10 Ocak 2014 Cuma

Demokrasi krizi ve 11 Ocak mitingi

ÖZGÜRCE
10/01/2014

17 Aralık günü bakanların, bakan çocuklarının, belediye başkanları ve ünlü iş adamlarının da olduğu bir rüşvet ve yolsuzluk operasyonun gerçekleştirildiği haberi geldi. Operasyonların şu üçayak üzerinde yürütüldüğü söyleniyordu: Birincisi Halkbank üzerinden kara para aklanması kapsamında rüşvet iddiaları; ikincisi TOKİ’nin bazı projelerinde rüşvet iddiaları; üçüncüsü de Marmaray projesine zarar vereceği halde imar ve ruhsat verilmesine ilişkin usulsüzlükler ile Topkapı Sarayı ve Marmaray kazılarında çıkan tarihi eserlerin yurt dışına kaçırılmasıydı.

Milyarlarca lirayı bulduğu ve Türkiye tarihinin en büyük rüşvet ve yolsuzluk operasyonu olduğu iddia edilen bu operasyonlar kapsamında birtakım gözaltı ve tutuklamalar oldu. Rüşvet ve yolsuzluk iddialarını destekleyecek yönde somut bulgular da ortaya çıktı. Örneğin Halkbank Genel Müdürü ve bazı bakan çocuklarının evlerinde yapılan aramalarda 10 milyonlarca dolar ve avro bulundu. Ayrıca bazı bakanların rüşvet alırken çekildiği iddia edilen fotoğrafları ile rüşvet için delil olabileceği söylenen ses kasetleri yayımlandı. Henüz yargı sürecinde bu iddiaları ortadan kaldıracak herhangi bir gelişme olmadı. Ayrıca kamuoyunu tatmin edecek hiçbir açıklama da yapılmadı. 

AKP Hükümeti doğrudan üyeleri ve icraatlarına yönelik olmasına rağmen rüşvet ve yolsuzluk iddialarına yanıt vermek yerine bunu siyasi bir komplo olarak değerlendirdi. En basit soruşturmada delilleri karartma şüphesiyle kamuda çalışanlar görevlerinden alınırken, devletin en yetkili makamlarında bulunan bakanlar sekiz gün boyunca görevlerinde kalmaya devam etti. Yolsuzlukların odağındaki belediye başkanı kısa bir gözaltı süresinin ardından görevi başına döndü. Diğer taraftan operasyonu yürüten yargı mensuplarının birçoğu ve yüzlerce emniyet görevlisi görevlerinden alındı ve Başbakanın yakınlarına kadar ulaşabileceği söylenen operasyonun derinleştirilmesi engellendi. 

Rüşvet ve yolsuzluk operasyonunun Hükümete yönelik bir komplo olup olmadığı ancak operasyonun derinleştirilmesi ve iddiaların bağımsız bir yargı süreci sonunda asılsız olduğunun ispatıyla mümkün olabilir. Tüm bu süreçten “ak”lanarak çıkmak isteyen bir iktidarın operasyonları engellemesi değil, önünü açması ve yargı bağımsızlığı sağlaması gerekir. Eğer hakkında rüşvet ve yolsuzluk olan iktidar, “ak”lanmak yerine operasyonları engellemek ve yargıyı kendi denetimi altına alacak düzenlemeler yapma yoluna gidiyorsa hakkındaki şaibeyi daha da arttırmış olacaktır. 

AKP, hakkındaki yolsuzluk iddialarından “ak”lanmak yerine operasyonları engelleyebilmek için burjuva devletin demokrasi görüntüsünün temel dayanağı olan kuvvetler ayrılığı ilkesini dahi ihlal ederek sorunu bir devlet krizi haline dönüştürmüştür. AKP’nin rüşvet ve yolsuzluk iddialarını gündemden düşürmek için devlet krizini öne çıkarma taktiği önemli ölçüde tutmuştur. Oysa Roboskî Katliamı, Hrant Dink cinayeti, cezaevlerinde çocuklara yapılan taciz, tecavüzler ve iş cinayetleri gibi rüşvet ve yolsuzluklar da Türkiye’de siyasi kriz, iktisadi kriz ya da devlet krizinin ötesinde bir demokrasi krizi olduğunun göstergesidir.

Zira rüşvet ve yolsuzluk iddialarının örtbas edilmesinin, Roboskî’de 34 Kürt’ün göz göre göre öldürülmesine takipsizlik veren, Hrant Dink cinayetini aydınlatmayan, cezaevlerindeki tacize, tecavüze, işkencelere duyarsız kalan, iş cinayetlerine neden olan koşulları savunan anlayıştan ayırmak mümkün değildir. Eğer bir ülkede demokrasinin kırıntısı dahi olsa başta sendikalar olmak üzere emek, demokrasi mücadelesi yürüten güçler bu yaşananlara karşı seslerini yükseltirler. 


En temel insan haklarının dahi çiğnendiği, ahlakın, vicdanın ayaklar altına alındığı koşullarda sorunu devlet krizi üzerinden tartışmak yerine demokrasi krizi üzerinden tartışmak ve çözümün demokrasi mücadelesinde olduğunu görmek gerekir. 11 Ocak’ta DİSK, KESK, TMMOB ve TTB’nin Ankara’da düzenlediği “Özgürlük, barış, demokrasi, adalet ve emek mitingi” demokrasi krizine karşı geç kalmış ama önemli bir adımdır. Bu mitingin Türkiye’nin içinde bulunduğu kritik süreçte demokrasi güçlerinin bir araya gelmesinin ve sesini yükseltmesinin bir aracı olarak değerlendirmek gerekir. Eğer daha önce birçok kez olduğu gibi bu miting de “yasak savma” anlayışının ötesine geçemezse Türkiye’de demokrasi krizinin daha da derinleşeceğini söylemek çok da abartı olmayacaktır.

6 Ocak 2014 Pazartesi

2013’ten 2014’e emekçilerin durumu

ÖZGÜRCE
04/01/2014

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin elde ettiği şu veriler 2013 yılında emekçilerin durumunu açık biçimde özetlemektedir: 2013 yılında 103’ü kadın, 59’u çocuk, 22’si ise yabancı göçmen işçi olmak üzere en az 1233 emekçi iş cinayetleri sonucunda yaşamını yitirmiştir.
2013 yılında emekçilerin koşulları konusunda fikir verecek bir başka veri asgari ücrettir. Asgari ücret 2013 yılının ilk altı ayında 773 TL, ikinci altı ayında 803 TL’dir. Oysa Türk-İş verilerine göre; 2013 yılında açlık sınırı ortalama bin 81 TL, yoksulluk sınırı ise 3 bin 523 TL olmuştur.
Çalışma süreleri bakımından Türkiye OECD ülkeleri içinde en uzun çalışılan ülkelerin başında gelmektedir. Yasal 45 saatlik haftalık çalışma süresine rağmen resmi kurumların rakamlarında dahi çalışma süresinin 52 saate kadar çıktığı kabul edilmektedir. Kaldı ki birçok iş kolunda haftalık çalışma süresinin 60 saate kadar çıktığı bilinmektedir.
HER AY 5 ÇOCUK İŞ CİNAYETLERİNDE ÖLÜYOR
Yukarıdaki verilerden de anlaşılacağı gibi 2013 yılında Türkiye’de emekçiler karınlarını bile doyuramayacakları bir ücret için çok uzun saatlerde iş cinayetlerinin kurbanı olma riskiyle çalışmaktadır. Başka bir ifadeyle hiçbir sosyal ihtiyaca zaman ayırmadan ölümüne çalışmak bile emekçilerin karınlarını doyurmamaktadır. Öte yandan Türkiye, 4+4+4 eğitim sisteminin de katkısıyla çocuk işçi cenneti haline gelmiştir. Bu eğitim sisteminde Organize Sanayi Bölgelerinde sahibi işverenlerin olduğu meslek liselerinde çocuklar, asgari ücretin üçte biri kadar ücretle 12-13 yaşlarından itibaren işçi olarak çalıştırılmaktadır. İşverenin insafına kalmış bir düzen içinde sözde eğitim alan bu çocukların da içinde yer aldığı en az 5 çocuk her ay iş cinayetlerinin kurbanı olmaktadır.
Kadın işçilerin durumu da çocuklardan farklı değildir. Büyük çoğunluğu kayıt dışındaki güvencesiz işlerde, esnek çalışma koşullarında, düşük ücretlerle istihdam edilen kadınların bu çalışma düzeni kadın istihdam paketi ile meşrulaştırılmak istenmektedir. Mevsimlik tarım işçiliğinde, ev içi işlerde, bakım hizmetlerinde çalışan kadınların pek çoğu emek süreci içinde bile kabul edilmemektedir. Belirlenebildiği kadarıyla 2013 yılında her ay yaklaşık 10 kadın iş cinayetlerinde yaşamını yitirmiştir.
İşsizlik TÜİK’in rakamlarına göre yüzde 10 dolayındadır. Kentlerdeki gençlerin ise 22.1’i işsizdir. Resmi verilere göre bile işsizlik oranı kabul edilebilir seviyenin çok üzerindedir. Ancak bu veriler gerek hesaplanma sistemi gerekse kapsayıcılığı açısından gerçekçi olmadığı bilinmektedir. Kaldı ki açlık sınırının altında çok uzun saatlerde ölümüne çalışmanın istihdam olarak tanımlanması son derece aldatıcıdır. Zira insani koşullarda çalışma ve yaşam koşulları sağlamayan bir işin istihdam olarak kabul edilmemesi gerekir.   
YOKSULLUK DİZ BOYU
Özellikle AB ile müzakere sürecinin başladığı 2001 yılından sonra tarımdan büyük bir kopuş gerçekleşmiş ve kentlere göç hızlanmıştır. Bu da bir taraftan emekçiler arasında rekabeti arttırarak kötü koşullarda çalışmaya daha kolay rıza gösterilmesine neden olmuş diğer taraftan da kentlerde barınma sorununu arttırmıştır. Öte yandan AKP’nin kentleri rant alanı haline dönüştürme projesinin bir parçası olan kentsel dönüşüm ile emekçiler kentlerden uzaklaştırılmaya başlamıştır. Kentlerin uzak çeperlerinde TOKİ tarafından yapılan konutları borçlanarak almak zorunda bırakılan, kentlerin dışında ikamete zorlanan ve çalışma yeri kent içinde olan milyonlarca emekçinin bir de ulaşım sorunu yaşamasına neden olmuştur. Emekçilerin harcamaları içinde önemli bir yer tutan barınma ve ulaşım masrafları, bir taraftan yoksullaşmayı derinleştirirken, borçlanmayı da arttırmıştır.
Çalışma standartları ve sosyal haklar bakımından 19. yüzyılın sefalet koşullarıyla bir benzerlik kurunca akıllara elbette sendikalar gelmektedir. 19. yüzyılın sefalet koşullarından emekçileri çekip çıkartan işçi sınıfının sendikalarıyla yürüttüğü mücadeledir. Yani kapitalizmin vahşi olduğu, emekçilerin sefalet içinde bulundukları dönem, sınıf bilincinin oluşmadığı ve örgütlü bir mücadeleye henüz dönüşmediği bir süreçtir. O zamandan bu zamana yaklaşık 200 yıl geçmiştir ve bu süreçte emekçiler birçok mücadele deneyimi yaşamış ve haklar elde etmişlerdir. Bugün için beklenen; bir mücadele birikiminin oluşması ve emekçilerin haklarını çok daha ileri götürmek için mücadele sürdürmesidir.


SENDİKALAŞMA ORANI YÜZDE 5-6 CİVARINDA
Maalesef diğer birçok ülke gibi Türkiye’de de işçi sınıfının ve sendikaların durumu beklenenin uzağındadır. Çalışma Bakanlığı’nın 2013 Temmuz verilerine göre Türkiye’de sendikalı sayısı 1 milyon 32 bindir. Oysa TÜİK rakamlarına göre Türkiye’de 16 milyon 435 ücretli çalışan emekçi vardır. Yani emek piyasasındaki resmi verilere göre ücretli çalışanların sadece yüzde 6.2’si örgütlüdür. Resmi veriler dışında bırakılan göçmen işçileri, ücretsiz aile işçilerini de eklediğimizde bu oran daha da düşecektir.
Sendikalaşma oranının sadece yüzde 5-6 civarında olduğu bir emek piyasasının tümünü temsil edebilmesi ve bir güç oluşturabilmesi mümkün değildir. Hele de var olan sendikalar emek piyasasındaki tüm emekçileri değil de sadece üyelerinin haklarını savunmaya yönelen ücret sendikacılığını benimsemişse…
Sendikalaşma oranının düşük olması ve sınıf perspektifinden uzak bir sendikal anlayışın egemen olmasının birçok nedeni vardır. Ancak AKP’nin 12 Eylül darbe rejiminin mirasını sürdürerek sendikal hak ve özgürlükleri sınırlandırması ve hatta baskılaması bu etkenlerin başında gelir. 2013 yılında AKP, bir taraftan Hava-İş ve Tek Gıda-İş gibi sendikaların içyapılarına müdahale ederken, diğer taraftan da yandaş sendikaları aracılığıyla ortaya koyduğu emek karşıtı politikaları meşrulaştırmaya çalışmıştır. AKP’nin sendikal alana yönelik müdahaleleri, mevzuat dışına çıkamayan sendikal anlayışlar nedeniyle engellenememiştir. Sonuç olarak, 2013 yılının emek cephesinin örgütsüz, dağınık ve sınıf perspektifinden uzak görünümü çalışma standartları ve sosyal hakların neden iki yüz yıl öncesinde olduğunun cevabı gibidir.

AYRIMCILIK ARTARAK SÜRÜYOR
Emek piyasasında ayrımcılık 2013 yılında artarak devam etmiştir. Kadınlara ve Kürtlere yönelik ayrımcılık Türkiye emek piyasasında kronik hale gelmiştir. Kadınlara yönelik ayrımcılık büyük ölçüde patriarkal yapıdan (erkek egemen toplum düzeni) kaynaklanırken, Kürtlere yönelik ayrımcılık etnik kimliklerinin tanınmaması, anadilinde eğitim hakkından yoksun bırakılmaları ve devletin Kürtlere yönelik düşmanlaştırıcı yaklaşımından kaynaklanmaktadır. Her şeyden önce anadilinde eğitim alamayan Kürtler, daha emek piyasasına girmeden ayrımcılığa uğramakta ve emek piyasasında en kötü koşullarda en düşük ücretlerle çalışmak zorunda bırakılmaktadır.
Türkiye, son yıllarda giderek artan Ortadoğu, Güney Afrika ve Uzak Doğu ülkelerinden Avrupa’ya yönelik emek göçünde geçiş ülkesi durumundadır. Bu nedenle Türkiye’de göçmen işçi sayısı giderek artmaktadır, Suriye’de yaşanan iç savaşla birlikte göçmen sayısı çok daha yükselmiştir. Sermaye çalışmak için her koşulu kabul edebilecek göçmenleri ucuz emek gücü olarak görmekte ve hiçbir kurala tabi olmadan göçmenleri kimi zaman zorla çalıştırmaktadır. Giderek görünür hale gelen LGBT bireyler de yine emek piyasasında ayrımcılığa uğrayan kesimler içerisinde yer almaktadır.

SAĞLIK HAKKI ORTADAN KALDIRILIYOR
Çalışma  sürelerinin uzunluğu, çocuk işçilerin yaygınlığı, ücretlerin düşüklüğü ve iş cinayetlerinin yoğunluğu göstermektedir ki çalışma yaşamının 2013’teki tablosu 19. yüzyılın başlarında “vahşi” olarak tanımlanan dönemdeki koşullardan hiç de farklı değildir. Çalışma yaşamındaki bu vahşi koşullar tahmin edilebileceği gibi sosyal haklar alanında da söz konusudur. 2008 yılında çıkartılan 5510 sayılı SSGSS’den bu yana işe girenler için zaten gelecek güvencesi gerçekleşir olmaktan çıkmıştır. Öte yandan GSS ile sağlık hakkı adım adım ortadan kaldırılmaktadır. Muayene ve ilaç bedellerinin arttırılmasının ardından son olarak özel sağlık kurumlarının katkı payının yüzde 200’e çıkartılması; diş ve göz sağlık sigortası kapsamından çıkartılmasına yönelik düzenlemeler getirilmiştir. Böylece çok büyük çoğunluğu açlık sınırının altında bir ücretle çalışmak zorunda olan emekçilerin sosyal güvenceleri ve sağlık hakları da büyük ölçüde ellerinden alınmıştır.
AKP hükümetinin işlevini kaybeden kamu sağlık ve sosyal güvenlik sisteminin yerine koymaya çalıştığı sistem bireysel emeklilik sigortası ve özel sağlık sigortasıdır. Karınlarını doyuracak gelire sahip olamayan milyonlarca emekçinin gelecek güvencesi ve sağlığı için ayrıca bir bedel ödeyemeyeceği aşikârdır. Dolayısıyla AKP hükümeti getirdiği bu düzenlemelerle milyonlarca emekçiyi ve ailesini güvencesiz bırakmakta ve sağlığını kaybedenleri ölüme terk etmektedir.
UMUTLAR YEŞERİYOR
2013 yılı emekçiler bakımından son derece olumsuz bir tabloyu önümüze koymuş olmakla birlikte bunun böyle gitmeyeceğinin işaretlerini veren yeni mücadele deneyimlerinin de ortaya çıktığı bir yıl olmuştur. 2013 yılında umutları yeşertmeye başlayan ilk gelişme Kürt sorununun çözümü için atılan adımlar ve silahların susmasıdır. Zira 30 yıldır Kürt sorunu, emekçi düşmanı politikaların üzerini örtmek için kullanılmış, Kürtlere yönelik düşmanlaştırıcı propaganda işçi sınıfı içinde önemli ölçüde kabul görmüş ve karşımıza giderek milliyetçileşen bir işçi sınıfı çıkmıştır. Milliyetçi duyguları kabartılan işçi sınıfı, çatışmaların yoğun olduğu süreçlerde kendi haklarının ortadan kaldırıldığını fark etmemiş, fark etmişse de haklarını savunacak bir mücadele yürütememiştir. Silahların susmasıyla birlikte 30 yıllık baskı bir nebze de olsa ortadan kalkmış ve barışın kalıcı olabilmesi için bugüne kadar bir araya gelemeyen ezilenlerin bir ortak mücadele yürütmesinin yolu açılmıştır.
12 Eylül darbesinden bu yana devam eden baskılara karşı tepkiler, beklendiği gibi üretim sürecinde yani işyerlerinden gelmemiştir. Çünkü doğrudan işçi sınıfını hedef alan darbe, sınıf partilerini ve sendikaları işlevsizleştirmek ve emekçilerin örgütlü mücadelesini kırmak üzerine kurmuştur. İş güvencesinden yoksun çalışma düzeni içinde işlerini kaybetmekten çekinen işçiler de mücadeleden uzak durmuşlardır. Emekçiler ekmeklerini riske atmamak için işyerinde göstermediklerini tepkilerini, işyerinde üzerlerinde hissettikleri tahakkümün toplumsal alandaki yansımalarına karşı göstermişlerdir.
Gezi direnişi, öznesi emekçiler olan ama emekçi kimlikleri ya da üretim sürecinde yaşadıkları sorunu değil bunun toplumsal alandaki yansımalarını ön plana çıkartarak gösterilen tepkiden doğmuş ve yaygınlaşmıştır. Gezide işçi sınıfının tüm bileşenleri vardır: Gezi parkının içinde çoğunlukla beyaz yakalılar, öğrenciler ve emekliler; barikatlarda güvencesiz çalışan genç işçiler ve öğrenciler; Türkiye’nin dört bir yanındaki mahalle eylemlerinde örgütlü ve örgütsüz işçiler vardır.
2014 bütçesi, Orta Vadeli Program, 10. Kalkınma Planı, Ulusal İstihdam Stratejisi ve diğer birçok doküman göstermektedir ki; sermaye ve onun temsilcisi AKP, 2014 yılında 2013’teki tabloyu emekçiler için çok daha kötü bir biçimde yeniden çizmek niyetindedir. Ancak hiçbir baskı yöntemi Gezi direnişiyle ortaya çıkan mücadele ruhunu yok edemeyecektir. Burada emekçilere düşen sorunların temel kaynağı olan üretim sürecinde mücadeleyi engelleyen koşulları bir an önce aşmaktır. İnsanca çalışma ve yaşama koşulları ancak üretim/hizmet sürecindeki mücadeleyle sağlanabilir. Unutmamak gerekir ki üretim sürecinde yani çalışma ortamında demokrasi olmadan toplumda demokrasiyi tesis etmek mümkün değildir.