23 Haziran 2011 Perşembe

AKP’nin demokrasiyle dansı…

ÖZGÜRCE
24/06/2011


Kuruluşundan bu yana AKP’nin demokrasiyle ilişkisi oldukça ilginçtir. Kendilerine sorarsanız AKP’nin kurulması başlı başına bir “demokrasi mücadelesi”dir. AKP’nin kuruluşunun ardındaki en önemli etken Recep Tayyip Erdoğan’ın 12 Aralık 1997’de Siirt’te halka hitaben yaptığı konuşma sırasında, okuduğu bir şiir nedeniyle hapis cezasına mahkûm edilmesi ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı görevine son verilmesidir. Erdoğan, 4 ay kaldığı cezaevinden çıktıktan sonra 14 Ağustos 2001’de AKP’yi kurmuş ve kurucu genel başkan olmuştur.


AKP, 3 Kasım 2002 genel seçimlerinde yani kuruluşundan 15 ay sonra katıldığı ilk seçimlerde aldığı yüzde 34 oyla birinci parti olmuştur ve bu seçim başarısı aynı zamanda demokrasinin başarısı olarak da görülmüştür. Ancak AKP, bu “demokrasi mücadelesi”nde yüzde 10 barajını içeren anti demokratik seçim sisteminin nimetlerinden yararlanmaktan da geri kalmamıştır. AKP bu seçim sistemi sayesinde aldığı üçte bir oyla Meclis’teki sandalyelerin üçte ikisini elde etmiş ve tek başına iktidar olmuştur.

AKP tek başına iktidara kavuşmuş olsa da anti demokratik yasalar kurucu genel başkan Erdoğan’ın peşini bırakmamıştır. Erdoğan, hakkındaki mahkeme kararı nedeniyle partisinin iktidar olduğu 3 Kasım 2002 seçimlerinde milletvekili adayı olamamış ve 1. AKP Hükümeti’nde yer alamamıştır.

Ancak seçimlerin ardından ilginç(!) gelişmeler olmuş ve anti demokratik yasalara toslayan Erdoğan’ın “kaderi” hızla değişmeye başlamıştır:

Önce Siirt’ten bağımsız olarak katıldığı seçimlerde milletvekili olarak seçilen ancak hakkında tutuklama kararı olduğu halde kaçak olarak yurtdışında bulunan iş adamı Fadıl Akgündüz (nam-ı değer Jet Fadıl) Siirt’e gelir gelmez tutuklanmış ve milletvekilliği düşürülmüştür. Bu arada Meclis’te AKP, CHP’nin de desteğini alarak Erdoğan’ın milletvekili adaylığının önündeki engeli kaldıracak bir yasal düzenleme yapmıştır. Bunun ardından da Jet Fadıl’dan boşalan milletvekilliği için 9 Mart 2003’te Siirt’te seçim yenilenmiş ve bu seçimlere katılan Erdoğan 22. Dönem Siirt Milletvekili olarak Meclis’teki yerini almıştır.

AKP iktidarda bulunduğu sürenin büyük bölümünde kendisinin statükocu olarak tanımladığı kurumlar ve yasalar tarafından anti demokratik biçimde engellendiğini iddia etmiştir. Bu konuda en önemli dayanak 22 Temmuz 2007 seçimleri öncesinde 27 Nisan’da TSK’dan verilen e-muhtıradır. AKP kendisine verilmiş olan bu muhtırayı -gayet başarılı bir biçimde- mağduriyet algısı yaratmak üzere kullanmış ve bu sayede 2007 seçimlerinde oy oranını yüzde 46’ya çıkartmıştır. AKP’nin anti demokratik biçimde engellendiği iddiasına yönelik diğer bir dayanak da 14 Mart 2008’de AKP’nin kapatılması için açılan davadır. AKP bu davadan seçim yardımlarının kesilme cezasıyla kurtulmuştur.

AKP iktidara geldiği ve iktidarda bulunduğu süreçte karşısına çıkan anti demokratik engelleri “bir biçimde” aşma başarısını göstermiştir. Ancak bugün büyük çoğunlukla iktidar olduğu halde kendi karşısına çıkmış olan statükocu yapıyı ortadan kaldırmak bir tarafa statükocu olarak tanımladığı kurumları ve yasaları kendi iktidarını güçlendirecek biçimde yeniden yapılandırmaktadır. Böylece ortadan kaldırılması için mücadele ettiğini savunduğu anti demokratik engellerin çok daha büyüğünü rakip gördüğü siyasi yapıların önüne yığmaya çalışmaktadır. Özellikle 12 Haziran 2011 seçim süreci ve seçim sonrasında yaşanan gelişmeler AKP’nin demokrasiyle dansında gelinen noktayı açık biçimde göstermektedir. Bir zamanlar Erdoğan’ın milletvekilliğine yönelik engellemeler, bugün Hatip Dicle ve diğer tutuklu milletvekilleri için de geçerlidir. Bu durumda AKP’nin ve Erdoğan’ın alacağı tutum, demokrasiyle olan dansın bundan sonraki süreci için önemli gösterge olacaktır.

Bu arada unutulmaması gereken bir konu da demokrasinin tek başına iktidardaki güçler tarafından belirlenmediğidir. Demokrasi tarihi aynı zamanda toplumsal mücadeleler tarihidir. Yani demokrasinin gidişatını iktidarda bulunanlardan çok demokrasi talebiyle yürütülen mücadeleler belirler(!) Türkiye’de de demokrasinin seyrini AKP’nin alacağı tutumdan çok önümüzdeki süreçte yürütülecek toplumsal mücadeleler belirleyecektir(!)

16 Haziran 2011 Perşembe

Seçimler, Emekçiler ve Yeni Umutlar!..

ÖZGÜRCE
17/06/2011


2009 yerel seçimlerinin hemen ardından, 3 Nisan 2009 tarihinde bu köşede “Seçimler, Emekçiler ve Yükselen Milliyetçilik…” başlıklı bir yazıyla seçim sonuçlarını emekçi kesimler yönünden değerlendirmeye çalışmıştık. Bu değerlendirmede ücretli emeğin yoğun olarak bulunduğu illerde MHP’nin oylarının arttığına dikkat çekmiş; bunu da 2008 krizinden en çok etkilenen ücretli emekçilerin -tarihte pek çok örnekte görüldüğü gibi- milliyetçi bir çizgiye kaymaları olarak yorumlamıştık.


2009 seçimlerinden buyana iki yıl geçti. Bu iki yıl içerisinde sanayi üretiminde artış gözlendi ve işsizlik resmi rakamlarda azaldı belki ama iş kazaları, güvencesiz, örgütsüz ve çok düşük ücretle çalışma arttı. Yani AKP Hükümetinin de izlediği politikalarla 2008 krizinin faturası büyük ölçüde emekçi kesimlere ödetilmiş oldu. Hal böyle olunca 2011 genel seçimlerinde emekçi kesimlerin kendilerine ödettirilen kriz faturasına yönelik tepkilerini sandığa yansıtacakları beklentisi yükseldi. Ancak seçim sonuçları beklenen gibi olmadı. Ücretli emekçilerin yani işçilerin ağırlıklı olduğu il ve ilçelerin birçoğunda MHP’nin oy oranı 2002 seçimlerindeki düzeyine gerilerken; CHP’nin oy oranında az da olsa bir artış görüldü. Ama esas çarpıcı olan emekçilerin yoğun olduğu bu bölgelerde AKP’nin oylarını hem 2007 genel seçimleri hem de 2009 yerel seçimlerine göre arttırması oldu.

Birkaç örnekle durumu daha açık biçimde ortaya koymaya çalışalım: AKP, işçilerin yoğun olduğu illerden Bursa’da 2009 yerel seçimlerine göre oy oranını 9.9; Denizli’de 10.9; Manisa’da 10.8; Sakarya’da 17.6; Zonguldak’ta 9 ve Kocaeli’de 10.7 puan arttırdı. CHP ise oylarını Bursa’da 2.7; Denizli’de 2.8; Manisa’da 2.1; Sakarya’da 5.9; Zonguldak’ta 5.7 puan arttırırken Kocaeli’de aldığı oylar 2009’a göre 2.2 puan düştü. MHP’nin ise oyları bu illerden Denizli’de 4.8; Bursa’da 1.7; Sakarya’da 12.8 puan düşerken, Kocaeli’de 1.9; Zonguldak’ta ise 0.9 puan yükseldi.

AKP, örnek olarak aldığımız 6 ilde de birinci parti olurken Bursa, Kocaeli ve Sakarya’da Türkiye genelinde aldığı oylardan daha yüksek bir orana ulaştı. İşçi havzası olarak da tanımlanan ilçelerde de AKP benzer bir sonuç elde etti. Örneğin Gebze’de AKP’nin oy oranı yüzde 56.8’e; Kağıthane’de yüzde 55’e; Tuzla’da yüzde 51.5’e; Karadeniz Ereğlisi’nde yüzde 50.7; Esenyurt’ta ise yüzde 48.5’e ulaştı.

2011 seçimleri sonrasında karşımızda duran tabloya ilk bakıldığında emekçi kesimlerin AKP’nin ekonomiye ilişkin icraatlarından şikayetçi olmadıkları, 2008 krizini fazlaca hissetmedikleri ve işçiler arasında milliyetçi eğilimlerin zayıfladığı gibi bir izlenim elde edilebilir. Ancak bu izlenim son derece yanıltıcıdır. Zira emekçi kesimlerin AKP’ye teveccühü, AKP’nin politikalarını benimsemesinden değil; sorunlarına sahip çıkacak bir alternatif bulamadıklarındandır. Seçim süreci içerisinde hem CHP hem de MHP son derece tutarsız bir yaklaşım sergilemiş ve işçilerin gerçek sorunlarını çözme noktasında inandırıcı olamamışlardır. Emekçiler de önlerine çalışma ve yaşam koşullarını gerçekten sahiplenen bir parti bulamadıkları için AKP’nin “istikrarına" razı olmak durumunda kalmışlardır(!)

Emekçilerin milliyetçileşme eğilimleri konusunda da şunu belirtmek gerekir ki: 2009 seçimlerine girerken AKP’nin söylemleri daha demokratik bir çizgideyken milliyetçi, şoven eğilimler MHP’de belirginleşiyordu. Oysa AKP 2011 seçim sürecinin özellikle son dönemlerinde milliyetçi, şoven söylemde MHP’yi geride bıraktı. Dolayısıyla MHP’nin oylarının azalıp, AKP’nin oylarının artmasını milliyetçilik eğilimlerinin azalması olarak yorumlamak son derece hatalı olur.

12 Eylül darbesinde toplum mühendisliği yapılarak şekillendirilmiş olan Türkiye’nin siyasi yapısı 31 yıldır büyük bir değişim göstermeden devam etmektedir. Mevcut seçim sistemi ve egemen olan siyasi anlayış devam ettiği sürece 2015, 2019… ve ötesindeki seçimlerde de yukarıda ortaya konulmaya çalışılan tablo değişmeyecek ve daha pek çok nesil demokrasinin, özgürlüklerin ve insanca yaşamın tadına varamayacaktır.

2011 seçimlerinde Meclise 36 vekil gönderen Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku Türkiye siyasetinin karanlık tablosunu aydınlatan bir umut olmuştur. Bu umut sadece Türkiye’deki tüm ezilen kesimlerin haklarını savunması beklenen 36 vekilin Mecliste bulunacak olmasından değildir. Aynı zamanda Türkiye’de yıllarca özlemi duyulan; Kürt sorunundan, emekçilerin sorunlarına, çevre sorununa kadar tüm konularda antikapitalist bir anlayışla, birlikte mücadelenin çatısı olacak bir partinin kurulma sinyallerinin verilmiş olması da bu umudu arttırmaktadır. Türkiye’de emekçilerin, gençlerin, kadınların, Kürtlerin, Alevilerin kısacası insanca yaşam özlemi duyan 70 milyon insanın kendi sorunlarını kucaklayacak böyle bir partiye ihtiyacı vardır(!) Ancak böyle bir partinin varlığı halinde tüm diğer kesimler gibi emekçiler de kendi sınıfsal çıkarlarını diğer tüm mücadele alanlarıyla birlikte seçim sandıklarına da taşıma olanağı bulabileceklerdir.

9 Haziran 2011 Perşembe

Blok’un seçim beyannamesinin farkı…

ÖZGÜRCE
10/06/2011

12 Haziran seçimlerinin bundan önceki seçimlerden en önemli farkı, siyasetin laik – anti laik meselesi üzerinden yürütülen bir kör dövüşten çıkıp, toplumun sahici gündemine yani Kürt sorununa ve vatandaşın geçim sorununa bir adım da olsa yaklaşmış olmasıdır. Gerçi parti liderleri bu sahici gündemi de kör dövüşüne çevirmişlerdir. Ama en azından seçim beyannamelerinde ve meydanlarda işsizlerin, yoksulların, güvencesizlerin, anadilinde eğitim alamayanların adı anılır olmuş, partilerin bu konulardaki yaklaşımları açığa çıkmıştır.


Seçim sürecinde sesi en çok çıkan partiler anti demokratik seçim sistemi sayesinde barajı aşma olasılığı bulunan AKP, CHP ve MHP olmuştur. Bu üç partiden MHP ne ülkenin ne de dünyanın gerçeklerine uymasa da -dayandığı ideolojinin gerektirdiği gibi- milliyetçi ve ulusal kalkınmacı yaklaşımı istikrarlı bir biçimde savunmaya devam etmiştir.

Diğer iki parti AKP ve CHP’nin seçim sürecinde ortaya koydukları programlar AB’nin en temel belgelerinden olan Kopenhag kriterlerindeki yaklaşımı çağrıştırmaktadır. Bilindiği gibi Kopenhag kriterlerinin siyasi kriterler başlığı altında demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları savunulurken ekonomik kriterler başlığı altında serbest piyasa ekonomisi savunulmaktadır. Bu büyük bir çelişkidir. Zira serbest piyasa düşüncesiyle uygulanan politikalar demokrasiyle de hukukun üstünlüğüyle de sosyal haklarla da çelişir. Yani bir taraftan piyasanın dayattığı rekabet koşullarına uyum hedeflenirken diğer taraftan emekçilerin örgütlenme, daha insanca çalışma ve yaşama hakkını özgürce savunabilecekleri demokratik bir ortam kabul edilemez. Kısacası serbest piyasa demokratik bir ortamda varlığını sürdüremez. Dolayısıyla Kopenhag siyasi kriterleri sadece emekçi kesimleri aldatmayı ve emekçilerin piyasa anlayışına karşı mücadelesini kırmayı amaçlamaktadır (ki AB üyelik süreci içinde Türkiye’de özellikle sendikaların mücadelesini kırmak konusunda önemli başarı sağlamıştır).

Kopenhag kriterlerindeki çelişkili yaklaşım aynen AKP ve CHP’nin seçim beyannamelerine de yansımıştır. Demokrasi ve sosyal haklar konusunda –anadilde eğitim hariç- her iki parti de kulaklara hoş gelen vaatlerde bulunmaktadır. Oysa bu partilerin ekonomik alanda savundukları politikalar, 2001’de çerçevesi çizilmiş olan neoliberal yapısal uyum programlarına sadık kalacak biçimde uluslararası ve ulusal sermayenin çıkarlarını gözeten bir yaklaşımı benimsemektedir. Büyük bölümü AKP’nin iktidarında uygulanan bu politikalar, zaten seçim meydanlarında ortadan kaldırılacağı vaat edilen işsizliğin, yoksulluğun, güvencesizliğin kaynağıdır. Dolayısıyla bu partilerin çoğunluğu oluşturacağı bir Meclis’te ne emekçilerin, Kürtlerin, gençlerin, kadınların sorunlarını çözecek politikalar üretilebilir ne de toplumun taleplerini karşılayacak özgürlükçü bir anayasa yapılabilir.

Toplumun taleplerine çözüm üretmekten uzak olan bu üç parti dışında Meclis’e girebilme olasılığı bulunan diğer bir yapı Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’dur. Blok’un toplumun sürekli ezilen ve demokrasi arayışında olan kesimlerinin bir araya gelmesinden oluşması seçim beyannamesine de yansımıştır. Blok’un seçim beyannamesinin “Demokratikleşme” başlığı altında “Özgürlükçü Demokratik Anayasa” vurgusunun ardından başta Kürt sorununun barışçı çözümü olmak üzere Türkiye’de demokrasi ve özgürlüklerin geliştirilmesine yönelik çözüm önerilerine değinilmiştir. Blok beyannamesinin “Ekonomi, Eğitim ve Sağlık” başlığı altında ise son derece önemli olduğunu düşündüğüm şu tespit yapılmıştır: “Kapitalizmin insan ve toplum hayatında belirleyici ilkesi piyasa şartları, dizginsiz kar hırsı ve kuralsız rekabettir. Kapitalistin doymak bilmeyen kar tutkusu kapitalizmi, sınırları aşarak dünya ölçüsünde yayılmaya ve özellikle yoksul ülkelerin doğal kaynaklarını yağmalamaya sürüklemiştir. Kapitalizmin yeni liberal doğrultudaki küreselleşmesi, devletlerin işlevini ve biçimini bu sürecin gereklerine uygun olarak yeniden yapılandırırken, kamu yönetimi ve kamu personel rejimi de aynı doğrultuda değişime uğramaktadır.”

Seçim beyannamesinde yer verdiği bu tespitten de anlaşılacağı üzere Blok bileşenleri anti-kapitalist bir anlayışa sahip olduğunu beyan ederek, Blok’un adında bir araya gelen Emek, Demokrasi ve Özgürlük kavramlarıyla tutarlı bir yaklaşım sergilemiştir. İşte Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nu Meclise girme olasılığı bulunan diğer partilerden ayıran en önemli özellik kendi içerisindeki bu tutarlı yaklaşımı ve bir de anti-kapitalist anlayışa sahip olmasıdır(!)

Her türlü engelleme ve baskıya rağmen Blok adaylarının diğer partilerle aralarındaki farklılıkları toplumun geniş kesimlerine anlatabilmiş olduklarını ve bunun da sandıktan çıkacak sonuçlara yansıyacağını düşünüyorum. İnanıyorum ki Blok milletvekilleri sayısal olarak az da olsalar -toplumun çok büyük bölümünü oluşturan emekçilerin, demokrasi ve özgürlük savunucularının da desteğiyle- seçim beyannamesindeki anlayışı Meclis’e taşıyacak ve Türkiye’de demokrasi, özgürlükler ve emekçilerin hakları önündeki engellerin aşılmasına önemli katkı sağlayacaklardır.

2 Haziran 2011 Perşembe

İktidar için ‘her şey’ -ölüm bile- mubah mı..?

ÖZGÜRCE
3/6/2011


AKP tıpkı 1983’te iktidara gelen ANAP gibi belirli ideolojiye sahip bir tabana dayanmayan; siyasi kaostan yararlanarak diğer partilerin tabanlarından aldığı oylarla var olmuş; kadrolarını tamamen çıkar temelinde oluşturmuş bir partidir. Belirli bir ideolojiye sahip olmayan, bütün eğilimleri bir arada barındırdıklarını iddia eden ve bununla övünen bu partilerin kendilerine özgü politikaları yoktur. Bunlar ulusal ve uluslararası sermaye tarafından belirlenip, kapitalizmin uluslararası kurumları tarafından dizayn edilerek önlerine konulan programları uygularlar. Dolayısıyla uyguladıkları politikalarda kendilerini topluma karşı değil, bu programları önlerine koyan kesimlere karşı sorumlu hissederler.

Bu tür partiler belirli bir ideolojiye sahip olmadığı için sadece iktidarda bulundukları sürece siyaset arenasında kalabilirler.İktidarları sallanmaya başladığı ya da muhalefete düştükleri anda hem diğer partilerden aldıkları ödünç oylar geri döner hem de çıkar temelli kadrolar hızla yeni çıkar odaklarına yönelirler. Bu süreçte parti tabanı ve kadrolar başka taraflara saçılırken, en zor durumda kalan bu partilerin liderleri olur. İktidarda bulundukları süre içinde “güçlü lider” imajı veren parti liderinin başbakan olma sıfatı taşımadan siyasette yer alması artık mümkün değildir. Bu nedenle iktidarları çökmeden önce kendilerini devletin en üst makamı olan cumhurbaşkanlığına atmak için çabalarlar. Aslında yetkileri bakımından yetersiz gördükleri bu makam da onları kesmez, bu nedenle tüm yetkileri kendinde toplayan başkanlık sisteminin de özlemini duyarlar.

ANAP’ın lideri Özal, 1987 seçimlerinden sonra iktidardaki partisinin çöküşe geçtiğini anladığı anda partisini bırakıp kendisini Çankaya’ya atmayı başarmıştı. Ardından da bilindiği gibi ANAP’ın tabanı da kadroları da darmadağın olmuş, Mesut Yılmaz bir süre partiyi tutmaya çalışmışsa da ANAP’ın kaçınılmaz sonu engellenememişti.

ANAP ve Özal’ınkine benzer bir durum bugün AKP ve onun lideri Erdoğan için de geçerlidir. AKP’nin seçim sonuçları ne olursa olsun iniş sürecine girdiği açıkça ortadadır. Bu inişin hangi hızla çöküşe dönüşeceği 12 Haziran seçim sonuçlarına bağlıdır. Erdoğan’ın hayali elbette AKP’nin tek başına Anayasa’yı değiştirecek bir çoğunluk elde etmesi ve kendisinin “başkan” sıfatıyla Çankaya’ya çıkmasıdır. Ancak bu hayalin gerçekleşemeyeceği Erdoğan tarafından da açık biçimde görülmektedir. Bu durumda Erdoğan’ın beklentisi seçimlerden kendisini cumhurbaşkanlığına taşıyacak bir tablonun çıkmasıdır. Ama bu sanıldığı kadar kolay değildir. Zira AKP’nin seçimden birinci parti olarak çıkması ve hatta tek başına iktidara gelmesi Erdoğan’ın beklentilerini karşılamak için yeterli olmayabilir.

AKP Hükümeti 12 Haziran seçimleri sonrasında uygulamak üzere Ulusal İstihdam Stratejisi’nden yüksek öğrenim sisteminin yeniden yapılanmasına kadar -neoliberal yapısal uyum programının parçası olan- birçok konuda hazırlık yapmaktadır. Seçimler sonrasından bunların yaşama geçirilmesinin toplumda yaratacağı olumsuz etkiler AKP’nin toplumsal desteğini azaltacak ve parti tabanında çözülüş hızlanacaktır. Bunun yanı sıra Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde muhtemel bir Gül-Erdoğan çekişmesi parti kadrolarında da çözülüşe yol açabilecektir.

İşte bu nedenle Erdoğan, 12 Haziran seçimlerini özellikle kendisi için bir “ölüm kalım meselesi” olarak görmekte ve sandıktan istediği sonucun çıkması için elinden gelen “her şeyi” yapabileceği izlenimini vermektedir. Miting meydanlarında sergilediği agresif söylem; diğer partilere yönelen “belden aşağı vurma” tavrı ve halka yönelen baskı ve şiddetin ardında bu “her şeyi” yapabilme anlayışı vardır.

AKP’nin ve Erdoğan’ın seçimde istediğini almak için “her şeyi” mubah gören anlayışının sonucunda kan dökülmeye can alınmaya başlamıştır. Bismil’de Lise Öğrencisi H.İbrahim Oruç’un, Ünye’de Öğretmen Metin Lokumcu’nun öldürülmesi, Ankara’da Dilşat Aktaş’ın öldüresiye dövülmesi ve ülkenin dört bir tarafında demokratik tepkileri nedeniyle yüzlerce kişinin yaralanması, gözaltına alınması bu anlayışın sonucudur.

Erdoğan’ın Metin Lokumcu’nun ölümü için sarf ettiği “Tabi bunlardan birisi ölmüş, üzerinde durmaya gerek duymuyorum” sözleri de tüm bu yaşanan şiddet ve vahşetin seçimde istenileni almak için mubah görülen “her şey” içerisinde yer aldığının açık bir ifadesidir.