12 Aralık 2025 Cuma

Asgari ücretin açlık sınırı altında kalması insan hakları ihlalidir!


 13 Aralık 2025
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK)'in Genel Kurulu'nda yaptığı konuşmada, Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nda işveren tarafını temsil eden TİSK temsilcilerinden “…ellerini taşın altına koymalarını beklediğini" söylemiş. Oysa çok iyi bildiği gibi Komisyon’da asgari ücret, hükümetin -yine işverenlerin taleplerine göre- hazırlamış olduğu Orta Vadeli Program (OVP)’a sadık kalınarak belirleniyor. Anlaşılan o ki OVP’ye sadık kalındığı taktirde asgari ücretin açlık sınırının hayli altında kalacak olmasına karşı toplumda oluşan tepkiler Erdoğan’ı rahatsız etmiş ve ücretlerin bir miktar daha yükseltilmesi -ya da böyle bir algı oluşması- için müdahale gereği duymuş.


Erdoğan’ın TİSK’e çağrısının belirlenecek asgari ücrete etkisinin ne kadar olacağını bilemeyiz ama asgari ücretin Türk İş’in Kasım ayı verilerine göre hazırladığı açlık sınırı olan 29 bin 828 TL’ye ulaşmayacağını söyleyebiliriz. Kaldı ki 2026 yılı için asgari ücret bu rakamı aşsa -ya da TÜİK “rakamlara takla attırma” becerisini daha da geliştirip Aralık ayında enflasyonu negatif gösterse- bile Ocak ayında iğneden ipliğe tüm ürünler üzerinden alınacak vergilerden elektriğe, doğalgaza kadar her şeye yapılacak zamlarla önümüzdeki yıl da bu yıl olduğu gibi, asgari ücret ile açlık sınırı arasındaki makasın her geçen ay daha da artacağı aşikârdır. 


Bir ülkede asgari ücret, emekçilerin yarıdan fazlasının yaşamını sürdüreceği gelir haline gelmişse ve o gelir karın doyurmaya bile yetmiyorsa bu durum sadece emek sömürüsü olarak değil aynı zamanda bir ”insan hakları ihlali” olarak da değerlendirilmelidir. 


Temel insan haklarını (Yaşam hakkı, eşit yurttaşlık hakkı, düşünce ve ifade özgürlüğü, adil yargılanma hakkı, din ve vicdan özgürlüğü, mülkiyet hakkı, örgütlenme hakkı, toplu sözleşme ve grev hakkı, çalışma ve sosyal güvenlik hakkı vb.) içeren İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, tam 77 yıl önce Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu tarafından kabul etmişti. İnsanlık tarihi boyunca süren mücadelelerin kazanımlarından süzülerek gelen hakları evrensel hukuk normu haline getiren Bildirge, 10 Aralık 1948 günü yapılan oylamada Türkiye tarafından da kabul edilmiş ve Bildiri’nin Türkçe çevirisi 27 Mayıs 1949 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanmıştı. 


İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, hukuksal niteliği bakımından bağlayıcı olmamakla birlikte insan haklarının tanınması ve korunması açısından son derece önemli bir işleve sahip üstlendi. Birçok uluslarası sözleşmeye (Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi vb) temel oluşturduğu gibi başta Anayasa olmak üzere Türkiye’nin iç hukukunda da referans kaynağı oldu. Ancak yazılı hukukta yer verilmiş olmasına karşın Bildirge’nin pek çok ilkesi siyasi iktidarlar tarafından görmezden gelindi. Özellikle askeri darbe, OHAL dönemleri ve yanı sıra Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’yle oluşan otokratik rejimde, insan hakları ihlalleri olağan hale geldi. 


İnsan hakları ihlali olarak ele alınmamakla birlikte, çalışma yaşamına ilişkin pek çok uygulama ile (ücretler, çalışma süreleri, esnek ve güvencesiz çalışma, örgütlenme, toplu sözleşme ve grev, işçi sağlığı ve iş güvenliği vb), yaşam hakkı başta olmak üzere temel hak niteliğindeki birçok hak, devlet ve işverenlerce çiğnenmektedir. Çalışma yaşamındaki insan hakları ihlalleri kaçınılmaz olarak sosyal haklara (beslenme, barınma, sağlık, eğitim vb) ilişkin ihlalleri de beraberinde getirmektedir. 

 

Örneğin milyonlarca emekçinin geçimini sağladığı asgari ücretin açlık sınırının altında olması, Bildiri’de yer alan “Çalışan herkesin kendisine ve ailesine insanlık onuruna yaraşır bir yaşam sağlayan ve gerektiğinde her türlü sosyal koruma yollarıyla da desteklenen adil ve elverişli bir ücrete hakkı vardır.” ilkesinin (m.23) doğrudan doğruya ihlalidir. Bu ilkenin ihlal edilmesi aynı zamanda, “Herkesin, gerek kendisi gerek ailesi için yiyecek, giyim, konut, tıbbi bakım ve gerekli sosyal hizmetler de dahil olmak üzere, sağlık ve refahını sağlayacak uygun bir yaşam düzeyine ve işsizlik, hastalık, sakatlık, dulluk, yaşlılık veya geçim olanaklarından kendi iradesi dışında yoksun bırakacak başka durumlarda güvenliğe hakkı vardır.” ilkesinin (m.25) de ihlalidir. 


İnsan hak ve özgürlüklerinin ihlali, sadece emekçilerin karınlarını doyurmaya bile yetmeyen bir ücret karşılığında çalışmak zorunda bırakılmalarıyla sınırlı değildir. Çalışanları açlık ücretine rıza göstermek zorunda kalması, özellikle örgütlü mücadele olanaklarını engellemek için sendikal örgütlenme (m.23), toplantı ve barışçıl gösteri (m.20) gibi kolektif hakların çiğnenmesinin sonucudur. Dolayısıyla insanlık onuruna yaraşır bir yaşamı sağlayacak ücret için asgari ücretin açlık sınırının ne kadar altında ya da üstüde olacağını tartışarak (ya da patronların elini taşın altına sokmasından medet umarak) zaman kaybetmek yerine, örgütlü mücadelenin önünde engel oluşturan ihlalleri aşacak mücadele yol ve yöntemlerini geliştirmek gerekir.  



5 Aralık 2025 Cuma

Asgari ücret, gıda fiyatları ve açlık sorunu

                                   6 Aralık 2025

Asgari ücretin 2026’da ne kadar olacağı önümüzdeki günlerde belirlenecek. Birkaç haftadır bu köşede konu edindiğimiz gibi 2025’te yılın ilk ayında açlık sınırının altında kalan ve her geçen ay sınırın daha da gerisine düşen asgari ücretin, 2026’ya henüz girmeden açlık sınırının altında bir rakam olacağı neredeyse kesin gibi. Açlık sınırı olarak ifade edilen rakam, Türk-İş ve diğer bazı bazı sendikalar tarafından genellikle TÜİK’in enflasyon verilerine göre “bir ailenin sadece gıda harcaması” esas alınarak belirleniyor. Yani bu rakamın içinde kira, sağlık, eğitim, ısınma, iletişim, ulaşım gibi harcamalar bulunmuyor. Dolayısıyla açlık sınırın altında kalan bir ücretin beslenmek için bile yeterli olmadığının, başka bir ifade ile gerçek anlamda “açlık” anlamına geldiğinin altını bir kez daha çizmek gerekiyor. 


DİSK-AR’a göre Türkiye’de toplam ücretlilerin yaklaşık yüzde 62.5’ini oluşturan 11,2 milyon çalışan, asgari ücret ve asgari ücretin yüzde 20 fazlası bir ücretle yaşamını sürdürmeye çalışmakta. Kasım ayı için Türk İş’in açıkladığı açlık sınırı 29 bin 828 TL. Bu da 22 bin 104 TL olan mevcut asgari ücretin yaklaşık açlık sınırının yüzde 35 gerisinde kaldığını yani açık sınırının altında ücret alan emekçilerin sayısının 11,2 milyondan çok daha fazla olduğunu gösteriyor. 


AKP/saray iktidarının uyguladığı ekonomik program çerçevesinde 2026’da geçerli olacak asgari ücrete yapılacak artışın en iyimser olasılıkla yüzde 25 olacağını varsaysak bile açlık sınırının altında ücret alanların sayısı fazla değişmeyecektir. Belirlenecek miktarın yıl boyunca geçerli olacağını ve -TÜİK’in tüm hesap sahtekarlığına rağmen- enflasyonda kayda değer bir düşüş olmayacağını da göz önünde bulundurduğumuzda, önümüzdeki yıl içinde ücretlilerin çok daha geniş bir kesiminin -ve ailelerinin- açlıkla karşı karşıya kalacağını rahatlıkla söyleyebiliriz.     


AKP/ saray iktidarının uyguladığı ekonomik programın açlıkla karşı karşıya bıraktıkları yalnızca ücretliler ve emekliler değil. Küçük üretici, esnaf ve çiftçiler de -barınma, eğitim, sağlık gibi temel gereksinimleri bir tarafa- yeterli ve sağlıklı beslenmelerini sağlayacak gelirden bile yoksun ve sosyal yardıma muhtaç durumda. Bu da açlık sorununun sadece ücret politikalarından kaynaklanmadığını gösteriyor. 


Toplumun çok geniş kesimini açlığa, sefalete sürükleyen ekonomi politikalarının emek sömürüsü dışındaki önemli nedenlerinden biri de Türkiye’yi dünyada gıda enflasyonunun en yüksek olduğu ülke haline getiren tarım ve hayvancılık politikalarıdır.


AKP’nin iktidarda bulunduğu 23 yıl boyunca uyguladığı neoliberal ekonomi politikaları, diğer pek çok alan gibi tarım ve hayvancılığı da sermaye için en fazla kâr getirecek biçimde yeniden yapılandırmayı hedeflemiştir. Bu politikalara göre ne çiftçinin durumu ne onun ürettiği ürünle beslenen halkın ihtiyaçlarının hiçbir önemi yoktur. AKP iktidarı da bu politikalar çerçevesinde tarım ve hayvancılığı desteklemek bir yana, bitirmek için elinden geleni yapmıştır. Böylece bir taraftan kırdan göç hızlandırılarak kentlerde ucuz işgücü arzı yükseltilmiş; diğer taraftan çoğunluğu AKP yandaşları eliyle gerçekleştirilen gıda ithalatındaki artış sayesinde, ithalatla uğraşan iktidara yakın kesimin zenginleşmesi sağlanmıştır.


Üretimi düştüğü için ithalatı sürekli artan gıda ürünlerinin başında kırmızı et gelmektedir. Uygulanan politikalar sonucunda artan maliyetler nedeniyle besicilik sürdürülemez hale gelmiş, hayvan sayıları azalmış ve kırmızı et üretimi düşmüştür. TÜİK verilerine göre 2024 yılında kırmızı et üretimi yüzde 11.4 azalmıştır. ABD Tarım Bakanlığı (USDA) ‘nın geçtiğimiz ay açıkladığı “Türkiye’de Hayvancılık ve Ürünleri Raporu”nda yer aldığı üzere, 2026 yılında da et üretiminin büyük kısmını oluşturan sığır varlığı, yüzde 4 azalacaktır. Canlı hayvan sayısının ve et üretiminin azalması 2010 yılından bu yana et ithalatının sürekli olarak artmasına neden olmaktadır. Söz konusu raporda Türkiye’nin 2024 yılında 788 milyon dolar değerinde 514 bin 869 baş sığır ithal ettiği belirtilirken 2026’da 450 bin baş sığır, 70 bin ton et ithal etmesi öngörülmektedir.


Türkiye’de canlı hayvan ve et ithalatı bir kamu kuruluşu olan Et ve Süt Kurumu (ESK) tarafından yapılmaktadır. Bahadır Özgür’ün halktv.com.tr haber sitesindeki yazılarıyla gündeme getirdiği üzere ESK Genel Müdürü Mücahid Taylan, aynı zamanda ESK’nin milyonlarca euro’luk ithalat yaptığı  Macaristan menşeli bir şirketin kurucusudur. ESK’nın ithalat yaptığı Polonya’da kurulu bir başka şirketin ortaklarından biri ise Kırmızı Et Üreticileri Merkez Birliği Başkanı olan Bülent Tunç’un oğlu AKP Gençlik Kolları MKYK üyesi Halil Efe Tunç’tur. Temel gıda ürünlerinin başında gelen kırmızı et üzerinde oynanan oyunlar bununlarla sınırlı değildir. Türkiye’nin dünyada etin en pahalı olduğu ülke olmasının nedenlerini merak edenlerin, Bahadır Özgür’ün bu konudaki yazılarını, açıkladığı belgeleri ve yorumlarını takip etmesini öneririm.


Türkiye’yi gıda enflasyonunda dünya birincisi yapan sadece kırmızı et üzerinde oynanan oyunlar değildir elbette. Tarım ve hayvancılık politikalarının neden olduğu benzer sonuçları beyaz et ve tarım ürünlerinde de görmek mümkündür. Birkaç örnek vermek gerekirse: TÜİK verilerine göre, tavuk yumurtası üretimi Eylül ayında bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 5,3, süt üretimi 1,7 azalmıştır. Yine TÜİK’in “Bitkisel Üretim 2. Tahmin, 2025” verilerine göre geçtiğimiz yıla göre buğdayda yüzde 13,9, yulafta yüzde 22,3, patateste yüzde 13, ayçiçeğinde yüzde 17,6, elmada  yüzde 48,3, kirazda yüzde 70,6, üzümde yüzde 24,5, limonda yüzde 34,8, fındıkta yüzde 38,5, cevizde yüzde 38,1, Antep fıstığında yüzde 61,1, zeytinde ise yüzde 34,7 üretim azalışı öngörülmektedir. 


Üretimi azalan her ürünün fiyatının artması kaçınılmazdır. Talebi karşılamak için yapılan ithalat ise bir taraftan gıda fiyatlarını küresel ekonomideki istikrarsızlıkların yarattığı dalgalanmalara açık hale getirirken diğer taraftan gıda ürünlerini iktidar yandaşlarının -yollu, yolsuz- zenginlemesinin ve sermaye birikimi elde etmesinin alanı haline getirmektedir. Tüm bu veriler 2026’da gıda fiyatlarının daha da artacağını, açlık sorununun daha da derinleşeceğini göstermektedir.


Yakın bir geçmişe kadar kendini besleyebilen sayılı ülkeler arasında yer almakla övünen Türkiye, bugün gıda ürünlerinde dışa bağımlı ve nüfusunun önemli bölümü açlıkla karşı karşıya olan bir ülke haline gelmiştir. Açlık sorununu aşmak için emeğin üretimden aldığı payın ifadesi olarak ücretlerin yükseltilmesi son derece önemlidir elbette. Ancak iktidarın var olan tarım ve hayvancılık potansiyelini heba ederek, gıda krizine neden olan politikalarının da toplumsal mücadelelerin alanı olması gerekir.