21 Kasım 2025 Cuma

Vatandaşlık ücreti sosyal yıkımı önler mi?

                                  22 Kasım 2025

AKP/saray iktidarına yakın basında yer alan haberlere göre, bir süredir üzerinde konuşulan “vatandaşlık ücreti” hükümetin gündemine geliyormuş. Buna göre -Gelir Tamamlayıcı Aile Destek Sistemi çerçevesinde- Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ile Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı tarafından yürütülecek uygulama, geliri asgari ücret seviyesinin altında olan hanelere verilecek gelir desteğiyle en az asgari ücret seviyesinde bir gelire sahip olmalarını amaçlıyormuş. Hanedeki bireylerden hiçbirinin çalışmadığı veya bir haneye giren gelirin asgari ücretten az olması durumunda, hanede en az bir kişi iş gücüne katılana kadar “vatandaşlık ücreti” verilmeye devam edilecekmiş. Bu uygulama sürerken diğer yandan da bu hanelerde çalışabilecek durumda olanların iş bulmasına yönelik destek sağlanacakmış. 2026 yılında önce pilot olarak seçilen illerde başlatılacak uygulamanın Türkiye genelinde yaygınlaştırılması hedefleniyormuş.

“Vatandaşlık ücreti”nin 2026 bütçesinin TBMM’de görüşüldüğü ve asgari ücret görüşmelerinin de hemen arifesinde olunduğu bir dönemde gündeme getirilmesi oldukça manidardır! Zira AKP iktidarının uygulamakta olduğu ekonomik programı belgeleyen Orta Vadeli Program (OVP)’ın yansıması olan bütçede yer alan hedefler ve öngörüler çerçevesinde bakıldığında, başta emekçiler olmak üzere, sermaye dışında kalan tüm toplum kesimleri için 2026 yılında -yoksullaşma bir yana- gıda ve barınma gibi en temel ihtiyaçlardan yoksunluk, sosyal yıkımı çok daha derinleştirecektir.

Getirileceği söylenen “vatandaşlık ücreti” uygulaması da zaten AKP iktidarının neden olduğu vahametin boyutunu göstermektedir. Her şeyden önce uygulamanın hedefleri, Türkiye’de pek çok haneye asgari ücret kadar bile gelir girmediğinin ve çalışabilir olanlara iş bulunamadığının itirafı olduğu gibi AKP’nin uyguladığı ekonomik programın toplumun gelir düzeyini arttırmak, istihdam yaratmak gibi bir derdinin olmadığını da teyit etmektedir!

Peki “vatandaşlık ücreti”, AKP/saray iktidarının uyguladığı ekonomik programın neden olduğu sosyal yıkımı -bırakın önlemeyi- yavaşlatabilir mi?

Açıkça ifade etmek gerekir ki AKP iktidarı kapitalizmin uluslararası kurumları (DB, IMF vb.) ile ulusal ve uluslararası sermayenin çıkarları doğrultusunda hazırlanan OVP’nin dışına çıkamaz. Bu ise genel bütçeden sermayenin üzerine yük olacak ya da sermayeye aktarılacak kaynağın kısılmasına neden olacak hiçbir uygulamada bulunulamayacağı anlamına gelir. Dolayısıyla hangi isim altında olursa olsun getirilecek bir sosyal yardım düzenlemesi, 2026 bütçe teklifinde bu kalemde belirtilen miktarın arttırılması biçiminde değil mevcut yardımların başka bir isimle getirilmesinden ibaret olacaktır.

Öte yandan “vatandaşlık ücreti”nde hanelerin gelir seviyesinin ulaşması hedeflenen asgari ücret, OVP ve bütçede 2026 için öngörülen enflasyon oranına göre belirlenecektir ve bu da sadece yüzde 16’dır. Bunun üzerine refah payı vs. adlarla kimi eklemeler yapılması durumunda bu oran yüzde 20’lere ancak ulaşabilecektir. Halen 22 bin 104 TL olan asgari ücrette -en iyimser tahminle- yüzde 25 artış sağlansa dahi miktar 27 bin 700 TL civarında olacaktır ki bu rakam bile Türk İş’in Ekim ayı için 28 bin 400 TL olarak belirlediği açlık sınırının altında kalmaktadır.

Türkiye’de ücretlilerin yarıdan fazlasının geliri olan ve 2026 yılı boyunca geçerli olacak asgari ücretin, 2025 Ekim ayının rakamlarıyla bile açlık sınırının altında olması milyonlarca emekçinin önümüzdeki yıl yaşayacağı yoksunluğun hangi boyutlara varacağını işaret etmektedir. Günde 10-12 saat çalışmanın karşılığında emekçilere reva görülen ve onları açlığa mahkûm eden asgari ücretin “vatandaşlık ücreti” adıyla hanelere destek olarak verilmesinin ne kadar gerçekçi olduğunu bir tarafa bıraksak dahi bu uygulamadan yararlanacak hanelerin, karnını bile doyuramayacağını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Bu durumda akıllara, “madem ekonomi politikalarının yarattığı sosyal yıkıma çare olmayacak; AKP, böyle bir uygulamayı neden gündeme getiriyor?” sorusu gelecektir.

AKP’nin içinden geldiği “Millî Görüş” geleneğinin mirası olan ve iktidarını 23 yıldır sürdürmesini sağlayan en önemli meziyetlerin başında, “halkın yoksulluğunu ve yoksunluğunu iyi yönetmesi” gelir. Bu meziyet, bir yandan halkı yoksullaştıran ve sosyal haklardan mahrum bırakan politikaları uygularken diğer yandan yoksullaşan, güvencesizleşen halk kesimlerini yardıma muhtaç hale getirip kendisine biat ettirerek siyasi rant elde etmeye dayanır. AKP’yi kuran kadrolar özellikle 1994’ten itibaren yönetimlerinde oldukları belediyelerde deneyimleyerek bu meziyeti geliştirmiş; bunun sayesinde iktidara gelmiş ve iktidarları boyunca sadakatle uyguladıkları neoliberal politikaların yarattığı sosyal yıkımı da yine bu yardımların katkısıyla sürdürebilmişlerdir.

Ancak 2008 krizinden itibaren sosyal yardımlar için bütçeden ayrılan pay, sermaye çevrelerince yüksek bulunup, zaman içinde yardımlarda da kesintiye gidilince toplumsal tepkileri bertaraf etmek için uygulanan politika, “otoriterleşmeyi arttırmak” olmuştur. Özellikle 15 Temmuz darbe girişiminin ardından ilan edilen OHAL düzenini kalıcı hale getiren otoriter rejim sayesinde toplumsal tepkileri baskı ve şiddet yoluyla sindiren AKP, bu süreçte toplumda yoksulluğun, yoksunluğun artmasına rağmen sosyal yardım politikalarını yaygın biçimde uygulama gereği duymamıştır.

Görünen odur ki AKP, ekonomi politikalarının yaratacağı sosyal yıkımın ortaya çıkaracağı toplumsal tepkiyi sadece baskıyla, şiddetle sindiremeyeceğini anlamış ve bütçe görüşmelerinin devam ettiği, asgari ücreti belirleme sürecinin hemen öncesine denk gelen bir zamanda toplumdan gelecek olası tepkileri soğurmak için “vatandaşlık ücreti”ni gündeme getirmiştir.


14 Kasım 2025 Cuma

23 yılda 36 bin iş cinayeti tesadüf mü?

                              15 Kasım 2025


“Ağrı'da ayçiçeği hasadı sırasında biçerdöverin altında kalan 14 yaşındaki tarım işçisi Nursefa Samur hayatını kaybetti.

Diyarbakır-Muş karayolundaki viyadük inşaatında beton dökümü sırasında iskelenin çökmesi sonucu inşaat işçileri Tahsin Dere (49), Salih Lale (52), Şehmus Anustekin (49) ve Mehmet Şirin Yalçıner (50) hayatını kaybetti.


Ordu'nun Fatsa ilçesinde taş ocağında meydana gelen göçüğün altında kalan iş makinesi operatörü Burak Kilci (25) ile kamyon şoförü Ahmet Şahin (75) göçük altında kalarak can verdi.


Ordu Çaybaşı’nda çalıştığı üç katlı inşaatta asansör boşluğuna düşen 24 yaşındaki işçi Başar Batran, kaldırıldığı hastanede yaşamını yitirdi.


Mersin’in Anamur ilçesinde Rüştü Kazım Yücelen Mesleki Eğitim Merkezi 11. sınıf öğrencisi Alperen Uygun (16), çalıştığı inşaatta asansör boşluğuna düşerek hayatını kaybetti.


İzmir’in Aliağa ilçesinde bulunan Gemi Geri Dönüşüm Tesisleri’nde kesilen gemi parçasının altında kalan 44 yaşındaki işçi Hasan Aktepe yaşamını yitirdi.


İzmir Urla’da bir sitenin tenis kortundaki arızayı gidermeye çalışan 22 yaşındaki elektrik işçisi Alican Gürer, yüksekten düşerek hayatını kaybetti.


Kocaeli’nin Dilovası ilçesinde bir parfüm fabrikasındaki patlamanın ardından çıkan yangında Şengül Yılmaz (55), Tuğba Taşdemir (17), Nisa Taşdemir (15), Cansu Esatoğlu (15), Esma Gikan (65) ve Hanım Gülek (65) hayatını kaybetti.”


Geçtiğimiz bir haftada benim bilgisine ulaşabildiğim 8 ayrı iş cinayeti vakasında 18 işçi can verdi; yaralanarak halen yaşam mücadelesi verenlerin, sakat kalanların sayısı hakkında henüz yeterli bilgiye sahip değilim.


Bu iş cinayetlerinde yaşamını yitiren işçilerin beşi 14 ila 17 yaşları arasında, yani çocuk. Ağrı’da yaşamını yitiren Nursefa, tarım işçisi; Anamur’da Alperen, meslek lisesi öğrencisi ve adına MEDES denilen “çocuk emeğini sömürme sistemi” kapsamında çalışırken iş cinayetinin kurbanı oldu. Tuğba Taşdemir, Nisa Taşdemir, Cansu Esatoğlu ise Dilovası’nda yanarak can veren çocuklar. Fatsa’da göçük altında kalarak yaşamını yitiren Ahmet Şahin ise 75 yaşında; şimdiye kadar çoktan emekli olması gerekirken çalışmak zorunda kalan yüz binlerce yaşlı emekçiden biri.


Söylediğim gibi bunlar sadece bir hafta içinde basına yansıyan -ve benim ulaşabildiğim- iş cinayetleri. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİGM) verilerine göre geçtiğimiz yılın Ekim ayından bu yılın Ekim ayıda kadar iş cinayetlerinde yaşamını yitirenlerin sayısı 2 bin 76. Bu veriye göre geçtiğimiz 12 ay içinde her bir haftada iş cinayetinde ölen işçi sayısı ortalaması 40’ı geçiyor. Yani burada isimlerini ve yaşlarını verdiklerimiz, iş cinayetlerinde yaşamını yitirenlerin yalnızca buzdağının görünen kısmındakiler…


Bu küçük örneklem bile ülkenin dört bir köşesinde, farklı iş kollarındaki çocuklar, gençler, kadınlar, yaşlılar da dahil olmak üzere her kesimden emekçinin iş cinayetlerinin kurbanı haline geldiğini göstermeye yetiyor. Zaman dilimini genişletirsek iş cinayetlerindeki tablonun vahameti daha da netleşiyor. İSİGM’nin belirleyebildiğine göre, 2025 yılının ilk 10 ayında iş cinayetlerinden ölen sayısı bin 735 kişi. 2013 ile 2025’in ilk 5 aylık döneminde iş cinayetlerinde ölen çocuk sayısı 770, bunlardan 216’sı ise 5-14 yaş grubunda. 


AKP geçtiğimiz günlerde iktidara gelişinin 23. yıldönümünü kutladı; bu 23 yılda iş cinayetlerinden ölen işçi sayısı 36 bini buluyor. AKP iktidarı döneminde bu kadar çok iş cinayetinin olması tesadüf değil elbette. İktidara gelirken uluslararası finans kuruluşları (IMF, Dünya Bankası vb) ile yerli ve yabancı sermayenin desteğini alan AKP, bu desteği sürdürebilmek için sözü edilen kesimlerin çıkarlarını yansıtan ekonomik programı büyük bir sadakatle uyguladı, uygulamaya da devam ediyor. 


2003’te çıkartılan 4857 sayılı İş Kanunu, 2008’de çıkartılan 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu, 2012’de çıkartılan 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu yine 2012’de 6287 sayılı kanunla getirilen “4+4+4 eğitim sistemi” ve bunlara benzer sayısız kanun, yönetmelik vs ile çalışma rejiminde işçiye güvence sağlayan yasal düzenlemelerin hemen tümü ortadan kaldırıldı. Böylece işverenin işçiyi istediği koşullarda, keyfince çalıştırmasına olanak sağlayan esnek ve güvencesiz bir emek piyasası çıktı ortaya. 


Emek piyasasını işçilerin sınırsızca sömürüsüne olanak sağlayacak biçimde yeniden düzenleyen AKP, aynı zamanda halkın vergilerden toplanan kamu kaynaklarını sermayeye aktararak halkı yoksulluğa sürükleyen ekonomi politikalarını da hayata geçirdi. Böylece Türkiye, milyonlarca emekçinin karnını doyurmaya bile yetmeyecek bir ücret karşılığında -iş cinayeti, meslek hastalığı vs nedenlerle- ölümüne çalışmak zorunda bırakıldığı bir emek sömürü ülkesine (ki buna yatırım cenneti de diyorlar) dönüştü.


2026 bütçesinde çalışma rejiminin daha da esnekleşmesi, güvencesizleşmesi hedefleniyor. Bütçenin gelir-gider kalemleri ise “emekçilerin cebinden alıp sermayenin kasasına aktarmayı esas alan anlayış”ın süreceğini ifade ediyor. Bu da emekçilerin -kaçınılmaz olarak- 2026’da daha fazla yoksullaşacağı; karnını doyurabilmek, barınabilmek için ölümüne neden olabilecek kadar kötü olan çalışma koşullarına rıza göstermeye devam edeceği anlamına geliyor. 


İş cinayetlerini durdurmanın “örgütlü mücadele”den başka yolu yok! Ancak AKP, hizmet ettiği sömürü düzenine karşı direnenlerin sesini kesmek, ellerini kollarını bağlamak için baskının en şiddetli biçimlerini kullanmaktan geri durmuyor. Amacının örgütlü mücadelenin olanaklarını tamamen ortadan kaldırmak olduğu besbelli. Az sayıda da olsa tüm baskılara rağmen direnen sendikalar hâlen var. Ancak on binlerce, yüz binlerce üyesinin olmasıyla övünen sendika(cı)ların önemli kısmı otoriteye biat etmiş durumda ve sömürü düzenini meşrulaştırmak dışında bir şey yapmıyor! 


Yani ölümün kapıda olduğu bu sistemde, kendimizin ya da sevdiklerimizin isminin birgün iş cinayeti kurbanları arasında yer almaması için, “alın terinden yetinmeyip emekçinin kanından, canından beslenen” bu düzenin siyasetçilerinden de sendikacılarından da hesap soracak ve onlardan kurtulacak bir mücadeleyi acilen örgütlemek gerekiyor! 









7 Kasım 2025 Cuma

2026 bütçesinde emekçiler

                                8 Kasım 2025

TBMM Plan ve Bütçe Komisyonunda Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın 2026 yılı bütçesinin görüşmelerine başlandı. Gerek Erdoğan’ın partisinin grup toplantısında yaptığı konuşma gerekse Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in bakanlığının 2026 yılı bütçesine ilişkin sunumu, bütçenin halka getireceği yüke fazlaca değinmeden göz boyama babından ifadeler içeriyordu. Erdoğan’ın konuşması partisinin grubunda büyük alkış alsa da Şimşek’in komisyondaki sunumu muhalefet milletvekilleri tarafından ağır biçimde eleştirildi. Ama beklendiği gibi eleştirilerin bir hükmü olmadı ve Şimşek, uluslararası finans kurumlarının ve sermayenin talepleri doğrultusunda hazırlanan Orta Vadeli Program (OVP)’nin belirlediği çerçevede hazırlanan bütçeyi uygulamakta kararlı olduğunu bir kez daha gösterdi.

Öncelikle şunu belirtmek gerekiyor ki AKP, 23 yıllık iktidarı boyunca -kısa dönemli istisnalar dışında- istikrarlı bir ekonomik program izledi. Neoliberal politikalar doğrultusunda ortaya konulan bu programın temellerini 24 Ocak 1980 kararlarıyla Turgut Özal atmıştı. 2001’de ise Kemal Derviş, “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” ile bu programı güncelledi ve 1980’den 2001’e kadar gerçekleştirilemeyen hukuki alt yapısını hazırladı. AKP’ye de bu programı uygulamak düştü. Bu bağlamda 22 yıldır Meclis’e sunulan diğerleri gibi 2026 bütçe teklifini de AKP’nin 58. Hükümet Acil Eylem Planı adıyla 3 Ocak 2003’te kamuoyuna duyurduğu ekonomi politikalarının devamı olarak görebiliriz.

AKP/saray iktidarının 2026 bütçe teklifiyle halkın sırtındaki yükü nasıl daha da ağırlaştıracağını pek çok yönden değerlendirmek mümkün. Ancak bu hafta hükümetin bütçe teklifiyle emekçi kesimler için yapmayı hedeflediği uygulamalara kısaca değinmekle yetineceğiz.

2026 bütçe teklifinin bütünü gibi emekçilere yönelik hedefleri de önceki yılların devamı niteliğinde. “Güvenceli esneklik” söylemi ile emek piyasasının esnekleştirilmesi, güvencesizliğin yaygınlaştırılması ve eğitim sisteminin işverenlerin ihtiyaçları doğrultusunda düzenlenmesi bu hedeflerden bazıları.

Ancak bu yıl “istihdam” başlığı altında daha önce bütçede ve diğer belgelerde yer almayan son derece ilginç iki hedefin daha eklenmiş olduğunu da belirtelim. Bunlardan biri “Âtıl işgücünün kalıcı bir şekilde azaltılması amacıyla erken yaşlardan itibaren üretim kültürünü aşılayarak çalışma hayatına hazırlayan ve işgücüne katılımı teşvik eden programlar hayata geçirilecektir.” olarak ifade edilirken diğer hedef ise “Çalışmanın fazileti ve üretmenin toplumsal değeri, örgün eğitim sürecinin başlangıcından itibaren müfredata yansıtılacaktır.” cümlesiyle ifade edilmiş.

Bu ifadelerden de anlaşılacağı gibi AKP/saray iktidarı işgücüne katılımı arttırabilmek için “erken yaşlardan itibaren üretim kültürünü aşılamayı” ve “çalışmanın faziletini ve üretmenin toplumsal değerini eğitim müfredatı içinde anlatmayı” hedeflemektedir. Çalışma çağında olup, işgücüne katılmamanın yani çalışmaya istekli olunmamasını nedenini “çalışmanın faziletinin bilinmemesi ve üretim kültürüne sahip olunmaması” ile açıklanması ekonomi yönetiminin toplumsal gerçeklerden ne denli uzak olduğunun en bariz göstergesidir! Zira ortalama ücret haline gelmiş olan asgari ücretin açlık sınırının altında kaldığı; barınma, ulaşım ve gıda enflasyonunda, çalışan yoksulluğunda, çalışma sürelerinin uzunluğunda ve iş cinayetlerinde dünyada ilk sıralarda yer alan yani çalışmanın en tehlikeli, en uzun, en güvensiz olmasının yanı sıra karın bile doyurmadığı bir ülkede çalışmak istememenin nedenini “üretim kültürünün ve çalışma faziletinin olmaması”nda görmek başka nasıl açıklanabilir?

Emekçiler için 2026 bütçe teklifinde yer alan diğer önemli bir konu ise sosyal güvenliktir. Kamusal sosyal güvenlik sisteminin tasfiye edilmesi, AKP iktidarları öncesinden bu yana izlenen neoliberal politikaların hedefindedir. Bu konuda aylık bağlama oranının düşürülmesi, emeklilik yaşının uzatılması, Bireysel Emeklilik Sistemi (BES)’in devlet tarafından teşvik edilmesi ve zorunlu hale getirilmesi gibi birçok düzenleme yapılmıştır. Ancak Mehmet Şimşek’in ekonomi yönetiminin başına geldiği 2023 sonrasında hazırlanan OVP’lerde de yer verildiği gibi Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi (TES) adıyla emeklilik sisteminin tamamen özelleşmesi sürekli olarak gündemde tutulmaktadır. Öte yandan emekli aylıklarının geniş bir emekli kesim için açlık sınırının neredeyse yarısına düşürülerek, halen çalışmakta olanlara “Kamusal emeklilik sisteminde geleceğinizi güvenceye alamazsınız!” mesajı verilmekte ve emeklilik hakkını savunmak yerine kendi rızalarıyla özel sigorta sistemine yönlenmeleri amaçlamaktadır.

AKP’nin “sosyal güvenlik sisteminin yeniden yapılandırılması” adı altında kamusal emeklilik hakkını ortadan kaldırmak konusunda sürekli yinelediği gerekçe, nüfusun giderek yaşlanmasıyla “aktüeryal denge”nin yani sisteme prim ödeyenler ile aylık alanlar arasındaki dengenin bozulmuş olduğudur. Oysa 2026 Bütçe Gerekçesi’nde de yer verildiği gibi 26 milyon 509 bin kişi sisteme prim öderken aylık alanlar 16 milyon 901 bin kişidir ve aktif/pasif oranı 1.54’tür. Sosyal güvenlik sisteminin Türkiye’de olduğu gibi emekçilerin ödediği primlerle finanse edildiği ülkelerde bu oran 2.5’e kadar çıkmaktadır. Kaldı ki bu oran daha dengeli bir hale getirilmek isteniyorsa sorunun emekli sayısının fazla olmasında değil aktif oranının yani istihdam edilen emekçi sayısının düşük olmasında aranması gerekir. İşgücüne ve istihdama katılımın düşük olmasının müsebbipi ise -2026 bütçe teklifinde söz edildiği gibi- halkın “üretim kültürü ve çalışma faziletinin eksik olması” değil, insanca çalışacak ve yaşayacak koşullarda istihdam yaratamayan AKP/saray iktidarının ekonomi politikalarıdır!