31 Ekim 2025 Cuma

Demokrasi, barış ve bütçe mevsimi

                                1 Kasım 2025

Hükümetin, 2026 yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanununu Teklifi’ni TBMM’ye sunmasıyla bütçe mevsimi başlamış oldu. Her yıl Ekim ayının ortalarında bir sonraki yılın devlet gelir ve giderlerini belirleyen bütçe teklifinin Meclis’e sunulmasıyla başlayan bütçe mevsimi, Aralık ayı ortalarına kadar önce komisyonda sonra da genel kurulda görüşülür, onaylanır ve bütçe mevsimi de bitirilmiş olur. Ekim ortalarından Aralık ortalarına kadar yaklaşık iki ay süren bütçe mevsiminde gazeteler bütçeyi ara sıra gündem yapar, bunu konu edinen birkaç da köşe yazısı yayımlanır. Belki bazı sendikalar basın açıklamaları yapar, üç beş muhalefet milletvekili ateşli konuşmalarla Meclis’e hitap eder ve bütçe yasası genel kurulda onaylandıktan sonra mevsim de sona ermiş olur. Bütçe meselesini ısrarla, hatta inatla vurgulayan birkaç iktisatçı ve gazetecinin gündeme getirmeleri dışında bir sonraki Ekim ayı ortalarına kadar mesele kapanır, unutulur gider.

Oysa Meclis’te sessiz sedasız yasalaşan bütçe kanunu siyasi iktidarın, kimden ne kadar vergi alınacağı ve kaynakların nerelere aktarılacağını belirleyen tercihlerinden oluşur. Başka bir ifadeyle siyasi iktidarın toplum kesimleri arasında geliri nasıl bölüştüreceğine yönelik tercihi, bütçe kanunuyla somutlaşır. Türkiye’de yaşayan -yurttaş olsun olmasın- her bir kişinin yediğine, içtiğine, giydiğine ne kadar vergi vereceği, kirasının ne kadar artacağı, sağlık ve eğitim gibi kamu hizmetlerini alıp alamayacağı; dahası ücretlilerin ücreti, emeklilerin aylığı, çiftçilerin ürettiği ürünün bedeli, öğrencinin kredi miktarı, kamuya ne kadar personel alınacağı vs bütçe kanundaki tercihler doğrultusunda belirlenir.

Dolayısıyla gündemde kaldığı yaklaşık iki ay süresinde üzerinde konuşulan, yazılan iktidarın bütçe tercihi ile halkın yılın 365 gününde ne yiyip içeceği, hangi koşullarda barınacağı, kamu hizmetlerine kimlerin ulaşabileceği ya da ulaşamayacağı belirlenmiş olur. Halkın yaşamını doğrudan etkileyen bütçe kanununda somutlaşan siyasi iktidarın tercihlerini belirleyen ise “toplum kesimlerinin iktidar üzerinde ne ölçüde baskı oluşturabildiği”dir. Yani muhalefet partileri, sendikalar, çiftçi ve esnaf örgütleri vb seslerini ne kadar yükseltebiliyor, siyasi iktidar üzerinde ne kadar etkili olabiliyorsa bütçe tercihleri de o kadar adil olacaktır.

Muhalefetin, sendikaların ve toplum kesimlerini temsil eden diğer örgütlerin baskı altında bulunduğu totaliter bir rejimde, bütçenin adaletli bir gelir dağılımı sağlaması da beklenemez. Uluslararası kurumlar tarafından yayımlanan verilere göre Türkiye’nin durumu tam da bunu yansıtmaktadır. Bu bağlamda AB İstatistik Ofisi Eurostat verileri, Türkiye’nin Avrupa ülkeleri içinde gelir dağılımı en bozuk ülke olduğunu gösterirken, OECD verileri ise 38 ülke içinde Kosta Rica ve Meksika’yla birlikte en kötü üç ülke arasında yer aldığını göstermektedir.

Türkiye’nin dünyada ve Avrupa’da gelir dağılımının en adaletsiz olduğu ülkeler içinde yer almasının önde gelen nedeni, AKP/saray iktidarının bütçe gelirlerinin önemli kısmını emekçi, yoksul halk kesimlerinden -tüketimden alınan dolaylı vergiler ve üçte ikisini ücretlilerin ödediği gelir vergisi yoluyla- alırken toplumun ihtiyaçlarını karşılayacak sosyal harcamaların ve kamu hizmetlerine ayrılan payın düşük tutulmasını tercih etmesidir. Bu tercih karşısında işçilerin, emekçilerin, çiftçilerin, küçük üretici ve esnafın iktidara sorması gereken soru şudur: Büyük kısmı yoksul halkın ekmeğinden, suyundan, elektriğinden toplanan vergiler ile yerüstü ve yeraltı kaynaklarının sermayeye peşkeş çekilmesinden (bu başlı başına ele alınması gereken bir konudur) oluşan kaynaklar halkın ihtiyaçları için ayrılmıyorsa nerelere harcanmaktadır?

Bu sorunun yanıtı, -önceki yılların bütçelerinde olduğu gibi- 2026 yılı için hazırlanan bütçe kanun teklifinde de üç madde altında toplanabilir: 1) Sermaye kesimine aktarılan teşvikler, düşük faizli krediler vs. 2) Silahlanma ve güvenlik harcamaları, 3) AKP/saray iktidarının -itibardan tasarruf olmaz diyerek yaptığı- “saltanat” giderleridir.

İktidarın bütçe tercihini belirleyen birinci madde aynı zamanda AKP’nin sınıfsal tercihini de ortaya koymaktadır ve bu tercih, 23 yıllık iktidarı boyunca yerli ve yabancı sermayenin çıkarlarına hizmet etmek üzere sadakatle takip ettiği neoliberal uyum programının gereklerini yerine getirmektedir. İkinci madde iktidarın bekâsı için uluslararası alanda ve ulusal düzeyde kurduğu ittifakların da etkisiyle benimsediği savaş konsepti ile buna bağlı olarak uyguladığı güvenlikçi politikaların sonucudur. Üçüncü madde ise demokrasi ve hukukun işlerliği çerçevesinde toplumsal meşruiyet sağlayamayan tüm otoriter rejimlerde rastlanan, “şatafat (saraylar, uçaklar, yüzlerce araçlık koruma konvoyları vs) ile iktidarın kendisini görünür kılma, mekâna ve gündelik yaşama nüfuz ettirme arayışı” (gigantomani) olarak değerlendirilebilir.

Gelir dağılımında dünyada en kötü ülkeleri arasında olmasına, halkın çok geniş kesimlerinin sağlıklı beslenme ve barınma gibi en temel ihtiyaçlarını bile karşılamaktan yoksun kalmasına neden olan bu tercihlerin değişmesi, uygulanan politikaların değiştirilmesine bağlıdır. Bu da ancak otoriter rejime son verecek demokratikleşme ve barış ortamının sağlanmasıyla olur.

Tarihte otoriter bir rejimin kendi kendine son verdiği görülmemiştir. Bunun için toplumun her kesiminin içinde yer aldığı, demokrasi ve barış talebiyle gerçekleştirilecek bir mücadelenin örgütlenmesi gerekir. Ancak böyle bir mücadelenin sonucunda ulaşılacak demokratik bir rejimde bütçe tercihleri toplumun geniş kesimlerinin ihtiyaçları doğrultusunda oluşabilir ve bütçe mevsimi, hazan mevsimi olmaktan çıkarak bahar mevsimine dönüşebilir!


24 Ekim 2025 Cuma

‘Dayanma gücümüz kalmadı’

                            25 Ekim 2025

AKP medyasının amiral gemisi olarak kabul edilen Yeni Şafak gazetesi, Çarşamba günü “Dayanma Gücümüz Kalmadı” manşetiyle çıktı. Manşetle hedef alınan, ekonomi yönetimiydi. Bu, gazetenin ekonomi yönetimini -özellikle de mevcut ekonomik programın mimarı olan Mehmet Şimşek’i- eleştiren ilk manşeti değil; daha önce de birkaç kez benzer eleştirileri manşetine taşımıştı.

Ekonomi yönetimine yönelik “Dayanma Gücümüz Kalmadı” diyerek seslenmek, gelir ve servet eşitliğinin giderek bozulduğu, asgari ücretin açlık sınırının altında kaldığı, profesyonel meslek sahiplerinin (doktor, mühendis, öğretmen vb) bile ücretlerinin yoksulluk sınırına ulaşamadığı, emekçilerin işsizlik ve güvencesizliğin yanı sıra beslenme ve barınma sorunuyla karşı karşıya olduğu koşullarda halkın geniş kesimlerinin duygularını yansıtıyordu. Ancak bu manşeti atarken Yeni Şafak’ın amacı emekçi, yoksul halk kesimlerinin sorunlarını dillendirmek değil; tam tersine üretim maliyetlerinin -ve elbette ücretlerin- yüksek olmasından şikâyet eden sermaye kesimlerinin sesini duyurmaktı.

Yeni Şafak vasıtasıyla ekonomi yönetimine veryansın edenler, 23 yıllık iktidarı boyunca AKP’nin yanında yer alan ve desteğini esirgemeyenlerin ağırlıkta olduğu daha çok MÜSİAD ve TOBB’da örgütlü olan sermaye kesimiydi. AKP de bu yıllar boyunca onlardan desteğini esirgememiş, teşvikler, vergi istisnaları, esnek ve güvencesiz çalışma rejiminin devamlılığı başta olmak üzere, ne istedilerse vermiş, sonucunun nereye varacağını umursamadan düşük faiz, yüksek kura dayanan para politikası uygulamıştı. Ne var ki uygulanan politikalar enflasyonu azdırdığı gibi sömürünün artmasına ve yoksullaşmaya neden olan düzenlemelere rağmen tekstil gibi emek yoğun sektörlerin küresel rekabette Bangladeş, Vietnam, Mısır gibi ülkelerin gerisinde kalması engellenememişti.

Halihazırda AKP iktidarı sermayenin bu kesimine verdiği desteği kesmiş değil; aksine, eleştirilerin hedefi olan Şimşek’in hazırladığı Orta Vadeli Program (OVP) çerçevesinde teşvikler, istisnalar, emek sömürüsünü arttıran, halkı yoksullaştıran uygulamalar artarak devam ediyor. Bu uygulamaları eleştiren ya da tepki gösterenler ise devletin baskı aygıtlarıyla susturulmaya çalışılıyor. Örneğin ekonominin yarattığı sosyal sorunları eleştiren haberler yapan, paylaşımlarda bulunanlar gözaltına alınıyor, yargılanıyor; insanca yaşayacak ücret talep eden, hakkını aramak için örgütlenmek isteyen emekçiler kolluk güçleri tarafından en sert biçimde engelleniyor, ilan edilen grevler yasaklanıyor…

Sermayenin ekonomi yönetimine eleştirilerilerini ve aynı zamanda taleplerini iki başlıkta toplamak mümkün: Birincisi, devletin kendilerine verdiklerini yetersiz bulmaları. Bu nedenle yatırım ve üretim maliyetlerinin daha da düşürülmesi için teşviklerin, istisnaların arttırılmasını, emek maliyetlerinin yani ücret ve sosyal güvenlik giderlerinin düşürülmesini ve emek piyasasının tamamen esnekleşmesini istiyorlar.

İkinci ve daha baskın olan neden ise yüksek faiz ve düşük kuru esas alan para politikasına yönelik memnuniyetsizlik. Yüksek faizin yatırım için kredi kullanımını engellediği; “kur”un baskılanarak dövizin enflasyonun altında değerlenmesini ise küresel rekabette dezavantaj oluşturduğu için eleştiriyorlar. Bu eleştiriyi yaparken, 2023 seçimleri sonrasında “Mehmet Şimşek’in ekonominin başına geçmesiyle uygulamaya koyduğu politikaların hedeflediği ölçüde enflasyonu düşürememiş olmasını ve ihracatın lokomotifi olarak kabul edilen tekstil sektörünün küresel rekabette gerilemesini” eleştirinin dayanağı olarak kullanıyorlar. Bu bağlamda tekstil sektöründe son birkaç yıl içinde 2 bin dolayında işletmenin kapandığı, bunların bir kısmının yatırımlarını Mısır’a taşıdığı ve 300 bin civarında işçinin işten çıkarıldığı belirtilirken, önümüdeki dönemde kapanmaların süreceği ve 100 bin civarında işçinin daha işini kaybedebileceği öngörüsü somut bir durumun tespit olmanın yanı sıra örtük bir tehdidi de içeriyor.

Yeni Şafak’ın sözcülüğünü yaptığı sermaye bu eleştirileri yaparken Şimşek programının önceliği ise 2018-2023 arasında uygulanan düşük faiz politikasıyla ortaya çıkan istikrarsızlığı gidererek borçlanabilmek ve yatırım çekebilmek için uluslararası finans kuruluşları nezdinde Türkiye’nin güvenilirliğini arttırmak. Dolayısıyla Şimşek programı ile bugüne kadar AKP’nin destekçisi olan sermaye kesiminin çıkarları çelişiyor. İşte Yeni Şafak, ekonomi yönetimini eleştiren manşetleri atarken uluslararası finans kurumları ile söz konusu sermaye kesiminin çelişen çıkarları arasında kalmış olan AKP iktidarı üzerinde baskı kurmayı amaçlıyor.

AKP/saray iktidarı bu çelişkili durum içinden, iktidarını başından bu yana desteklemiş olan sermaye kesiminin çıkarlarını mı yoksa uluslararası finans kuruluşlarının temsil ettiği yerli ve yabancı sermayenin çıkarlarını mı tercih eder, bilinmez. Ancak bu iki çıkar grubundan hangisini tercih ederse etsin kaybedenin, emeğiyle geçinenler ile yoksul halk kesimleri olacağı kesindir.

Bu durumda kaybedeceği kesin olan emekçiler ve halk kesimlerinin, AKP/saray iktidarının tercihinin sermayenin hangi kesiminden yana olacağını beklemek ve sömürüye, yoksullaşmaya razı olmak dışında seçeneği yok mudur?

Elbette vardır. “Dayanma Gücümüz Kalmadı” demek ve kendilerine dayatılan politikalara rızaları olmadığını, üretimi durdurarak, sokakları doldurarak dünya aleme haykırmak gibi bir seçenekleri daha vardır. Bu seçenek yaşama geçirilirse, etkisinin Yeni Şafak’ın manşetinden çok daha büyük olacağına kimsenin şüphesi olmasın!


17 Ekim 2025 Cuma

Çürüyen düzen, eriyen ücretler…

                              18 Ekim 2025

Bir taraftan yargı eliyle muhalefete yönelik operasyonlar diğer taraftan barış umudunun ete kemiğe bürünmesi için somut adımların atılmaması, tutarsız dış politika hamleleri, yolsuzluk haberleri, mafya hesaplaşmaları, basına yönelik baskı ve tehditlerin gazetecileri sokak ortasında döverek öldürülmeye kadar varması, sağlık ve eğitim sisteminde her geçen gün bir yenisi ortaya çıkan rezaletler… Listeyi uzatmak mümkün elbette ama kısaca söylemek gerekirse, Türkiye’nin her alanda siyasi ve idari sistemin kokuşmuşluğundan kaynaklanan bir “sorunlar yumağı" haline geldiği apaçık ortadadır.

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adı altında kurulan otokratik rejimde halkın her alandaki çürümüşlüğe karşı çıkma yolları da kapatılmış durumda. Halkın iradesi ne parlamentoda ne de yerel yönetimlerde tecelli ediyor. Dolayısıyla seçimlerin de bir anlamı bulunmuyor. İktidarın tahakküm alanı dışında kalan muhalif parti, sendika, oda, dernek vb örgütler de toplumsal baskı  işlevlerini büyük ölçüde yitirmiş vaziyette.


Kolektif hak arama yolları kapatılmış olan yurttaşların bireysel olarak hak aramaları da neredeyse olanaksız hale getirilmiş. İktidara, rejime yönelik en basit bir eleştirinin sabaha karşı evinizin basılması, hakkınızda bir iddianame bile olmadan aylarca, yıllarca özgürlüğünüzden mahrum bırakılmanız içten bile değil. 


Hakkını, hukukunu arama yollarının kapatılmış olması, sırtını iktidara dayayarak sefa süren küçük bir azınlık dışında kalan, emeğiyle geçinen, dar gelirli geniş halk kitlelerini ekonomik olarak da çaresiz bırakıyor. Hal böyle olunca eşitsizlikler artarken, emek sömürüsü, açlık ve yoksulluk daha da derinleşiyor.   


Mehmet Şimşek tarafından hazırlanan ve uygulanan Orta Vadeli Program (OVP), geçtiğimiz iki yıl içinde ücretlerin enflasyon karşısında erimesine neden olurken, adaletsiz vergi sistemi ile tamamen piyasaya açılan kamu hizmetlerinin (sağlık, eğitim vb) bedelindeki artışlar, emekçilerin belini büküyor. Otoriter rejimin halkı baskıyla susturması fırsat bilinerek uygulanan politikaların yol açtığı toplumsal sorunların, TÜİK gibi kamu kurumlarının gerçekleri gizlemek konusundaki tüm çabalarına rağmen üzeri örtülemiyor.


Çarşı pazardaki hayat pahalılığının yarısını bile yansıtmayan TÜİK verilerine göre, Eylül ayında bir önceki yılın Eylül ayına göre enflasyon yüzde 33,29 artmış (Bağımsız araştırma kuruluşu ENAG’a göre bu oran yüzde 63,23). Aynı dönemde temel harcama kalemlerindeki fiyat artışları ise şöyle: Gıda yüzde 36,06, konut yüzde 51,36, sağlık yüzde 35,21, eğitim yüzde 66,10.


Anımsanacağı gibi geçtiğimiz Aralık ayında 2025 yılı için asgari ücretin ne kadar olması gerektiği tartışılırken hükümet, OVP’da belirtildiği gibi asgari ücretin Merkez Bankası (MB)’nin 2025 sonu için hedeflediği yüzde 21'lik enflasyon oranını esas alarak belirlenmesini ve ara zam yapılmamasını  savunmuştu. Sendikalardan güçlü bir itiraz gelmeyince hükümetin dediği oldu ve hedeflenen yüzde 21 enflasyon oranının üzerine “sözde” refah payı olarak yüzde 9 eklendi ve 2025 yılı için yüzde 30 artış yapılarak asgari ücret 22 bin 104 TL olarak belirlendi. Memur statüsündeki kamu emekçilerinin ücretleri ve emekli aylıklarında altı aylık iki dönemin toplamında benzer oranda artış yapıldı. Ayrıca kamu işçilerinin toplu iş sözleşmelerinde de yine bu civarda bir ücret artışı dayatıldı.


MB’nin Aralık 2024’te hedeflediği enflasyon oranı (2025’in ilk ayında, yeni asgari ücret işçinin henüz cebine bile girmeden yüzde 21 olan hedefi yüzde 24 olarak revize etmişti.)  yılın ilk dokuz ayında 12 puandan fazla saptı. Enflasyonla mücadele programının başarısızlığı göz önüne alınırsa yıl sonuna kadar bu sapmanın daha da artacağı rahatlıkla söylenebilir. 


Gerçekleri hükümetin işine geldiği biçimde çarpıtmakta mahir olan TÜİK’in verilerine göre bile ücretler 2025 yılının ilk dokuz ayında önemli ölçüde erimiştir. Bunu bir de pazarda, markette, eczanede, kırtasiyede ya da ev kirası öderken karşılaştığımız gerçek hayat pahalılığı üzerinden veya ENAG verileriyle değerlendirdiğimizde ücretlerdeki erimenin vehameti gerçek boyutuyla ortaya çıkacaktır.     


Ağustos ayında kamu işçileri ve memur statüsündeki emekçiler için yapılan toplu iş sözleşmelerinde 2026 yılı için belirlenen ücret artış oranlarına bakılırsa, 2025’teki hedef enflasyona bağlı ücret politikası devam edecektir (2026 ücret artışı kamu işçileri için yüzde 10+6; memur ve memur emeklileri için yüzde 11+7 olarak belirlenmiştir.). Emekçiler bu politikalara karşı güçlü bir direnç gösteremezse, önümüzdeki Aralık ayında yapılacak olan 2026 asgari ücret pazarlığında dayatılacak ücret artışı da bu seviyelerde olacaktır. Dahası metal iş kolu başta olmak üzere özel sektörde yapılacak toplu iş sözleşmelerinde de benzer dayatmalar gözlenecektir.  


Ülkenin dört bir yanını saran çürümüşlüğü, kokuşmuşluğu emekçilerin ve sırtını iktidara dayayanlar dışında kalan tüm halk kesimlerinin, enflasyon vasıtasıyla soyulmasından, her geçen gün daha da yoksullaştırılmasından ayrı düşünemeyiz. Tarihin sayısız tecrübeyle insanlığa gösterdiği odur ki ezilen, sömürülen, karnını doyurmaktan aciz bir halk kitlesi ne barışı ne demokrasiyi ne de hakkı, hukuku savunabilir! Bu nedenle barışı, adaleti, demokrasiyi, insan haklarını ve emeğin hakkını ortak bir mücadele zeminine oturtmak; bu çürümüş düzenden kurtuluşun olmazsa olmaz koşuludur.  


10 Ekim 2025 Cuma

Barış istemenin en ağır bedeli: 10 Ekim Katliamı

                                11 Ekim 2025

Samimiyeti konusunda derin şüpheler/kaygılar olsa da 41 yıllık çatışmanın ardından Kürt sorununun demokratik çözümü konusunda Meclis’te temsil edilen partilerin büyük çoğunluğunun katıldığı bir komisyon çalışmalarını sürdürüyor. Son derece haklı nedenlere dayanan kaygılarla da olsa bu süreçte hasıl olan barış umudunu yok sayan veya sürecin sona ermesini isteyenlerin azımsanmayacak kadar çok olduğu malumdur. Kaygılarına büyük ölçüde katılmakla birlikte onlara şunu anımsatmak gerekir:  Üzerinde bulunduğumuz coğrafyada halklar arasına düşmanlık tohumları öyle güçlü ekilmiştir ki kimi zaman “barış istemek” egemenler için bedeli en ağır biçimde ödetilmesi gereken bir “suç” olarak görülür. Hal böyle olunca “toplumsal barış”, “kardeşlik” gibi değerler, yüzyıllar boyunca çekilen acılara, ödenen bedellere rağmen sözcüklerde kalmanın ötesine geçemez.


Barış istemenin bedeli her zaman ağır olmuştur. Ancak 2013 Newroz’unda Öcalan’ın mesajıyla ilan edilen ve 7 Haziran 2015 seçim yenilgisinin ardından Erdoğan’ın Dolmabahçe Mutabakatı’nı inkâr ederek çözüm masasını devirmesiyle nihayete eren sürecin sonrasında, bu bedel çok daha ağırlaşmış. Bu dönemde önce Kobane’yle dayanışma için 20 Temmuz’da Suruç’a giden gençler arasına giren bir canlı bomba 33 gencin ölümüne ve yüzlercesinin yaralanmasına neden oldu; ardından 22 Temmuz’da Ceylanpınar’da iki polisin evlerinde öldürülmesiyle gerçekleştirilen provakasyon, halklar arasında nefretle beraber çatışma sürecinin ateşini yeniden körükledi. 


Seçim yenilgisine rağmen iktidarı bırakmak istemeyen AKP’nin çözüm masasını devirmesiyle Türkiye’nin yeniden savaş ortamına sürüklenmesini durdurabilmek için KESK, DİSK, TMMOB ve TTB 10 Ekim 2015 tarihinde Ankara Sıhhiye Meydanı'nda “Emek, Barış, Demokrasi” adıyla bir miting düzenleme kararı aldı. Mitingin sloganı "Savaşa İnat, Barış Hemen Şimdi” olacaktı. Ankara Valiliğinden alınan izinle yapılması planlanan miting için toplanma alanı olarak Ankara Gar Meydanı belirlendi. 10 Ekim sabahı ülkenin dört bir yanından Alevi, Sünni, inançlı, inançsız, Kürt, Türk ve diğer halklardan işçiler emekçiler, kadınlar erkekler barış talebini dünya aleme duyurmak için -yanlarına çocuklarını da alarak- tren garında toplanmaya başladı. Türkülerle, halaylarla miting alanına gitmek için bekleyenlerin arasına karışan iki IŞİD’lı, saat 10.04'te üç saniye aralıkla üzerlerindeki bombaları patlattı. Katliama yol açan saldırıda  ikisi çocuk 103 kişi hayatını kaybederken 20'si çocuk 500’e yakın kişi yaralandı. Katliam sonrasında uzun süre ambulans gelmedi. Dahası, yaralıların ve onlara yardım etmek isteyenlerin üzerine TOMA gönderildi, gaz sıkıldı.


Katliama ilişkin mahkeme sürecinde elde edilen belgelerden ve mülkiye müfettişlerinin raporlarından, katliam faillerinin devlet yetkilileri tarafından bilinmesine ve izlenmesine rağmen katliamı önlemek için hiçbir önlem alınmadığı anlaşıldı. Ancak Ankara Valiliği soruşturma izni vermediği için ihmali görülen ve sorumluluğu tespit edilen hiçbir kamu görevlisi yargı önüne çıkmadı. 10 Ekim Katliam Davası avukatlarının katliamın “insanlığa karşı suç” kapsamına değerlendirilmesi gerektiğine ilişkin talepleri de mahkemeler tarafından reddedildi. Avukatların katliamdan bu yana yargı sürecine yönelik değerlendirmesi ise -Agos Gazetesi’nde 6 Ekim 2025 günü yayımlanan “10 Ekim Ankara Katliamı'nın 10. yılı: Barış mitinginin inkârı, katliamın da inkârına dönüştü.” başlıklı söyleşide de belirttikleri gibi- yargı mekanizması kullanılarak devletin bu katliamı unutturmaya çalıştığı yönünde.


Katliamın öncesi ve sonrasında yaşananların yanı sıra katliamın hemen ardından dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun yaptığı “Anket yaptırdık ve oylarımızın arttığını gördük.” açıklaması, AKP iktidarının bu büyük katliama nasıl baktığını gösteriyor. Keza 7 Haziran’dan 1 Kasım 2025 seçimleri arasında gerçekleşen katliamlarla, kitlesel kıyımlarla yaratılan kaos ve korku ortamında AKP, kaybettiği iktidarı geri aldı. Çatışma ve kaosun yarattığı baskı atmosferi 1 Kasım seçimlerinin sonrasında da sürdü; bu atmosferin devamı olarak 15 Temmuz darbe girişimi bahanesiyle ilan edilen OHAL’le birlikte otoriter rejimin kalıcılaşmasında önemli bir eşik aşılmış oldu.


Barış istediği için 10 Ekim’de 103 cana yaşamıyla ödetilen bedel, onbinlerce kişiye “özgürlüğü elinden alınarak ya da işinden, ekmeğinden edilerek” ödetildi, ödetilmeye de devam ediyor. Dahası barış ortamının sağlanamamasının beraberinde getirdiği otoriterleşme ile demokrasiden tamamen uzaklaşılıyor. Böylece barışa kavuşamamanın bedelini tüm toplum ödemiş oluyor.


“Bedeli ağır olanın kıymeti fazla olur.” sözünden yola çıkarsak; Türkiye’de bedeli son derece ağır olan barışın kıymeti de son derece fazladır! Bu nedenle birtakım kaygılarla barış çabalarına burun kıvırmadan ya da “Önce demokrasi mi barış mı olmalı?” ikilemine düşmeden, bulunduğumuz coğrafyada toplumsal barış sağlanmadan demokrasiye de adalete de refaha da ulaşılamayacağının bilinciyle, barışa yönelik en küçük olasılığa bile dört elle sarılmak; barış için inatla mücadele etmekten vazgeçmemek gerekiyor.