28 Mayıs 2010 Cuma

MÜCADELE İÇİN ÖNCE SENDİKAL BÜROKRASİYİ AŞMAK GEREK…

28/05/2010
Özgürce
Türkiye’de emekçiler 1980’den bu yana iş güvencesini, ücretini, işçi sağlığı ve iş güvenliğine ilişkin haklarını, sosyal güvencesini, sağlık, eğitim, barınma, ulaşım ve örgütlenme hakkını kısacası çalışma koşulları ve sosyal haklara ilişkin elinde ne varsa kaybetmektedir. Bu haklar kimi zaman yasalarla ortadan kaldırılmaktadır, kimi zaman da işsizlik tehdidi altında emekçiler yasalarda var olan haklarını bile talep edememektedir. Bunun sonucunda da ücretler düşmekte, çalışma koşulları kötüleşmekte, güvencesizlik ve iş cinayetleri artmakta; velhasıl emekçiler işsizliğe, yoksulluğa, güvencesiz bir yaşama ve hatta ölüme mahkûm edilmektedir.

Bunca hak kaybına uğramasına rağmen emekçiler, geçen 30 yılda gerekli ve yeterli tepkiyi gösterememiştir. Çünkü 12 Eylül darbesiyle sendikalar başta olmak üzere toplumsal mücadelenin tüm araçları etkisiz hale getirilmiş ve birey olarak emekçiler önce baskı altına alınıp, daha sonra da apolitikleştirilerek örgütlü mücadele düşüncesinden uzaklaştırılmıştır. Sendikalar darbe sonrasında 1982 Anayasası ve 2821, 2822 sayılı yasalarla yeniden yapılandırılmıştır. Neoliberal politikaların önünü açmayı amaçlayan darbecilerin sendikal alana ilişkin yasaları yaparken tek hedefi; emekçilerin hakları ortadan kaldırılırken işçi sınıfı hareketinin etkisiz hale getirilmesi olmuştur. Bunun için iki yol izlenmiştir. Birincisi emekçileri olabildiğince sendikalardan uzak tutmak ve örgütsüzleştirmek; ikincisi de sendikaları, demokrasinin işlemediği, bürokratik bir yapı haline getirerek işçi ile sendika arasına kalın bir duvar örmektir.

Darbeciler ve darbenin arkasındaki sermaye güçlerinin sendikaları ve dolayısıyla işçi sınıfı hareketini etkisizleştirme hedefi aradan geçen 30 yılda önemli ölçüde başarıya ulaşmıştır. 12 Eylül darbesi sonrasında faaliyetlerine devam eden Türk İş ve Hak İş, darbe rejimiyle derhal uzlaşmış ve emir komuta zincirinde “sendikal faaliyetlerini” sürdürmüştür. 1988 yılına gelindiğinde kaybedilen haklar, emekçilerin sabrını taşırmış ve tüm baskılara rağmen, sendikal bürokrasi de bir ölçüde aşılarak 1989 Bahar Eylemleri’yle mücadele yükseltilmiştir.

1989 Bahar Eylemleri’nde emekçilerin hedefinde ANAP iktidarı ve özellikle de Turgut Özal vardır. ANAP hükümeti emekçilerin tepkileri karşısında uzun süre dayanamamış, önce yerel seçimleri daha sonra da genel seçimleri kaybederek iktidardan uzaklaşmıştır. ANAP’ın bu çöküş sürecinde Özal, Cumhurbaşkanı olarak Çankaya’ya çıkmışsa da 1993 yılında ölmüştür. Böylece 1989 Bahar Eylemleri’nin hedefindeki ANAP ve Özal ortadan kalkmıştır. Ancak ANAP’ın ve Özal’ın temsil ettiği ekonomi anlayışı aynı biçimde aktörler değişerek devam etmiştir. 12 Eylül’ün “mağduru” Demirel, Özal’dan sonra Cumhurbaşkanı olarak, ABD’den transfer edilen Çiller Başbakan olarak ve sosyal demokrat bir parti olan SHP, başında önce İnönü daha sonra Karayalçın’la birlikte yeni aktörler olmuştur. Emekçilerin hedefindeki ANAP ve Özal sonrasında amacına ulaştığını düşünen işçi sınıfı hareketi en büyük darbeyi bu yeni aktörler döneminde almıştır. 1993 sonrasında Türkiye’de -1994 krizinin de bahanesiyle- piyasalaşma süreci ve emekçilerin haklarını ortadan kaldıran uygulamalar yoğunlaşmış ve reel ücretler hızla düşmüştür.

Türkiye işçi sınıfı hareketi için son derece önemli bir yere sahip olan 1989 Bahar Eylemleri’nin en temel eksikliği hedefine sadece siyasi iktidarı alarak, sendikal yapıları yeterince sorgulamamış olmasıdır. Oysa darbe yasalarıyla çerçevesi çizilmiş olan sendikalar, uygulanan ekonomi politikaları karşısında etkisiz kalmakta ve mücadeleden uzak, uzlaşmacı bir yapı sergilemekteydi. 1992 yılında DİSK’in yeniden faaliyetlerine başlaması bir umut olmuştu ama ne var ki DİSK, 1980 öncesinde yürüttüğü “mücadeleci” sendika anlayışını bir tarafa bırakıp, Türk İş ve Hak İş gibi “uzlaşmacı” sendikal anlayışı benimsemişti. Böylece henüz yasal olarak kabul edilmediği için fiili mücadele hattını geliştiren (daha sonra KESK’i oluşturan) kamu emekçi sendikaları dışında tüm sendikalar siyasi iktidar ve sermaye ile uzlaşı içinde haklarının ortadan kaldırılmasını izlemekle yetinmişlerdir.

2001 krizi sonrasında emekçilere yönelen saldırılar daha da yoğunlaşmış ve hakları ortadan kaldıran uygulamalar yasal düzenlemeler haline gelmiştir. Bu süreçte de sendikaların mücadeleden uzak tavrı değişmediği gibi uzlaşma anlayışı içinde sendikalar, hakların ortadan kaldırılması sürecine katkı sağlamışlardır. Tüm bunlara rağmen, -2001 yılında çıkartılan ve bürokratik bir sendikal yapıyı hedefleyen 4688 sayılı yasayla birlikte mücadele gücünü önemli ölçüde kaybeden KESK de dahil olmak üzere- sendikalar yeterince sorgulanmamıştır. Ta ki Aralık 2009’da başlayan TEKEL direnişine kadar…

TEKEL direnişi her ne kadar başlangıçta 1989 Bahar Eylemleri gibi hedefine siyasi iktidarı koymuşsa da başta Türk İş olmak üzere konfederasyonların samimi olmayan, aldatıcı tavırları karşısında tepkilerini kısa sürede sendikalara yöneltmişlerdir. 1 Mayıs Taksim Mitingi’nde ve 26 Mayıs’ta TEKEL işçilerinin sendikalara yönelik tepkileri hem artmış, hem de diğer emekçi kesimler arasında yaygınlaşmıştır.

TEKEL işçisinin fitilini ateşlediği tepkinin adresi doğrudur. Çünkü sermayeyle ve onun temsilcisi siyasi iktidarlarla mücadelenin tek yolu doğru örgütlülüktür. İşçi sınıfının öz örgütü olarak sendikaların bu mücadele içinde rolü son derece önemlidir. Dolayısıyla örgütlü veya örgütsüz tüm emekçilerin her şeyden önce kendi örgütlerine sahip çıkması ve sendikaları işçi sınıfının ihtiyacını karşılayacak biçime dönüştürmesi gerekir.

Konfederasyon başkanlarının istifaya çağrılması, sendikaların işçi sınıfının ihtiyacını karşılayacak ve tarihsel işlevlerine geri döndürecek bir dönüşüm için ilk adım olarak kabul edilebilir. Ancak sendikaların içinde bulunduğu yapısal sorunlar çözülmeden tek başına başkanların istifası çözüm olmayacaktır. Bu noktada ilk olarak yapılması gereken aşağıdan yukarıya bir sendika içi fiili mücadele hattı geliştirerek bürokratik yapıyı kırmaktır. Bunun ardından sendikalardaki uzlaşmacı, mevzuat bağımlısı anlayış bir tarafa bırakılmalı ve tüm işçi sınıfını kapsayan, mücadeleci bir perspektif temel alınmalıdır (!)

Hiç yorum yok: