EVRENSEL
16/08/2016
15 Temmuz darbe girişiminin savuşturulmasının ardından hükümet, önce OHAL ilan ederek sonra da Meclise getirdiği yasa tasarılarıyla -hükümet temsilcilerinin de ifade ettiği gibi- devleti yeniden yapılandırıyor. Darbe girişiminde bulunanların devletin en temel kurumları olan yasama (başta TBMM’de AKP grubu olmak üzere), yürütme (sivil ve askeri bürokrasinin hemen tümünde) ve yargının büyük bölümünde etkili hale gelmiş bir örgütün üyeleri oldukları düşünüldüğünde, devletin bütünüyle kendisini gözden geçirmesi ve yeniden yapılandırması son derece “anlaşılır” bir durumdur. Her ne kadar OHAL hukukuna dayandırılarak çıkartılan KHK’ler ve Meclise torbalar halinde getirilen yasalar, bir yeniden yapılandırma çabasını göstermekteyse de bu yeniden yapılandırmanın sadece darbeyi yaptığı düşünülen FETÖ üyeleri ya da yandaşlarını devletten temizlemekle sınırlı kalmadığı görülmektedir.
NEOLİBERAL YAPISAL UYUM PROGRAMININ DEVAMI
Darbe girişiminin hemen ardından getirilen düzenlemelerin önemli bölümü devletin ekonomik alandaki rolünün yeniden yapılanmasına, kamu varlıklarının özelleştirilmesine ve kamuda esnek, güvencesiz çalışmanın yaygınlaştırılmasına ilişkindir. Yani söz konusu yeniden yapılanma, 15 Temmuz darbe girişiminin nedenlerini (neoliberal politikalarla devletin boş bıraktığı sosyal politika alanının inanç temelli STK’lara yani cemaatlere bırakılması gibi) ortadan kaldırmak bir tarafa 36 yıl önce gerçekleşen 12 Eylül darbesi sayesinde uygulamaya konulabilmiş olan neoliberal yapısal uyum programının devamıdır. Türkiye’de 24 Ocak 1980 kararlarıyla kabul edilen neoliberal politikalar, 36 yıldır yürürlükte olan darbe yasalarının yanı sıra ikisi yerli (1994 ve 2001 krizleri) biri küresel (2008 krizi) ekonomik krizler ile -postmodern olarak nitelenen- 28 Şubat ve -e-muhtıra olarak nitelenen- 27 Nisan askeri müdahalelerinin de katkısıyla uygulama olanağı bulmuştur. Darbe girişiminin ardından getirilen düzenlemelere bakınca, 15 Temmuz 2016’yı da neoliberal politikaların yaşama geçirilmesinde önemli merhaleler olarak saydığımız tarihler arasında değerlendirmek mümkündür.
AKP’nin kuruluşu, 2002’de tek başına iktidara gelmesi ve 14 yıldır bu iktidarı sürdürmesinde ekonomik ve siyasi krizler önemli rol oynamıştır. Kısaca anımsatmak gerekirse: AKP, 2001 ekonomik krizinin beraberinde gelen siyasi kriz ortamında kurulmuş ve bu kriz koşullarının yarattığı kaosu fırsata çevirerek 2002 Kasım ayında tek başına iktidara gelmiştir. İktidarının ilk gününden itibaren 2001 krizi sonrası Kemal Derviş tarafından yasal alt yapısı oluşturulan ve toplumun geniş kesimlerinin haklarını ortadan kaldırmayı içeren neoliberal yapısal uyum programının gereklerini toplumdan fazlaca tepki almadan ve hatta toplumsal desteğini daha da arttırarak uygulamayı başarmıştır. Bunu yaparken 12 Eylül cuntacılarının dahi gerçekleştiremediği ölçüde devleti sosyal işlevlerinden uzaklaştırmış, devletin -piyasanın (yani sermayenin) hizmetine amade olacak biçimde- dönüştürülmesinde önemli yol kaydetmiştir. Öte yandan AKP, 2007 yılında 27 Nisan e-muhtırasını fırsata dönüştürmeyi bilmiş; böylece hem genel seçimlerde yeniden tek başına iktidara gelmiş hem de Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olmasıyla birlikte devletin içinde gücünü arttırarak, neoliberal politikalar doğrultusunda devletin yeniden yapılanması konusunda attığı adımları daha da artırmıştır.
KÂR SERMAYENİN, ZARAR DEVLETİN
2008 krizinde de AKP, devletin kamusal alanı ve kamu kaynaklarını doğrudan sermayeye aktarmasını sağlayacak bir yeniden yapılanmaya giderek bu krizi de yine bir fırsat olarak değerlendirmiştir. 2008 kriziyle birlikte özellikle işsizliği önleme gerekçesiyle devletin patronların çalıştırdığı işçinin maliyetini (sigorta prim desteği, ücret desteği vs) doğrudan üstlendiği bir istihdam politikasını uygulamaya koymuştur. Bunun yanı sıra kamu-özel ortaklığı adı altında kârı sermayenin, zararı devletin üstlendiği bir yatırım düzeni oluşturulmuştur. Bu düzenin kaynağı, emekçilerin primlerinden oluşan İşsizlik Sigortası Fonu (İSF) ve yine emekçilerin, yoksulların, düşük gelirli toplum kesimlerinin vergilerinden oluşan genel bütçedir. Diğer taraftan tüm yer üstü ve yeraltı doğal kaynakları ile tüm yaşam alanları da yine bu yatırım düzeneği içerisinde, devletin aracılığıyla (ki çoğu zaman baskı aygıtları da kullanılarak) sermaye için kâr alanı haline dönüştürülmüştür.
SERMAYE İÇİN CAZİBE MERKEZİ
2016 yılının Mayıs ayında Cumhurbaşkanı’nın, Davutoğlu’nun yerine atadığı Binali Yıldırım’ın kurduğu 65. Hükümetle birlikte, 2008 krizinden beridir devletin toplumun emekçi, yoksul kesimlerinden çeşitli yollardan (İSF, vergiler vs) sağladığı kaynakları “teşvik” adı altında sermayeye aktarmasında yeni bir aşamaya geçilmiştir. “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” şiarıyla hazırlandığı iddia edilen 65. Hükümet Programı incelendiğinde görüleceği üzere aslında sermayeyi yaşat gerisi teferruat anlayışı esas alınmıştır.
Başbakan Yıldırım’ın 21 Haziran’da AKP grup toplantısında, özellikle Doğu ve Güneydoğu’nun sermaye için cazibe bölgeleri haline getirileceğini belirtirken sarf ettiği “Burada fabrikalar yapılacak; biz yapacağız, özel sektör işletecek, ürünleri belirli bir süre biz satın alacağız” sözleri bu konudaki yaklaşımı ortaya koymaktadır. Başbakan, 4 Temmuz tarihinde yaptığı açıklamalarla sadece Doğu ve Güneydoğu’nun değil tüm Türkiye’nin sermaye için cazibe merkezi olacağını ilan etmiştir. Diğer bir söyleyişle 15 Temmuz sonrasında apar-topar getirilen düzenlemeler, AKP’nin zaten gündeminde olan emeğin ve doğanın sınırsız sömürüsüne olanak sağlayarak Türkiye’yi sermaye için cazip hale getiren (2023 Vizyonu, 10. Kalkınma Planı, Ulusal İstihdam Stratejisi gibi belgelerde de yer alan) politikaları içermektedir.
ÜRETİM SÜRECİ VE KAMUSAL ALAN SINIRSIZ BİÇİMDE SERMAYENİN SÖMÜRÜSÜNE AÇILIYOR
Darbe girişiminin ardından 1 Ağustos’ta hükümetin TBMM’ye sunduğu “Türkiye Varlık Fonu Kurulması ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” en çarpıcı düzenleme hiç kuşkusuz... Bu tasarı, yüzlerce insanın yaşamını yitirdiği, valilerin, kaymakamların, yüzlerce general, savcı, hakimin; on binlerce kamu çalışanının darbeci olduğu iddiasıyla açığa alındığı, tutuklandığı ve başarıya ulaşması halinde Türkiye’yi ekonomik ve siyasi bir kaosun ötesinde bir iç savaşa sürükleyebilecek kadar ciddi bir darbe girişiminden sadece iki hafta sonra Meclis gündemine getirilmiştir. Tasarıyla hedeflenen, daha önceki askeri darbe ve ekonomik kriz dönemlerinden çok daha keskin biçimde devletin üretim süreci ve gelir bölüşümüne -sadece sermaye sınıfının çıkarları lehine olacak biçimde- müdahale etmektir.
Esas olarak devletin sermayeyi teşvik sisteminin “esnekleştirilmesi”ni içeren “Türkiye Varlık Fonu Kurulması ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı”yla daha önce hiçbir burjuva hükümetinin cesaret edemediği bir cömertlikle, üretim süreci ve kamusal alan sınırsız biçimde sermayenin sömürüsüne açılmaktadır. Buna göre Ekonomi Koordinasyon Kurulu* tarafından belirlenen yatırım alanları için Bakanlar Kurulu esnek ve özel bir teşvik mekanizması yaratabilecektir. Böylece Bakanlar Kurulu:
n Kurumlar vergisi oranını yüzde 100’e kadar indirimli uygulatmaya ve yatırıma katkı oranını yüzde 200’ü geçmemek üzere belirlemeye veya yatırımın işletmeye geçmesinden itibaren 10 hesap dönemine kadar, yatırımdan elde edilen kazançla sınırlı olmak üzere kurumlar vergisi istisnası tanımaya,
- Şu an sadece en fazla yatırım teşvik alan 6. bölge illeri (büyük kısmı Doğu ve Güneydoğu illeridir) için uygulanabilen, istihdam edilen çalışanlar bakımından “gelir vergisi stopajı” teşvikinden yararlandırmaya,
- Gümrük vergisi muafiyeti tanımaya,
- Hazine taşınmazlarıyla ilgili 49 yıl süreyle bedelsiz irtifak hakkı tesisi veya kullanma izni verilmesine ve yatırımın tamamlanması ve öngörülen istihdamın 5 yıl sağlanması şartıyla Hazine taşınmazının talep edilmesi halinde bedelsiz devredilmesine,
- Yatırımcının 10 yıla kadar sigorta primi işveren hissesinin karşılanmasına,
- İşletme döneminde yatırıma ilişkin enerji tüketim harcamalarının yüzde 50’sine kadarının en fazla 10 yıla kadar karşılanmasına,
- Sabit yatırım tutarının finansmanında kullanılan yatırım kredisi için 10 yıla kadar faiz veya kâr payı desteği ya da hibe desteği sağlanmasına,
- Yatırım için özel önem taşıyan belirlenen sayıda her bir nitelikli personel için 5 yılı geçmemek üzere, asgari ücretin aylık brüt tutarının 20 katına kadar ücret desteği verilmesine,
- Yatırım tutarının yüzde 49’unu geçmemek üzere edinilen payların 10 yıl içerisinde halka arz veya yatırımcıya satış şartıyla yatırıma ortak olunmasına, karar verebilecek ve bu desteklerden bir veya birden fazlasını yatırımcıya uygulatabilecektir.
YOKSULUN VERGİSİYLE PATRONA SERVET
Özetlersek, Bakanlar Kurulu yetkisinde verilecek bu teşviklerle devlet, patronun her türden vergisini; çalıştırdığı işçinin ücretini, sigorta primini; enerji giderlerini; kredi almaktan doğan yükümlülüklerini üstlenebileceği gibi yatırımlarına ortak olup ve bedelsiz taşınmaz tahsis edebilecektir. Kısacası devlet yoksul, emekçi toplum kesimlerinden topladığı vergilerle patronlara neredeyse “sıfır” maliyetle yatırım ve servet edinme olanağı tanıyacaktır!
AKP, savuşturulan 15 Temmuz darbe girişimini, 12 Eylül darbesiyle fiilen yaşama geçirilen neoliberal yapısal uyum programında son noktayı koymanın fırsatı olarak değerlendirmektedir; Türkiye’nin geleceğini tehdit eden böylesine büyük bir darbe girişiminin hemen ardından emek, doğa ve tüm toplumun sosyal ve ekonomik haklarını “altın tepside” sermayenin sömürüsüne sunmaktadır. Bu da tam 15 yıl önce 2001 ekonomik krizinin yarattığı siyasi kaos ortamında kurulan ve bunu neoliberal programı uygulama vaadiyle fırsata çevirerek 2002 Kasım ayında tek başına iktidara gelen AKP’nin bu kaosu da yine aynı yolla aşabilme çabasında olduğunu akıllara getirmektedir.
MÜCADELENİN ORTAKLAŞMASI
Bugün uluslararası konjonktür 15 yıl öncesi gibi değildir, AKP bu uzun iktidarı döneminde gerek izlediği uluslararası politikalarda (özellikle Ortadoğu’da) gerekse iç siyasette (artan emek sömürüsü, yoksulluk, gelir eşitsizliği, Kürt sorununda çözümsüzlük vs) büyük ölçüde yıpranmıştır. Bu koşullarda iktidarını, daha fazla otoriterleşerek sürdürmeye çalışmaktadır.
Bu koşullarda işçiler, emekçiler işsizler, yoksullar, ayrımcılığa uğrayan kesimler için sorulması gereken soru şudur: AKP’nin iktidarı elde etmesini ve 14 yıldır bunu sürdürmesini sağlayan emeği, doğayı sınırsız biçimde sermayeye sunma ve halkları birbirine düşmanlaştırma politikası bundan böyle de sürecek midir? Eğer ezilenler, sömürülenler, ayrımcılığa uğrayanlar demokratik bir mücadele yürütmezse AKP iktidarını daha da otoriterleşerek sürdürecektir ya da 15 Temmuz benzeri bir girişimle iktidardan uzaklaştırılmaya çalışılacaktır. AKP’nin demokratik olmayan yollarla iktidardan uzaklaştırılması ne demokrasiye ne de AKP’nin üzerinde tepindiği kesimlere bir fayda sağlayacaktır. Dolayısıyla bu sorunun yanıtı, AKP’yi iktidara taşıyan politikaların bedelini ödeyen kesimlerin emeği, ekmeği, doğası, kimliği için yürüteceği mücadeleye ve bu mücadelenin demokratik bir zeminde ortaklaştırılması için çaba göstermeye ne kadar niyetli olduklarına bağlıdır!
* Ekonomi Koordinasyon Kurulu, Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek başkanlığında, Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanı, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı, Ekonomi Bakanı, Gümrük ve Ticaret Bakanı, Kalkınma Bakanı ve Maliye Bakanı’ndan oluşur.