17 Kasım 2011 Perşembe

Demokrasi askıya, teknokratlar hükümete…

ÖZGÜRCE
18/11/2011

Burjuvazi sanayi devrimiyle birlikte iktisadi alanda egemenliğini ilan ettikten sonra devlet aygıtını ele geçirip siyasi alanda da egemenliği sağlayacak burjuva devrimlerini gerçekleştirmiştir. Burjuvazinin feodal düzeni yıkıp siyasal alanda egemenliği sağlamaya çalışırken izlediği yol (17. yüzyıl İngiliz burjuva devriminden itibaren), mutlak monarşi yerine siyasal erkin parlamentoya devredilmesidir. Böylece burjuvazi sarayın ve kilisenin siyasal alandaki egemenliğine ortak olabilecektir. 1789 Fransız İhtilali ve Avrupa’ya yayılan devrimlerle birlikte burjuvazi siyasi egemenliğini ilan ettikten sonra parlamenter düzeni liberal demokrasinin gereği olarak benimsemiştir.


Liberal demokraside parlamento, burjuvazinin iktidarını (kapitalizmi) geniş toplum kesimleri önünde meşrulaştırmanın bir aracı olarak görülmüştür. Önceleri sadece yüksek düzeyde vergi ödeyebilenlerin seçme ve seçilme hakkına sahip olduğu parlamento düzeninde işçi sınıfı ve yoksul halk dışlanmıştır. Toplumun tüm kesimlerinin seçme ve seçilme hakkını kullanabilmesi, ancak işçi sınıfının 1830’lu yıllarda Chartist hareketle başlattığı ve 19. yüzyılın ikinci yarısında sürdürdüğü mücadelelerin sonucunda mümkün olmuştur. Ancak tüm bunlar burjuvazinin parlamentoyu kendi iktidarını meşrulaştırma aracı olarak kullanmasını engellememiştir. Bu nedenle -sosyal demokrat partilerin de katkısıyla- burjuvazi parlamenter demokrasi adı altında 200 yıldır devlet aygıtı üzerindeki egemenliğini sürdürmektedir.

Bu kısa hatırlatmanın ardından bugün Avrupa’da yaşanan siyasal gelişmelere gelelim: Yunanistan ve İtalya’da kurulan teknokrat hükümetlerle birlikte burjuvazinin iktidarını (kapitalizmi) meşrulaştırmak için parlamenter demokrasinin yetersiz kaldığı bir döneme girilmiştir. Zira kapitalizmin 1970’li yıllarda başlayan krizini aşamamış ve çıkışı olmayan bir batağın içerisine girmiştir. İçine girdiği bataktan çıkmak için debelenen kapitalizmin doğaya ve insanlığa verdiği zarar meşru kabul edilemeyecek boyutlara ulaşmıştır. İşte bu nedenle uluslararası ve ulusal burjuvazi parlamentoyu da devreden çıkartarak, kendi atadığı teknokratlar aracılığıyla devlet aygıtını yönetmek zorunda kalmıştır.

Teknokratlar hükümeti yoluyla parlamenter demokrasinin askıya alınmasını bir darbe biçimi olarak da değerlendirmek mümkündür. Çünkü artık devlet aygıtının idaresinde göstermelik de olsa halk iradesi yoktur ve bu teknokrat hükümetlerin halka hesap vermek gibi bir sorumlulukları da bulunmamaktadır. Bu hükümetlerin hesap vermekle yükümlü olduğu tek merci kendilerini oraya atayan burjuvazinin uluslararası ve ulusal kurumlarıdır.

Bu noktada 18 Haziran 2010 tarihinde bu köşede yayınlanan “AB’den işçi sınıfına darbe tehdidi…” başlıklı yazımızda da gündeme getirdiğimiz bir olayı hatırlatmakta yarar vardır: “Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso, 2010 yılında Avrupa Sendikalar Konfederasyonu (ETUC) temsilcileriyle yaptığı bir görüşmede Yunanistan, İspanya ve Portekiz’in içinde bulundukları borç krizlerine acil çözüm bulamamaları ve kamu harcamalarını karşılayamaz hale gelmeleri durumunda bu ülke demokrasilerinin çökme tehlikesiyle yani askeri darbeyle karşı karşıya olduğu söylemiştir.” İşte bugün Barroso’nun sendikacılara -mücadeleden uzak durmaları için- tehditkar bir üslupta ifade ettiği gibi Avrupa’da demokrasiler çökmeye ve askeri görünümde olmasa da darbeler gerçekleşmeye başlamıştır.

Türkiye, teknokrat hükümetler ve darbelerle Avrupa’dan çok daha alışıktır. 12 Mart 1971 darbesinin ardından kurulan Nihat Erim hükümeti teknokrat bir hükümettir. 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında kurulan ve uluslararası ve ulusal burjuvazi tarafından görevlendirilen Turgut Özal’ın son derece etkin olduğu Bülent Ulusu hükümeti teknokrat bir hükümettir. Bu hükümetin ardından baskı ortamında gerçekleşen seçimler sonrasında Turgut Özal’ın kurduğu ANAP hükümetleri de parlamenter demokrasi içinde imiş gibi görünse de işlevi itibariyle teknokrat hükümetlerdir. 2001 krizinin ardından uluslararası ve ulusal burjuvazi tarafından görevlendirilen Kemal Derviş’in içinde yer almasıyla birlikte DSP-MHP-ANAP koalisyonu da teknokrat bir hükümet haline gelmiştir. 3 Kasım 2002 seçimlerinde tek başına iktidara gelen AKP, 1980’li yılların ANAP’ı gibi iktidarını parlamenter demokrasiye dayandırmaktaysa da dokuz yıldır Kemal Derviş’in ekonomi programını uluslararası ve ulusal burjuvazinin çıkarları doğrultusunda uygulamaktadır. Bu nedenle AKP hükümetlerini tam anlamıyla teknokrat olarak tarif edemesek bile izlediği politikalarla teknokrat bir hükümete ihtiyaç bırakmayacak bir hükümet olarak tanımlayabiliriz.

Kapitalizmin doğaya ve insanlığa yönelik tahribatı artık hiçbir yolla meşrulaştırılamayacak hale gelmiştir. Bu nedenle de tüm kapitalist ülkelerde kapitalizm karşıtlığı ve işçi hareketleri yükselme eğilimine girmiştir. Bu durumda önümüzdeki süreçte diğer bazı Avrupa ülkeleri de dahil olmak üzere açık ya da örtük olarak demokrasiler rafa kaldırılıp, baskılar arttırılacaktır. Sınıflar arası çatışmanın yükseleceğine işaret eden bu süreçte işçi sınıfı başta olmak üzere kapitalizm karşıtı hareketlerin sınıfsal bir perspektif içerisinde örgütlenerek uluslararası dayanışmayı da içeren bir mücadele sürdürmesi gerekir!

Hiç yorum yok: