Orta Doğu’nun dikta rejimleri birer birer yıkılırken, bu yıkıntının altından batının pisliğe bulanmış “sözde” demokrasileri çıkmaktadır. Diktatörleri koltuklarından yuvarlayan isyan ateşi insan hakları, demokrasi denilince mangalda kül bırakmayan ülkelerin medeni görünümlü liderlerini ve sermayedarlarını da tedirgin etmiştir. Zira onlar, halk isyanlarının sadece diktatörleri değil, o diktatörleri var eden ve kendi çıkarları için kullanan küresel kapitalizmi de hedef aldığını çok iyi bilmektedir.
1960’lı yılların sonlarından itibaren krize giren kapitalizmin varlığını sürdürebilmek için benimsediği yol, kapitalizmin sömürü alanını tüm dünyaya yaymak olmuştur. Küreselleşme adı da verilen bu süreçte Latin Amerika’dan Afrika’ya, Orta Doğu’dan Uzak Doğu’ya kadar tüm yerkürenin emek gücüyle ve doğal kaynaklarıyla kapitalizme hizmet etmesi hedeflenmiştir. Kapitalizmin hedefindeki halkların bu sömürü düzenine demokratik bir ortam içerisinde razı olması elbette mümkün değildir. İşte bu yüzden ülkelerin toplumsal yapıları dikkate alınarak halkların baskı altında bu düzeni kabullenmesi sağlanmaya çalışılmıştır. Bu bağlamda Şili, Arjantin ve Türkiye’de önce askeri darbeler yapılmış ve toplum uluslararası kapitalizmin ihtiyacı doğrultusunda sindirilmiş ve daha sonra iktidarlar “sözde” sivilleştirilmiş yani “sözde” demokrasiye geçilmiştir. Bugün halk hareketlerinin yaşandığı ülkelerde ise aynı süreçte kurulan dikta rejimlerinde darbeleri gerçekleştiren diktatörler aradan geçen 30-40 yıllık süre içinde koltuklarında oturmaya devam etmiş ve bu ülkelerde “sözde” de olsa demokrasiye geçilmemiştir.
Küreselleşme süreci içinde baskı altına alınan tüm ülkelerde -sözde demokrasiye geçen ülkelerde görece daha az olmakla birlikte- bir taraftan emek gücü diğer taraftan da doğal kaynaklar en ucuz biçimde uluslararası sermayenin hizmetine sunulmuştur. Bunun sonucu olarak bu ülkelerin halkları yoksullaşmış ve en kötü koşullarda yaşamak, çalışmak zorunda kalmıştır. Halk yoksullaşırken sözde demokrasilerde iktidara yakın küçük bir zümre kendilerine tanınan imtiyazlarla sermaye birikimi edinirken; dikta rejimlerinde diktatörler, uluslararası sermayeden aldıkları rüşvetlerle çok büyük servetler edinmiştir. İşte bu yüzden yoksulluğa ve otoriter rejimlere karşı isyan eden halklar, diktatörlerle birlikte o diktatörlerin ardındaki küresel kapitalizmi ve onu yönlendiren demokrat görünümlü aktörleri de hedefine almaktadır.
Dikta rejimlerin gerçek mimarı olan sözde demokratların kimler olduğunu açıkça ifşa etmek Türkiye açısından da özel bir öneme sahiptir. Çünkü halklarını baskı altında tutan ve hatta onları katleden bu diktatörlerin ardındaki güçlere Türkiye’de de demokrasi, insan hakları adına bel bağlayanlar olmuştur.
Dikta rejimlerinin ardındaki güçlerin en başında elbette kapitalizmin hegemon devleti ABD gelmektedir. Vietnam’da, Irak’ta, Afganistan’da, Pakistan’da ve daha onlarca ülkede katliamlar gerçekleştiren ABD’nin “sözde” de olsa demokrat olmadığı -ABD hayranı dar bir kesim dışında- hemen herkes tarafından kabul edilmektedir. Esas aldatıcı olan ABD’nin demokrasi dışı rolünü kabul edip, AB ülkelerinin kapitalizmin demokratik, sosyal yüzü olarak gösterilmesidir. Özellikle 1999 yılı sonunda Türkiye’nin aday ülke olarak kabul edilmesiyle birlikte birçok sendika ve emekten yana olduğunu söyleyen birçok siyasi parti AB’yi Türkiye’de insan haklarının, demokrasinin ve sosyal hakların anahtarı olarak göstermiştir.
Oysa halk isyanlarıyla yıkılan dikta rejimlerinin yıkıntısının altından başta Almanya ve İtalya olmak üzere AB içinde demokrasisi gelişmiş olarak kabul edilen ülkeler çıkmıştır. Cezayir, Fas ve diğer bölge ülkelerinde yaşanması olası benzer süreçler sonucunda diğer birçok AB ülkesinin de diktatörlerin destekçisi olduğunun açığa çıkacağına kuşku yoktur.
Şunu unutmamak gerekir ki Avrupa ülkeleri tüm aldatmacasına rağmen halen dünyada demokrasinin beşiği olarak kabul ediliyorsa bu o ülkelerde 19. yüzyılda gerçekleşen işçi sınıfı mücadelelerinin sonucudur. Ancak üzüntüyle izlemekte olduğumuz durum; özellikle küreselleşme süreciyle birlikte Avrupa işçi sınıfının mücadele gücünü önemli ölçüde yitirdiğidir. İşçi sınıfının gücünü yitirmesi sermayenin egemenliği arttırmış ve Avrupa’da sosyal kazanımlar ve demokrasi hızla gerilemeye başlamıştır. Böylece Avrupa ülkelerinin kendi içinde demokrasi zayıflarken, bu ülkelerin iktidarları insanlık düşmanı diktatörleri destekleyecek kadar insanlık dışı bir tutum içerisine girebilmiştir.
Ortadoğu’daki halk hareketleri kapitalizmin tek bir yüzü olduğunu ve onun da insanlık için felaketleri getirdiğini bir kez daha göstermiştir. Umarız AB’yi demokrasinin insan haklarının ve sosyal hakların savunucusu olarak görenler de bu gerçeğin farkına varır ve AB’ye üyelik gerekçesiyle Türkiye emekçilerinin çalışma standartları ve sosyal haklarını geriye götüren yapısal düzenlemeleri desteklemekten vazgeçerler (!)