30 Mart 2012 Cuma

Eğitim hakkı ve mücadelenin zaafları

ÖZGÜRCE
30/03/2012

İnsan hakkı olarak değerlendirilen diğer birçok hak gibi eğitim hakkı da 19. yüzyılda başlayan sınıf mücadelelerinin sonucunda elde edilmiştir. liberal demokrasinin katıksız olarak uygulandığı sınıf mücadeleleri öncesi dönemde emekçilerin (seçme-seçilme, örgütlenme, sosyal güvenlik vs.) hiçbir hakkı olmadığı gibi eğitim hakkı da yoktur. Ne zaman ki emekçiler örgütlenmiş ve insanca çalışma ve yaşama koşulları için kanlarını akıtarak, canlarını vererek mücadeleye başlamıştır; işte o zaman burjuva iktidarları liberal demokrasiyi burjuva dışındaki toplum kesimlerine de özgürlükler tanıyacak biçimde genişletmek zorunda kalmışlardır. Öte yandan İkinci Dünya Savaşı sonrasında kapitalist sisteme güvensizliğin yarattığı ideolojik çöküntüyü ve reel sosyalizm tehdidini engelleyebilmek için burjuvazi dışındaki kesimlerin sosyal ve siyasal hakları daha da geliştirilmiştir. Bu çerçevede bir insan hakkı olarak eğitim hakkına da 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde (İHEB) yer verilmiştir. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 26. maddesi eğitim hakkını şöyle tanımlamıştır:


1. Herkes eğitim hakkına sahiptir. Eğitim, en azından ilk ve temel eğitim aşamasında parasızdır. İlköğretim zorunludur. Teknik ve mesleksel eğitim herkese açıktır. Yüksek öğretim, yeteneklerine göre herkese tam bir eşitlikle açık olmalıdır.
2. Eğitim insan kişiliğini tam geliştirmeye ve insan haklarıyla temel özgürlüklere saygıyı güçlendirmeye yönelik olmalıdır. Eğitim, bütün uluslar, ırklar ve dinsel topluluklar arasında anlayış, hoşgörü ve dostluğu özendirmeli ve Birleşmiş Milletlerin barışı koruma yolundaki çalışmalarını geliştirmelidir.
3. Çocuklara verilecek eğitimin türünü seçmek, öncelikle ana ve babanın hakkıdır.

Türkiye eğitim hakkına ilişkin İHEB’deki bu tanımlamanın birinci fıkrasında yer alan eğitimin kamusal bir hizmet olma ilkesi 1980’li yıllara gelene kadar kısmen uygulamıştır. Ancak 1980’den sonra neoliberal dönüşümün eğitim alanında da uygulanmasıyla birlikte eğitimde piyasalaşma süreci başlamış ve bu fıkra ihlal edilmiştir. İkinci fıkrada yer alan insan kişiliğinin geliştirilmesi; insan haklarına saygı; uluslar, ırklar ve dinsel topluluklar arasında anlayış ve hoşgörü gibi bir anlayış ise Türkiye eğitim sisteminde hiçbir zaman geçerli olmamıştır. Üçüncü fıkradaki çocuklara verilecek eğitim türünü seçme hakkının anne ve babaya verilmesi ise eğitimde piyasalaşma sürecinde sadece parası olan anne-babaların kullanabildiği bir hakka dönüşmüştür. Kısacası 1980’lerden bu tarafa Türkiye eğitim sisteminde İHEB’nde tanımlanan eğitim hakkına ilişkin hükümlerin hemen tamamı ihlal edilmektedir.

AKP’nin “zorbalıkla” yasalaştırmaya çalıştığı 4+4+4 olarak tanımlanan düzenleme eğitimde piyasalaşmayı bir adım daha ileri götürmeyi amaçlamaktadır. Bu düzenlemenin yasalaşmasıyla birlikte işçi sınıfı mücadelesinin insanlığa kazandırdığı eğitim hakkı Türkiye’de bütünüyle ihlal edilmiş olacaktır. Artık bu ülkenin çocukları tamamen piyasanın (sermayedarların) ihtiyaçları doğrultusunda “eğitilecekler” ve bu “eğitimin” parası da büyük çoğunluğu yoksul olan toplumun cebinden çıkacaktır. Yani aileler kendi paralarıyla “eğitim” aldırdıkları çocuklarını ucuz işgücü olarak sermayenin hizmetine sunacaklar ve eğitim sektöründeki sermayenin kârına da kâr katmış olacaklardır. Böylece 4+4+4’le birlikte zaten eşitsiz olan toplumsal yapıda eşitsizlikler daha da artacaktır.

Eğitim sisteminde yapılmak istenen ve bir avuç sermayedarın çıkarını toplumun üzerinde tutan bu düzenlemeler karşısında maalesef toplum kesimleri daha önce İş Kanunu ve SSGSS’nin yasalaşma sürecinde olduğu gibi yine sessiz kalmaktadır. Bütün toplum kesimlerini çok yakından ilgilendiren eğitim hakkının tamamen ortadan kaldırılmasına karşı Eğitim Sen’in düzenlediği -içeriği ve yöntemi problemli olduğu için katılımın son derece zayıf olduğu- eylemlerde sadece az sayıdaki eğitim emekçisi tepkisini göstermektedir. Eğitim alanı dışındaki emek örgütleri ise sanki bu konunun kendileriyle hiçbir ilgisi yokmuş gibi ya tamamen duyarsız kalmakta ya da göstermelik basın açıklamalarıyla geçiştirmektedir. Eylemlerin düzenleyicisi olarak adı geçmesine rağmen Eğitim Sen dışındaki KESK sendikaları bile sembolik katılımlarla yetinmişlerdir.

Başta sendikalar olmak üzere tüm emek örgütleri en temel insan hakkı olan eğitim hakkı ortadan kaldırılırken yine başarısız bir sınav vermişlerdir. Bu başarısızlığın emekçilerin haklarını tamamen ortan kaldırmaya kararlı olan zalime daha fazla cesaret vereceğine kuşku yoktur. Zalimin zulmüne dur demek ve insanca bir yaşma kavuşmak için gerek eğitim hakkı ve gerekse kaybedilen diğer hakların geri alınmasından başka çare yoktur. Sınıf mücadeleleri tarihi hakların geri alınması için yapılması gerekenlere ışık tutmaktadır. Ancak bu mücadelenin önünde engel oluşturan sınıf perspektifinden uzak, bürokratikleşmiş, pasifize olmuş, beceriksiz yönetim anlayışından vakit kaybetmeden kurtulmak gerekir. Bu da artık “kol kırılır yen içinde kalır” anlayışından kurtulup gerçekçi değerlendirmelerle örgütlerin sınıfın ihtiyacını karşılayacak bir yapıya dönüştürülmesi için mücadeleyi gerektirir.

22 Mart 2012 Perşembe

Sadece 4+4+4’e mi hayır?

ÖZGÜRCE
23/03/2012

“Zorunlu Eğitime Hayır” Catherine Baker’ın Türkçesi Ayrıntı Yayınlarından çıkmış olan kitabının adıdır. Kitabında Baker, okulun devletin kendine köle yetiştirmek için organize ettiği bir kurum olduğunu, yetişkinlerin bu köle eğitiminden başarıyla geçtikleri için bunun farkına varamadıklarını söylüyor. Ona göre, okul, çocuklara gardiyanlık yapan bir kurumdur, ana babaları çalışırken onları gözetim altında tutar; toplumsal-iktisadi makinenin nasıl işlemesi için gerekli olan bilgileri onlara öğretir, itaati aşılar, eler ve rolleri dağıtır. Okulda sezgi ve gücün geliştirilmesi, aşkın ve düşüncenin yaratıcı bir nitelik kazanması için çok gerekli olan “aylaklık” yerine üretimi arttıran ve itaati sağlayan bir eğitimin uygulandığını anlatarak bir “karşıt-kültür” oluşturma çabasında olanları “zorunlu eğitime hayır” demeğe çağırıyor. Baker’a göre, okul, çocuğun çocuk olabileceği, gençliği ve neşeyi tam anlamıyla yaşayabileceği bir ortam sunabilmeli ve asla onun önüne ulaşılması gereken hedefler koymamalıdır.”(*)


Kendisini anne ve anarşist olarak tanımlayan Baker, bu kitabı 14 yaşındaki kızını okula yollamama gerekçelerini ona anlatmak için yazmış ve değerlendirmelerini yaparken Fransız eğitim sistemi üzerinden hareket etmiş…

Türkiye’de eğitim sisteminin köklü biçimde değiştirilmeye çalışıldığı ve zorunlu eğitim 8 yıl mı olsun, 4+4+4 mü olsun ya da 12 yıl mı olsun tartışmalarının sürdüğü bir ortamda Baker’ın “Zorunlu Eğitime Hayır” kitabını hatırlatmak ve eğitim üzerine düşüncelerini paylaşmak ihtiyacı duydum. Zira eğitim sistemi üzerine köklü bir değerlendirme yapmadan zorunlu eğitimin kaç yıl olacağı üzerinden bir tartışma ortamının içerisinde yer almak bana son derece anlamsız geldi.

Bir anarşist olması ve/veya Fransız eğitim sistemi üzerinden hareket etmesi Baker’ın değerlendirmelerinin Türkiye dahil olmak üzere tüm kapitalist ülkeler için geçerliliğini engellememektedir. Evet, kapitalist sistemde eğitim; ideolojik bir aygıt olarak kullanılmakta ve sistemin yeniden üretimini hedeflemektedir. Bunun için de eğitim sisteminde, devlete ve patrona itaat edecek, tezgâh ve silah başında kendisinden ihtiyaç duyulan kadar bilgiye, beceriye sahip olacak nesiller yetiştirilmesi amaçlanır. Dolayısıyla da kapitalist düzende, devletin sunduğu ve denetlediği bir eğitim sisteminde, insanın doğayı tanıması kendini geliştirmesi ve toplumsal bütünleşmeyi sağlaması yani özgürleşmesi beklenemez.

Hal böyle iken AKP’nin yasalaştırmaya çalıştığı ve 4+4+4 olarak tarif edilen “yeni” eğitim sisteminin “dindar gençlik yetiştirecek”, “çocuk gelinler artacak” biçiminde tartışılması belki gereklidir ama yeterli değildir. Zira dindar bir gençlik yaratılması, çocukların gelin edilmesi ya da çocuk işçiliğinin artması tek başına eğitim sisteminden kaynaklanmamaktadır ve dolayısıyla sadece zorunlu eğitimde yapılacak bir değişiklikle bu sorunların çözümlenebilmesi mümkün değildir.

Tüm sorunları eğitime bağlamak ve eğitim sistemindeki bir değişiklikle tüm sorunların çözülebileceği gibi indirgemeci bir yaklaşım, sorunları çözmeyeceği gibi sorunların ana kaynağını da gözden kaçırmamıza neden olacaktır. Bunun ötesine eğitim sisteminde yapılmak istenen değişikliklere karşı mevcut yapıyı -statükoyu- savunur duruma düşmek, özü itibariyle Baker’ın tarif ettiği ve karşı çıktığı eğitim sistemini yeniden üretmek anlamına gelecektir.

Maalesef eğitim emekçilerinin sendikaları başta olmak üzere emek örgütleri, neoliberal politikalar doğrultusunda yeniden yapılandırılan eğitim sisteminde ne zorunlu eğitimin 8 yıla çıkartılması sürecinde ne de AKP eğitimde değişim programını gündeme getirdiğinde alternatif bir eğitim tahayyülü ortaya koyabilmişlerdir. Bu bağlamda eğitimin ticarileşmesi ve eğitimin en temel ilkesi olan anadilde eğitimin savunulması konusunda dahi tutarlı bir tavır izlenememiştir.

Oysa Baker’ın “…çocuğun çocuk olabileceği, gençliği ve neşeyi tam anlamıyla yaşayabileceği bir ortam sunabilmeli ve asla onun önüne ulaşılması gereken hedefler koymamalıdır.” sözleriyle tarif ettiği okulun var olabileceği bir eğitim sistemi için her şeyden önce bunun gerçekleşebileceği bir düzeni tahayyül edebilmek gerekir. Elbette sadece tahayyül etmek de yetmez, örgütlü bir yapı içinde eğitimde ve diğer tüm alanlarda alternatifler üretmek ve bu alternatif üzerinden toplumun insanca yaşanacak bir düzenin gerçekleşebileceğine inanmasını ve bunun için mücadeleye katılmasını sağlamak da gerekir. Aksi halde zorunlu eğitim şöyle mi olsun böyle mi olsun derken bir kısır döngü halinde mevcut düzenin yeniden üretilmesine hizmet etmekten başka bir şey yapılmamış olur(!)



(*)Catherine Baker, Zorunlu Eğitime Hayır, çev. A. Sönmezay, 3. Bası, Ayrıntı Yayınları, 2006. (Bu pasaj kitabın arka kapağında yer alan tanıtım yazısından alınmıştır.)

16 Mart 2012 Cuma

‘Ölmeden çalışmanın’ koşulları sağlanmalı!

ÖZGÜRCE
16/03/2012

Türkiye 2002 sonrasında ekonomik büyümede hem cumhuriyet döneminin rekorunu kırıyor hem de son yıllarda en fazla büyüme oranına ulaşan ülkelerin başını çekiyor.


2008 yılında patlak veren küresel kriz, Avrupa başta olmak üzere dünya ekonomisi üzerinde kara bulutlar oluştururken; Türkiye’de Başbakanın söylediği gibi teğet geçiyor: üretim artıyor, istihdam artıyor, kârlar artıyor!

Türkiye’de büyümenin başını inşaat sektörü çekiyor. Anadolu’nun her bir köşesinde duble yollar, kentlerde lüks siteler, alışveriş merkezleri yapılıyor. Özellikle İstanbul’da birkaç hafta geçmediğiniz bir yoldan geçerken yeni binalara ya da devasa inşaatlara rastlıyorsunuz. AVM kısaltmasıyla dilimize giren alış veriş merkezleri neredeyse her sokakta kendisini gösteriyor. İnşaat sektöründeki göz ardı edilemez büyüme Türkiye’de yeni zenginlerin de türemesine yol açıyor ve bu yeni zenginlerin zenginlikleri, gözleri kamaştırsın diye “mümtaz” medyanın gazete sayfalarını ve televizyon ekranlarını süslüyor!

İnşaat sektöründe büyüme istihdamın da artmasını beraberinde getiriyor. Öyle ya taşın toprağın emek olmadan o koca binalara dönüşüp, kâr yaratması mümkün olamaz tabi. İnşaat sektöründe istihdamın artışı son derece çarpıcı biçimde yükseliyor: 2002 yılında toplam istidam içinde inşaat sektöründe çalışanların oranı yüzde 4.5 iken 2011 yılında bu oran yüzde 7’ye çıkmış. 2011 yılı Hane Halkı İşgücü İstatistikleri’ndeki istihdam rakamına göre hesaplandığında hâlâ hazırda Türkiye’de yaklaşık 1 milyon 700 bin kişi inşaat sektöründe çalışmaktaymış.

Peki, inşaat sektöründe büyümeyi sağlayan kârlılığı arttıran bu emekçiler hangi koşullarda çalışır hangi koşullarda yaşarlar?

İnşaat sektöründe zenginleşenlerle ilgilenen (ve onlardan yüklü reklam geliri sağlayan) medyanın bu zenginliğin arka planını araştırması, soruşturması beklenemez elbette... Zira arka plana bakılırsa bu zenginliğin ne kadar insanlık dışı yollarla edinildiği, ne kadar kanlı bir servet olduğu ortaya çıkar ve toplum, zenginlere öykünmek yerine kapitalistlerin en korktuğu şeyi yaparak; o zenginliğin kaynağını sorgulamaya başlar.

Diğer tüm sektörler gibi inşaat sektörü için de medyanın tüm çabası emeğin, alın terinin yanında kanını, canını da sömüren düzenin üzerini örtmektir.

Ama Esenyurt’daki gibi çok sayıda işçiyi bir yangınla katleden sömürü gerçeğinin üzerini örtmek artık medya için de hiç kolay değildir.

Tersanelerde, madenlerde ve son olarak inşaat sektöründe gerçekleşen katliamlarda üstü örtülemez bir şekilde şu gerçek ortaya çıkmıştır: Artık kapitalizm emekçilerin kanını, canını almadan ayakta kalamayacak hale gelmiştir. Kapitalizmin varlığını sürdürebilmesi için işsiz kalma, yani yaşamını sürdürebilecek bir gelirden yoksun kalma, tehdidi altındaki emekçilerin kanı ve canı pahasına çalışması gerekir.

Bu koşullar içerisinde ölmeden çalışabilmek, önümüzdeki süreçte işçi sınıfı hareketinin öncelikli (ve hatta acil) mücadele gündemi olmalıdır. Kapitalist sistem tarafından katliama dönüştürülen toplu iş cinayetlerini görmezden gelen bir sendikal anlayışın, sınıfı temsil ettiğini iddia edebilmesi mümkün değildir. Sendikaların, iş cinayetleri karşısında, göstermelik basın açıklamaları yapmak yerine emekçilerin ölmeden ekmeklerini kazanabilecekleri bir çalışma ortamını sağlamak için mücadele örgütlemelerinin zamanı gelmiştir hatta geçmektedir bile...

8 Mart 2012 Perşembe

Çevre sorunu ve sendikalar üzerine


ÖZGÜRCE
09/03/2012

Çevre sorunları genellikle sendikaların ilgi alanlarının dışında kalmıştır. Sendikalar, mücadele alanı olarak belirledikleri üretim sürecinde sermayeye karşı emekçi sınıfın hak ve çıkarlarının mücadelesini verirken, aynı üretim sürecinde emekle birlikte sömürülen doğayı (çevre konusunda hazırlanmış yüzeysel bilgiler içeren birkaç broşürü saymazsak) göz ardı etmişlerdir. Bu nedenle sermayenin doğayı sömürüsünün sonucu olan çevre sorunu sendikaların dışında genellikle sınıfsal perspektifi olmayan çevre örgütlenmelerinin mücadele yürüttükleri bir alan olmuştur.

Sendikaların, çevre sorunlarını göz ardı etmelerinin yanında özellikle yoğun sanayileşmenin neden olduğu çevre sorunlarına karşı yürütülen mücadelelere karşı bir tavır sergiledikleri de görülmüştür. Bu karşı çıkışın nedeni büyük ölçüde çevreyi kirleten sanayi tesislerinin kapatılması ya da başka bir bölgeye taşınmasına yol açabileceği endişesidir. Endişenin kaynağı da elbette işçilerin işini kaybetme olasılığıdır. Emekçileri üretim sürecinde örgütleyen sendikaların emekçilerin işsiz kalmalarına yol açacak bir eyleme girişmeleri sendikaların “Bindikleri dalı kesmeleri” olarak da görülebilmektedir.

Oysa işçilerin işini kaybetme endişesiyle göz ardı edilen çevre sorunları öncelikle sanayi tesislerinin yakınında ikamet eden işçilerin ve ailelerinin sağlığını etkilemektedir. Bu durumda işçiler, iş (ekmek) ile sağlıkları arasında bir tercih yapmak zorunda bırakılmaktadır. İşçilerden yapılması istenilen, özcesi aç kalmak ile zehirlenerek ölmek arasında bir tercihtir. Bu kapitalist sistemin sonucu olan insanlık dışı bir durumdur. Sendikaların bu durum karşısında işçilerin işsiz kalıp açlığa itilmemeleri için sağlıklarını kaybetmelerine yol açacak koşulları görmezden gelmeleri kabul edilemez. Sendikaların üzerine düşe, emekçilerin insanca çalışacağı ve yaşayacağı koşulların yaratılması için mücadele etmektir.

Sendikaların çevre sorununa ilişkin yaklaşımları konusunda son günlerde umut veren gelişmeler de yaşanmaktadır. Bazı sendikalar Dilovası bölgesinde sanayileşmenin insan sağlığını olumsuz yönde etkilediğini ortaya koyduğu ve bunu kamuoyu ile paylaştığı için hakarete ve baskıya uğrayan Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu’nun mücadelesini sahiplenen Onurumuzu Savunuyoruz Hareketini (OSH) desteklemişlerdir. Dilovası bölgesinde yer alan sanayi kuruluşlarının büyük kısmını oluşturan petrokimya ve metal sektöründe örgütlü bulunan Petrol İş Sendikası ile Birleşik Metal İş Sendikası genel merkez düzeyinde OSH’yi desteklemektedir. Ayrıca sanayide örgütlü Teksif ve Birleşik Metal İş Sendikasının Kocaeli Şubeleri de OSH destekçileri içerisinde yer almaktadır.

Daha fazla kâr hırsıyla insan sağlığını hiçe sayan düzensiz sanayileşmenin etkilerini ortaya koyan Onur Hamzaoğlu’ya ve OSH’ye en anlamlı destek Dilovası bölgesinde örgütlü sendikaların oluşturduğu Gebze Sendikalar Birliğinden gelmiştir. Gebze Sendikalar Birliği, OSH ile ortaklaşa olarak 7 Mart akşamı “Sanayileşme, Çevre ve Sağlık” başlıklı bir forum düzenlemiştir. Gebze Sendikalar Birliği dönem sözcüsü ve Çelik İş Şube Başkanı Şerafettin Koç’un açılışını yaptığı ve yönettiği forumda benim yaptığım bir sunumun ardından Onur Hamzaoğlu, Dilovası araştırmasının sonuçlarını ve bu sonuçları kamuoyu ile paylaştığı için uğradığı baskıları Gebze halkıyla paylaşmıştır. Yaklaşık 400 kişinin izlediği forumda büyük çoğunluğunu emekçilerin oluşturduğu Gebze halkı kendilerinin ve çocuklarının sağlığının nasıl bir tehditle karşı karşıya olduğunu öğrenme olanağı bulmuşlardır. Forumda söz alan katılımcıların önemli bir kısmının vurgusu ise sanayileşmenin yarattığı çevre sorunlarına karşı sendikalara mücadele örgütleme çağrısında bulunması olmuştur. Başta Çelik İş Şube Başkanı Şerafettin Koç ve Birleşik Metal İş Sendikası Şube Başkanı Necmettin Aydın olmak üzere birliği oluşturan sendikaların yöneticileri de Kocaeli Belediye Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu’ya açtığı davada Onur Hamzaoğlu’ya destek olmak üzere 15 Mart günü Kocaeli Adliyesinde olacaklarını belirtmişlerdir.

Gebze Sendikalar Birliği, düzenlediği bu forumla her şeyden önce emekçilere ve diğer halk kesimlerine kendilerinin ve ailelerinin karşı karşıya kaldığı yaşamsal tehditler konusunda bilgi edinme olanağı sağlamıştır. Bilim insanlarının dahi ortaya çıkarttıkları gerçekleri toplumla paylaşmasından korkulduğu ve bunu engellemek için her yola başvurulduğu bir dönemde Gebze Sendikalar Birliğinin bu çabası son derece anlamlıdır. Umarım diğer sendikal yapılar ve birlikler de Gebze Sendikalar Birliğini örnek alırlar ve emekçilere dayatılan iş (ekmek) ile sağlıkları arasındaki bir tercihe mahkum olmayacakları; insanca çalışıp, insanca yaşayacakları bir dünya için mücadele yükseltilebilir.