04/11/2011
Toplumun ekonomik, hukuki ve siyasal üstyapısının belirlendiği yer altyapı olarak da tanımlayabileceğimiz üretim ilişkileridir. Daha açık bir ifadeyle üretim ilişkileri içerisindeki sınıflar arası güç dengesi o toplumda geçerli olan siyasal sistem ve bu siyasal sistem içerisinde belirlenen hukuk kuralları ve ekonomi politikalarının temel belirleyicisidir. Dolayısıyla siyasal yapıda, hukuk düzeni içerisinde ve ekonomi politikalarında kendisini ifade etmek isteyen bir toplum kesiminin önce üretim ilişkilerinde bir güç haline gelmesi gerekir. Örneğin burjuva sınıfı, feodal toplum yapısı içerisinde önce –sanayi devrimiyle birlikte- üretim süreçlerinde büyük bir güç edinmiş; burada edindiği güç sayesinde de feodalizmin 8-9 yüzyıl süren egemenliğine son verip kapitalizmi tarih sahnesine çıkartmıştır.
Kapitalist üretim sisteminin egemen hale gelmesiyle birlikte burjuvazi, üretimin gerçek gücü olan emeğin sahibi işçi sınıfını kendisine en büyük tehdit olarak görmüş ve sürekli olarak işçi sınıfını üretim süreci içerisinde denetim altında bulundurmak için çabalamıştır. Özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren işçi sınıfının da farkına vardığı gibi toplumsal ilişkiler içerisinde söz hakkı elde edebilmek için işçi sınıfının üretim sürecinde örgütlenmesi gerekir. İşçi sınıfının üretim sürecinde örgütlenmesinin en önemli aracı sendikalardır. İşçi sınıfının içinde bulunduğu sorunlarla mücadele için “sürekli örgütler” olarak sendikaları oluşturmasıyla birlikte, burjuvazi sendikaları önce yasaklamış, yasaklamalara rağmen sendikal mücadelenin sürdüğünü görünce de sendikaları ehlileştirecek düzenlemeler yapmaya yönelmiştir.
Kapitalist sistem içerisinde sendikaların örgütlenme ve faaliyetlerini düzenleyen bütün yasaların temel amacı sendikaları işlevsizleştirmek ve işçi sınıfının üretim sürecinde güçlenerek kendisine tehdit oluşturmasını engellemektir. Türkiye’de de sendika yasalarının temel felsefesi daima işçi sınıfı hareketlerini kontrol altına almak ve işlevsizleştirmek olmuştur. Örneğin 1947 tarihli 5018 sayılı ilk Sendikalar Kanunu, 1946’da yükselen işçi hareketlerini bastırmak için çıkartılmıştır. Halen yürürlükte bulunan 2821 ve 2822 sayılı kanunların da amacı yine 1970’li yıllarda yükselen işçi hareketlerini baskılamak olmuştur. Aynı biçimde 2001 tarihli 4688 sayılı Kamu Çalışan Sendikaları Kanunu da özellikle 1990’lı yıllarda toplumsal muhalefete öncülük yapan KESK’in mücadelesini kırmayı amaçlamıştır.
İçinden geçtiğimiz günlerde hem işçi sendikalarını düzenleyen 2821 ve 2822 hem de kamu emekçi sendikalarını düzenleyen 4688 sayılı yasalarda köklü değişikliklerin çalışmaları yürütülmektedir. Hükümetin “demokratikleşme” söylemi içerisinde gündeme getirdiği söz konusu düzenlemeler, sendikaların da katıldığı “danışma kurulu” adı verilen sosyal diyalog süreçleri içerisinde şekillendirilmeye çalışılmaktadır. Getirilmesi düşünülen yeni düzenlemelerde işçi sendikalarına üyelikte noter zorunluluğunun kalkması ve toplu iş sözleşmesi yetki barajının binde 5’e indirilmesi; kamu emekçi sendikalarına ise toplu sözleşme hakkı tanınması gibi sendikal özgürlüklerin önünü açacakmış izlenimi veren birkaç değişikliğe de yer verilmiştir.
Her şeyden önce kapitalist bir toplum düzeninde işçi sınıfının üretim sürecinde bir güç oluşturamadıktan sonra siyasete de ekonomiye de hukuka da müdahil olamayacağını, burjuvazinin de işçi sınıfını üretim sürecinde güçlü kılacak hiçbir düzenlemeyi kendi isteğiyle yapmayacağını tekrar vurgulamak gerekir. Bunun ardından da bürokratik bir yapı içerisine kilitlenip sistemin bir aygıtı haline gelmiş bulunan sendikaların yer aldığı sosyal diyalog masalarından emekçilerin yararına hiçbir düzenleme çıkmayacağını; 4857 sayılı İş Kanunu, 5510 sayılı SSGSS ve emekçilerin haklarını geri götüren daha nice sosyal diyalog süreçlerini de anımsatarak belirtmekte yarar vardır.
Üretimin ve emek piyasalarının alabildiğince esnekleştirildiği, en temel hak ve özgürlüklerin dahi kullanılamadığı bir dönemde yasa metinleri üzerinde olumlu görülen birkaç düzenlemenin sendikal hak ve özgürlükleri geliştirmek bakımından hiçbir anlamı yoktur. Bu noktada getirilen düzenlemeleri AB ve ILO normlarına yeterince uygun olmadığı gerekçesiyle eleştirmek de son derece anlamsızdır. Zira özellikle son on yılda emekçilerin üretim sürecindeki gücünü daha da zayıflatan ve sosyal haklarını geriye götüren düzenlemelerin arkasında AB’ye uyum gerekçeleri vardır. Sendikalar, -bugün, yapılan düzenlemeleri AB ve ILO normları uygun olmadığı için eleştirenlerin de telkiniyle- AB’ye uyum gerekçesiyle getirilen tüm düzenlemeleri kabullenmiş ve bunun da etkisiyle emekçiler, en kabul edilemez düzenlemelerde dahi mücadeleden uzaklaştırılmıştır. Sosyal diyalog masalarında AB’den ve ILO’dan medet umarak yapılan sendikacılık anlayışıyla ne emekçilerin her geçen gün daha fazla ezilmesine yol açan düzenlemeleri ne de işçi sınıfının örgütlenmesinin önündeki engellerin kaldırılması mümkün değildir.
Sözün özü: İşçi sınıfının kendi emeğine ve yaşamında söz sahibi olabilmesi üretim sürecinde örgütlü mücadeleyle edinebileceği güce bağlıdır. Üretim sürecinde emeğin örgütlü mücadelesinin aracı olan sendikaların örgütlenme ve faaliyetlerinin sistemin –ulusal veya uluslararası- aygıtlarınca düzenlenmesini beklemek abesle iştigaldir. Sendikalar ancak sisteme olan bağımlılıklarından kurtuldukça işçi sınıfının ihtiyaçlarına yanıt verebileceklerdir. Bunun için de her şeyden önce emekçilerin sendikaları sahiplenmesi ve sendikaları bağımlı kılan yapılardan kurtulmak için mücadele etmesi gerekir(!)
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Popüler Yayınlar
- Üniversite’de Neden ve Nasıl Örgütlenmeli?
- Patron, devlet, ‘sendika’ ve Özak direnişi…
- ÖMK sadece öğretmenlerin meselesi mi?
- Sefalet ücretinin sorumlusu kim?
- Emeklilik sisteminin yeniden yapılanması ve ‘aktüeryal denge’ masalı!
- KAPİTALİST ÜRETİM SİSTEMİNDE EMEĞİN VAROLMA MÜCADELESİNİN VAZGEÇİLEMEZ ARACI: GREV
- Algı operasyonunun yeni hedefi: Emeklilik sistemi
- TARİHSEL SÜREÇTE BİR PARANTEZ: “SOSYAL GÜVENLİK HAKKI”
- Kürt’e halay yasağının hedefi sadece Kürtler mi?
- ‘Aktüeryal denge’ masalı -2
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder