Grev,
çok geniş bir tanımlamayla emekçilerin toplu halde emek güçlerini üretim
sürecinden geçici olarak çekmesi biçiminde ifade edilebilir. Tarihte greve dair
milattan önce 12. yüzyıla kadar geriye giden örnekler1
verilse de grevin en etkili ve yoğun kullanımının kapitalist üretim sisteminde
gerçekleştiğini söylemek mümkündür (Makal: 1987). Zira grev eyleminin
gerçekleşebilmesi için emek gücünün üretimin diğer unsurlarından ayrı, bir meta
olarak satın alınıp üretime katılmış olması ve emek gücünün sahibi olan
emekçinin köle ya da serf gibi bir efendiye ya da toprağa bağımlı olmaması
gerekir. Öte yandan çok sayıda emekçinin bir arada çalıştığı üretim alanlarının
varlığı grevin gerçekleşebilmesi ve etkisinin arttırılması bakımından son
derece önemlidir.
Kapitalist
üretimin felsefesi ve geçerli emek süreçleri grev eylemi için gerekli tüm koşulları
sağlamaktadır. Her şeyden önce kapitalizm öncesi üretim sistemlerinde amaç üretimi
gerçekleştirenin ihtiyacı ya da pazardan gelen talebin karşılanmasıyken;
kapitalizmde üretim sermaye birikimi elde etmek amacıyla yapılır. Üretimin
sermaye birikimini karşılamaya yönelik olması birikimi sağlayacak olan sermaye
sahibi ile üretim içerisinde emek gücünü katan işçi arasında keskin bir ayrıma
neden olur. Sermaye birikimini arttırmak isteyen sermayedar üretimi ve kârını
arttırmak için ödediği ücret karşılığında işçinin emek gücünü satın alır. Emek
gücünün alınır satılır bir meta haline dönüşmesiyle emeğin daha önceki tarihsel
biçimlerinden farklı olan ücretli emek ortaya çıkar (Marx: 1992).
Emek
gücünün metalaşması ve emeğin ücretli emek haline gelmesi, köleci düzenin
ortadan kalkmasıyla doğrudan ilgilidir. Kapitalist üretim sisteminde emek
gücünün sahibi olan işçinin kölelik ya da serflik düzeninde olduğu gibi alınıp
satılmaması ve bu anlamıyla bağımsız olması burjuva demokrasi anlayışının
bireysel hak ve özgürlükler ilkesinin de bir gereğidir. Kapitalist sistemin ortaya
çıkışı ve gelişiminde büyük rol oynayan Rönesans, Reform ve Aydınlanma
hareketlerinin etkisiyle kabul gören hümanizm anlayışı, burjuva devrimleri
üzerinde de etkili olmuş ve köleci düzen büyük ölçüde ortadan kaldırılmıştır.
Ancak köleci düzenin ortadan kalkmasını sadece hümanizm düşüncesiyle
açıklayabilmek mümkün değildir. Kapitalist üretim sisteminin feodal üretim
düzenine üstünlük sağlamasında emek süreçlerinin rolü son derece önemlidir. Köle
ve serfin emek gücü olarak kullanıldığı emek piyasasının elastikiyeti son
derece zayıftır ve bu karşılıklı bağımlılığı beraberinde getirir. Daha açık
ifade etmek gerekirse, köle veya serf emeğini kullanan sahip, emek gücünün sahibini
bir bedel ödeyerek aldığı gibi o emeğin kendisini yeniden üretmek için gerekli olan
gıda, barınma, sağlık gibi temel ihtiyaçlarını da karşılamak durumundadır. Emek
gücüyle birlikte onun vücut bulduğu köle ve serfi de satın almış olan sahip,
üretimde ihtiyaç duymadığı zaman onu işten çıkartmak gibi bir serbestiye sahip
değildir. Öte yandan sahip, köle ve serf emeğinin yeniden üretme maliyetini
karşılamak zorunda olduğu gibi onların ailelerine bakmakla da yükümlüdür.
Dolayısıyla bu düzende emek maliyetini kapitalist rekabet ve büyüme ihtiyacını
karşılayacak düzeyde düşürebilmek mümkün değildir.
Emek
talebinin esnekleştirilmesi yani sermayenin emeği dilediği gibi kullanabilme
serbestliğinin sağlanması kapitalist üretim sisteminin en temel ve vazgeçilmez
özelliğidir. Burjuva demokrasisinin köleci düzene son vermesi ve emekçileri “özgür”
bireyler olarak tanımlamasının ardındaki en önemli gerekçe işçiyi özgürleştirme
görüntüsü altında onu sisteme bağımlı hale getirmek ve en esnek biçimde üretim
sürecine katabilmektir. Sermaye sahibi artık emek gücünün sahibi olan emekçiyi
satın almak için bir bedel ödemesi ve emekçinin kendisini yeniden üretmek için
gerekli ihtiyaçlarını karşılamak zorunda değildir. Kapitalist üretimde sadece
emek gücü alınır satılır bir meta durumundadır ve sermaye sahibi ihtiyacı
olduğu süre için emek gücünü satın alır, üretim dışındaki zamanlarda emekçiye
karşı hiçbir yükümlülüğü hissetmez. Kapitalist üretimde emek gücünün sahibi olan ve “modern işçi” olarak tanımlanan emekçi, önceki üretim tarzlarındaki emek gücünden farklı olarak üretim araçlarının mülkiyetine sahip olan sınıftan bağımsız yani “özgür”dür. Ancak burada işçinin bağımsız/özgür olması tamamen bir yanılsamadır. Zira modern işçi diğerleri gibi belirli bir sahip tarafından alınıp satılmıyorsa da yaşamını sürdürebileceği geliri elde edebilmek için emek gücünü satmak zorundadır. İşçinin emek gücünü kendi iradesi ile satması onun belirli bir sahibe bağımlı olması durumunu ortadan kaldırsa da işçinin çalışacağı işi özgürce belirleyebilmesi işçinin sahip olduğu niteliğin emek piyasasındaki değerine bağlıdır. Eğer işçinin niteliği nadir bulunan bir özellik içermiyorsa (ki sermaye sürekli olarak emeğin niteliğini değersizleştirme çabasındadır) üretimin bütününden kopartılarak üretime yabancılaştırılan işçi, yaşamını sürdürebilmek için belki bir işverene değil ama emek gücünü satmaya çalıştığı tüm kapitalistlere yani sisteme bağımlı olacaktır.
Emek
gücünün esnek biçimde kullanılmasıyla birlikte “özgür” ama emek gücünden başka
satacak bir şeyi olmayan emekçilerin iş bulabilmek için birbirleriyle kıyasıya
rekabet içerisine girmesiyle birlikte sermaye emek maliyetini minimum düzeye
indirme olanağına sahip olmuştur. Sanayi devrimi sonrasında kırdan kentlere göçün
teşvik edilmesiyle birlikte kentlerde artan emek arzı işsizliği (yedek işçi
ordusunu) ve emekçiler arasında rekabeti daha da arttırmıştır. Bu rekabet
sonucunda da emekçiler son derece düşük ücretlerle en kötü koşullarda çalışmaya
mecbur kalmışlardır. Üretim sürecinde egemenliğin bütünüyle sermayenin elinde
bulunduğu erken dönem sanayileşme sürecinde kadınlar, çocuklar ağır işlerde
çalıştırılırken çalışma süreleri günde 17-18 saate kadar çıkmıştır. Feodal
düzenin geleneksel güvence mekanizmalarının da ortadan kaldırıldığı ve “vahşi
kapitalizm” olarak da tanımlanan bu süreçte emekçi kesimler tam anlamıyla
sefalet içerisinde çalışmaya ve yaşamaya mahkûm edilmiştir (Lenin:
1998).
Milyonlarca
emekçinin yaşamlarını sefalet içerisinde sürdürmek zorunda kaldığı bu dönemde
işsizliğe, güvencesizliğe, uzun çalışma sürelerine, çocuk çalışmasına,
kadınların gece çalıştırılmalarına ve son derece düşük ücretlere karşı emekçi
kesimlerden tepkiler yükselmiştir. İşçiler bireysel tepkilerin işe yaramadığını gördükçe işverenlere karşı birlikte hareket etmeye ve grevler
gerçekleştirmeye başlamışlardır. Önceleri yaşadıkları sorunun kaynağı konusunda
bilinçten yoksun olan işçiler makineleri kırarak, fabrikaları yıkarak
işverenlere öfkelerini göstermek istemişlerdir. Bütün ülkelerde işçilerin
öfkesi, ilk önce, birbirinden kopuk ayaklanmalar biçiminde kendini göstermiştir.
Birbirinden kopuk bu ayaklanmalar, bir yandan, barışçı grevleri diğer yandan
da, işçi sınıfının kurtuluşu için bütünlüklü bir mücadelenin ortaya çıkmasını
sağlamıştır (Lenin: 1998).Kapitalist üretim sisteminde sermaye birikiminin kaynağı olan emek gücü üzerinden elde edilen kârın (artı değerin) maksimum düzeyde olma gerekliliği ile kendisi ve ailesi için daha iyi bir yaşam arzulayan işçinin ücretini arttırma isteği arasındaki çelişki, işçi sınıfı ile sermaye arasındaki pazarlıklarda uzlaşılamazlığı beraberinde getirmiştir. İşçiler ücretlerinin düşürülmesini önlemek ya da daha yüksek ücret elde etmek için aralarındaki rekabete son vererek örgütlendikleri sendikalarla grevler gerçekleştirmiş ya da ücret pazarlıklarında grevi bir tehdit unsuru olarak kullanmışlardır. Kapitalizm geliştikçe, büyük fabrikalar çoğaldıkça, küçük kapitalistler, büyük kapitalistler tarafından giderek daha çok sahneden silindikçe işsizlik artmış, kapitalistler arasında kızışan rekabet ücretleri baskılamış ve krizler sıklaşmaya başlamıştır. Böylece işçilerin örgütlenmesine ve ortak mücadelesine duyulan ihtiyaç daha da artmıştır (Lenin: 1998).
Kapitalist üretim sistemine içkin
koşullara tepki olarak ortaya çıkan grevler, aynı
zamanda işçi sınıfının kapitalist toplum düzenine karşı mücadelesinin de
başlangıcını ifade etmektedir. İşçilerin birey olarak sermayedarlarla karşı
karşıya geldiklerinde hiçbir güce sahip olamayan işçilerin durumları
sendikalarda birleştiklerinde değişmektedir. İşçiler emek güçlerinin metalaşmasına karşı çıktıkları ve üretimden çekildikleri anda sermaye sahipleri artı değer elde edebilecekleri
emek gücü bulamamakta ve hem kendilerinin hem de kapitalizmin varlık koşulu
olan sermaye birikimini sağlayamamaktadır. Yani sendikalar grev aracılığıyla
tüm sistemin can damarını kesmektedir (Engels: 1994). İşte bu nedenle
sendikalar ve grev, sermayedarlar ve dolayısıyla kapitalist sistem tarafından
tehdit olarak kabul edilmekte ve kapitalist devletler tarafından yasaklanmakta
ya da yasalarla işveren ve sistem için tehdit oluşturmayacak biçimde sınırlandırılmak
istenmektedir. Tüm yasak ve sınırlamalara rağmen örgütlenen ve greve giden
işçiler ise güç kullanılarak baskılanmaya çalışılmaktadır.
İşçilerin emek gücünü üretimden
çekmesi karşısında yasaklama ve baskı yoluna gidilmesi işçilerin devlet güçlerinin
ve yasaların aslında işverenlerin çıkarlarını korumak üzerine kurulmuş olduğunu
fark etmesini sağlamaktadır. İşverenler nasıl kendilerini işçi sınıfının
velinimeti olarak göstermek istiyorsa devlet de işverenlere ve işçilere eşit
uzaklıkta olduğuna ve adaletli davrandığına işçileri inandırmaya çalışmaktadır.
İşçiler yasaları bilmediği, siyasi iktidar ve bürokrasiyle yakın ilişki
içerisinde olmadığı için çoğu zaman bunlara inanırlar. Ne zaman ki işçiler, greve
gitmeye kalkıştıklarında karşılarında yargıyı ve devletin kolluk güçlerini
bulurlar işte o zaman yasaların da devletin de kendilerine karşı işverenin
yanında olduğunu öğrenirler. Grev koşullarında devleti, yasaları ve dahası
bütün bir sistemi sorgulamaya başlayan işçiler siyasal alanda da söz sahibi
olmayı amaçlar. Böylece grev sadece ekonomik talepleri içeren bir eylem
olmaktan çıkıp, siyasal bir eylem haline dönüşür.
Sınıf
Mücadelesinin En Etkin Aracı Olarak Grev
1840’lı yılların başında bütün İngiliz işçi sınıfını bir
araya toplayan Çartist hareket, ekonomik koşulların iyileştirilmesi ve siyasal
haklar elde edilmesi için özellikle grevleri kullanarak yürüttüğü mücadeleler
sonucunda burjuva sınıfını bir takım ödünler vermeye zorlamıştır (Yeliseyeva,
2009). Özellikle 1845 yılından itibaren şiddetlenen
ekonomik krizle birlikte hızlı nüfus artışı ve sanayileşmenin ortaya çıkarttığı
sosyal sorunlar yoğunlaşmıştır. Artan açlık ve işsizlik nedeniyle tepkiler
yükselmeye başlamış ve bu tepkiler Fransa’dan başlayarak kısa sürede tüm
Avrupa kıtasına yayılan 1848 Devrimlerinin nedeni olmuştur. Sokak eylemlerinin
yanı sıra grevin etkili biçimde kullanıldığı 1848 Devrimleri kanlı bir biçimde
bastırılmış olmasına rağmen işçi sınıfı mücadeleleri ve sosyalizm için yol
açıcı olmuştur.
Sosyalizm
düşüncesinin etkisi altındaki işçi sınıfı mücadelesi, 19. yüzyılın ikinci
yarısından itibaren özellikle erken sanayileşen Avrupa ülkelerinde hızla
yayılmıştır. Grevler ve eylemlerle kendisini göstermeye başlayan işçi sınıfı
hareketi, 1848’de Komünist Manifesto’nun yayınlanması, 1864’te toplanan I.
Enternasyonel ve 1871 Paris Komünü ile kapitalist sistem karşısında önemli bir
tehdit haline gelmiştir. Sermaye sınıfı ve onların iktidarda bulunan
temsilcileri, işçi sınıfından gelen bu tehdit karşısında, işçi sınıfını
sistemle bütünleştirmek için bir takım demokratik düzenlemelere gitmek
durumunda kalmıştır (Akkaya, 2002). Bu bağlamda bir taraftan çalışma saatlerinin
kısaltılması, çocuk çalışmasının sınırlandırılması, daha yüksek ücret gibi işçi
sınıfının üretim sürecindeki talepleri kısmen karşılanırken, diğer taraftan da
sosyal güvenceyi sağlamak üzere devlete sosyal bir nitelik kazandırılmaya
çalışılmıştır.
19. yüzyılın ikinci yarısından
itibaren tüm yasaklamalara ve kimi zaman kanlı baskılamalara rağmen işçi sınıfı
gerçekleştirdiği yaygın grevler sayesinde kapitalist üretim sisteminde yok
sayılan emekçilerin bir sınıf olarak varlığını kabul ettirmiştir. Böylece bir
taraftan çalışma standartları ve sosyal haklar konusunda pek çok ilerleme
sağlanırken; diğer taraftan liberal demokrasi anlayışı sermaye dışı toplum
kesimlerinin de siyasal haklara sahip olduğu daha özgürlükçü bir yöne evrilmeye
başlamıştır.
Grevleri yasaklayarak ve
baskılayarak geçen 19. yüzyılın ardından sendikalar ve grev burjuvazi
tarafından tanınmak zorunda kalmıştır. İngiltere grev hakkı 1906 yılında tam
olarak tanınmıştır. Fransa’da grev hakkı 1864 yılında tanınmış ancak kullanımı
dönem dönem engellenmiş, iki savaş arası dönemde grevin iş sözleşmesine son
vermeyeceği yönündeki mahkeme kararlarıyla uygulanmış, II. Dünya Savaşı
sonrasında ise Anayasal bir hak olarak kabul edilmiştir. I. Dünya Savaşı
sonrasında Almanya ve İtalya’da faşist iktidarlar grevleri yasaklamış ancak II.
Dünya Savaşı sonrasında İtalya grev hakkına anayasasında yer verirken,
Almanya’da grev konusunda bir düzenleme yapılmamış ama herhangi bir yasaklama
da getirilmediği için grev hakkı fiilen kullanılabilmiştir. Hollanda ve
Belçika’da da grev hakkını tanıyan ya da düzenleyen bir yasa olmamasına karşın,
grev 1870’lerden sonra fiilen kullanılan bir hak olmuştur (Talas, 1997).
Devletler greve yönelik
düzenlemelerde bir taraftan grevi bir hak olarak tanımakta ve greve katılan
işçiye iş güvencesi vermekte; diğer taraftan ise grevin yapılabilme koşullarını
ve sınırlılıklarını belirlemektedir. Grevin uygulanabilme koşullarının
yasalarla belirlenmesi ve sınırlanma gerekçesi olarak genellikle sosyal barışın
korunması ve grev nedeniyle ortaya çıkabilecek ekonomik zararlar
gösterilmektedir. Bu bağlamada işçilerin tepki olarak gerçekleştirdiği ani
grevler engellenerek grevin toplu pazarlık sürecinin bir parçası haline
getirilmesi amaçlanmaktadır (Raynaud, 1986). Bu doğrultuda grev hakkını tanıma
ve düzenleme konusunda ülkelere göre farklılıklar ortaya çıkmaktadır. Özellikle
sınıf mücadelesi geleneğine sahip,
örgütlenmenin yüksek olduğu ve dolayısıyla işçi sınıfının belirli bir
güce ulaştığı ülkelerde grev hakkını tanıma ve düzenlemeler konusunda daha
esnek bir yapı mevcuttur. Buna karşılık mücadele geleneği ve örgütlülük düzeyi
zayıf, sanayileşmesini tamamlayamamış çevre ve yarı çevre ülkelerde daha katı
sınırlamalarla karşılaşılmaktadır.
Grevin burjuva iktidarları
tarafından yasalar içerisine sınırlandırılması ortaya yasal ve yasal olmayan
grev tanımını çıkartmıştır. Buna göre yasaların belirlediği koşullara uymayan grevler
yasadışı ilan edilerek meşruiyetleri toplum ve hatta emekçilerin kendileri
tarafından sorgulanır hale getirilmek istenmiştir. Bu, emek gücü üzerindeki
tasarrufun emek gücünün sahibi olan işçiye mi yoksa işverene mi ait olduğunun
sorgulanması anlamına gelmektedir. Böylesine bir sorgulama işçi sınıfının
burjuvazi karşısında yürüttüğü tüm mücadeleleri ve bu mücadelelerde elde edilen
hakları yok saymak anlamına gelmektedir.
Yasallık sorgulamasını bir tarafa
bırakırsak grevi amaçları itibariyle sınıflandırmak mümkündür. Bunlar içinde uygulamada
en çok karşılaşılanlar dayanışma grevi, siyasi grev, genel grev, menfaat grevi
ve hak grevidir.
Tüm sınırlandırma ve
tasniflemelere rağmen kapitalist üretim sisteminin yarattığı emek-sermaye
çelişkisi devam ettiği sürece işçi sınıfı kendi varlığını emek gücü üzerinden
ifade etmeye devam edecektir. Eğer koşullar başka çıkış noktası bırakmıyorsa
emekçiler tüm yasal engellemelere rağmen üretimden gelen güçlerini devreye
sokacak ve grevi tarihin diğer dönemlerinde olduğu gibi emek gücüne sahip
olmaktan kaynaklanan doğal bir hak olarak kullanacaklardır. Bu bağlamda
yasalarla grev hakkının kullanımını bütünüyle sınırlandırmak mümkün değildir.
Grev hakkının kullanılmasını engelleyen yasalardan daha çok kendisini yasalarla
sınırlandırmış olan sendikal anlayışlardır.
Sendikalar işçi sınıfının kendi
içindeki rekabeti dayanışmaya dönüştürmek üzerine kurulmuş olan
örgütlenmelerdir. Bu dayanışma 1864’te kurulan I. Enternasyonel’le birlikte
sadece ulusal düzeyde kalmaktan çıkıp uluslararası boyuta taşınmıştır. Oysa
kapitalist ülke sendikalarını çatısı altına toplayan ICFTU2 (Dünya Hür Sendikalar Konfederasyonu) küresel rekabet gerekçesiyle emek sömürüsünün en yoğun olduğu dönemde 1981 yılında Yeni Delhi Bildirgesi ile küreselleşme sürecinde sınıflar arası uzlaşmayı savunan Brandt Raporlarını desteklemiştir (Erdoğdu, 2006: 248-252). Böylece sendikalar kapitalist üretim sisteminin mantığına aykırı biçimde emek ile sermaye arasındaki çelişkilerin ortadan kalktığı varsayımı üzerinden sermaye ile uzlaşma anlayışını benimsemişlerdir. Bu çerçevede de grev hakkının göz ardı edildiği bir sosyal diyalog süreci içerisinde ICFTU (ITUC) ve ETUC (Avrupa Sendikalar Konfederasyonu) tarafından kapitalist sistem içerisinde ulusal düzeyde örgütlenmiş olan sendikalara empoze edilmiştir.
İster yasal düzenlemeler isterse sendikal yapılardan kaynaklansın grev hakkının kullanımını tamamen sınırlandırmak ya da engellemek mümkün değildir. 19. yüzyılda var olan koşullara göre grev hakkını kullanmak ihtiyacını hisseden emekçilerin önündeki engel bugün çok daha büyüktür. Ancak tüm bu engellemelere rağmen işçinin emek gücüne sahip çıkması anlamını taşıyan grevlerin gerçekleştirilmesi kaçınılmazdır. Bu durumda grevleri kendiliğinden gelişen eylemler olmaktan çıkartıp siyasal bir eyleme dönüştürme gücünün oluşturulması gerekir. İşçi sınıfının üretim sürecindeki mücadele araçlarının başında gelen sendikaların siyasi iktidar üzerinde baskı oluşturacak bir gücün basamağını kuracak bir yapıya dönüşmeleri acil bir gereksinimdir. Eğer sendikalar bu gereksinimi zamanında karşılayamazlarsa işçi sınıfı sendika dışı oluşumlarla (işçi konseyleri, işyeri komiteleri vs) sorunlarına çözüm arayışı içerisine gireceklerdir.
Kaynaklar
Erdoğdu, Seyhan. (2006) Küreselleşme Sürecinde Uluslararası Sendikacılık, Ankara: İmge Kitapevi
Etingü, Turgut.
(1976) Kömür Havzasında İlk Grev,
İstanbul: Koza Yayınları
Lenin, V.İ. (1998) Sendikalar
Üzerine, Çev. Şule Ünsaldı, İstanbul: Sorun Yayınları
Makal, Ahmet. (1987) Grev
Kuramlar ve Uluslararası Farklılıklar, Ankara: V Yayınları
Marx, Karl. (1992) Ücretli Emek
ve Sermaye Ücret, Fiyat ve Kar, Çev: S.Belli, İstanbul: Sol YayınlarıReynaud, J.D. (1986) İş Uyuşmazlıkları Sosyolojisi, Çev. Ali Güzel-Ali Rıza Okur, İstanbul: Marmara Üniversitesi Yayını
Sur, Melda. (2009) “Siyasi Grev”,
Çalışma ve Toplum, 2009/4, (11-26)
Talas, Cahit. (1997) Toplumsal
Ekonomi, Ankara: İmge Kitapevi
Tunçomağ, Kenan. (1980) İş
Hukuku, İstanbul: İ.Ü. Hukuk Fakültesi Yayını
Yeliseyeva, N.V. (2009) Yakın Çağlar Tarihi,
Çev. Özdemir İnce, İstanbul: Yordam Kitap
1 Kenan Tunçomağ’ın “İş
Hukuku” kitabına göre tarihte ilk grev III.Ramses döneminde Mısır’da
firavunların mezarlarında çalışan işçiler tarafından yapılmıştır (İ.Ü. Hukuk
Fakültesi Yayını, 1980). Anadolu topraklarında ise
ilk grev Turgut Etingü’nün “Kömür
Havzasında İlk Grev” başlıklı araştırmasına göre Alman arkeolog
Kreiner’in 1969'da Milet'te yaptığı kazılarda elde ettiği tarihi kalıntı ve taş
yazıtların çözümlemesinde belirlediği üzere milattan önce 5. yüzyılda Milet'te
gerçekleşmiştir. (Koza Yayınları, 1976)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder