24 Kasım 2011 Perşembe

İşçi sınıfı askere gider...

ÖZGÜRCE
25/11/2011


Başbakan bedelli askerliğin bedelini açıkladı: 30 bin TL.

30 bin TL’nin anlamı elde edilen gelire ya da sahip olunan servete göre değişir. Kimi 30 bin TL’ye çocuğuna yılbaşı hediyesi alır kiminin de 30 bin TL kazanabilmek için yıllarca çalışması gerekir. Örneğin asgari ücretle iş bulabilen bir emekçinin 30 bin TL’yi elde edebilmek için (Hiç işsiz kalmamak kaydıyla) 50 ay ter dökmesi gerekir. Yine asgari ücretten çalışan bir emekçi ancak 35 yıl 8 ay kesintisiz çalışmışsa 30 bin TL kıdem tazminatı alabilir.

Rakamların gösterdiğine bakılırsa asgari ücretle çalışan bir emekçi gelirinin tamamını bile ayırsa askere gitmemenin bedelini ödeyebilmesi mümkün değildir. Ama kapitalizmde çare tükenmez(!) Önce çaresizliği üretip sonra da çareyi pazarlayan yani önce zehri üretip sonra panzehir üzerinden kâr elde etmeyi amaçlayan kapitalizm, askerliğin bedelini ödeyemeyecekler için de hemen “çare” üretmeye soyunmuştur. Henüz başbakan bedellinin bedelini açıklamadan bankalar “bedelli askerlik kredisi” için hazırlıklarını tamamlamışlardır bile…

Ama askerliğin bedelini –nam-ı diğer vatan borcunu- banka kredisiyle taksit taksit ödemeye niyetlenenler için önce kredinin bedelini hesaplamalarını öneririz. Bankaların “bedelli askerlik kredisi” faizleri aylık yüzde 1.40-1.45 dolayındadır. 1 ile 5 yıl arasındaki seçilecek bir vadedeki kredinin aylık taksitleri ise 2 bin 800 TL ile 800 TL arasında değişmektedir. Bankalar, kredi vermek için aylık taksitlerin ortalama olarak kişinin gelirinin en az yüzde 30-50 civarında olmasını beklemektedir. Bu durumda “bedelli askerlik kredisi”ne başvuracakların asgari aylık gelirinin 2 bin 500 TL ile 5 bin 500 TL arasında olması gerekmektedir.

Asgari ücretin net (Asgari geçim indirimi olmadan) 600 TL olduğu ve milyonlarca işçinin asgari ücretin altında çalıştırıldığı, ortalama memur maaşının bile yaklaşık 1500 TL olduğu Türkiye’de askerliğin bedelini karşılayacak krediyi alabilmenin koşulu olan asgari geliri elde edebilen emekçilerin oranı bir elin parmaklarını geçmemektedir.

Uzun sözün kısası: Eğer atadan dededen kalma satılacak bağı bahçesi yoksa ister memur olsun ister işçi; ister mavi yakalı olsun ister beyaz yakalı; ister sendikalı olsun ister sendikasız Türkiye’de işçi sınıfının çok büyük kesiminin bedelli askerliğin bedelini ödemesi imkansızdır. Bu durumda sermayenin üretim sürecinde terini sömürdüğü işçi sınıfı -askerliğin bedelini ödeyebilecek parası olmadığı için- şimdi de cepheye sürülmektedir.

Kapitalist düzeni tercih eden Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranların “sınıfsız, zümresiz toplum” yönündeki temelsiz söylemi birçok alanda olduğu gibi askerlikte de gerçekleşmemiştir. Diğer kapitalist ülkeler gibi Türkiye’de de varlıklılar, mevki ve sermaye sahipleri ve onların çocukları günlerini gün ederken “kutsal vatan hizmeti” denilerek askere gönderilen, cephe önlerinde hedef olan hep işçiler, köylüler, yoksullar olmuştur. Bugün AKP Hükümetinin çıkarttığı “bedelli askerlik” uygulaması, geçmişten beridir var olan sınıfsal ayrımcılığı çok daha net biçimde ortaya koymaktadır.

Askere gitmeyi sadece işçi sınıfına dayatan bedelli askerlik uygulaması “İşçi Sınıfı Cennete Gider” filmini anımsatmıştır. İtalyan Yönetmen Elio Petri’nin “İşçi Sınıfı Cennete Gider” filmi 1971 yılında gösterime girmiş ve 1972 yılında da Cannes Film festivalinde Altın Palmiye ödülü almıştır. Petri, filmi için doğru bir isim seçmiştir; eğer bir cennet varsa şüphesiz, emeğiyle yaşamını sürdüren işçiler, emekçiler cennete gideceklerdir. Ama sınıf bilincine sahip hiçbir işçi, cennete gitmeyi hedeflemez. Onun hedefi; şimdiki yaşamını yani bu dünyayı cennete çevirmek için mücadele etmektir(!) Dünyayı cennete çevirmenin birinci koşulu; doğayı, insanlığı hızla yok eden kapitalizm belasından kurtulmaktır. Kapitalistler, kendilerine “sömürü cenneti” haline getirdikleri bu düzeni sürdürmek için işçi sınıfına bu dünyada zulmü hak gösterip, başka bir dünyada cenneti vaat ederler.

Eğer sınıf bilinci oluşmamış ya da sınıfsal hafıza silinmişse, kapitalistlerin başka dünyada cennet vaadi emekçiler tarafından kabul görür. Böylece bu dünyada yaşanan ne sömürü, ne açlık ne de yokluk sorgulanır. Hal böyle olunca emekçi için ölüm neredeyse zulümden kurtulmanın yolu haline gelir ve iş kazalarında ölmek de askere gidip savaşta ölmek de emekçiler için olağanlaşır.

Bu nedenle işçi sınıfı örgütlerinin üretim sürecindeki sömürü kadar, ulusların, halkların emekçileri ve yoksullarından oluşan askerlerin –sermayenin çıkarları için- birbirlerine silah doğrulttuğu savaşlara da karşı olması ve militarizme karşı emekçileri bilinçlendirerek mücadele etmesi gerekir. Başta sendikalar olmak üzere sınıf örgütlerinin üretim sürecindeki sömürü gibi işçi sınıfının kanı üzerinden savaş çığlıklarının yükselmesi karşısında sessiz kalmasını da kabul etmek mümkün değildir(!)

17 Kasım 2011 Perşembe

Demokrasi askıya, teknokratlar hükümete…

ÖZGÜRCE
18/11/2011

Burjuvazi sanayi devrimiyle birlikte iktisadi alanda egemenliğini ilan ettikten sonra devlet aygıtını ele geçirip siyasi alanda da egemenliği sağlayacak burjuva devrimlerini gerçekleştirmiştir. Burjuvazinin feodal düzeni yıkıp siyasal alanda egemenliği sağlamaya çalışırken izlediği yol (17. yüzyıl İngiliz burjuva devriminden itibaren), mutlak monarşi yerine siyasal erkin parlamentoya devredilmesidir. Böylece burjuvazi sarayın ve kilisenin siyasal alandaki egemenliğine ortak olabilecektir. 1789 Fransız İhtilali ve Avrupa’ya yayılan devrimlerle birlikte burjuvazi siyasi egemenliğini ilan ettikten sonra parlamenter düzeni liberal demokrasinin gereği olarak benimsemiştir.


Liberal demokraside parlamento, burjuvazinin iktidarını (kapitalizmi) geniş toplum kesimleri önünde meşrulaştırmanın bir aracı olarak görülmüştür. Önceleri sadece yüksek düzeyde vergi ödeyebilenlerin seçme ve seçilme hakkına sahip olduğu parlamento düzeninde işçi sınıfı ve yoksul halk dışlanmıştır. Toplumun tüm kesimlerinin seçme ve seçilme hakkını kullanabilmesi, ancak işçi sınıfının 1830’lu yıllarda Chartist hareketle başlattığı ve 19. yüzyılın ikinci yarısında sürdürdüğü mücadelelerin sonucunda mümkün olmuştur. Ancak tüm bunlar burjuvazinin parlamentoyu kendi iktidarını meşrulaştırma aracı olarak kullanmasını engellememiştir. Bu nedenle -sosyal demokrat partilerin de katkısıyla- burjuvazi parlamenter demokrasi adı altında 200 yıldır devlet aygıtı üzerindeki egemenliğini sürdürmektedir.

Bu kısa hatırlatmanın ardından bugün Avrupa’da yaşanan siyasal gelişmelere gelelim: Yunanistan ve İtalya’da kurulan teknokrat hükümetlerle birlikte burjuvazinin iktidarını (kapitalizmi) meşrulaştırmak için parlamenter demokrasinin yetersiz kaldığı bir döneme girilmiştir. Zira kapitalizmin 1970’li yıllarda başlayan krizini aşamamış ve çıkışı olmayan bir batağın içerisine girmiştir. İçine girdiği bataktan çıkmak için debelenen kapitalizmin doğaya ve insanlığa verdiği zarar meşru kabul edilemeyecek boyutlara ulaşmıştır. İşte bu nedenle uluslararası ve ulusal burjuvazi parlamentoyu da devreden çıkartarak, kendi atadığı teknokratlar aracılığıyla devlet aygıtını yönetmek zorunda kalmıştır.

Teknokratlar hükümeti yoluyla parlamenter demokrasinin askıya alınmasını bir darbe biçimi olarak da değerlendirmek mümkündür. Çünkü artık devlet aygıtının idaresinde göstermelik de olsa halk iradesi yoktur ve bu teknokrat hükümetlerin halka hesap vermek gibi bir sorumlulukları da bulunmamaktadır. Bu hükümetlerin hesap vermekle yükümlü olduğu tek merci kendilerini oraya atayan burjuvazinin uluslararası ve ulusal kurumlarıdır.

Bu noktada 18 Haziran 2010 tarihinde bu köşede yayınlanan “AB’den işçi sınıfına darbe tehdidi…” başlıklı yazımızda da gündeme getirdiğimiz bir olayı hatırlatmakta yarar vardır: “Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso, 2010 yılında Avrupa Sendikalar Konfederasyonu (ETUC) temsilcileriyle yaptığı bir görüşmede Yunanistan, İspanya ve Portekiz’in içinde bulundukları borç krizlerine acil çözüm bulamamaları ve kamu harcamalarını karşılayamaz hale gelmeleri durumunda bu ülke demokrasilerinin çökme tehlikesiyle yani askeri darbeyle karşı karşıya olduğu söylemiştir.” İşte bugün Barroso’nun sendikacılara -mücadeleden uzak durmaları için- tehditkar bir üslupta ifade ettiği gibi Avrupa’da demokrasiler çökmeye ve askeri görünümde olmasa da darbeler gerçekleşmeye başlamıştır.

Türkiye, teknokrat hükümetler ve darbelerle Avrupa’dan çok daha alışıktır. 12 Mart 1971 darbesinin ardından kurulan Nihat Erim hükümeti teknokrat bir hükümettir. 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında kurulan ve uluslararası ve ulusal burjuvazi tarafından görevlendirilen Turgut Özal’ın son derece etkin olduğu Bülent Ulusu hükümeti teknokrat bir hükümettir. Bu hükümetin ardından baskı ortamında gerçekleşen seçimler sonrasında Turgut Özal’ın kurduğu ANAP hükümetleri de parlamenter demokrasi içinde imiş gibi görünse de işlevi itibariyle teknokrat hükümetlerdir. 2001 krizinin ardından uluslararası ve ulusal burjuvazi tarafından görevlendirilen Kemal Derviş’in içinde yer almasıyla birlikte DSP-MHP-ANAP koalisyonu da teknokrat bir hükümet haline gelmiştir. 3 Kasım 2002 seçimlerinde tek başına iktidara gelen AKP, 1980’li yılların ANAP’ı gibi iktidarını parlamenter demokrasiye dayandırmaktaysa da dokuz yıldır Kemal Derviş’in ekonomi programını uluslararası ve ulusal burjuvazinin çıkarları doğrultusunda uygulamaktadır. Bu nedenle AKP hükümetlerini tam anlamıyla teknokrat olarak tarif edemesek bile izlediği politikalarla teknokrat bir hükümete ihtiyaç bırakmayacak bir hükümet olarak tanımlayabiliriz.

Kapitalizmin doğaya ve insanlığa yönelik tahribatı artık hiçbir yolla meşrulaştırılamayacak hale gelmiştir. Bu nedenle de tüm kapitalist ülkelerde kapitalizm karşıtlığı ve işçi hareketleri yükselme eğilimine girmiştir. Bu durumda önümüzdeki süreçte diğer bazı Avrupa ülkeleri de dahil olmak üzere açık ya da örtük olarak demokrasiler rafa kaldırılıp, baskılar arttırılacaktır. Sınıflar arası çatışmanın yükseleceğine işaret eden bu süreçte işçi sınıfı başta olmak üzere kapitalizm karşıtı hareketlerin sınıfsal bir perspektif içerisinde örgütlenerek uluslararası dayanışmayı da içeren bir mücadele sürdürmesi gerekir!

3 Kasım 2011 Perşembe

Sendika Yasaları Üzerine…

ÖZGÜRCE
04/11/2011

Toplumun ekonomik, hukuki ve siyasal üstyapısının belirlendiği yer altyapı olarak da tanımlayabileceğimiz üretim ilişkileridir. Daha açık bir ifadeyle üretim ilişkileri içerisindeki sınıflar arası güç dengesi o toplumda geçerli olan siyasal sistem ve bu siyasal sistem içerisinde belirlenen hukuk kuralları ve ekonomi politikalarının temel belirleyicisidir. Dolayısıyla siyasal yapıda, hukuk düzeni içerisinde ve ekonomi politikalarında kendisini ifade etmek isteyen bir toplum kesiminin önce üretim ilişkilerinde bir güç haline gelmesi gerekir. Örneğin burjuva sınıfı, feodal toplum yapısı içerisinde önce –sanayi devrimiyle birlikte- üretim süreçlerinde büyük bir güç edinmiş; burada edindiği güç sayesinde de feodalizmin 8-9 yüzyıl süren egemenliğine son verip kapitalizmi tarih sahnesine çıkartmıştır.


Kapitalist üretim sisteminin egemen hale gelmesiyle birlikte burjuvazi, üretimin gerçek gücü olan emeğin sahibi işçi sınıfını kendisine en büyük tehdit olarak görmüş ve sürekli olarak işçi sınıfını üretim süreci içerisinde denetim altında bulundurmak için çabalamıştır. Özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren işçi sınıfının da farkına vardığı gibi toplumsal ilişkiler içerisinde söz hakkı elde edebilmek için işçi sınıfının üretim sürecinde örgütlenmesi gerekir. İşçi sınıfının üretim sürecinde örgütlenmesinin en önemli aracı sendikalardır. İşçi sınıfının içinde bulunduğu sorunlarla mücadele için “sürekli örgütler” olarak sendikaları oluşturmasıyla birlikte, burjuvazi sendikaları önce yasaklamış, yasaklamalara rağmen sendikal mücadelenin sürdüğünü görünce de sendikaları ehlileştirecek düzenlemeler yapmaya yönelmiştir.

Kapitalist sistem içerisinde sendikaların örgütlenme ve faaliyetlerini düzenleyen bütün yasaların temel amacı sendikaları işlevsizleştirmek ve işçi sınıfının üretim sürecinde güçlenerek kendisine tehdit oluşturmasını engellemektir. Türkiye’de de sendika yasalarının temel felsefesi daima işçi sınıfı hareketlerini kontrol altına almak ve işlevsizleştirmek olmuştur. Örneğin 1947 tarihli 5018 sayılı ilk Sendikalar Kanunu, 1946’da yükselen işçi hareketlerini bastırmak için çıkartılmıştır. Halen yürürlükte bulunan 2821 ve 2822 sayılı kanunların da amacı yine 1970’li yıllarda yükselen işçi hareketlerini baskılamak olmuştur. Aynı biçimde 2001 tarihli 4688 sayılı Kamu Çalışan Sendikaları Kanunu da özellikle 1990’lı yıllarda toplumsal muhalefete öncülük yapan KESK’in mücadelesini kırmayı amaçlamıştır.

İçinden geçtiğimiz günlerde hem işçi sendikalarını düzenleyen 2821 ve 2822 hem de kamu emekçi sendikalarını düzenleyen 4688 sayılı yasalarda köklü değişikliklerin çalışmaları yürütülmektedir. Hükümetin “demokratikleşme” söylemi içerisinde gündeme getirdiği söz konusu düzenlemeler, sendikaların da katıldığı “danışma kurulu” adı verilen sosyal diyalog süreçleri içerisinde şekillendirilmeye çalışılmaktadır. Getirilmesi düşünülen yeni düzenlemelerde işçi sendikalarına üyelikte noter zorunluluğunun kalkması ve toplu iş sözleşmesi yetki barajının binde 5’e indirilmesi; kamu emekçi sendikalarına ise toplu sözleşme hakkı tanınması gibi sendikal özgürlüklerin önünü açacakmış izlenimi veren birkaç değişikliğe de yer verilmiştir.

Her şeyden önce kapitalist bir toplum düzeninde işçi sınıfının üretim sürecinde bir güç oluşturamadıktan sonra siyasete de ekonomiye de hukuka da müdahil olamayacağını, burjuvazinin de işçi sınıfını üretim sürecinde güçlü kılacak hiçbir düzenlemeyi kendi isteğiyle yapmayacağını tekrar vurgulamak gerekir. Bunun ardından da bürokratik bir yapı içerisine kilitlenip sistemin bir aygıtı haline gelmiş bulunan sendikaların yer aldığı sosyal diyalog masalarından emekçilerin yararına hiçbir düzenleme çıkmayacağını; 4857 sayılı İş Kanunu, 5510 sayılı SSGSS ve emekçilerin haklarını geri götüren daha nice sosyal diyalog süreçlerini de anımsatarak belirtmekte yarar vardır.

Üretimin ve emek piyasalarının alabildiğince esnekleştirildiği, en temel hak ve özgürlüklerin dahi kullanılamadığı bir dönemde yasa metinleri üzerinde olumlu görülen birkaç düzenlemenin sendikal hak ve özgürlükleri geliştirmek bakımından hiçbir anlamı yoktur. Bu noktada getirilen düzenlemeleri AB ve ILO normlarına yeterince uygun olmadığı gerekçesiyle eleştirmek de son derece anlamsızdır. Zira özellikle son on yılda emekçilerin üretim sürecindeki gücünü daha da zayıflatan ve sosyal haklarını geriye götüren düzenlemelerin arkasında AB’ye uyum gerekçeleri vardır. Sendikalar, -bugün, yapılan düzenlemeleri AB ve ILO normları uygun olmadığı için eleştirenlerin de telkiniyle- AB’ye uyum gerekçesiyle getirilen tüm düzenlemeleri kabullenmiş ve bunun da etkisiyle emekçiler, en kabul edilemez düzenlemelerde dahi mücadeleden uzaklaştırılmıştır. Sosyal diyalog masalarında AB’den ve ILO’dan medet umarak yapılan sendikacılık anlayışıyla ne emekçilerin her geçen gün daha fazla ezilmesine yol açan düzenlemeleri ne de işçi sınıfının örgütlenmesinin önündeki engellerin kaldırılması mümkün değildir.

Sözün özü: İşçi sınıfının kendi emeğine ve yaşamında söz sahibi olabilmesi üretim sürecinde örgütlü mücadeleyle edinebileceği güce bağlıdır. Üretim sürecinde emeğin örgütlü mücadelesinin aracı olan sendikaların örgütlenme ve faaliyetlerinin sistemin –ulusal veya uluslararası- aygıtlarınca düzenlenmesini beklemek abesle iştigaldir. Sendikalar ancak sisteme olan bağımlılıklarından kurtuldukça işçi sınıfının ihtiyaçlarına yanıt verebileceklerdir. Bunun için de her şeyden önce emekçilerin sendikaları sahiplenmesi ve sendikaları bağımlı kılan yapılardan kurtulmak için mücadele etmesi gerekir(!)