüm masasını devirdi; sonra da Suruç’ta, Ankara Garı’nda gerçekleşen katliamlar ve insan hakları ihlallerine ilişkin haberler ardı ardına gelmeye başladı. Yaratılan kaos ortamında hukuk işlemez hale gelirken, süresiz sokağa çıkma yasakları ilan edildi ve sivil ölümleri hızla artmaya başladı. İşte o süreçte -içinde benim de yer aldığım- 2 bin 200’ü aşkın akademisyen “Bu Suça Ortak Olmayacağız!” bildirisini yayımladı.

Bildiri ile “demokrasi, insan hakları yok sayılarak gerçekleştirilen hukuksuzlukların sadece bir bölgeyle ve yalnızca Kürt halkıyla sınırlı kalmayacağı, bunun, halkların tümünün karşı karşıya kalacağı hukuksuzluğun egemen olduğu bir rejime kapı aralayacağı konusunda toplumu uyarmak” amaçlanıyordu. Bildirinin yayımlanmasının hemen ardından devletin en üst makamından suç örgütü liderlerine kadar birçok kesimden imzacılara yönelik hakaretler, tehditler savruldu. Bazı illerde imzacı akademisyenler, evleri basılarak, gözaltına alındı. Dört akademisyen tutuklandı. 15 Temmuz darbe girişimi bahanesiyle ilan edilen OHAL sonrasında ise üniversitelerde Cumhuriyet tarihinin en kapsamlı tasfiyesi başladı.

İlk olarak 1 Eylül 2016’da çıkartılan, daha sonra arkası gelen KHK’larla 406 akademisyen ihraç edilirken, işten çıkarma, istifaya ve emekliliğe zorlama gibi yollarla toplam 549 akademisyen üniversitelerden tasfiye edilmiş oldu. Anayasa Mahkemesi’nin bildirinin ifade özgürlüğü kapsamında olduğu yönünde karar vermesine rağmen idare mahkemelerinin ve Danıştay’ın verdiği olumsuz kararlar nedeniyle ihraç edilen akademisyenlerin çok önemli bir kısmı halen üniversiteye dönemedi.

Siyasi iktidarın hukuk tanımaz uygulamalarına karşı önce insan, sonra yurttaş ve akademisyen olma sorumluluğu ile devleti yönetenleri ve toplumu uyarma görevini yerine getirenlerin sırf bu nedenle karşı karşıya kaldığı hukuksuzluklar 10 yıla yakın süredir devam ederken, bildiriye imza atanların endişeleri -maalesef- birer birer gerçekleşti! Bugün hukuksuzluk artık sadece Kürt halkının, Alevilerin ya da sosyalistlerin değil; iktidar sahipleri ve onların efradı dışında herkesin karşı karşıya kalabileceği bir durum haline geldi.

Aradan geçen 10 yılda AKP, demokrasiyi, insan haklarını, hukuku tanımadan ve devletin tüm baskı/şiddet aygıtlarını kullanarak otoriter bir rejim inşa etti. Halka dayatılan otoriter rejim halkın ve ülkenin sorunlarını çözemediği gibi ekonomik, sosyal ve siyasal krizleri daha da derinleştirdi. Otoriterleşme ile toplumda eşitsizlikler arttı; haksızlık, yolsuzluk, liyakatsizlik, kayırmacılık devletin tüm kurumlarını sardı. Otoriter rejim halkı yoksullaştırıp, devleti çürütürken AKP/Saray iktidarı da toplumsal meşruiyetini ve desteğini büyük ölçüde yitirdi.

AKP/Saray rejimi toplumsal desteğini kaybederken CHP’nin iktidar alternatifi olarak görülmeye başlanması, bugüne kadar AKP’nin en büyük destekçisi olan uluslararası güç odakları ile yerli ve yabancı sermayenin bu desteği/güveni sorgulamasına da yol açtı. AKP/Saray rejiminin üzerinde inşa ettiği iktidar zemininin altından kayışını engellemesi, kendisine olan desteği/güveni yeniden sağlaması ve toplumsal meşruiyetini yeniden edebilmesi neredeyse imkansız hale geldi. Dolayısıyla geriye otoriterliğin dozunu yükseltmek ve iktidar alternatifi olarak gördüğü CHP’yi etkisiz hale getirmekten başka seçeneği kalmadı.

CHP’yi etkisizleştirmeye dönük baskılar, Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer’in kent uzlaşısı nedeniyle gözaltına alınmasıyla başlayıp İBB’ye ve diğer birçok belediyeye yapılan operasyonla devam etti. Nihayetinde sıra İstanbul İl Başkanlığı’na kayyum atanmasına geldi. Beklentiler, önümüzdeki günlerde CHP Genel Merkezi’ne de kayyum atanacağı yönünde.

Üzerindeki baskılar arttıkça CHP’nin TBMM’de kurulmuş olan komisyondaki varlığı da daha fazla sorgulanır oldu. Operasyonları CHP’nin komisyona katılmış olmasına bağlayanların ve partiye yönelik baskıların Genel Merkez’e kayyum atanmasına kadar varmasını engellemek için komisyondan çekilmesi gerektiğini söyleyenlerin sesi yükselmeye başladı.

“Barış sürecinin otoriterleşmeyi arttıracağı ve demokrasiden daha da uzaklaşılacağı” argümanına dayanan bu görüşe göre, bunu engellemek için önce demokrasi tesis edilmeli, barış süreci bunun ardından gelmelidir(!) Bu görüşün meali, “Önce biz Türkler için hak, hukuk, demokrasi olsun; Kürtler için hak, hukuk, demokrasi anlamına gelen barışı sonra hallederiz!”dir. İstanbul’a kayyum atanmasının akşamında Özgür Özel’in katıldığı bir televizyon programında bu konudaki eleştirilere karşı, tüm baskılara rağmen barış sürecini önemsedikleri ve komisyonda kalacaklarını vurgulaması, bu görüşe katılmadığını göstermesi bakımından önemlidir.

Kendini demokrat olarak tarif eden ancak konu Kürtlerin hakları olduğunda bir adım geri çekilen kesimler, “Bu Suça Ortak Olmayacağız!” bildirisi yayımlandıktan sonra da tüm hukuksuzluklar, hak ihlalleri ayan beyan ortadayken devlet erkini eleştirememiş, hatta buna karşı çıkmış; bizler üniversitedeki odalarımızdan çıkarılırken, kendi köşelerine sinmişlerdi.

10 yıl önce işlenen suçların Türkiye’yi otokrasiye götüreceğini göremeyip o suçlara ortak olmadıklarını beyan etme iradesini gösteremeyenler, bugün de muhalefetin tamamen ortadan kaldırılarak ülkenin mutlak otoriterliğe doğru hızla ilerlediğini algılayamıyor ve CHP yönetiminin gösterdiği direnci kabullenemiyorlar.

Oysa Türkiye hukuksuzlukların, insan hakları ihlallerinin Ermenilere, Rumlara, Kürtlere, Alevilere, sosyalistlere uygulanarak normalleştirildiği bir tarihe sahiptir; fazla geriye gitmeye gerek olmadan, geçtiğimiz 10 yıla bakmak bile bunun için yeterlidir. Yakın tarihin de uzak tarihin de gösterdiği, toplumsal barış sağlanmadan halkın hiçbir kesiminin haktan, hukuktan, demokrasiden nasibini alamayacağıdır!