23 Nisan 2017 Pazar

Sermayenin referandumu: 'Demokrasiden vazgeçilebilir'

EVRENSEL (Pazar Eki)
23/04/2017

Devletin tüm olanakları ve baskı gücü kullanılmasına rağmen, 16 Nisan referandumunda sandıktan “evet” çıkmaması üzerine hukuki, ahlaki ve vicdani hiçbir kalıba sığmayacak yöntemler kullanılarak halkın iradesine ipotek konuldu! Referandumda iradesi sandığa yansımayan sadece “hayır” oyu verenler değildi; referandum öncesinde gerçekleri öğrenmesi engellenen ya da yaratılan korku ortamına teslim olarak  “evet” oyu verenlerin de iradesi sandığa yansımadı. Böylece “milli irade” söylemiyle yürütülen bir kampanyanın ardından millet iradesinin tamamen ortadan kaldırıldığı, yasama-yürütme-yargı erklerinin bir elde toplandığı otokratik bir rejim topluma dayatılmış oldu. 
Referandum sonuçları üzerine gerek toplumun, gerekse uluslararası kamuoyunun bir kesiminde anayasa değişikliğinin meşruiyeti tartışılmaya başlandı. Aslında tartışma konusu olması gereken sadece referandum sonuçlarıyla sınırlı değildir. Bir yargı kurumu olan YSK, aldığı kararlarla hukukun en temel ilkelerini öylesine ayaklar altına almıştır ki; Türkiye’de bundan böyle adaletli bir seçimin yapılabilme olasılığı ve -zaten zedelenmiş olan- yargı sistemine güven tamamen ortadan kalkmıştır. Yargı ve hukuk düzenine güvenin ortadan kalkması, “tek adamın” ağzından çıkanın dışında bir hukukun olmadığı ve tek adama mutlak itaatten çare kalmadığı algısı da yaratmıştır. 

DİYALEKTİK NE GÖSTERİYOR?

16 Nisan’da referandumla rejimi değiştirme süreci, tarihte pek çok kez karşılaştığımız egemenliğin yeniden üretilerek sürdürülebilmesi çabalarının yeni bir örneğidir. İnsanlık tarihinin her döneminde egemenliği elinde bulunduran iktidar sahipleri, her zaman iktidarlarını sürekli kılmak için toplumun rızasını almaya çalışmış, bunu sağlayamadıklarında da devletin baskı araçlarını kullanmışlardır. Çıkarları iktidar sahibiyle örtüşmeyen ve egemene rıza göstermeyenler ise buna karşı mücadele alanları geliştirmişlerdir. Bu mücadeleler etkili olabildikleri ve iktidarın kendisini yeniden üretmesini engellenebildikleri ölçüde iktidarı sarsmış ve iktidar sahiplerini iktidarlarını paylaşmak zorunda bırakmış ya da yıkmıştır. Tarihi oluşturan bu diyalektiğin en güzel örneği 19. yüzyılda burjuvazinin iktidarına karşı işçi sınıfının mücadelesidir. İşçi sınıfı mücadelesi, burjuvazinin iktidarını sarsmış, burjuvazi buna karşı kimi zaman tavizler vererek (toplu pazarlık, sosyal güvenlik, burjuva siyasetine katılım hakkı vs), kimi zaman da şiddet araçlarını kullanarak iktidarını sürdürmüştür. Öte yandan burjuvazi, emek sürecinde işçi sınıfı üzerinde yeni denetim mekanizmaları oluşturarak işçi sınıfı mücadelesini etkisizleştirecek üretim biçimlerini yeniden düzenlemiştir. İşçi sınıfı mücadelesi güç kazandıkça iktidar daha geniş kesimlerce paylaşılmış, demokrasi gelişmiş; mücadele zayıfladığında ise iktidar otoriterleşmiş, demokrasi gerilemiştir. 
16 Nisan referandum süreci de tarihsel diyalektik içerisinde değerlendirilmelidir. Türkiye’de burjuvazi ve onun bugün temsilcisi durumunda olan AKP, 15 yıldır kimi zaman zor kullanarak, kimi zaman AB, Dünya Bankası, OECD gibi uluslararası kapitalist birlikler ve kurumların da desteğiyle toplumun önemli bir kesiminin rızasını alarak iktidarını sürdürmüştür. Neoliberal yapısal uyum programının yaşama geçirildiği 15 yılda Türkiye, sermaye için son derece cazip bir kâr alanı haline getirilmiştir. Ancak, özellikle 2011-2012 yıllarından itibaren ekonomik büyüme yavaşlamaya başlamış, ihracat düşmüş, doğrudan yabancı yatırımlar azalmıştır. Bunda Türkiye’nin jeopolitik risklerinin artmasının yanı sıra küresel düzeyde rekabet gücünün zayıflamasının da önemli etkisi olmuştur. Örneğin, Dünya Ekonomik Forumu tarafından yapılan Küresel Rekabetçilik Endeksinde Türkiye, 2014 yılında 41. sıradayken 2016 yılında 55. sıraya gerilemiştir. Türkiye, küresel pazarda katma değeri yüksek, teknolojik ürünler yerine halen düşük katma değerli, emek yoğun üretimle yer almaktadır. Hal bu olunca da rakipleri Bangladeş, Kamboçya, Mısır gibi emek gücünü ve beraberinde tüm doğal kaynaklarını ve toplumsal varlıklarını sermayenin sömürüsüne sınırsız biçimde açan ve bunu da otoriter rejimlerle sağlayan ülkeler olmaktadır. Türkiye bu ülkelerle rekabet edebilmek için benzer koşulları sağlamak durumundadır. Yani başta sosyal haklar ve örgütlenme hakkı ile bu hakların savunulmasını engellemek üzere düşünce ve ifade özgürlüğünden, adil yargılanma hakkına kadar en temel insan haklarının Türkiye'de de ortadan kaldırılması gerekmektedir. Oysa burjuvazinin çıkarları çerçevesinde oluşturulan ve Türkiye’de ağır aksak da olsa uygulanmaya çalışılan demokrasi ve hukuk düzeni buna engel teşkil etmektedir.
İşte, 16 Nisan referandumu ile yapılmak istenen rejim değişikliği, küresel rekabette engel olarak görülen demokrasi ve hukuk düzeninin ortadan kaldırılıp, iktidarın tek elde toplandığı otoriter bir düzenin inşa edilmesini amaçlamaktadır. Aslında 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında OHAL’le birlikte demokrasi ve hukuk zaten rafa kaldırılmıştır. Şimdi ise demokrasi ve hukuk düzeninin geri dönüşü olmayacak biçimde tüm izleriyle birlikte silinmesi istenmektedir.
Referandum sürecinin adaletsizliğine ve hukukun en temel ilkelerinin bile çiğnendiği referandum sonuçlarına dünyadan çeşitli tepkiler gelmektedir. Ancak bu tepkiler, rejim değişikliğinin içeriğinden ziyade hukuk ihlallerinin referandumun meşruiyetini tartışılır hale getirecek ölçüde kaba biçimde yapılmasınadır. İçerikten çok şekle ilişkin olan bu tepkiler uzun sürmeyecektir. Aynı şekilde Türkiye’de sermaye çevreleri ve hatta “hayır” çalışması yürütmüş ama sermaye ile çıkarları çatışmayan kesimler de (CHP, MHP, AKP, Vatan Partisi içindekiler vs) kısa zamanda, demokrasi vs kaygılarını bir kenara koyup, bu yeni rejimi kabulleneceklerdir.

SALDIRI SINIFSALSA MÜCADELE DE SINIFSAL OLMALI!

Peki, bu durumda Erdoğan’ın söylediği gibi iş bitmiş, “atı alan Üsküdar’ı geçmiş” midir? Elbette iş bitmemiştir, böyle düşünmek diyalektiğe, tarihin akışına aykırıdır. Dayatılan rejim değişikliği ile hakları ellerinden alınan emekçiler, Kürtler, Aleviler ya da sadece ahlakı ve vicdanıyla hareket edenler haklarını yeniden elde etmek için mücadele edeceklerdir. Zamanla gerçeği gören “evet”çiler de bu mücadele içerisine yerlerini alacaktır. 
Referandum sürecinde toplumu korkutarak sindirmeye yönelik tüm çabaların boşa çıkartılması; hukuk dışına çıkılmadan “hayır”ın sandıktan çıkmasının engellenememiş olması ve YSK kararlarına sokaktan verilen tepkiler işin kolay kolay bitmeyeceğini göstermektedir. Ancak bu mücadelenin başarılı olabilmesi ve daha fazla bedel ödenmesine gerek kalmadan sonuçlanabilmesi için karşı karşıya olduğumuz rejim dayatmasının sınıfsal yönünün gözden kaçırılmaması ve mücadelenin de bu çerçevede sınıfsal bir perspektifle yürütülmesi gerekmektedir.

17 Nisan 2017 Pazartesi

Demokrasi, şaibeli bir referandum sonucuna teslim edilemez!

EVRENSEL
17/04/2017

16 Nisan’da Türkiye’de bir siyasi rejim değişikliği oylandı. Oylamaya konu olan anayasa değişikliği, insanlığın yüzlerce yıllık mücadelesiyle elde edilmiş en temel hakların ortadan kaldırılmasını amaçlıyordu. Parlamenter sistemi işlevsiz hale getiren ve erkler ayrılığı ilkesini ortadan kaldırıp, tüm erkleri tek adama veren çağ dışı bir rejimin halkın oyuna sunulması, Türkiye için başlı başına utanç vericidir. Öte yandan rejim değişikliğini içeren bir düzenlemenin OHAL koşullarında yapılıyor olması ve bu çerçevede haber alma, düşünce ve ifade özgürlüğünün olmadığı, koşullarda bu oylamanın gerçekleştirilmesi ise ayrıca kabul edilemez bir durumdur. Oylama, Türkiye’nin üçüncü büyük partisinin eş başkanlarının, milletvekillerinin, belediye başkanları ile gazetecilerin tutsak olduğu; KHK’ler ile hiçbir hukuki temeli olmadan akademisyenlerin, kamu emekçilerinin işlerinden atıldığı; toplumun her kesimine korku salındığı koşullarda yapılmıştır. Bunlar yetmezmiş gibi “evet” cephesi referandum sürecinde devletin tüm olanaklarını kullandığı gibi cumhurbaşkanı, başbakan konuşmalarında birçok kez “hayır” cephesini “terörist” ilan etmiştir.

ŞİDDET VE YIKIMA RAĞMEN

İşte tüm bu baskılara rağmen toplumun çok farklı kesimlerinden (Kürt, Türk, milliyetçi, sosyalist, Alevi, Sünni, işçi, köylü, esnaf, vs) büyük bir çoğunluk, yaratılmak istenen korku ortamını aşmış ve farklı gerekçelerle de olsa “hayır”ı örgütleyerek, getirilmek istenen çağdışı, antidemokratik rejime karşı direnmiştir. Bu kesimler içinde en takdire şayan olan şüphesiz ki Kürtlerin referanduma yönelik tavrıdır. Kürtler, 7 Haziran sonrasında karşı karşıya kaldıkları şiddet ve yıkıma rağmen, Türkiye’de demokrasinin yeniden tesis edilebileceği ve birlikte yaşama ilişkin umutlarını kaybetmemiş, siyasi kadrolarının büyük bölümü tutsak olmasına rağmen “hayır” cephesinin en etkili güçlerinden biri olmuştur.

SENDİKALARIN TUTUMU İBRET VERİCİ

Referandumda tüm baskılara rağmen Kürt illerinden çıkan “hayır” oylarının Türkiye ortalamasının çok üzerinde olması Kürtlerin Türkiye’de demokrasiyi sahiplenmesinin en açık göstergesidir. Buna karşılık referandum sonuçlarına göre emekçilerin yoğun olduğu illerde (Bursa, Kocaeli, vs) “evet” oylarının yüksek olması işçi sınıfının demokrasiyi sahiplenme konusundaki zafiyetini bir kez daha ortaya koymuştur. Kürtlerle işçi sınıfı arasındaki bu fark, elbette örgütlülüğe dayanmaktadır. İşçi sınıfının örgütsüz ve sınıf bilincinden yoksun olmasının demokrasiyi sahiplenme arzusuna ve bunun için yürüttüğü mücadeleye de yansımaktadır.
Türk-İş, Hak-İş gibi sendikaların Türkiye’yi yüzyıllarca geriye götürecek, kör-topal yürüyen demokrasinin dahi izlerini tamamen ortadan kaldıracak bir rejim değişikliği karşısında sessiz kalması ve hatta bu değişikliği desteklemesi Türkiye işçi sınıfı hareketi için ibret vericidir. Bu örgütlerin çatısı altında demokrasi ve sınıf mücadelesinin ne kadar sürdürülebilir olacağı, önümüzdeki süreçte üzerinde düşünülmesi gereken önemli konulardan biri olmalıdır.

BİRLİKTELİK SÜRDÜRÜLMEK ZORUNDA

16 Nisan referandum sonuçlarının açıklandığı ilk saatlerde durum son derece belirsizdir ve açıklanan sonuçlar şaibelidir. YSK’nin oy sayım işlemine geçildiği sırada yaptığı, mühürsüz zarfların da geçerli sayılacağı kararı; oy verme işleminin sona ermesinin hemen ardından seçim sonuçlarının açıklanmasına ilişkin yasağın kalkması ve Anadolu Ajansı’nın manipülatif açıklamaları referandum süresince var olan yaklaşımın devam ettiğini göstermektedir. 80 milyonluk bir ülkenin akıbetinin böylesine şaibeli bir referandum sonucuna göre belirlenmesi mümkün değildir.
AKP, bu şaibeli sonuçlar üzerinden zaferini ilan etmiş ve taraftarlarını sokağa dökmüştür. Bundan sonra “hayır” cephesi ve en başta CHP’nin meseleyi ne kadar sahipleneceği belirleyici olacaktır.
Ancak sonuç itibariyle Türkiye’de demokrasi mücadelesinin şaibeli bir referandum sonucuna teslim olması düşünülemez. “Hayır” üzerinden yürütülen referandum çalışmalarında akıllara gelmeyecek pek çok kesimin bir araya gelmiştir ve bu kesimler demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü temelinde bu birlikteliğini sürdürmek zorundadır.