26 Mart 2017 Pazar

İş, aş, savaş ve referandum!

EVRENSEL (Pazar Eki)
26/03/2017


16 Nisan referandumu yaklaştıkça, referandumda oylanan anayasa değişikliğinin içeriğinden çok, sandıktan çıkacak sonucun toplumsal yaşamı nasıl etkileyeceği konusundaki kaygılar öne çıkıyor. Bu kaygılar iki temel nedene dayanıyor. Bunlardan birincisi toplumda gerginliğin tırmanması ve şiddetin yaygınlaşması; Cumhurbaşkanı ve diğer AKP’lilerin seçim sonucuna yönelik tehditkâr açıklamaları bu kaygıları daha da artırıyor kuşkusuz. Kaygının diğer bir nedeni ise iş, aş meseleleri. Referandum sürecinden bağımsız, ekonomiye ilişkin veriler ve analizler uzunca bir süredir Türkiye’nin büyük bir krize sürüklendiğine işaret ediyordu zaten. OHAL uygulamaları ve referandum dayatmasının neden olduğu siyasi belirsizlik, krizi hızlandırıp, yıkımı daha da arttıracağı düşüncesini güçlendirdi. 
Peki, bu gelecek kaygısı referandumda sandığa nasıl yansır?
“Evet” cephesinin stratejisinin kaygıları korkuya, korkuları da oya dönüşmeyi amaçladığı anlaşılıyor. Geleceğinin daha da belirsiz olmasından korkan seçmenin, bu belirsizliğe neden olan ekonomik ve siyasi ortamı yaratanları sorgulamak yerine korku ve panikle kendisine dayatılan anayasa değişikliğini kabullenmesi bekleniyor. “Hayır” cephesinin bir bölümünün iş, aş, demokrasi, barış meselelerine girmeden ve hatta bu konularda AKP’nin 14 yıldır uyguladığı anlayışı (neoliberal politikaları, milliyetçiliği, savaşı vs) daha da radikal biçimde savunması korkuları derinleştiriyor ve “evet” cephesinin çanağına su taşımış oluyor. 
Buna karşılık iş güvencesini, sosyal haklarını kaybeden toplumun geniş bir kesimi referandumla getirilmek istenen otoriter düzenin belirsizliği arttıracağına; yaşam alanlarına daha kolay el konulabileceğine; etnik ve mezhepsel ayrımcılığın derinleşeceğine ve daha da güvencesizleşerek, yoksullaşacağına inanıyor. Bu kesim içinde önemli bir bölümün Türkiye’de demokrasi, insan hakları, laiklik konularında AKP döneminde yaşanan gerilemenin işlerini, aşlarını kaybetmelerinin de nedeni olduğu bilinciyle, referandumda “hayır” diyeceğini düşünüyorum.
Kısacası büyük bölümü işçi, küçük üretici, esnaf, çiftçi olan yani emeğiyle geçinenlerden oluşan Türkiye toplumu sandığa giderken ortak duygusu ağırlıklı olarak iş, aş derdi; siyasal gerilim ve savaş kaygısı olacaktır. Eğer bu kaygı korkuya yenik düşerse sandıktan “evet” çıkacak; ama bu kaygı direnişi ve mücadeleyi körüklerse sandıktan “hayır” çıkacaktır. Önümüzdeki kısa ve son derece eşitsiz, hukuksuz, antidemokratik seçim sürecinde yürütülecek çalışmalar sandıktan çıkacak sonucu belirleyecektir.

REFERANDUM YAKLAŞIRKEN YÜKSELEN SAVAŞ ÇIĞIRTKANLIĞI...

16 Nisan referandumuyla AKP’nin ekonomi ve savaş politikaları arasındaki bağlantıyı gözden kaçırmamak gerekir. Küresel düzeyde yaşanmakta olan kriz diğer birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de sermayenin bir kesiminin savaş ekonomisinden medet ummasına neden olmuştur. Bu savunma (silah) sanayi strateji planlarına da yansımıştır. Örneğin 2009 yılında yaklaşık 3 milyar dolar civarında olan silah sanayi cirosunun 2012-2016 döneminde 8 milyar dolara, 2023’te 25 milyar dolara, 2030’da ise 30 milyar dolara çıkması hedeflenmiştir. Bu hedef doğrultusunda bir taraftan genel bütçede savunma harcamaları artarken, diğer taraftan özellikle 2008 krizinin ardından özel sektör yatırımları silah sanayine ve onunla birlikte savaşla talebi artan diğer alanlara kaymaya başlamıştır.  Her ne kadar 2012-2016 hedefine ulaşılamayıp silah sanayi cirosu 5 milyar dolarda kalmışsa da 6-7 yıllık bir sürede cironun 3 milyardan 5 milyara çıkması da küçümsenecek bir artış değildir.
Savaşa yapılan yatırımın kâra dönüşmesi için kuşkusuz savaşın gerçekleşmesi gerekir. Bu bağlamda silah sanayi konusunda atılım hedeflerinin yapıldığı yıllarda Türkiye’nin Suriye iç savaşına müdahil olmak konusundaki hevesi hatırlanmalıdır. 2009 yılında Meclis dışından Dışişleri Bakanlığı’na getirilen Davutoğlu’nun “derinlikli” stratejisinin bu süreçlerden bağımsız olduğunu düşünmüyorum. Tüm gayretlere rağmen söz konusu stratejinin başarısız olması ve Suriye’de savaşın içine yeterince “dalınamaması” silah sanayi hedeflerinin ıskalanmasında da önemli bir etken olarak değerlendirilmelidir. Gerçi 7 Haziran seçimleri sonrasında yeniden başlayan çatışma süreci silah sanayi için bir can simidi olmuştur belki ama yine de hedeflere ulaşılamamıştır. 
AKP’nin Suriye’deki savaşkan gayretlerinin karşılık bulamaması üzerine yeni savaş (düşman) arayışlarına yöneldiği görülmektedir. Kardak kayalıkları ya da Ege Adaları üzerinden Yunanistan’la gerilimin arttırılmaya çalışılması; Hollanda, Almanya ve diğer AB ülkelerine karşı doğrudan Dışişleri Bakanı tarafından dillendirilen savaşçı söylem bu arayışın yansımasıdır. Sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda savaşkan politikalar izleyen ülke sadece Türkiye değildir. ABD, Rusya, Çin, İngiltere başta olmak üzere birçok ülkenin de savaştan medet uman küresel sermayenin ihtiyacı doğrultusunda savaş politikalarını gündeme getirdiğini de unutmamak gerekir. 

SAVAŞ İÇİN TEK ADAM REJİMİ GEREKİR!

Savaş, kapitalizmde birikimin kaçınılmaz koşulu olmakla beraber toplum için ekonomik, sosyal ve insani bedeli çok ağır bir seçenektir. Bu nedenle savaş politikalarının demokrasinin kurum ve kurallarıyla işlediği bir düzende uygulanması neredeyse imkansızdır. Toplumu savaşa razı etmek için önce gerçekleri öğrenme kanallarının kapatılması, milliyetçi duyguların kabartılması ve tüm bunlara rağmen barışı savunanların da şiddetle baskı altına alınması gerekir. Tek adam rejimi bu süreçler için idealdir. Tarihte bunun pek çok örneğini görmek mümkündür.
2009’dan 2030’a yani 20 yılda silah sanayini 10 kat büyütmeyi hedefleyen bir hükümetin, planladığı savaşın boyutlarını tahmin etmek zor değildir. Bu boyutta bir savaşı planlayanların bunun için gerekli koşulları da hazırlaması kaçınılmazdır. Lafı daha fazla uzatmadan söyleyeyim: 16 Nisan’da referandum sandığı Türkiye’de toplum için bedeli son derece ağır olacak büyük bir savaşın ihtiyaç duyduğu totaliter düzeni sağlamak için kurulmaktadır. Dolayısıyla 16 Nisan’da verilecek “evet” oyları henüz düşmanı (düşman etnik, mezhepsel farklılıkları nedeniyle komşumuz, arkadaşımız da olabilir) tam olarak belirlenmemiş savaş politikalarının da onaylanması olacaktır. 
Düşman kim olursa olsun savaşların kazananları ve kaybedenleri bellidir. Kazanan, savaş ekonomisinin kurallarına uyan ve iktidarın desteğini alan sermaye kesimi olacaktır. Kaybeden ise 16 Nisan’da sandığa giderken kaygıları ortaklaşan emeğiyle geçinen kesimler, yani toplumun yüzde 90-95’i olacaktır.
Sözün özü: İş için aş için barış içinde demokrasi ve hukukun geçerli olduğu bir toplumda yaşamak için 16 Nisan referandumu iyi değerlendirilmeli ve sandıklar “hayır”lı oylarla doldurulmalıdır!

Hiç yorum yok: