4 Aralık 2016 Pazar

TÜSİAD demokrasi istiyor(mu)!

EVRENSEL
04/12/2016

Ekonomik ve siyasi kriz dönemleri sınıflar arasındaki çelişkilerin tüm açıklığıyla gün yüzüne çıkmasına vesile olur. Eğer bu çelişkiler iyi değerlendirilirse işçi sınıfının mücadelesini yükseltmek için bir fırsata da dönüştürülebilir. Aksi halde krizin yükü işçi sınıfının sırtında kalır. Zaten ezilmekte olan emekçiler daha da ezilir; emekçilerin sesini kesmek için de zaten kör topal yürüyen demokrasi tamamen ortadan kalkar.
Başbakan’ın, geçtiğimiz çarşamba günü katıldığı TÜSİAD Yüksek İstişare Kurulu bu çelişkilerin tüm açıklığıyla gözler önüne serilmesini sağladı.TÜSİAD başkanı, Türkiye’nin en büyük patronlarının doldurduğu salonda Başbakan’ın yüzüne karşı hükümete önemli eleştiriler yöneltti. Cumhurbaşkanı ve hükümet üyelerinden alışık olduğumuz en küçük eleştiri karşısında dahi hiddetlenerek eleştiri getirenleri suçlama ve hatta mahkûm etme tavrını burada görmedik. Başbakan eleştiriler karşısında kendisinden görmeye pek alışık olmadığımız bir kibarlıkla (“AB bize madik attı” sözü bu kibarlığa pek uygun düşmese de) eleştirileri savuşturmaya ve patronları sakinleştirmeye çalıştı.
Toplantıyı izlerken, bir işçi sendikasının toplantısında benzer eleştiriler getirilebilir miydi, getirilirse başbakanın tavrı ne olurdu diye düşündüm bir an. Başbakan aynı kibar yaklaşımı göstermezdi herhalde; ama daha önemlisi hükümeti bu şekilde eleştirebilecek bir sendika yöneticisi çıkar mıydı? Çıkmazdı herhalde, hükümeti açıkça eleştirme cesareti gösterecek bir sendika varsa onun toplantısına da başbakan katılmazdı zaten!
Bakınız, daha toplantının kendisi bile büyük bir çarpıklığı ortaya koymaktadır. Hükümet, yeni yeni teşvik düzenlemeleri yaparak zaten kısıtlı olan grev hakkını daha da kısıtlayarak hizmet ettiği patronlar karşısında her türlü eleştiriyi hazmediyor, onları ikna etmeye çalışıyor. Öte yandan milyonlarca emekçinin olduğu bir ülkede emek örgütlerinin hükümete eleştiri yöneltmesi düşünülemiyor bile! Ne demokrasi ama değil mi?
Her neyse gelelim içeriğe, TÜSİAD’ın eleştiri ve taleplerini demokrasi ve ekonomi başlıkları altında ikiye ayırabiliriz. Demokrasi konusunda gündeme getirilenler şunlardı: OHAL’in kaldırılması, KHK’larla yönetmeye son verilmesi, idam cezasının gündemden çıkartılması, hukukun üstünlüğü, güçler ayrılığı ve dengesi, bireysel haklar, insan onuruna uygun yargılama, laiklik, FETÖ ile mücadelenin ötesine geçen tutuklamalar, güvenlik önlemlerinin toplumsal güveni zedelememesi…
Bu konular kuşkusuz sadece patronların değil emekçilerin de talepleridir. Ancak burada sözü edilenlerin birçoğu örneğin bireysel haklar, hukukun üstünlüğü, insan onuruna uygun yargılanma, laiklik vs on yıllardır toplumun geniş kesimlerinin gündeminde olan sorunlardır. Bugün bu sorunlar öylesine çetrefilli hale gelmiştir ki burjuva demokrasisinin dahi gerisine düşmüş, sermaye birikiminin önünde engel oluşturmaya başlamıştır. 
Peki, “her işin başı demokrasi” diyerek, patronların demokrasiye ilişkin duyarlılığı her şeye rağmen emekçilerin de nefes almasını sağlayacak demokratik bir ortamın oluşmasına katkı sağlar mı diye bir bakalım.
OHAL’in kaldırılması, KHK’lara son verilmesi, idamın gündemden kalkması elbette tüm toplum için olumlu taleplerdir. Ancak bundan ötesi patronların hiçbir biçimde sözünü dahi etmedikleri örgütlenme özgürlüğü, haber alma özgürlüğü ile düşünce ve ifade özgürlüğünün sınırsız biçimde kullanılabilmesine bağlıdır. Bunlar olmadan ekonomiye ve siyasete egemen olanlara karşı emekçilerin, yoksulların, her türden ayrımcılığa maruz kalanların sesini duyurabilmesi, demokratik haklarını kullanabilmesi mümkün değildir.
Patronların ekonomiye yönelik talepleri, her ne kadar istihdam yaratma, toplumsal refahı arttırma gibi süslü cümleler ardına saklanarak ifade edilse de esasen toplumsal gelirin kendilerine aktarılmasının, doğanın ve emeğin daha kolay sömürülmesinin ötesine geçmemektedir. Öte yandan TÜSİAD’ın piyasa ekonomisinin işleyişi için gerekli gördüğü girişimcilik özgürlüğü ve mülkiyet hakkı, emekçilerin örgütlenme özgürlüğünün engellenmesini talep etmekten başka bir anlama gelmemektedir. Kendisi de sermayedar olan başbakan, sınıfdaşlarının meramını iyi bildiğinden teşvik, teminat, vergi düzenlemeleri vs. yollarla kamu kaynaklarının kendilerine daha fazla aktarılacağı taahhütlerini yenileyerek patronları sakinleştirmeye çalışmaktadır. İktidarları boyunca sınırlandırdıkları örgütlenme özgürlüğü ve grev hakkını OHAL bahanesiyle tamamen baskı altına aldıklarını ise başbakan malumu ilan etmeye gerek duymadığından olsa gerek gündeme dahi getirmemiştir.  
Özetle patronlar, kendi temsilcileri olarak gördükleri siyasi iktidarı, ekonomik konjonktürün gereklerine uyması ve başkanlık sistemi sevdasıyla yaratılan gerilim nedeniyle siyasi istikrarı bozmaması konusunda uyarmıştır. TÜSİAD’ın kulağa hoş gelen eleştiri ve talepleri, içerdiği itibariyle sınıfsal çelişkileri daha da körüklediği için Türkiye halkları ve emekçilerine“umut” olması beklenemez. Umut, ancak krizlerle daha çok belirginleşen çelişkiler üzerinden özgürlüklerin önündeki engelleri aşarak ve örgütlü mücadeleyi yükselterek yeşertilebilir. Bu da emek ve demokrasi güçlerinin sınıf perspektifinden ayrılmadan, içinde bulunduğumuz dönemin özgün koşullarını da göz önünde bulundurarak hareket etmesine bağlıdır. 

24 Kasım 2016 Perşembe

OHAL, BURJUVAZİNİN ‘OLAĞAN’ HALİ

EVRENSEL (Bu yazı OHAL'de neler oldu? dosyası içinde yayınlanmıştır)
23/11/2016

Burjuva demokrasisinde “olağan hal”, patronların en fazla kârı edecek biçimde emeği ve doğayı sömüreceği ortamı ifade eder. Fransız İhtilalinin ardından çıkartılan 1792 Anayasası -ki hâlâ tüm burjuva devletlerin anayasasına temel oluşturur- bunun ilk ve en açık örneğidir. Burada mülkiyet ve girişimcilik devlet tarafından güvence altına alınırken, emekçilere hiçbir hak tanınmadığı gibi örgütlenmek, iş bırakmak gibi eylemler de girişimcilik özgürlüğünü engellediği gerekçesiyle yasaklanmıştır. Özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısında gerçekleştirilen sınıf mücadeleleri, burjuva demokrasisinin bu “olağan” halini değiştirmiş ve emekçilere örgütlenme ve sosyal haklar başta olmak üzere birçok hakkı tanımak zorunda bırakmıştır. Burjuvazi, her fırsatta emekçileri rahatça sömürmesini engelleyen bu hakları ortadan kaldırarak “olağan” haline dönme arayışına devam etmektedir.

HER FIRSATTA HAKLARA SALDIRI

Türkiye Cumhuriyeti tarihi de her fırsatta tüm demokratik haklarla birlikte işçi sınıfının haklarının ortadan kaldırılmasının örnekleriyle doludur. Bu örneklerden ilki, “gerici kalkışmalar” bahane edilerek çıkartılan 1925 tarihli Takrir-i Sükûn yasasıdır. Bu yasayla bir taraftan Kürtlere yönelik baskılar arttırılırken, diğer taraftan her türlü işçi örgütlenmesi ve mücadelesi yasaklanmıştır.
Öte yandan 1938 yılında çıkartılan ve savaşın neden olduğu “olağanüstü koşullar” gerekçe gösterilerek uygulanan, sınıf esasına dayalı cemiyet kurmayı yasaklayan düzenleme ile de işçi hareketleri engellenmiştir.
Daha sonraki yıllarda da asayişi sağlamak ya da ekonomik kriz bahaneleriyle kimi zaman askeri darbeler vasıtasıyla kimi zaman ise seçilmiş hükümetler tarafından “olağanüstü hal” ilan edilerek, emekçilerin mevcut hukuk düzeni içinde dahi hak arama yolları engellenmiştir. Nedeni ne olursa olsun olağanüstü hal dönemlerinin sonucunda hak arama yolları tıkanan emekçilerin, ekonomik ve sosyal hakları gerilemiş; böylece işsizlik, yoksulluk artmış, çalışma koşulları ağırlaşmıştır.
15 Temmuz darbe girişiminin hemen ardından siyasi iktidar, OHAL’in darbe girişimine katılanların yakalanmasını kapsadığını, normal hayatı aksatmayacağını söylese de ilk etkilenen -beklendiği üzere- darbeyle uzaktan yakından ilgisi olmayan emekçiler oldu. Uygulamaya konulduğu 21 Temmuz’dan itibaren Avcılar Belediyesinde, BEDAŞ’ta, Aksa Elektrik’te ve daha birçok işyerinde sürmekte olan direnişler OHAL gerekçesiyle engellenmeye çalışıldı. Yürürlükte olduğu üç ay (süre) boyunca zaten AKP Hükümeti ve işverenler tarafından sürekli olarak ihlal edilen işçi hakları OHAL gerekçe gösterilerek daha da ileriye götürüldü. FETÖ’yle hiçbir ilgisi olmayan işçiler OHAL gerekçesiyle tazminatsız olarak işten çıkartıldı. On binlerce kamu emekçisi yine aynı gerekçeyle açığa alındı ya da işten çıkartıldı. Uluslararası sözleşmeler, Anayasa ve yasalar hiçe sayılarak KESK’in çağrısıyla gerçekleşen 29 Aralık grevine katıldığı gerekçesiyle binlerce KESK üyesi de aynı uygulamayla karşı karşıya bırakıldı. İşten çıkartılan kamu emekçilerinin yerine ise iş güvencesi bulunmayan sözleşmeli statüsünde kadrolar açıldı. Öte yandan yine OHAL’le yaratılan baskı ortamından yararlanılarak, emekçilerden zorla BES kesintisi yapılması ve kiralık işçilik düzenlemeleri de uygulamaya konuldu. Daha önce hükümetin söz verdiği taşeron işçilerin kadroya alınması gibi vaatler ise unutuldu. Yine OHAL gerekçesiyle emekçilerin sorunlarını gündemleştiren Hayatın Sesi, Özgür Radyo, İMC TV gibi yayın kuruluşları kapatıldı. Ve OHAL süresince 500 dolayında emekçi iş cinayetlerinde can verdi.

SENDİKALAR HÜKÜMETE CESARET VERDİ

Emekçilerin haklarını ortadan kaldırmanın fırsatı olarak değerlendirilen OHAL dönemi Türkiye’de sendikaların hal-i pür melalini de bir kez daha ortaya serdi. Zaten uzunca bir süredir emekçilerin en temel haklarına yönelik saldırılar karşısında dahi sessiz kalan
-KESK ve DİSK dışındaki- sendikalar, bu süreçte de sessizliklerini bozmayarak, hükümete cesaret ve OHAL uygulamalarına destek vermiş oldular.
OHAL’de geçen ikinci üç ay içindeyiz. Belli ki emekçilerin zaten sürekli olarak ihlal edilen hakları bir süre daha askıda kalacak ve ihlaller devam edecek. Bu arada hükümetin yaptığı hazırlıklara bakılırsa “olağanüstü hal” koşulları -tıpkı 1925, 1938 ve 12 Eylül 1980’de olduğu gibi- çıkartılacak yasalarla “olağan” hale getirilecek. Yani OHAL’le birlikte daha fazla işsizleşen, güvencesizleşen, yoksullaşan ve örgütsüzleşen emekçiler, kazanılmış hakların çok daha geriye düştüğü “yeni olağan” koşullarda mücadeleyi sürdürmek zorunda kalacak. Buna engel olmak için özellikle işsizlik tehdidi üzerinden yürütülen baskılara karşı direnç göstermekten başka yol görülmüyor. Elbette örgütlülüğü ve dayanışmayı daha da büyüterek...


14 Eylül 2016 Çarşamba

Demokrasiden uzaklaşan iktidar bilimden korkar!

EVRENSEL
12/09/2016

Tarihin her döneminde iktidar sahipleri ve onların varlık nedeni olan egemen güçler egemenliklerini sürdürebilmek için bilimi kendi çıkarına kullanmak istemiştir. Oysa bilgi üretmenin kaçınılmaz koşulu, hiçbir güce boyun eğmemek yani egemen güçler karşısında itaatsiz olmaktır. Toplumların gelişebilmesi ve refahının bilimin iktidara itaatiyle değil; iktidarın bilimin ışığında hareket etmesiyle sağlanabildiğini tarihsel süreç de birçok kez kanıtlamıştır.
İktidarın toplumla ilişkisi, iktidar-bilim arasındaki gerilimin düzeyini de belirler. Toplumun demokratik katılımıyla seçilmiş ve demokratik yönetim biçimlerine sadık bir iktidarın bilimden, özgür düşünceden korkusu olmaz ve dolayısıyla bilimle arasında gerilim de olmaz. Oysa demokrasiden uzaklaşıldıkça özgür düşünce ve bilimin ortaya çıkarttığı gerçekler, iktidar ile toplumun genel çıkarı arasındaki çelişkileri açığa çıkartır, iktidarı ve onun ideolojisini sorgulanır hale getirir. Başka bir söyleyişle demokrasiden uzaklaştıkça bilim iktidarın ayağa dolanmaya başlar. Bilimin ve beraberinde özgür düşüncenin ayağına dolanmasını istemeyen iktidar, bir taraftan bilim insanları ve bilimsel kurumlar (akademi) üzerinde baskısını arttırırken; diğer taraftan da bilimi ve akademiyi kendi ideolojisini meşrulaştırmanın ve yeniden üretmenin aracı haline dönüştürmeye çalışır. İktidarın baskılarına boyun eğmeyen bilim insanları, akademiden dışlanarak, tutsak ya da sürgün edilerek bilimsel faaliyetlerden uzaklaştırılmak istenir. Baskılara boyun eğen ve bilimsel faaliyetin en temel kuralı olan itaatsiz olma özelliğini kaybeden akademisyenler, iktidarın kendilerine verdiği akademik payeleri (unvanları) iktidarın toplumun genel çıkarlarına aykırı olan politikalarını meşrulaştırmak için kullanırlar.

İKTİDARLAR HEP TAHAKKÜM KURMAK İSTEDİ

Türkiye’de de iktidar - bilim ilişkisi, demokratikleşmenin düzeyiyle paralel bir gelişme gösterir. Demokrasinin hiçbir dönem tam olarak tesis edilemediği Türkiye’de iktidarlar her daim bilimciler ve akademi üzerinde tahakküm kurmak istemiştir. İktidarın tahakkümüne karşı ilk direnişi gerçekleştiren Pertev Naili Boratav, Niyazi Berkes, Behice Boran gibi aydın, ilerici bilim insanları dönemin iktidarına boyun eğmedikleri için 1948 yılında üniversiteden uzaklaştırılmışlardır. 
Türkiye’de demokrasinin tamamen ortadan kaldırıldığı darbe süreçlerinde iktidar-bilim arasındaki gerilim en üst düzeye çıkmıştır. 12 Mart darbe sürecinde, Uğur Mumcu, Mümtaz Soysal, Server Tanilli gibi birçok akademisyen üniversiten uzaklaştırılmış; sendikacılar, öğrenciler, işçilerle birlikte cezaevlerinde tutsak edilmişlerdir. 
12 Eylül darbesinin iktidar-bilim gerilimi diğerlerinden çok daha şiddetlidir. 12 Eylül darbesi sadece cunta rejimine karşı akademinin sesini kesmekle kalmamış; 1981 yılında çıkartılan YÖK ile birlikte tüm akademik yapıyı darbenin de gerekçesi olan neoliberal politikalar çerçevesinde yeniden yapılandırmayı amaçlamıştır. Bu amaçla toplumun her alanında olduğu gibi akademi üzerindeki baskılar da artmış ve 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu’na dayanarak 5 bin civarında kamu çalışanıyla birlikte 71 akademisyen üniversiteden uzaklaştırılmıştır. Akademiye yönelik baskılar nedeniyle istifa ederek üniversiteden ayrılan akademisyen sayısı ise 20 bini bulmuştur. Aydın, ilerici akademisyenlerin iktidara itaat etmeyerek akademiden ayrılmasıyla birlikte akademi, bilimsel işlevinden hızla uzaklaşmaya başlamıştır. Akademinin bilgi üretme ve özgür düşünceye sahip insanlar yetiştirme işlevinden uzaklaşması, Türkiye’nin 1980’lerden bu yana demokrasiden, laiklikten, hukuk devleti olmanın en temel ilkelerinden dahi uzaklaşmasının zeminini hazırlamıştır. Bununla birlikte emek ve doğa sömürüsü hızla artarken, ırkçı, şoven, gerici anlayışlar yaygınlaşmaya başlamış ve 15 Temmuz darbe girişiminin de açığa çıkarttığı gibi bu anlayışlar devletin tüm kurumlarını işgal etmiştir. 

ÇÜRÜMÜŞ DEVLET YAPISI

15 Temmuz darbe girişiminin ortaya çıkarttığı çürümüş devlet yapısı bilimden, özgür düşünceden uzaklaşan iktidar anlayışının sonucudur. Bu sonuç ortaya çıktığında darbe girişimine maruz kalan bir iktidardan beklenen bilimin, özgür düşüncenin yörüngesine girmesi ve demokrasinin, hukuk devletinin gereklerini yeniden tesis etmeye çalışmasıdır. Oysa AKP, darbe girişiminin ardından demokrasiden, hukuktan ve özgürlük ortamının yeniden tesis edilmesi yönünde bir tavır göstermek bir tarafa, darbecilerle mücadele gerekçesiyle ilan ettiği OHAL’i kullanarak toplum üzerindeki baskıları daha da arttırmıştır. Akademi, bu baskıların en yoğun uygulandığı alanların başında gelmektedir. 
AKP’nin akademi üzerindeki baskılarının yoğunlaştırması, 15 Temmuz öncesinde 2016 yılı Ocak ayında barış taleplerini ortaya koyan bir metni imzalayan akademisyenlerin hedef alınmasıyla başlanmıştır. Barış isteyen akademisyenlerden özellikle özel üniversitelerde çalışanların birçoğu işten çıkartılmış, kamu üniversitelerinde de sözleşme uzatılmaması gibi uygulamalarla bilim insanlarının akademiyle ilişkileri kesilmiştir. Öte yandan imzacı akademisyenler terörle ilişkilendirilmiş ve halen yargılanma süreçleri devam etmektedir. Dört akademisyen yine terörle ilişkilendirilerek bir süre tutsak edilmiştir; yargı süreçleri devam etmektedir. 15 Temmuz’un ardından akademiye yönelik baskılar daha da artmış, OHAL’e dayandırılarak, onlarca akademisyen açığa alınırken, 1 Eylül’de çıkartılan kararnameyle barış imzacısı 44 akademisyen üniversiteden uzaklaştırılmıştır. 

DEMOKRASİ VE BARIŞ UMUDU

15 Temmuz’un ardından giderek yükselen iktidar-bilim ilişkisindeki gerilim, 12 Eylül darbe döneminin de ötesine geçmiştir. Akademiye yönelik olarak bugün OHAL kanununa dayanılarak gerçekleştirilen kıyım, 12 Eylül sonrasında 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu’na dayanılarak yapılan kıyımın çok daha ötesindedir. Bilime, akademiye yönelik baskının darbe dönemlerinin dahi ötesine geçmesi iktidarın çıkarlarıyla toplumsal çıkar arasındaki çelişkinin darbe dönemlerinden çok daha büyük olduğunu göstermektedir. Bu çelişkinin açığa çıkmasından korktuğu için de iktidar, itaat ettiremediği bilim insanlarını tasfiye ederek kendisine ayak bağı olmasını engellemek istemektedir. Ancak en son Kocaeli Üniversitesi’nden uzaklaştırılan akademisyenlerin de gösterdikleri gibi bu ülkede her türlü baskıya karşın iktidara itaat etmeyerek emeğin ve doğanın sömürüsüne, savaşa, şiddete karşı bilimi, özgür düşünceyi savunacak bilim insanları vardır. Toplumun da vereceği destekle bilim insanlarının iktidara karşı direnci daha da güçlenecek ve demokrasi ve barış umutlarının yeniden yeşermesine vesile olacaktır.

17 Ağustos 2016 Çarşamba

Sermayeyi yaşat gerisi teferruat!

EVRENSEL     
16/08/2016

Sermayeyi yaşat gerisi teferruat!15 Temmuz darbe girişiminin savuşturulmasının ardından hükümet, önce OHAL ilan ederek sonra da Meclise getirdiği yasa tasarılarıyla -hükümet temsilcilerinin de ifade ettiği gibi- devleti yeniden yapılandırıyor. Darbe girişiminde bulunanların devletin en temel kurumları olan yasama (başta TBMM’de AKP grubu olmak üzere), yürütme (sivil ve askeri bürokrasinin hemen tümünde) ve yargının büyük bölümünde etkili hale gelmiş bir örgütün üyeleri oldukları düşünüldüğünde, devletin bütünüyle kendisini gözden geçirmesi ve yeniden yapılandırması son derece “anlaşılır” bir durumdur. Her ne kadar OHAL hukukuna dayandırılarak çıkartılan KHK’ler ve Meclise torbalar halinde getirilen yasalar, bir yeniden yapılandırma çabasını göstermekteyse de bu yeniden yapılandırmanın sadece darbeyi yaptığı düşünülen FETÖ üyeleri ya da yandaşlarını devletten temizlemekle sınırlı kalmadığı görülmektedir. 

NEOLİBERAL YAPISAL UYUM PROGRAMININ DEVAMI

Darbe girişiminin hemen ardından getirilen düzenlemelerin önemli bölümü devletin ekonomik alandaki rolünün yeniden yapılanmasına, kamu varlıklarının özelleştirilmesine ve kamuda esnek, güvencesiz çalışmanın yaygınlaştırılmasına ilişkindir. Yani söz konusu yeniden yapılanma, 15 Temmuz darbe girişiminin nedenlerini (neoliberal politikalarla devletin boş bıraktığı sosyal politika alanının inanç temelli STK’lara yani cemaatlere bırakılması gibi) ortadan kaldırmak bir tarafa 36 yıl önce gerçekleşen 12 Eylül darbesi sayesinde uygulamaya konulabilmiş olan neoliberal yapısal uyum programının devamıdır. Türkiye’de 24 Ocak 1980 kararlarıyla kabul edilen neoliberal politikalar, 36 yıldır yürürlükte olan darbe yasalarının yanı sıra ikisi yerli (1994 ve 2001 krizleri) biri küresel (2008 krizi) ekonomik krizler ile -postmodern olarak nitelenen- 28 Şubat ve -e-muhtıra olarak nitelenen- 27 Nisan askeri müdahalelerinin de katkısıyla uygulama olanağı bulmuştur. Darbe girişiminin ardından getirilen düzenlemelere bakınca, 15 Temmuz 2016’yı da neoliberal politikaların yaşama geçirilmesinde önemli merhaleler olarak saydığımız tarihler arasında değerlendirmek mümkündür.
AKP’nin kuruluşu, 2002’de tek başına iktidara gelmesi ve 14 yıldır bu iktidarı sürdürmesinde ekonomik ve siyasi krizler önemli rol oynamıştır. Kısaca anımsatmak gerekirse: AKP, 2001 ekonomik krizinin beraberinde gelen siyasi kriz ortamında kurulmuş ve bu kriz koşullarının yarattığı kaosu fırsata çevirerek 2002 Kasım ayında tek başına iktidara gelmiştir. İktidarının ilk gününden itibaren 2001 krizi sonrası Kemal Derviş tarafından yasal alt yapısı oluşturulan ve toplumun geniş kesimlerinin haklarını ortadan kaldırmayı içeren neoliberal yapısal uyum programının gereklerini toplumdan fazlaca tepki almadan ve hatta toplumsal desteğini daha da arttırarak uygulamayı başarmıştır. Bunu yaparken 12 Eylül cuntacılarının dahi gerçekleştiremediği ölçüde devleti sosyal işlevlerinden uzaklaştırmış, devletin -piyasanın (yani sermayenin) hizmetine amade olacak biçimde- dönüştürülmesinde önemli yol kaydetmiştir. Öte yandan AKP, 2007 yılında 27 Nisan e-muhtırasını fırsata dönüştürmeyi bilmiş; böylece hem genel seçimlerde yeniden tek başına iktidara gelmiş hem de Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olmasıyla birlikte devletin içinde gücünü arttırarak, neoliberal politikalar doğrultusunda devletin yeniden yapılanması konusunda attığı adımları daha da artırmıştır. 

KÂR SERMAYENİN, ZARAR DEVLETİN

2008 krizinde de AKP, devletin kamusal alanı ve kamu kaynaklarını doğrudan sermayeye aktarmasını sağlayacak bir yeniden yapılanmaya giderek bu krizi de yine bir fırsat olarak değerlendirmiştir. 2008 kriziyle birlikte özellikle işsizliği önleme gerekçesiyle devletin patronların çalıştırdığı işçinin maliyetini (sigorta prim desteği, ücret desteği vs) doğrudan üstlendiği bir istihdam politikasını uygulamaya koymuştur. Bunun yanı sıra kamu-özel ortaklığı adı altında kârı sermayenin, zararı devletin üstlendiği bir yatırım düzeni oluşturulmuştur. Bu düzenin kaynağı, emekçilerin primlerinden oluşan İşsizlik Sigortası Fonu (İSF) ve yine emekçilerin, yoksulların, düşük gelirli toplum kesimlerinin vergilerinden oluşan genel bütçedir. Diğer taraftan tüm yer üstü ve yeraltı doğal kaynakları ile tüm yaşam alanları da yine bu yatırım düzeneği içerisinde, devletin aracılığıyla (ki çoğu zaman baskı aygıtları da kullanılarak) sermaye için kâr alanı haline dönüştürülmüştür. 

SERMAYE İÇİN CAZİBE MERKEZİ

2016 yılının Mayıs ayında Cumhurbaşkanı’nın, Davutoğlu’nun yerine atadığı Binali Yıldırım’ın kurduğu 65. Hükümetle birlikte, 2008 krizinden beridir devletin toplumun emekçi, yoksul kesimlerinden çeşitli yollardan (İSF, vergiler vs) sağladığı kaynakları “teşvik” adı altında sermayeye aktarmasında yeni bir aşamaya geçilmiştir. “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” şiarıyla hazırlandığı iddia edilen 65. Hükümet Programı incelendiğinde görüleceği üzere aslında sermayeyi yaşat gerisi teferruat anlayışı esas alınmıştır.
Başbakan Yıldırım’ın 21 Haziran’da AKP grup toplantısında, özellikle Doğu ve Güneydoğu’nun sermaye için cazibe bölgeleri haline getirileceğini belirtirken sarf ettiği “Burada fabrikalar yapılacak; biz yapacağız, özel sektör işletecek, ürünleri belirli bir süre biz satın alacağız” sözleri bu konudaki yaklaşımı ortaya koymaktadır. Başbakan, 4 Temmuz tarihinde yaptığı açıklamalarla sadece Doğu ve Güneydoğu’nun değil tüm Türkiye’nin sermaye için cazibe merkezi olacağını ilan etmiştir. Diğer bir söyleyişle 15 Temmuz sonrasında apar-topar getirilen düzenlemeler, AKP’nin zaten gündeminde olan emeğin ve doğanın sınırsız sömürüsüne olanak sağlayarak Türkiye’yi sermaye için cazip hale getiren (2023 Vizyonu, 10. Kalkınma Planı, Ulusal İstihdam Stratejisi gibi belgelerde de yer alan) politikaları içermektedir. 

ÜRETİM SÜRECİ VE KAMUSAL ALAN SINIRSIZ BİÇİMDE SERMAYENİN SÖMÜRÜSÜNE AÇILIYOR

Darbe girişiminin ardından 1 Ağustos’ta hükümetin TBMM’ye sunduğu “Türkiye Varlık Fonu Kurulması ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” en çarpıcı düzenleme hiç kuşkusuz... Bu tasarı, yüzlerce insanın yaşamını yitirdiği, valilerin, kaymakamların, yüzlerce general, savcı, hakimin; on binlerce kamu çalışanının darbeci olduğu iddiasıyla açığa alındığı, tutuklandığı ve başarıya ulaşması halinde Türkiye’yi ekonomik ve siyasi bir kaosun ötesinde bir iç savaşa sürükleyebilecek kadar ciddi bir darbe girişiminden sadece iki hafta sonra Meclis gündemine getirilmiştir. Tasarıyla hedeflenen, daha önceki askeri darbe ve ekonomik kriz dönemlerinden çok daha keskin biçimde devletin üretim süreci ve gelir bölüşümüne -sadece sermaye sınıfının çıkarları lehine olacak biçimde- müdahale etmektir.
Esas olarak devletin sermayeyi teşvik sisteminin “esnekleştirilmesi”ni içeren “Türkiye Varlık Fonu Kurulması ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı”yla daha önce hiçbir burjuva hükümetinin cesaret edemediği bir cömertlikle, üretim süreci ve kamusal alan sınırsız biçimde sermayenin sömürüsüne açılmaktadır. Buna göre Ekonomi Koordinasyon Kurulu* tarafından belirlenen yatırım alanları için Bakanlar Kurulu esnek ve özel bir teşvik mekanizması yaratabilecektir. Böylece Bakanlar Kurulu:
n Kurumlar vergisi oranını yüzde 100’e kadar indirimli uygulatmaya ve yatırıma katkı oranını yüzde 200’ü geçmemek üzere belirlemeye veya yatırımın işletmeye geçmesinden itibaren 10 hesap dönemine kadar, yatırımdan elde edilen kazançla sınırlı olmak üzere kurumlar vergisi istisnası tanımaya,
- Şu an sadece en fazla yatırım teşvik alan 6. bölge illeri (büyük kısmı Doğu ve Güneydoğu illeridir) için uygulanabilen, istihdam edilen çalışanlar bakımından “gelir vergisi stopajı” teşvikinden yararlandırmaya,
- Gümrük vergisi muafiyeti tanımaya,
- Hazine taşınmazlarıyla ilgili 49 yıl süreyle bedelsiz irtifak hakkı tesisi veya kullanma izni verilmesine ve yatırımın tamamlanması ve öngörülen istihdamın 5 yıl sağlanması şartıyla Hazine taşınmazının talep edilmesi halinde bedelsiz devredilmesine,
- Yatırımcının 10 yıla kadar sigorta primi işveren hissesinin karşılanmasına,
- İşletme döneminde yatırıma ilişkin enerji tüketim harcamalarının yüzde 50’sine kadarının en fazla 10 yıla kadar karşılanmasına,
- Sabit yatırım tutarının finansmanında kullanılan yatırım kredisi için 10 yıla kadar faiz veya kâr payı desteği ya da hibe desteği sağlanmasına,
- Yatırım için özel önem taşıyan belirlenen sayıda her bir nitelikli personel için 5 yılı geçmemek üzere, asgari ücretin aylık brüt tutarının 20 katına kadar ücret desteği verilmesine,
- Yatırım tutarının yüzde 49’unu geçmemek üzere edinilen payların 10 yıl içerisinde halka arz veya yatırımcıya satış şartıyla yatırıma ortak olunmasına, karar verebilecek ve bu desteklerden bir veya birden fazlasını yatırımcıya uygulatabilecektir. 

YOKSULUN VERGİSİYLE PATRONA SERVET

Özetlersek, Bakanlar Kurulu yetkisinde verilecek bu teşviklerle devlet, patronun her türden vergisini; çalıştırdığı işçinin ücretini, sigorta primini; enerji giderlerini; kredi almaktan doğan yükümlülüklerini üstlenebileceği gibi yatırımlarına ortak olup ve bedelsiz taşınmaz tahsis edebilecektir. Kısacası devlet yoksul, emekçi toplum kesimlerinden topladığı vergilerle patronlara neredeyse “sıfır” maliyetle yatırım ve servet edinme olanağı tanıyacaktır!
AKP, savuşturulan 15 Temmuz darbe girişimini, 12 Eylül darbesiyle fiilen yaşama geçirilen neoliberal yapısal uyum programında son noktayı koymanın fırsatı olarak değerlendirmektedir; Türkiye’nin geleceğini tehdit eden böylesine büyük bir darbe girişiminin hemen ardından emek, doğa ve tüm toplumun sosyal ve ekonomik haklarını “altın tepside” sermayenin sömürüsüne sunmaktadır. Bu da tam 15 yıl önce 2001 ekonomik krizinin yarattığı siyasi kaos ortamında kurulan ve bunu neoliberal programı uygulama vaadiyle fırsata çevirerek 2002 Kasım ayında tek başına iktidara gelen AKP’nin bu kaosu da yine aynı yolla aşabilme çabasında olduğunu akıllara getirmektedir. 

MÜCADELENİN ORTAKLAŞMASI

Bugün uluslararası konjonktür 15 yıl öncesi gibi değildir, AKP bu uzun iktidarı döneminde gerek izlediği uluslararası politikalarda (özellikle Ortadoğu’da) gerekse iç siyasette (artan emek sömürüsü, yoksulluk, gelir eşitsizliği, Kürt sorununda çözümsüzlük vs) büyük ölçüde yıpranmıştır. Bu koşullarda iktidarını, daha fazla otoriterleşerek sürdürmeye çalışmaktadır.
Bu koşullarda işçiler, emekçiler işsizler, yoksullar, ayrımcılığa uğrayan kesimler için sorulması gereken soru şudur: AKP’nin iktidarı elde etmesini ve 14 yıldır bunu sürdürmesini sağlayan emeği, doğayı sınırsız biçimde sermayeye sunma ve halkları birbirine düşmanlaştırma politikası bundan böyle de sürecek midir? Eğer ezilenler, sömürülenler, ayrımcılığa uğrayanlar demokratik bir mücadele yürütmezse AKP iktidarını daha da otoriterleşerek sürdürecektir ya da 15 Temmuz benzeri bir girişimle iktidardan uzaklaştırılmaya çalışılacaktır. AKP’nin demokratik olmayan yollarla iktidardan uzaklaştırılması ne demokrasiye ne de AKP’nin üzerinde tepindiği kesimlere bir fayda sağlayacaktır. Dolayısıyla bu sorunun yanıtı, AKP’yi iktidara taşıyan politikaların bedelini ödeyen kesimlerin emeği, ekmeği, doğası, kimliği için yürüteceği mücadeleye ve bu mücadelenin demokratik bir zeminde ortaklaştırılması için çaba göstermeye ne kadar niyetli olduklarına bağlıdır!
* Ekonomi Koordinasyon Kurulu, Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek başkanlığında, Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanı, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı, Ekonomi Bakanı, Gümrük ve Ticaret Bakanı, Kalkınma Bakanı ve Maliye Bakanı’ndan oluşur.

14 Mayıs 2016 Cumartesi

Kapitalist düzenin özeti: İşçinin kanı patronun kârı

EVRENSEL (SOMA KATLİAMI ÖZEL SAYISI)
13/05/2016

Kapitalist üretim sisteminde emeğin üretim araçlarıyla ayrışması, emek gücünü ücret karşılığında satın alan burjuvaziye, emekçinin ürettiği artık değere el koyarak kendisini yeniden üretecek birikimi elde etme olanağı sağlamıştır. Kapitalizmin tarihi boyunca burjuvazi, bu düzenin sürdürülebilmesi için emekçinin hem daha fazla üretmesini (sömürülmesini) hem de bu sömürüye rıza göstermesini sağlayacak yöntemler geliştirmeye çalışmıştır. Sömürüye rıza göstermeyi sağlamanın yolu, kitleleri güvencesizleştirerek, burjuvazinin vereceği işlerde ücret karşılığında çalışmaya mecbur bırakmaktır. Sanayileşmeyle birlikte topraktan hızla koparak kentlere gelen, mülksüzleştirilmiş ve tüm geleneksel güvence mekanizmalarından yoksun bırakılmış olan emekçi kitleler, yaşamlarını sürdürebilecekleri bir iş için birbirleriyle amansız bir rekabete sürüklenmiştir. Bu rekabet, güvencesizliği ve çaresizliği daha da artırmış ve emekçiler, 18. yüzyıl sonları ve 19. yüzyıl başlarında vahşi çalışma koşulları ve büyük bir sefaletle karşı karşıya kalmıştır.
Fransız İhtilali ve ardından yaygınlaşan burjuva devrimleriyle birlikte devleti de ele geçiren burjuvazi, çıkarttığı liberal yasalarla, girişimcilik özgürlüğü ve mülkiyet hakkını güvence altına alırken, emek gücünden başka geçim kaynağı olmayan emekçilere yönelik hiçbir güvence sağlamamıştır. Vahşi çalışma koşulları ve sefalete karşı emekçilerin örgütlenmesi ve mücadelesi ise girişimcilik özgürlüğünü ihlal ettiği gerekçesiyle her türlü şiddet kullanılarak engellenmiştir. Böylece çalışma koşullarının vahşiliği ve sefalet daha da artmıştır. 
İşte, emekçilerin birbirleriyle rekabet etmek yerine sınıf bilinciyle örgütlenerek gerçekleştirdiği sınıf mücadeleleri, kendilerini bu sömürü karşısında çaresiz bırakan burjuvaziye ve onun devletine karşı başlamış; Komünist Manifesto’yla birlikte kapitalist sisteme karşı siyasal bir mücadeleye dönüşmüştür. Sendikalar ve siyasi partilerde örgütlenen emekçilerin işyeri ve sokak direnişleriyle gerçekleştirdiği mücadele, sadece patronlar ve siyasi iktidarları değil kapitalist sistem için tehdit haline gelmiştir. İşçi sınıfının bu tehdidi karşısında burjuvazi emekçiyi bir insan olarak görmek ve onun çalışmasını, yaşamını güvence altına alacak bir takım düzenlemeler yapmak zorunda kalmıştır.
Çalışma sürelerinin sınırlandırılması; çocuk çalışmasının, kadınların madenlerle çalışmasının yasaklanması; sendikalaşma ve toplu pazarlık hakkının tanınmasının yanı sıra işyerinde işçinin uğradığı kaza, hastalık vs. durumlardan işverenin sorumlu tutulması gibi kazanımlar 19. yüzyıl işçi sınıfı mücadeleleriyle elde edilmiştir. 
ASLINA DÖNEN KAPİTALİZM
20. yüzyılda Fordizmin standart çalışma düzeni ve talep yönlü ekonomi politikalarıyla sosyal devlet anlayışı emekçilere daha güvenceli çalışma ve yaşam koşullarını sağlamıştır. Ancak bu dönemde emekçiler ve sendikalar, kapitalist sistem içinde sürekli bir refaha sahip olabilecekleri yanılgısına kapılmış, sınıf perspektifinden ve mücadeleden uzaklaşmıştır. 
1970’li yıllarla birlikte kapitalizm, içine girdiği krizi küresel rekabete dayanan esnek üretim biçimleri ve liberal politikalarla aşma yolunu seçmiş, diğer bir söyleyişle kapitalizm aslına geri dönmüştür. Böylece üretim, küçük işletmelere ve ucuz emek alanlarına kaydırılarak emekçiler örgütsüzleştirilmiş ve güvence sağlayan tüm düzenlemeler birer birer ortadan kaldırılarak, esnek ve güvencesiz bir çalışma düzeni yeniden inşa edilmiştir. Küreselleşmeyle birlikte emekçiyi koruyacak hiçbir kuralın olmadığı çevre ülkeler, uluslararası sermayenin ucuz emek sömürü alanları haline getirilmiştir. Kamboçya, Bangladeş, Çin, Hindistan, Mısır gibi ülkelerin içinde yer aldığı emek sömürü alanlarında işçilerin insan olarak hiçbir değeri yoktur ve yaptığı iş nedeniyle ölen, sakat kalan, hastalanan emekçilerin kaydı dahi tutulmamaktadır. Dolayısıyla bu ülkelerde emekçiler 18. yüzyılındakine benzer vahşi çalışma koşullarının ve sefaletin en ağır biçimiyle karşı karşıyadır.
MÜNFERİT DEĞİL SİSTEMATİK
Türkiye küresel üretim zinciri içerisinde emek yoğun üretimle yer almaya çalışmakta ve küresel sermayenin emek sömürü alanı haline getirdiği ülkelerde üretilen ürünlerle rekabet etmeye çabalamaktadır. Bu nedenle de emek maliyetlerini aşağıya çekmek için emek piyasasını esnekleştiren ve emekçileri güvencesiz bırakan düzenlemeler yapmaktadır. İş güvencesini, sosyal güvencesini kaybeden, işsizlik ve düşük ücretler nedeniyle yoksullaşan emekçiler, tıpkı Türkiye sermayesinin rekabet ettiği ülkelerdeki emekçiler gibi çaresizliğe sürüklenmekte ve kendisine dayatılan en kötü çalışma koşullarını dahi kabullenmek zorunda bırakılmaktadır. Bu da beraberinde iş cinayetlerini, sakatlanmaları ve meslek hastalığı olarak da ifade edilen, iş ve işten kaynaklanan hastalıkları beraberinde getirmektedir. Türkiye’de kayıt dışı çalışma, taşeron çalışma ve diğer güvencesiz çalışma biçimleri yaygınlaştıkça iş cinayetleri (işbaşında ölümlerin birçoğu önlenebilir olduğundan iş kazası yerine iş cinayeti kavramını tercih ediyorum) ile iş ve işyerinden kaynaklanan hastalıklardan (meslek hastalığı kavramı hastalığın bir mesleğin gereği-imiş algısı yaratarak, işverenlerin sorumluluğunu gizlemektedir; bu nedenle iş ve işyerinden kaynaklanan hastalıklar tanımlamasını tercih ediyorum) ölümler de artmaktadır. Sermaye ve devlet, emekçilere dayattığı vahşi koşulların iş cinayetleriyle birlikte iş ve işyerinden kaynaklı hastalıkları ve bu nedenle gerçekleşen ölümleri münferit olaylar olarak gösterip üzerini örtme çabasındadır. İş ve işyerinden kaynaklanan hastalıkların ve iş cinayetlerinin birçoğunda işçinin ölüm nedeniyle işi ve çalıştığı işyeri arasındaki ilişki kayıtlara geçirilmemektedir. Böylece iş cinayetleri de iş ve işyerinden kaynaklanan ölüm, sakatlık ve hastalıklar da münferit olaylar olarak gösterilmekte ve genellikle işçinin “eğitimsizliği” ya da işverenin “iş güvenliği kültürünün” eksiliğine bağlanmaktadır. Sorun münferit olarak görülünce çözüm de yine münferit önlemlerle sınırlı kalmaktadır. 
GÜVENCESİZLİK VE ESNEKLİK İŞÇİ ÖLÜMLERİNİ ARTIRIYOR 
Tüm gizleme çabalarına karşın (İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin çalışmalarının da katkısıyla) iş cinayetlerinin sürekli olarak arttığı çarpıcı biçimde gözle önüne serilmektedir. Türkiye’de çalışma düzeni esnekleştikçe ve emekçiler güvencesizleştikçe işçi ölümleri yükselmeye devam edecektir. En son çıkartılan kiralık işçi yasası ve emek piyasası içinde en çaresiz kesimi oluşturan Suriyeli ve diğer göçmen emekçilerin kuralsız biçimde çalıştırılmaları önümüzdeki dönemde iş ve işyerinden kaynaklanan ölümlerin, sakatlıkların, hastalıkların daha da artacağının habercisidir.
Sonuç olarak, işçi sınıfının ve sınıf mücadelelerinin ortaya çıkmasına neden olan sömürü koşulları, burjuvazinin yeni sömürü mekanizmalarını geliştirmesi nedeniyle daha da ağırlaştırılmış biçimde bugün de sürmektedir. Ancak sömürüye karşı mücadelenin aracı olması gereken sendikalar ve siyasi yapıların birçoğu bürokratikleşmiş, sınıf perspektifinden ve hatta işçi sınıfından uzaklaşmıştır. Bu nedenle de ne sermaye ne de siyasi iktidarlar karşısında emekçilerin haklarını savunacak bir dirayeti ortaya koyamamaktadır. En temel insan hakkı olan yaşam hakkını hiçe sayan kapitalist düzene karşı koyabilmek için yapılması gereken, emekçileri yeniden sınıf bilinci içinde bir araya getirecek ve mücadeleye yöneltecek araçların yeniden inşa edilmesidir.


26 Nisan 2016 Salı

1 Mayıs ‘yasak savmanın’ ötesine geçebilecek mi?

Evrensel
26/04/2016

19. yüzyılda işçi sınıfı mücadelelerinin temel talepleri; çocuk çalışmasının sınırlandırılması, kadınların madenlerde ve geceleri çalışmasının yasaklanması, insanca yaşayacak ücret ve 8 saatlik çalışma süresiydi. 8 saatlik çalışma, bu talepler arasında öne çıkmış ve sınıf mücadelesi için simgesel bir önem kazanmıştır.
Bunun iki nedeni vardır: Birincisi çalışma saatlerinin uzun tutulması, o dönemde emek sömürüsünün en yaygın biçimiydi. Çalışma yaşamını düzenleyen ve emekçilerin haklarını koruyan hiçbir düzenleme olmadığı için patronlar işçiyi olabildiğince uzun çalıştırıp, emeğine olabildiğince fazla el koymayı amaçlıyordu. Eğer bu sömürü yöntemi sınırlandırılabilirse, işçi sınıfı mücadelesinin taleplerine konu olan diğer sömürü yöntemleri de sınırlandırılabilecekti. İkinci neden ise uzun çalışma sürelerinin işçinin çalışmanın yanı sıra yemek yemek gibi fizyolojik ihtiyaçları dışında “hiçbir şey” için zaman ayıramamasıydı.
Bu “hiçbir şey” içinde işçinin ailesine zaman ayırması olduğu gibi içinde bulunduğu düzeni sorgulamak ve daha iyi bir yaşamın mücadelesini sürebileceği; yani siyaset yapabileceği, örgütlenerek mücadele edebileceği bir zamanı bulamaması da vardı. Yani burjuvazi emekçilere uzun çalışma sürelerini dayatırken onları sadece daha fazla sömürmekle yetinmeyip, bu sömürünün bilincine varmalarını ve buna karşı örgütlenip, mücadele etmelerini de engelliyordu. Dolayısıyla 8 saatlik iş günü ile simgeleşen mücadele özünde tüm kapitalist düzene karşı başkaldırıydı.
ULUSLARARASI BİRLİK VE MÜCADELE GÜNÜ
8 saatlik çalışma günü talebi, I. Enternasyonal’in 1866 yılında toplanan kongresinde kabul edilmesiyle birlikte uluslararası boyut kazandı. Amerikalı işçilerin 1880’li yıllarda yürüttüğü 8 saat çalışma günü mücadelesi, patronların devletin polis gücünü de kullanarak baskı altına almak istemesiyle birlikte işçilere yönelik kanlı saldırılara dönüştü ve birçok işçi, polis kurşunuyla ya da idam edilerek öldürüldü. 1889’da Paris’te toplanan II. Enternasyonal’de Fransız bir işçinin önerisiyle Amerikalı işçilerin bu mücadelesinin işçi sınıfının uluslararası dayanışmasının bir simgesi haline gelmesi için 1 Mayıs, “İşçi Sınıfının Uluslararası Birlik ve Mücadele Günü” olarak kabul edildi.
Hiç kuşkum yok ki bu öneriyi getiren işçi, 1 Mayıs etkinliklerinin şu meydanda mı yapılsın bu meydanda mı yapılsın diye bir tartışmaya neden olacağını hiç düşünmemişti.  Tıpkı kendisinden 21 yıl sonra yine II. Enternasyonal’in Kopenhag’daki toplantısında 8 Mart’ın Dünya Emekçi Kadınlar Günü olarak anılmasını öneren Clara Zetkin’in 8 Mart’ı birilerinin Dünya Kadınlar Günü mü yoksa Dünya Emekçi Kadınlar Günü mü olacağının tartışmasını aklına getiremeyeceği gibi…
8 Mart’ı öneren Zetkin’in de 1 Mayıs’ı öneren Fransız işçi de kapitalist sömürüye karşı işçi sınıfının kurtuluşunun ancak Enternasyonal bir dayanışmayla gerçekleşebileceğini düşünüyorlardı ve bu günlerin tüm dünya emekçilerini ortak mücadele anlayışıyla bir araya getirmesini amaçlamışlardı. Bu amaç belirli ölçüde de olsa gerçekleşti. Birçok ülkede emekçiler (Ki buna Osmanlı’da ve Türkiye’deki emekçiler de dahildir), işçi sınıfının bir parçası olduğunu, dünyanın bir başka yerindeki işçilerin mücadelesiyle kazanılmış ve evrenselleşmiş haklarının olduğunu ve bu hakları kullanabilmek için kendilerinin de sürekli mücadele etmesi gerektiğini bu günler vesilesiyle öğrendi.
TIPKI 19. YÜZYILDAKİ GİBİ
Ancak II. Enternasyonal’in dağılmasına da neden olan tartışmalar sonucunda revizyonizmi benimseyen parti ve sendikaların etkisiyle işçi sınıfı, Marksizmin devrimci mücadele perspektifinden ve enternasyonalizmden uzaklaşmaya başladı.
Revizyonist parti ve sendikalar, burjuvaziyle uzlaşma yolunu seçerek burjuvazinin savaş politikalarını destekledi ya da sessiz kaldı. İşçi sınıfı içerisinde enternasyonal düşüncenin zayıflamasıyla beraber milliyetçi, ırkçı, şoven akımların karşılık bulması kolaylaştı. Milliyetçi, muhafazakar değerlerin öne çıkması sınıf bilincinin daha da körelmesine ve sendikaların sınıf perspektifinden daha da uzaklaşmasına neden oldu. Sınıf perspektifinden uzaklaşmış olan emek örgütleri 1 Mayıs’ı da 8 Mart’ı da tarihsel bağlamından kopartıp, geçiştirilmesi gereken günler olarak görmeye başladı. Hal böyle olunca 1 Mayısların hangi meydanlarda yapılacağı ya da 8 Mart’a ne isim verileceği tartışmaları bu günlerin tarihsel anlamının önüne geçti.
1970’li yıllarda başlayan küreselleşme dalgası, sermayenin yatırımlarıyla birlikte sömürünün de küreselleşmesine neden oldu. Böylece dünyanın dört bir yanındaki emekçiler birbirleriyle rekabet eder hale getirildi ve işçi sınıfının yüzyıllar süren mücadelesiyle elde edilen haklar birer birer ortadan kaldırılmaya başladı. Öte yandan iç savaşlar ve bölgesel savaşların da körüklendiği küreselleşme sürecinde halklar arasında yaratılan düşmanlıklarla daha yükselen milliyetçilik, sömürüsünün örtülmesini kolaylaştırdı. Savaşlar ve küresel sömürüyle yaşanan göçler de yine göçmenlerin yöneldiği ülkelerde ırkçı, şoven akımları güçlendirdi.
Sınıf perspektifiyle ve enternasyonalizmle arasına kalın bir duvar örerek sermayeyle uzlaşmaktan medet uman (sosyal demokrat, liberal sol vs.) partiler ve sendikalar, emekçiler arasında yaratılan rekabete de savaşlara da engel olamadı. Böylece sermaye, emekçilerin rekabeti üzerinden sömürüyü daha da arttırdı ve emekçilerin büyük bölümü 19. yüzyılda işçi sınıfı mücadelelerinin ve enternasyonalizmin ortaya çıkmasına neden olan koşullarda çalışmaya ve yaşamaya mahkum hale getirildi. Başta çevre ülkeler olmak üzere dünyanın pek çok yerinde tıpkı 19. yüzyıldaki gibi çocuklar en ağır işlerde çalıştırılmakta, günde 12-13 saat çalışma olağan hale gelmiş durumda; iş cinayetleri, yoksulluk ve sefalet ise her geçen gün artmakta. Sermayenin devletin kolluk güçleri aracılığıyla emekçilere yönelik şiddeti ise 19. yüzyılı bile aratacak düzeyde. Böyle bir süreçte emekçilerin uluslararası birlikteliğini sağlaması beklenen, sendikalarının uluslararası üst örgütü ICFTU (2006’dan sonra ITUC adını aldı) bırakın işçi sınıfının Enternasyonal birlikteliğini sağlamayı, sosyal diyalog söylemiyle küresel sömürüyü meşrulaştırmanın aracı haline dönüşmüş. Dünyada pek çok sendika ICFTU/ITUC’un yolundan giderek ne yerel ve bölgesel savaşlarda (Örneğin 1990’ların başında Yugoslavya’da 1990’ların sonu ve 2000’lerde Ortadoğu’da, Kuzey Afrika’da Doğu Avrupa’da vs.) ne de bu savaşlara da bağlı olarak gerçekleşen göç hareketlerin konusunda herhangi bir tavır göstermedikleri gibi kimi sendikalar, milliyetçiliği körükleyip, savaşları destekliyor.
SAVAŞ BİR AN ÖNCE SONA ERMEZSE
Türkiye’de de 1980’li yıllardan bu yana süren çatışma süreci ile 1990’lı yıllarda başlayan ve son yıllarda Suriye’den yönelen göçle birlikte büyük bir sorun haline dönüşen yabancı göçmenler konusunda sendikaların izlediği tavır da farklı değil. DİSK ve KESK dışındaki (konfederasyon düzeyinde) sendikalar kimi zaman milliyetçiliği ve etnik ayrımcılık söylemini örgütlenmek için kullanıyor ve kimi zaman yaptığı açıklamalarla savaş politikalarına destek veriyor. Göçmenlerin karşı karşıya olduğu sorunlar ve göçmen işçiler konusunda ise konfederasyonların hepsi üç maymunu oynuyor. (Örneğin sayıları 3 milyonu bulan Suriyeli göçmenlere ilişkin ne hükümetin -AB ile yaptığı insan Hakları Evrensel Bildirgesi başta olmak üzere birçok uluslararası belgeyi ihlal eden anlaşmaya- ne de göçmenlerin sorunlarına karşı hiçbir konfederasyon ciddiye alınacak tek bir adım atmadı.)
Oysa gerek Türkiye sınırları içinde gerekse Suriye’de yaşanan savaş emekçileri doğrudan etkiliyor. Bir taraftan Kürt illerinde gerçekleştirilen operasyonlar sonucunda yaşanan iç göç diğer taraftan AB ile yapılan göçmen anlaşmasıyla büyüyen dış göç nedeniyle Türkiye emek piyasasının nicel ve nitel yapısı önemli ölçüde değişiyor. Sermaye, bu değişimi fırsata çevirip Türkiye’yi (Çin’in de gerisinde) Bangladeş düzeyinde ucuz emek alanı haline getirmenin arayışı içinde. Kısacası içeride ve dışarıda savaş bir an önce sona ermezse ve sayıları milyonları bulan göçmen işçiler, işçi sınıfının bir parçası olarak kabul edilip sahiplenilmezse Türkiye’de demokrasinin ve emekçilerin haklarının çok daha geriye gideceğine kuşku yok.
Bu koşullar içinde işçi sınıfının uluslararası birlik ve dayanışma günü olan 1 Mayıs’ın emek örgütleri tarafından nasıl değerlendirileceği çok daha önemli hale gelmekte. Bundan önceki yıllarda olduğu gibi 1 Mayıs, sadece miting düzenleme faaliyeti olarak görülürse, 2016 1 Mayısı da son derece anlamsız olan alan tartışmasıyla anılmanın ötesine geçmeyecektir. İşçilere nasıl bir sömürü düzeninde oldukları ve buna karşı sınıf dayanışmasının ve Enternasyonal bir mücadelenin gerekliliği anlatılmadan onları yaşam alanları dışındaki meydanlara çağırmanın hiçbir karşılığı olmayacak; sendikaların bu konudaki faaliyetleri de “yasak savmanın” ötesine geçmeyecektir.

25 Şubat 2016 Perşembe

Esneklik arttıkça güvence azalır, güvence arttıkça esneklik azalır

EVRENSEL (ÖZEL EK) 
24/02/2016
Savaşın, şiddetin ağırlığının toplumsal travmaya dönüştüğü bir dönemdeyiz. Her aldığımız şiddet haberinde insanlığımızı, vicdanımızı bir kez daha sorgulamak zorunda kalıyor; insanlığın yüzyıllar süren mücadelesiyle edinilmiş olan en temel hakların dahi nasıl ayaklar altında çiğnendiğine veya buna seyirci kalındığına tanıklık ediyoruz. Bir taraftan bombalamalar, çatışmalar, katliamlar vaka-i adiye haline getirilmeye çalışılırken; diğer taraftan akan kanın durması için barış çağrısında bulunanlar vatan haini ilan ediliyor, linç edilmelerine ortam hazırlanıyor.
Kapitalizmde her zaman insanlık için yıkım getiren savaş, afet, ekonomik kriz gibi toplumda direncin kırıldığı dönemler sermayeye yeni birikim olanakları yaratmanın fırsatı olarak değerlendirilmiştir. Bugün de karşı karşıya olduğumuz savaş ve yıkım koşulları gerek küresel güçlerin, gerekse Türkiye gibi bölgesel güçlerin sermayeleri için yeni birikim olanakları yaratmanın fırsatı olarak görülmektedir. İşte, AKP Hükümeti tarafından daha önce de birçok kez gündeme getirilen Kamu Personel Reformu, kıdem tazminatı ve özel istihdam bürolarına ilişkin düzenlemeleri, toplumun, bir şiddet sarmalı içinde travma yaşadığı bir dönemde yeniden getirilmesi bu fırsatçılığın tipik bir örneğidir.
AMAÇ PATRONUN MUTLAK TAHAKKÜMÜ
AKP’nin savaş ve şiddet ortamını fırsat bilerek getirdiği emekçilerin kazanımlarını ortadan kaldırmaya yönelik bu üç düzenleme farklı çalışan kesimleri kapsıyor gibi gözükse de amacı da emekçiler açısından ortaya çıkartacağı sonuçlar da ortaktır. Amaç, emek piyasasındaki katılıkları ortadan kaldırıp, tamamen esnekleştirmektir. Esnekliğin çalışma yaşamındaki anlamı, patronun üretim sürecinde işçinin emeği üzerinde mutlak tahakküm kurabilmesi; yani patronun işçiyi istediği zaman işten çıkartabilme, istediği süre, istediği ücretle çalıştırabilme “özgürlüğüne” sahip olmasıdır. Esnekliğin emekçiler için anlamı ise iş, ücret ve sosyal güvencenin kaybedilmesi yani çalışmanın ve yaşamanın tümüyle güvencesiz hale gelmesidir. Sermayenin emeği sınırsızca sömürme özgürlüğü anlamına da gelen esneklikle, emekçinin insanca çalışma ve yaşama koşulunun teminatı olan güvence birbirinin karşıtıdır. Esneklik arttıkça emekçinin güvencesi azalır; güvence arttıkça da esneklik azalır. Bu nedenle sermaye her zaman emek piyasasının daha fazla esnekleştirilmesini isterken, emekçiler ve sendikalar (sahip oldukları sınıf bilinci düzeyinde) esnekliğe karşı güvenceli iş ve yaşam için mücadele ederler.
19. yüzyılda sınıf mücadeleleriyle elde edilen haklar esnekliği ve emekçiler için güvencesizliği önemli ölçüde sınırlandırmıştır. Ancak1970’li yılların başında kapitalizmi krizden kurtarmak için küresel rekabet gerekçe gösterilerek üretim sürecinin ve emek süreçlerinin esnekliği tüm ülkelerin uyması gereken küresel bir kural haline getirilmiştir. Esnekliğin yeniden gündeme getirilmesinde işgücünü ucuzlatıp, emek verimliliğini arttırmanın yanı sıra sendikal örgütlülüğü kırmak da hedeflenmiştir. Dünya Bankası, IMF, AB gibi küresel kurumlar emek piyasalarında esnekliği içeren politikaları çeşitli biçimlerde (askeri darbeler, ekonomik ve siyasi krizler vb) dayatmışlardır. Türkiye’de de neoliberal yapısal uyum programlarının köşe taşı olan 24 Ocak 1980 kararları, 5 Nisan 1994 kararları ve 2001 yılında Kemal Derviş’in “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” ekonomide köklü dönüşüme neden olan birçok uygulama gibi emek piyasalarının esnekleştirilmesini de hükümetlerin önüne ödev olarak koymuştur.
KAMU HİZMETİ ALAN YURTTAŞLAR DA ETKİLENECEK
2002 Kasım ayından bu yana iktidarda bulunan AKP, özellikle “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı”na sadık kalarak, yapılması istenen diğer düzenlemelerle birlikte emek piyasalarını esnekleştirmeye yönelik düzenlemeleri de birer birer yaşama geçirmeyi “başarmıştır”. Ancak işçi sendikalarının “kırmızı çizgimiz” diyerek genel grev nedeni saydıkları kıdem tazminatı, 2010 yılında TEKEL direnişinin gerçekleştiği günlerde Cumhurbaşkanı Gül tarafından veto edilen Özel İstihdam Büroları ve 2000’li yılların başından bu yana gündemde olan ama büyük ölçüde KESK’in direnişiyle engellenen, Kamu Personel Reformu adıyla anılan düzenlemeler yaşama geçirilememiştir.
Kamu Personel Reformu adı altında getirilmek istenen düzenlemelerle Türkiye emek piyasasında iş güvencesi kısmen korunmuş olan kamu emekçilerinin de iş güvencesi ortadan kaldırılarak, kamuda çalışma düzeni tamamen esnekleştirilmek istemektedir. İş güvencelerinin ortadan kalkması sadece kamu hizmeti sunan kamu emekçilerini değil kamu hizmeti alan tüm yurttaşları etkileyecektir. Her şeyden önce iş güvencesi ortadan kalkan kamu emekçileri işlerini koruyabilmek için kamunun yani toplumun çıkarlarından önce patron haline gelecek siyasi iktidarın “memurları” olmak zorunda kalacaktır. Öte yandan güvencesiz hale gelen kamu emekçilerinin artan iş yükü ve çalışma koşullarının daha da kötüleşmesi verilen hizmetin niteliğini düşürecektir. Dolayısıyla kamu hizmeti alan tüm yurttaşlar, 657 sayılı DMK değiştirilerek kamu emekçisinin iş güvencesinin ortadan kalkmasından olumsuz yönde etkileyecektir. 
FON DAYATMASI VE ÖİB ESNEKLİĞİN PARÇASI
Kıdem tazminatı 4857 sayılı İş Kanunu kapsamındaki işçileri kapsayan bir uygulamadır. Kıdem tazminatında yapılması düşünülen değişiklikler, kıdem tazminatının fona devredilmesini ve sadece emeklilik ve ölüm halinde hak edilmesini içermektedir. Oysa Türkiye işçi sınıfının önemli bir kazanımı olan kıdem tazminatı, işçiler için iki yönden güvence sağlamaktadır. Her şeyden önce kıdem tazminatı nedeniyle işçiyi işten çıkartma maliyeti yükselen patron her istediğinde işçi çıkartma yoluna gidemediğinden bu işçinin iş güvencesini artırmaktadır. Öte yandan işsiz kalan işçi, kıdem tazminatıyla eline geçecek parayla, yeni iş ararken bir süreliğine de olsa yaşamını sürdürebilme güvencesi elde etmektedir. Hükümetin tasarladığı düzenleme uygulamaya geçerse patronlar işçiyi kıdem tazminatının maliyetine katlanmadan kolayca işten çıkartma “özgürlüğüne” (esnekliğine) kavuşacaklardır. İşten çıkartılan işçi ise işten çıktığında kıdem tazminatı yani yaşamını bir süreliğine idame ettirecek toplu bir para alamayacağı için çok düşük ücretle ve son derece kötü koşullarda çalışmayı kabullenmek zorunda kalacaktır.
Özel İstihdam Büroları (ÖİB) ya da bilinen yaygın adıyla kiralık işçi büroları da diğerleri gibi esnek çalışma düzeninin bir parçasıdır. ÖİB, işçilerin emek gücünü geçici işlerde pazarlayan bürolar olarak da tanımlanabilir. ÖİB sayesinde patronlar işçiyi sadece iş olduğunda istihdam etme olanağına kavuşacaklar; böylece işe alma, işten çıkartma maliyetlerini sıfırlamış olacaklardır. Özellikle beyaz yakalıların çalıştığı hizmet sektöründe kullanılacak ÖİB, 657 sayılı yasanın değiştirilip, esnek çalışmanın geçerli olmasıyla birlikte kamu işyerlerinde de yaygın bir uygulama haline gelecektir. ÖİB, emekçilerin düzenli bir işinin ve bir işyerinin olmaması; ücret, sosyal güvenlik başta olmak üzere bir emekçinin yaşamı için gerekli olan tüm güvencelerin muğlak hale gelmesi anlamına gelecektir. Öte yandan belirli bir işi ve işyeri olmayan emekçi mesleğinde ilerleme olanağı bulamayacağı gibi örgütlenebilmesi de mümkün olmayacaktır.
TOPYEKÜN MÜCADELE EDİLMELİ
Emek piyasası içerisindeki konumları farklı da olsa (hukuki statüleri [işçi-memur], eğitimleri, vasıfları, çalıştıkları işkolu vs) tüm emekçilerin durumu birbiriyle ilişkilidir. Emek piyasası içerisinde bir kesimin uğrayacağı kayıp kısa zamanda diğer emekçi kesimleri de etkileyecektir (tıpkı işçilerin güvencesiz çalışmasını yasalaştıran 4857 sayılı İş Kanunu’na benzer bir düzenlemeyle bugün kamu emekçilerinin karşı karşıya kalması gibi). Bugün emek piyasasının bütünüyle esnekleşmesini hedefleyen düzenlemeler yaşama geçirildiği taktirde Türkiye’de iş ve dolayısıyla yaşam güvencesine sahip tek bir emekçi kalmayacaktır.
Savaş ve şiddet ortamının yarattığı toplumsal travmaya rağmen getirilmek istenen bu düzenlemelere fırsat verilmemelidir. Yapılmak istenen düzenlemenin hangi emekçi kesimiyle ilişkili olduğuna bakılmaksızın esnekliğe, güvencesizliğe karşı topyekün bir mücadeleye (mücadeleden geri duran sendikalara da baskı yaparak) girişilmelidir. Emekçilerin güvencesizliğe karşı, insanca çalışacak ve yaşayacak koşullar için yürüteceği mücadele aynı zamanda giderek karanlığa gömülen ülkenin aydınlığa çıkmasına katkı sağlayacak bir demokratik hamle de olacaktır. Zira kendi emeği ve yaşamı için mücadele veremeyenlerin, yaşanılası bir ülke için insani değerlerin, doğanın korunması için bir mücadele vermesi de beklenemez!