22 Nisan 2019 Pazartesi

KRİZ VE SENDİKALAR



Bu makale, Türkiye’de Sendikal Kriz ve Sendikal Arayışlar, (Der. Fikret Sazak, Epos Yayınları, Ankara, 2007) kitabında yayınlanmıştır.

Sendikaların bugün içinde bulunduğu krizi, kapitalizmin krizi ve bu krizden çıkış için öngörülen dönüşüm sürecinden ayrı düşünmek mümkün değildir. Bu bağlamda, sendikaların bugünkü krizini anlayabilmek ve krizden çıkışı sağlayacak bir takım açılımlar yapabilmek için öncelikle sendikaların kapitalist sistem ile bağlarına ve kapitalizmin gelişim sürecine ve bu süreçte sendikaların konumlanmalarına bakılması gerekir.    

Sendikalar için tarihsel süreç içerisinde bir takım farklı tanımlamalar getirilmiş ve sendikalara yüklenen işlevler de bu tanımlamalar çerçevesinde belirlenmiştir. Sendikaların işlevlerine ilişkin en genel tanımlama hiç kuşkusuz Marksizm tarafından yapılmıştır. Marksizm’e göre ücretlerin yükseltilmesi, çalışma sürelerinin kısaltılması ya da korunması yoluyla emekçi kesimlerin yaşam koşullarının iyileştirilmesi sendikaların en önemli görevidir. Ancak, ücretlerin belli bir düzeyin üzerine çıkartılabilmesi sendikaların işverenlerden ekonomik talepleri doğrultusunda yürütülecek bir mücadele ile sağlanamaz. Zira, sermayenin yoğunlaşması ve kapitalist sistemde yaşanan ekonomik krizler sendikaların mücadele gücünü azaltır. Bu nedenle sendikalar, sınıf bilinci içerisinde yürütülecek siyasal bir mücadelenin aracı olmak durumundadır (Marx, 1992: 130).

Marksizm dışında sendikalara yönelik yaklaşımlar birbiriyle önemli benzerlikler taşır ve bunların en önde geleni İngiliz sosyolog Webb’lerin yapmış olduğu “ücretlilerin çalışma koşullarının korunması ya da geliştirilmesi amacını güden, devamlı birliklerdir” tanımlamasıdır. Webb’lerin bu tanımlamasına göre sendikalar, kapitalist sistem içerisinde üyelerinin ekonomik çıkarları için mücadele etmekle sınırlı kalmalı ve mücadeleyi de toplu pazarlık mekanizmasını kullanarak gerçekleştirmelidir.

Sendikalara yüklenen işlev, ister Marksizm’de olduğu gibi bir sınıfsal düşünceden yola çıksın isterse Webb’lerin tanımlaması gibi üyeleri için ücret talebiyle sınırlı kalsın, ortaklaşılan bir nokta vardır ki o da sendikaların kapitalist üretim ilişkilerinin yarattığı koşulların bir gereği olarak ortaya çıkmış olmasıdır. Kapitalist üretim ilişkileri, sanayi devrimiyle birlikte gelişmeye, derinleşmeye başlamış, Fransız İhtilali ile de kapitalizm, üretim süreci ile sınırlı kalmaktan çıkıp, tüm toplumsal ilişkiler üzerinde egemen hale gelen bir toplumsal sisteme dönüşmüştür.

Kapitalist sistem, tüm toplumsal ilişkiler üzerinde belirleyici olmasına karşın, diğer tüm sistemler gibi üretim süreci üzerinde şekillenmektedir. Bu bağlamda, üretim sürecinde hakimiyeti bütünüyle elinde bulunduran sermaye sınıfı, sanayileşmenin gelişmesiyle birlikte diğer sınıflar üzerindeki ekonomik üstünlüğünü arttırmış ve Fransız İhtilali ile birlikte devlet mekanizmasını ele geçirerek bu üstünlüğünü siyasal alana da taşımıştır.

Kapitalizmin ekonomik ve siyasal üstünlüğü, bir taraftan üretim süreci üzerinde emeğin sömürüsünü daha fazla arttırırken, diğer taraftan da geleneksel toplum yapısının çözülmesi toplumsal yaşamda emekçilerin mülksüzleşmesine ve sefaletine yol açmıştır. Bu koşullar karşısında emekçi kesimlerin yaşamlarını en asgari düzeyde de olsa sürdürebilmek üzerine bir araya gelerek gösterdikleri tepkiler dahi en sert biçimde bastırılmıştır. Sermaye sınıfı ve onun kontrolü altındaki devlet mekanizması içerisinde yoksulluğa, güvencesiz bir yaşama mahkum edilen emekçiler, önce bir yardımlaşma mekanizması olarak kurdukları sendikaları, daha sonra edindikleri sınıfsal “bilinç” sayesinde sınıf mücadelesinin araçları haline dönüştürmüşlerdir. 

İşçi sınıfının sendikalar aracılığı ile üretim sürecinde ve toplumsal yaşamda varlıklarını kabul ettirme mücadelesi, 19. yüzyılın sonlarına kadar sürmüştür. Bu mücadelede Bilimsel Sosyalizmin son derece önemli katkıları olmuştur. Bu bağlamda, Komünist Manifesto (1848), I. Enternasyonel (1864) ve Paris Komünü (1871) sayesinde bir taraftan emekçiler, iktidarı elde etmeye muktedir bir sınıf olduklarının farkına varırken, diğer taraftan sermaye sınıfı ve dolayısı ile kapitalist sistem, işçi sınıfını ve sosyalizmi kendisine bir tehdit olarak algılamaya başlamıştır. Bu tehdit karşısında önce Bismarck, 1880’li yıllarda sosyal güvenliğe ilişkin olarak bir takım düzenlemeler getirmiş ardından da işçilerin sendikal ve siyasal örgütlenmesine yönelik baskılar azaltılmış ve sendikalar meşru olarak kabul edilmeye başlamıştır.  II. Enternasyonel (1889) ile birlikte sendikaların sosyal demokrat partiler ve işçi partileri ile birlikte “revizyonist” bir çizgide mücadele etmesine yönelik düşünce ağırlık kazanmıştır. Böylece, sendikalar Marksizm’den önemli ölçüde ayrışarak, işçi sınıfının ekonomik çıkarlarını sistem içerisinde savunma yolunu benimsemişlerdir.  

Sendikaların kapitalist sistemle ilişkilerini üç evrede ele almak mümkündür. Buna göre 18. yüzyıldan 1848 Komünist Manifestoya kadar olan dönem; sendikaların yardım sandıkları işlevi gördüğü, henüz sınıf bilincinin yeterince oluşmadığı dönemdir. Bu dönemde kapitalist üretim ilişkilerinden kaynaklanan sorunlara karşı emekçilerin mücadelesi, sürekli olmayan ani tepkiler biçimindedir.

Komünist Manifestoyla birlikte Bilimsel Sosyalizm, kapitalist üretim ilişkilerinin ve toplumsal ilişkilerin sürekli olarak değişim içerisinde olması gerektiğini, üretimdeki sürekli değişimin sosyal sorunları da beraberinde getireceğini ve  bu sorunlar karşısında mücadeleye girişecek işçi sınıfının devrimci bir rol üstlenecek güce sahip olacağı düşüncesini ileri sürmüştür. Bilimsel Sosyalizm, I. Enternasyonel’in sona ermesine kadar sendikal hareket üzerinde önemli bir etkiye sahip olmuştur. Bu dönemde sendikalar, kapitalist sistemin etkisi altında olmakla beraber, ilk kez sistemdeki gelişmelere mutlak bağımlı olmak yerine sistemi yönlendirici bir etkiye de sahip olmuştur.  

Sendikaların II. Enternasyonel’le birlikte Marksizm’in sınıf temelli ve siyasal mücadeleyi ön planda tutan sendikal anlayışından uzaklaşıp, kapitalist sistemin sorunlarına revizyonist bir yaklaşımla, ekonomik talepler temelinde çözüm arama yoluna girmeleri, kapitalist üretim ilişkilerinde yeniden mutlak bağımlı hale gelmelerine neden olmuştur. Aradan geçen yüz yılı aşkın süredir de sendikaların kapitalist sistemle olan bu bağımlılık ilişkisi sürmektedir. Bu bağlamda, kapitalizmin içine girdiği gelişme ve kriz dönemlerinden (kapitalist sistemin diğer kurumları gibi) sendikalar da doğrudan etkilenmektedir. Sendikaların kapitalist sisteme olan bağımlılığı üzerindeki yegane dışsal etken, 1917 Ekim Devrimi ile Doğu Bloğunun çözülmeye başladığı 1980’li yıllara kadar süren soğuk savaş dönemi olmuştur. Ancak, Doğu Bloğunun çözülüp kapitalist sisteme tehdit oluşturacak bir alternatif sistem kalmayınca sendikaların sisteme bağımlılığı daha da artmıştır.

Sendikaları Kapitalizme Bağımlı Hale Getiren Koşullar

Sendikaların kapitalist sistemle mutlak bağımlılık ilişkisine girdiği dönem, aynı zamanda sendikaların üye sayılarını hızlı bir biçimde arttırdığı ve kitleselleştiği bir dönemdir.   Sendikaların ve dolayısı ile işçi sınıfının sermaye sınıfına bağımlı hale gelmeye başladığı ama aynı zamanda da örgütlülüğünün en üst düzeylere çıktığı ve 20. yüzyılın başlarına denk gelen bu dönemin koşullarına kısaca değinmek yerinde olacaktır.

19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren başlayan ve 20. yüzyıla ulaşan dönemde kapitalizm, tüm eleştirilere rağmen büyük bir gelişme kaydetmiş ve tüm kurumlarıyla mükemmel bir şekilde uygulanmıştır. Bu dönemde kapitalist sistem, daha önce yerleşmiş olduğu ülkelerden hızla yayılmaya başlamıştır. Bu yayılma, ekonomik gelişmesi hızlanan ülkelerin yanı sıra bu ülkelerin egemenlik ilişkisi altında da bir çok ülkeye kabul ettirilmiştir. Coğrafi gelişmenin yanı sıra özellikle, teknolojik ilerlemeler, kendi yapısına uygun örgütlenme ve faaliyet araçlarına (hukuk  sistemi, bankalar ve işletme yönetimi vb.) sahip olma imkanı ve yakın geçmişte oluşmuş ve biriktirilmiş sermayenin büyük ölçüde yatırıma dönüşmesi kapitalist sistemin en yüksek etkinlik düzeyine ulaşmasını sağlamıştır (Maillet, 1983: 161).

Kapitalizmdeki bu ilerlemeler aynı zamanda sistemde büyük değişime neden olan sorunları da beraberinde getirmiştir. Bu sorunların başlıcaları şunlardır: Ulaşılan sanayileşme düzeyi kalabalık bir proleter sınıfın oluşmasını sağlamış ve sınıfın kendi güçlerinin bilincine varmasıyla büyük toplumsal mücadeleler başlamıştır. Bir yandan üretim artarken yeni hammadde ihtiyacı ortaya çıkmış, diğer yandan geniş halk kitlelerine bu üretimi talep edebilecek satın alma gücü sağlanmamıştır. Bu nedenle üretilen mala gerekli pazar bulunamamıştır. Ulaşılan sanayileşme düzeyinde yatırımlar daha az karlı hale gelmiştir. Buna karşın, teknolojik gelişme daha fazla yatırım yapılmasını gerektirmiş, ancak karın düşük olması nedeniyle yeterli yatırım gerçekleşmemiştir. Küçük ve orta ölçekli işletme tipi yetersiz kalmaya başlamıştır. Kapitalist işletmelerin iç işleyiş koşulları daha güç hale gelmiştir. Ekonomik gelişme aşamasına yeni giren ülkeler, daha önce gelişmiş ülkelerle ulusal düzeyde rekabete başlamışlardır (Maillet: 162).  

Kapitalist sisteme içkin bu sorunları çözümlemek amacıyla bir takım önlemler uygulanmıştır. Bunlar şöyle özetlenebilir: Özellikle 20 yy'ın ilk on yıllık döneminde yayılmaya başlayan sosyalizmin de etkisiyle, klasik iktisadın temeli olan "laissez faire" düşüncesinden ödünler verilmiş ve işçileri korumayı amaçlayan sosyal mevzuatlara gidilmiştir. Böylece, sendika hakkı, iş yasaları ve genel oy hakkının tanınması gibi gelişmeler olmuştur. Öte yandan, küçük işletmeden büyük işletmeye doğru geçiş olmuş, özellikle 1900 yıllarında H.Ford'un geliştirdiği bant sistemiyle kitle üretimine geçilmesi bunda en büyük etken olmuştur. Ayrıca, kapitalist sistem dışındaki ülkelere de açılma olmuş, böylece hammadde ve pazar olanakları genişletilerek yatırım olanakları arttırılmıştır. Rekabeti kısıtlayıcı politikalara yönlenilmiş, böylece karteller, pazarın paylaşılması gibi yöntemlerle korumacılığa yönelmiştir (Maillet;162).

Kapitalist sistemdeki bu dönüşüm sürecinin sendikalara en önemli etkisi, liberal politikalardan verilen tavizler ve üretim siteminde gerçekleşen değişimdir. 19. yüzyıl boyunca işçi sınıfının örgütlenmesini ve mücadelesini engelleyen burjuva yönetimleri ve sermayedarların kapitalizme içkin koşulların ve sosyalizmin tehdidi altında bu baskılarını hafifletmeleri, bir taraftan işçi sınıfının daha örgütlü hale gelmesinin önünü açarken, diğer taraftan da işçi sınıfının Marx’ın tarihsel materyalizm içerisinde tanımladığı toplumsal yapıyı değiştirme gücüne sahip, devrimci bir nitelik içeren sınıfsal bilinçten uzaklaşmasına neden olmuştur.

Bu dönemde kapitalizmin temel ilkelerinden ödünler vermesi yanında işçi sınıfının yapısını ve sendikal örgütlenmeyi etkileyen diğer önemli bir gelişme de üretim süreçlerinde yaşanmıştır. Kapitalist üretim sürecinde Taylorizm ve Fordizm ile birlikte gerçekleşen bu değişim sayesinde, emeğin verimliliğini en üst düzeye çıkartmak üzere üretim ve yönetim biçimlerinde köklü değişikliler gerçekleşmiştir. 20. yüzyılın başından son çeyreğine kadar egemen olan Fordist üretim sistemi, bir taraftan işin yoğunlaşmasını ve emeğin işine yabancılaşmasına neden olurken diğer taraftan da büyük fabrika sistemi içerisinde, benzer çalışma ve yaşam koşullarına sahip işçilerin aynı çatı altında çalışmalarını sağlamıştır. Fordizmin işçiler üzerinde yaratmış olduğu olumsuzluklar karşısında, benzer koşullarda çok sayıda işçinin bir arada bulunması çıkar birliğini ve dayanışma düşüncesini güçlendirmiştir. Bu da Fordist üretim süreci içerisinde işçilerin çalışma ve yaşam koşulları üzerinde daha fazla söz sahibi olabilmek amacıyla örgütlenmelerini kolaylaştırmıştır. Öte yandan, Fordist üretimin temelini oluşturan bant sistemi, işçilerin üretim ağını kolaylıkla durdurabilmelerine de olanak sağlamıştır. Bu bağlamda, hakları için mücadele eden işçilerin üretim güçlerini sermayeye karşı kullanması kolaylaşmıştır. Tüm bu etkenler sayesinde de Fordist üretim sistemi içerisinde sendikal örgütlenme ve mücadelenin daha etkin bir biçimde kullanılması mümkün hale gelmiştir (Ansal, 1985; 162).

Kapitalizmin Gelişim Süreçleri Ve Sendikaların Konumu

Bir taraftan, liberal ekonomi anlayışından verilen tavizler ile sendikal örgütlenme ve sendikal faaliyetlere yönelik baskıların önemli ölçüde kaldırılması, diğer taraftan ise Fordist üretim sisteminin getirdiği koşullar, 20. yüzyılın başlarında sendikal örgütlenmeleri önemli ölçüde arttırmıştır. Tablo 1’de de görüldüğü gibi bu dönemde en ileri sanayileşme düzeyine sahip olan üç ülkede de 1901-1921 arası dönemde sendikalaşma oranları önemli ölçüde artmıştır. Ancak, burada sendikalaşma oranındaki artıştan daha dikkat çekici olan sendikalı işçi sayısındaki artıştır. Bu bağlamda, 1901-1921 arasındaki yirmi yılda sendikalı işçi sayısı İngiltere’de 2.2 kat, Almanya’da 9.2 kat, ABD’de ise 6.8 kat artmıştır (Tablo 1).    

Tablo 1. Sanayileşmiş Bazı Ülkelerde Sendikalaşma Düzeyi (1901-1961)

ABD
ALMANYA*
İNGİLTERE

Üye Sayısı
Sendikalaşma Oranı  %
Üye Sayısı
Sendikalaşma Oranı %
Üye Sayısı
Sendikalaşma Oranı  %
1901
1.125.000
3.0
857.000
5.7
2.025.000
12.4
1911
2.343.000
5.9
2.788.500
15.6
3.139.000
17.1
1921
4.781.000
11.9
8.779.000
42.6
6.638.000
34.3
1931
3.310.000
6.2
5.177.000
23.5
4.624.000
25.0
1941
8.944.000
15.0
-
-
7.165.000
36.3
1951
15.000.000
23.8
-
-
9.535.000
44.9
1961
17.328.000
21.1
7.569.400
36.7
9.916.000
42.5
Kaynak: Jackson, 1996: 23
*1961 rakamları Batı Almanya’ya aittir.

Kapitalist sistemin 19. yüzyıl işçi sınıfı mücadelelerinden çıkarttığı dersin de etkisiyle belirlediği yeni strateji; emekçilerin işçi partileri ve sosyal demokrat partiler aracılığı ile siyasal alanda, sendikalar aracılığı ile de üretim alanında kendilerini ifade edebilme kanallarının açılmasıdır. Ancak burada kritik olan nokta, gerek siyaset alanında gerekse sendikal alanda faaliyetlerin, kapitalist sistemin kendi ihtiyaçları doğrultusunda belirlediği kriterler çerçevesinde gerçekleşmesidir. Diğer bir ifade ile işçi sınıfı ve sendikalar bir takım haklar elde etmelerine karşılık gerek üretim, gerekse toplumsal ilişkilerde emeğin sermayeye bağımlılığı giderek artmıştır.

I. Dünya Savaşı ile birlikte özellikle Avrupalı kapitalist ülkelerdeki gerileme ve kapitalist ülkeler arası ilişkilerdeki değişim, 1920’li yılların başlarından itibaren önemli sarsıntılara neden olmuştur. 1929 krizine de kaynaklık eden bu sarsıntı döneminde sendikalaşma oranlarında önemli düşüşler yaşanmıştır. Özellikle, faşist partilerin iktidara geldiği Almanya ve İtalya’da sendikalar, II. Dünya Savaşı sonrasına kadar baskı altında tutulmuş ve önemli ölçüde gerilemişlerdir. Buna karşılık diğer sanayileşmiş kapitalist ülkelerde 1929 krizi sonrasında devlet müdahalesini içeren, talep yönlü ekonomi politikaları sayesinde sendikacılık da 1930’lu yıllarla birlikte tekrar gelişme sürecine girmiştir (Tablo 1).

II. Dünya Savaşı’nın ardından kapitalist sistemdeki istikrarsızlık çok daha geniş boyutlara ulaşmıştır. Bu sorunların başında sosyalist ülkelerin varlığı ve bu sosyalist ülkelerin hızlı büyümesinden kaynaklanan sorunlar gelmektedir. Sosyalist sistemin rekabeti, kapitalist ülkeleri, kendi ihtiyaçlarına uygun bir büyüme modelinin ötesinde hızlı bir yarış içerisine sokmuştur. Sosyalizm, kapitalist ülkelerin halkları üzerinde de etkili olmuş bu bağlamda, sosyalist ülkelerin varlığı hem kapitalizme bir alternatif olarak, hem de bir eleştiri ve karşı çıkma kaynağı olarak görülmüştür. Öte yandan kapitalizmin kendi içsel çelişkileri de bir çok sorunu ortaya çıkartmıştır. Bunların başında 1929 krizinin tekrar yaşanmaması ve bu bağlamda kapitalizmin yıkılmasını önlemek için büyümenin ayarlanması gelmektedir. Ayrıca, hızlı büyümenin sağlanarak bir taraftan çeşitli sorunların çözülmesi, diğer taraftan ise toplumsal mücadeleler ve sınıf mücadelesi yerine sınıfların dayanışmasını geçirerek kitleleri sistem ile bütünleştirmek gerekmektedir.  Bunların yanı sıra, sömürgeciliğin ortadan kalkması ile belirginleşen sorunlar ve ABD’nin artan üstünlüğü; kapitalist ülkelerarası rekabet; uluslararası para sistemi gibi aşılması gereken bir çok sorun daha bu süreçte ortaya çıkmıştır (Maillet, 164-165).

Bir taraftan talep sorununu çözmek için uygulanan Keynesyen ekonomi politikaları, diğer taraftan, sosyalizmin tehdidi altındaki toplum kesimlerini sistemle bütünleştirme çabalarının gereği olarak sendikal faaliyetlere büyük önem verilmiştir. Özellikle kamu işletmeciliğinin bu noktada önemli katkıları olmuştur. Zira, devletin ekonomideki etkin rolünün bir gereği olarak, benimsenen politikalar öncelikle kamu işyerlerinde uygulanmaktadır. Bu bağlamda, kamu işyerlerinde sendikal örgütlenme için son derece uygun bir ortam sağlanırken, toplu pazarlık sistemi ve sendikalar aracılığı ile işçilerin yönetime katılması sağlanmıştır.

II. Dünya Savaşı sonrasında sendikal hareket hızla gelişirken bir yandan da yüksek istihdam sayesinde işçi sınıfının toplam gelir düzeyinde yükselme olmuştur. Batı Avrupa’da yedek sanayi ordusunun iki savaş arası dönemde olduğundan çok daha küçülmüş olması doğrudan sendikaların pazarlık gücünü arttırmış ve hakim olan toplumsal ilişkiler sistemi içerisinde işçilerin konumu iyileşmiştir. Ancak bu göreceli bir iyileşmedir. Çünkü aynı dönemde karlar da önemli ölçüde artmış ve bir çok ülkede ulusal gelirin ücretlere giden göreli payında kayda değer bir değişiklik olmamıştır (Dobb, 1992: 352).

Sosyalist rejimin tehdidi, Fordist üretim sisteminin yarattığı uygun ortam ve benimsenen sermaye birikim rejiminin gereği olarak, II. Dünya Savaşı sonrasında kapitalist üretim ilişkileri içerisinde emek ve sermaye arasında tarihin hiçbir döneminde görülmemiş bir uzlaşma yaşanmıştır. Bu uzlaşma süreci içerisinde de sendikalar, bir yandan sanayileşmiş merkez kapitalist ülkelerde üye sayılarını ve etkilerini arttırırken diğer taraftan ILO’nun da çabalarıyla yeni sanayileşen ülkelerde de yaygınlaşmıştır. Sendikaların üye sayılarındaki artış, çalışma koşullarının belirlenmesinde toplu pazarlık sisteminin de etkinliğini arttırmıştır. Toplu pazarlıklar yoluyla üretim ilişkilerindeki etkinliğini arttıran sendikalar, oluşturdukları toplumsal baskı gücü sayesinde ulusal düzeydeki karar alma mekanizmalarında da önemli etkiye sahip olmuştur. 1970’lere kadar gelen bu dönemde sendikaların da etkisiyle asgari ücret, azami çalışma saati gibi konular emeğin lehine düzenlenmiştir. Özellikle merkez kapitalist ülkelerde çalışma yaşamı ve toplumsal yaşamdaki reformlarla emeğin statüsü de değişime uğramıştır. Böylece işçi sınıfı, kapitalist birikim modelindeki değişikliklerin etkisi altında, sınıf olarak kendisini yeniden oluşturmasını sağlayacak maddi olanakları elde eden ve harcayan ekonomik özne haline gelmiştir (Brunhoff, 1988: 398).
 
II. Dünya Savaşı sonrasında başlayan ve Keynesyen politikaların da etkisi ile yaklaşık 25 yıl süren toparlanma ve genişleme döneminde kapitalist ekonomiler, yüksek büyüme hızına ulaşmış, dış ticaret hacmi artmıştır. Gerek merkez, gerekse çevre kapitalist ülkelerde yaşanan bu olumlu süreç 1969, 1970 yıllarında ABD’de çıkan stagfilasyon, 1971 yılında uluslararası para sisteminin çöküşü ve 1974-1975 yıllarında dünya ekonomisindeki ani daralma ile birlikte sona ermiştir (Clarke, 1987: 404-407).

Kapitalizmde Kriz ve Yeni Liberal Dönüşüm Süreci

1970’lerin başında belirginleşen krizin nedeni daha önceki gibi pazar sıkıntısı ve yetersiz tüketim değildir. Bu krizde temel sorun, sermayenin aşırı değerlenmesi ve yükselen sabit sermaye yatırımlarının yetersiz artık değer üretmesidir. Yani kriz, aşırı birikim krizi olarak ortaya çıkmıştır. Bu nedenle sermaye için asıl sorun pazar değil, artık değer yani sömürü oranını arttırmaktır. Oysa, varolan yapıda ücret artışları, sömürü oranının arttırılmasını engellemekte, mevcut verimlilik koşulları içerisinde ücret artışları fiyatlara yansıtılsa bile bunu yeni ücret artışları izlemekte ve bu da enflasyonist bir ortama neden olmaktadır (Arın,1985:132). Talebi arttırmaya yönelik Keynesci düzenleme modelinin de krizden çıkış için çözüm olamadığı bu koşullarda öncülüğünü Chicargo okulundan Hayek ve M. Friedman’ın yaptığı “yeni liberal” akımın önerdiği ekonomi politikaları, başta İngiltere ve ABD olmak üzere bir çok kapitalist ülkede benimsenmiştir. Yeni liberal akıma göre, Keynesyen politikalar sonucu karların üzerinde baskı yapan unsurlar ortadan kaldırılmalı ve devletin sermayeyi desteklemesi sağlanmalıdır. Böylece, Keynesyen iktisadın tüketimi yönlendirmeye ve talep oluşturmaya yönelik politikalarının yerine, üretimi ve arzı ön plana çıkartan politikalar öncelikli olacaktır.
Yeni liberalizmin krizden çıkış önerilerini daha açık olarak şu şekilde özetlemek mümkündür:  Devlet ekonomiye müdahaleden vazgeçmeli, liberalizmin “laissez faire” ilkesi yani, serbest piyasa anlayışı tekrar geçerli olmalıdır; para arzındaki artış, ekonominin suni biçimde şişirilmesine engel olacak biçimde sınırlandırılmalıdır; dünya ölçeğinde meta, para ve sermaye akımlarına karşı her türlü engel ortadan kaldırılmalıdır; sermaye üzerindeki vergi yükü hafifletilmeli, devlet harcamaları yeniden bölüşümcü ve sosyal ücreti arttırıcı olmaktan çıkartılıp sermayeyi teşvik edici bir yapıya sokulmalıdır. Öte yandan, üretim sürecine ilişkin olarak azalan verimlilik, yetersiz artık değer ve azalan kar hadlerine karşı getirilen öneriler ise şunlardır: Uluslararası pazar genişletilmeli; artık değeri yükseltmek üzere ucuz emek bölgeleri bulunmalı; emek sürecinde verimliliği arttırmak üzere yeni üretim alanları bulunmalı, yeni örgütlenme biçimleri ve teknoloji geliştirilmelidir (Arın,1985: 136).   

Yeni liberalizmin kapitalizmi krizden çıkartmak üzere öngördüğü politikalar, çalışma standartları ve sosyal haklar konusunda işçi sınıfının elde edilmiş olan tüm haklarını ortadan kaldırılmasını içermektedir. Bu, özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında oluşan emek-sermaye uzlaşmasının da sona erdiği anlamına gelmektedir. 20. yüzyılın başlarından itibaren sistemin bir parçası olarak görülen sendikalar yeniden, kapitalist sistemin önündeki en büyük engel olarak görülmeye başlamıştır. Çünkü sendikalar, krizin temel nedeni olarak görülen emek maliyetini arttıran en temel kurumdur. Ayrıca sendikalar, gerek çalışma koşulları gerekse sosyal haklar konusunda emekçilerin kazanımlarının ortadan kaldırılmasının önündeki en büyük engeldir. Bu nedenle sendikaların gücünün azaltılması, işçi sınıfının bölünmesi ve böylelikle de sermayenin üzerinde yük olarak görülen maliyetlerin ortadan kaldırılması gerekmektedir. 

Başta, ABD ve İngiltere olmak üzere yeni liberal politikaları benimseyen ülkelerde devletin ve sermayenin sendikalara karşı tavrı sertleşmiş, gerek örgütlenme gerekse diğer sendikal faaliyetler engellenmeye çalışılmıştır. Bu çabalar birçok kapitalist ülkede başarıya ulaşmış ve bağımsız sendikalar ya bütünüyle ortadan kaldırılmış ya da devlete ve sermayeye bağımlı sendikaların egemen olması sağlanmıştır (Maclnnes, 1987: 3).

Devletin ve sermayenin üzerinde yarattığı baskılara karşı yeterli direnci gösteremeyen sendikalar, gerek işyeri düzeyinde gerekse ulusal ölçekte yer aldıkları karar mekanizmalarından ya bütünüyle çıkartılmış ya da etkisiz hale getirilmiştir. Böylece üretim sürecinde ve toplumsal ilişkilerde sınıflar arası güç dengesi işçi sınıfı aleyhine bozulurken sermaye sınıfı giderek güçlenmiştir. Sınıflar arası güç ilişkilerinde sermaye lehine gelişen bu bozulma, kapitalist sistemin engelsiz bir biçimde yeni birikim rejimi doğrultusunda dönüşmesini sağlamıştır.   

Kapitalist sistemde yaklaşık yüz yıllık bir geri dönüşü de ifade eden ve yeni liberalizm olarak anılan bu evrede getirilen ve birbirinin tamamlayıcısı olan uygulamaları iki ana başlık altında toplamak mümkündür. Bunlardan birincisi,  maliyetleri düşürecek ve artı değeri en üst düzeye çıkartacak biçimde üretim sürecinin değiştirilmesidir. Diğeri ise başta devlet olmak üzere Keynesyen politikalara göre biçimlenmiş tüm kurumların ve yasal düzenlemelerin yeni liberal politikalar doğrultusunda yeniden yapılandırılmasıdır. Yeni liberalizmin bu temel düzenlemelerinden önce, gerek bu düzenlemelerin bir parçası olarak gerekse bu düzenlemelere zemin hazırlamayı amaçlayan küresel rekabet olgusu/söylemi üzerinde kısaca durmak gerekecektir.     

 Yeniden Yapılandırmanın Amacı ve Gerekçesi Olarak Küresel Rekabet Söylemi

1970’li yıllarla birlikte, merkez ülkelerde sermayenin içine girdiği süreç, aşırı birikim ve kar hadlerinin azalmasından kaynaklanan yoğun sermaye birikim tarzının krize girmesidir. Sermayenin derinleşen krize karşı, ayakta kalma mücadelesi ile şekillenen yeni birikim tarzı, aynı zamanda mekansal bir dizi değişimin gerçekleşmesine neden olmuştur. Merkez ülkelerde yoğun sermaye birikim tarzının krize girmesi ile birlikte, aşırı biriken sermayenin değer yitirme süreci bireysel sermayeler arası rekabeti hızlandırmıştır. Rekabet sürecinde bireysel sermayelerin üretim maliyetlerini aşağıya çekecek çarelere başvurması ilk elden işaret edilmesi gereken bir özelliktir. Temel maliyet unsurları olan hammadde, emek-gücü ve bizzat üretim faaliyetlerinin sürdürüldüğü mekanların yoğunlaşma nedeni ile aşırı değer kazanması, bireysel sermayelerin mekansal sonuçları olan kararlar alınmasına yol açmıştır. Karar alma sürecinde emek ve hammaddenin ucuz olduğu bölge ve ülkeler, üretilen metalar için pazar olanağı sağlayan bölge ve ülkeler sermayenin en çok ilgisini çeken alanlar olmuştur (Ercan, 2006: 51).     

Sermayenin ihtiyaç duyduğu yeni alanlara açılma düşüncesi için her şeyden önce ticaretin ve finansal akımların dünya ölçeğinde serbestçe hareketini engelleyen koşulların ortadan kaldırılması ve küresel düzeyde rekabete dayalı bir serbestleşme ortamının yaratılması gereklidir. Bunun için de tüm toplum kesimlerine küreselleşme olgusunun kendi nesnel yasalarına sahip, karşı konulamaz ve kaçınılmaz bir süreç olarak algılatılması gerekir (Yeldan, 2003: 429). Yeni liberal felsefe, bu küreselleşme söylemi sayesinde tüm ülkeleri ve tüm toplumsal kesimleri yapısal “reformlar” ile bu sürece dahil olması gerektiği yönünde ikna etmeye çalışmış ve bunda da önemli ölçüde başarı sağlamıştır.

Küresel rekabet söylemi, öylesine sihirli bir hal almıştır ki, hemen tüm ülkelerde “küresel rekabette”  geri kalmamak ya da üstünlük sağlamak en temel hedef olurken, bu hedef gerekçe gösterilerek geniş toplum kesimlerinin çıkarları ve ulusal hassasiyetlerine aykırı olan düzenlemeler dahi rahatlıkla yaşama geçirilebilmiştir. Örneğin, bir taraftan emek hareketinin en gelişmiş olduğu ülkelerde dahi çalışma saatleri, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi en temel haklar tırpanlanması, özelleştirme, doğal kaynakların uluslararası sermayeye açılması ve ulusal konularda uluslararası kurumlara yetki devri gibi uygulamalar bunlardan bazılarıdır.

Üretim Sürecinde Değişim

Kapitalist toplum modelinde sınıflar arası güç ilişkilerinin öncelikle belirlendiği yer üretim sürecidir. Üretim sürecinde kontrolü elinde bulunduran güç toplumsal alanda da egemenliğe sahiptir. Kapitalist üretim ilişkilerinin doğası gereği kontrol, sermayedarın elindedir. Ancak, bu kontrolün düzeyi kapitalizmin gelişim süreci içerisinde farklılık göstermiştir. Daha önce de belirtildiği gibi fabrika üretim sistemi gelişip, bir taraftan emek sömürüsü, diğer taraftan da emeğin sınıfsal güç haline dönüşmesiyle işçi sınıfı da üretim sürecinin kontrolünde söz sahibi olmayı talep etmiştir. İşçi sınıfının 19. yüzyıl boyunca sürdürdüğü mücadeleler ve 20. yüzyılla birlikte gelişen Fordist üretim biçimi, işçi sınıfının üretim sürecindeki söz sahipliğini arttırmıştır. Özellikle II. Dünya Savaşı sonrası benimsenen Keynesyen politikalarla emek ve sermaye arasındaki uzlaşma en üst düzeye çıkmış ve işçi sınıfı da sendikaları aracılığı ile üretim sürecinde önemli bir konuma gelmiştir. Ancak 1970’lerin krizi bu uzlaşmayı bozmuş, dahası krizin nedeni olarak bu emek-sermaye uzlaşmasını, dolayısı ile de işçi sınıfının üretim sürecindeki etkin rolünü görmüştür. Bu nedenle de krizin çözümünü her şeyden önce üretim sürecinin kontrolünün yeniden bütünüyle sermaye sınıfına vermekte bulmuş ve üretim sistemlerini de yeniden kontrolü sermayeye verecek biçimde değiştirmeyi amaçlamıştır.

Üretim sürecini bütünüyle sermayenin kontrolüne geçmesi ya da bir başka ifade ile işçi sınıfının üretim sürecindeki kontrolünü bütünüyle ortadan kaldıracak biçimde yeniden düzenlenmesi, Fordist üretim sisteminin yerine esnek üretim organizasyon biçimlerinin geçirilmesiyle gerçekleştirilmiştir. Esnek üretim organizasyon biçimleri, Fordizmde tek çatı altına toplanan ve katı uzmanlaşmayı içeren üretim sürecinin, üretimin çeşitli aşamalarının gerektiğinde fabrika dışında küçük işletmelerde de gerçekleştirilebilecek biçimde parçalandığı ve esnek uzmanlaşmanın geçerli olabildiği bir yapıya dönüşmesini öngörmektedir. Esnek üretim biçimleri iki farklı model altında toplanabilir. Bunlardan birincisi esnek uzmanlaşma ya da İtalyan modeli olarak da ifade edilmektedir ve üretimin bazı bölümlerinin taşerona veya küçük işletmelere devredilmesinden oluşan düzenlemeleri içerir. Diğer model ise üretim ağında büyük firma içerisinde kaliteyi ve verimliliği arttırmayı amaçlayan “toplam kalite”, “tam zamanlı üretim” ve “kalite çemberleri” gibi uygulamaları içeren ve Japon modeli olarak da adlandırılan yalın üretim modelidir (Ansal, 2004: 164).

Esnek uzmanlaşma modelinin temelinde üretimin, maliyetlerin minimize olduğu küçük işletmelere doğru kaydırılması vardır. Burada amaç, fabrika sistemi içerisinde yüksek olan maliyetlerin düşürülmesidir. Üretimin tüm aşamaların tek çatı altında gerçekleştiği Fordist fabrika modelinde emek maliyeti yüksektir. Çünkü, çok sayıda işçinin bir arada ve benzer koşullar içinde çalışıyor olması, işçiler arasındaki dayanışmayı ve bununla bağlantılı olarak da örgütlenmeyi kolaylaştırmaktadır. Sendika çatısı altında gerçekleşen bu örgütlenmeler sayesinde işverene karşı büyük bir güç oluşturulabilmekte ve böylece ekonomik ve sosyal haklar ilerletilmektedir. Oysa, maliyetlerini en alt düzeye indirmeyi hedefleyen sermaye için bu yapının mutlaka kırılması gerekir. Bunun için geliştirilen yol da üretimin çeşitli aşamalarının önce parçalanması, sonra da bu parçaların fabrika dışında küçük işletmelerde ya da fabrika içerisinde alt işveren denilen taşeronlar eliyle yaptırılmasıdır (Güler-Müftüoğlu, 2005: 30-36).

Küçük işletmelerin tercih edilmesinin en önemli nedeni; az sayıda işçinin çalışması ve vergi, sigorta gibi maliyetleri arttıracak konularda denetim dışında, diğer bir söyleyişle kayıt dışında üretim gerçekleştirme olanaklarına sahip olmalarıdır. Az sayıda işçinin çalışıyor olması, büyük işletme modellerinde örgütlenmeye alışmış olan sendikaların buralarda örgütlenmesini engellemektedir. Bu da beraberinde sendikasızlaşmayı getirmektedir. Öte yandan, örgütsüz işçileri istihdam eden bu işletmeler çoğu zaman kamu denetiminden de uzak oldukları için sigortasız ve kötü koşullarda işçi çalıştırabilmektedir. Aynı nedenlerle vergi denetimlerinin de yetersiz olması bu işletmeler sayesinde üretim üzerindeki vergi maliyetinin de azalmasını sağlamaktadır (Güler-Müftüoğlu, 2005: 36-44) .

Taşeron uygulamaları da yine maliyetleri düşürmek üzere aynı işletme içerisinde üretimin çeşitli aşamalarının bir başka işverene devredilmesidir. Bu yolla aynı işyerindeki işçiler farklı işverenlere bağlı olarak çalışıyormuş gibi gösterilerek bir araya gelmeleri ve mücadele güçleri engellenmektedir. Gerçekten de taşeron uygulamalarıyla birlikte, sendikalar önemli bir güç kaybetmiştir. Öte yandan örgütsüz kalan taşeron işçileri de düşük ücret ve sosyal haklar yanında iş güvencelerini de önemli ölçüde kaybetmişlerdir. Buna karşılık taşeron uygulaması sayesinde özellikle yemek, temizlik, güvenlik gibi işlerde maliyetler önemli ölçüde düşürülmüştür. Ayrıca, bu yolla sendikaların azalan gücü toplu iş sözleşmelerine de yansımış ve taşeron bulunan işyerlerinde asıl işverene bağlı olarak çalışan işçilerinde ücret ve sosyal haklarında kayıplar olmuştur (Güler-Müftüoğlu ve Akdemir, 2005:171).

Fordist üretim sistemine göre örgütlenmeye ve bu sistemin ortaya çıkarttığı ihtiyaçlara cevap vermeye odaklanmış olan sendikalara esnek uzmanlaşma modelinin yansımaları son derece olumsuz olmuştur. Bu olumsuzluklar yukarıda da belirtildiği gibi küçük işletmelerde ve taşeronların örgütlenmesinden kaynaklanan sorunlardır. Ancak bunun yanında son derece önemli olan bir sorun da sendikaların bu süreçte “ücret sendikacılığı” anlayışından sıyrılamadıkları için örgütsüz kalan bu kesimdeki işçilerin sorunlarını görmezden gelmiş olmalarıdır. Sendikaların bu son derece hatalı yaklaşımları geçen zaman içerisinde aynı üretim ağı üzerindeki örgütlü işçilerle örgütsüz işçiler arasındaki farklılıkları giderek arttırmıştır. Bu farklılıklar öylesine boyutlara ulaşmıştır ki bir tarafta azınlıkta kalan örgütlü, güvenceli, görece yüksek ücret ve sosyal haklara sahip işçiler çekirdek işgücü olarak tanımlanırken, diğer tarafta toplam işgücü içerisinde büyük çoğunluğa sahip olan örgütsüz, güvencesiz, son derece düşük ücret sahip, sosyal haklarının neredeyse bütününü kaybetmiş bir çeper işgücü oluşmuştur. Bu ayrışma, işçi sınıfının güç kaybetmesinin en temel nedenlerinden biridir ve sorumlusu da büyük ölçüde sendikaların bu süreçte uyguladığı yanlış politikalardır.

Esnek uzmanlaşmanın getirdiği üretimin Fordizmle standartlaşmış olan alan dışına kayması, işçi sınıfı örgütlülüğünün yüksek olduğu ve mücadele araçlarının güçlü olduğu merkez kapitalist ülkelerde kolaylıkla uygulanabilmesi elbette beklenemezdi. Bu nedenle, merkez ülkelerde sermaye üretimin çeşitli aşamalarını ya da bazı sektörlerde bütününü emeğin ucuz olduğu azgelişmiş çevre ülkelere doğru kaydırmaya başladı. Böylece merkez ülkelerde yüksek maliyetlerle gerçekleştirilen üretim, emeğin örgütsüz, ücretlerin ve sosyal hakların zayıf olduğu ve sermayeye birçok ayrıcalıkların tanındığı bu ülkelerde maliyetler son derece düşük düzeylere çekilebildi (Güler-Müftüoğlu ve Akdemir, 2005: 171-172).

Üretimin, emek piyasasının ve sömürünün küreselleşmesi anlamına gelen bu süreçte, emek-gücü ve hammadde olarak kullanılacak kaynakları bonkörce uluslararası sermayenin hizmetine sunan azgelişmiş çevre ülkeleri ikna etmek için kullanılan söylem; küresel nimetlerden yararlanma üzerine kurulmuştur. Buna karşılık, üretimini çevre ülkelere kaydıran ve dolayısıyla emek talebi daralan merkez ülkelerin işçilerine karşı geliştirilen söylem ise; sanayi ötesi topluma modeline geçildiği ve artık bilişim teknolojilerinin kullanıldığı, emeğin daha temiz işlerde, daha az süre ile çalışıp daha refah içinde yaşayacağı üzerine kuruludur.  Bu söylem, her iki gruptaki ülkelerin sendikaları ve geniş toplum kesimlerince önemli ölçüde kabul görmüştür.

Üretimin küresel düzeyde esnekleşmesi, azgelişmiş çevre ülkelerde sendikaların ve dolayısı ile de işçi sınıfının sert bir biçimde baskılanmasıyla sonuçlanmıştır. Bu baskılama, Türkiye, Şili, Arjantin gibi kimi ülkelerde askeri darbelerle, kimi ülkelerde ise daha formal baskılama yöntemleriyle gerçekleştirilmiştir. Süreç ne şekilde gelişmiş olursa olsun sonuç olarak bu ülkelerde üretim büyük ölçüde kayıt dışı alana kaymış ve ücretler, iş güvencesi, sosyal güvence gibi haklar geriletilmiştir. Bu nedenle sendikalar çok önemli ölçüde üyelerini kaybetmiş ve toplu pazarlık mekanizması işlemez hale gelmiştir.

Üretimin küreselleşmesi ile gelişmiş merkez ülkelerde ise ortaya çıkan ilk sonuç, işsizlik olmuştur. Daha sonra, üretimi çevre ülkelere kaydırma tehdidi işverenlerin sendikalara karşı kullandıkları en temel “silah” haline gelmiştir. Artık sermaye, merkez ülkelerdeki işçileri, çevre ülkelerin işçileriyle rakip haline getirerek, onların ücret ve sosyal haklarını da çevre ülke işçilerinin düzeyine çekmeye başlamıştır. Böylece, merkez ülkelerde 19. yüzyıl sonlarından başlayarak elde edilen haklar birer birer ortadan kaldırılmaya başlanmıştır. Bu bağlamda, ücretler düşmüş, çalışma saatleri uzamaya başlamış ve sosyal haklar önemli ölçüde tırpanlanmıştır. Bir dönem işçi sınıfının çok önemli bölümünü örgütlemiş olan ve ücretli çalışanların hemen tümü için çeşitli düzeylerde toplu sözleşmelere imza atan sendikalar da bu süreçte giderek güç yitirmeye ve etkinliklerini önemli ölçüde kaybetmeye başlamışlardır.

Esnek örgütlenme modelinin diğer bir türü de yalın üretimdir. Kitle üretimindeki tıkanmayı aşmak üzere emek verimliliğini en üst düzeye çıkartabilmek amacıyla ilk kez Japonya’da uygulandığı ve bu ülkeden diğer ülkelere yaygınlaştırıldığı için Japon üretim modeli olarak da tanımlanır. Büyük işletmelerde üretim sisteminin emeğin üretkenliğini arttıracak biçimde yeniden organize edilmesine dayanan yalın üretim modelinde “toplam kalite”, “tam zamanlı üretim” ve “kalite çemberleri” gibi öğelerin uyum içerisinde çalışması gerekir. Yalın üretim modelinde temel amaç; Fordist üretim sürecinde emek-gücünün sadece çalışma saatleri içerisinde ve kol gücü ile sınırlı olan üretkenliğini, tüm gün boyunca ve kol gücünün yanına kafa gücünü de kullanacağı bir yapıya dönüştürmektir (Belek, 2004:46-55).

Yalın üretimin bir başka hedefi de üretimin tam zamanlı ve “0” hatalı olarak gerçekleşmesidir. Burada kalitenin kontrolü, üretim aşamasında ve üretimi gerçekleştiren işçinin ya da bir grup işçiden oluşan ekiplerin sorumluluğundadır. İşçiler veya işçilerden oluşan ekipler yönetimin kendilerine verdikleri hedeflere uygun sürede ve kalitede üretimin üzerlerine düşen bölümünü gerçekleştirmek zorundadırlar. Aksi halde üretimin bütünü aksayacak ve bundan da doğrudan hatanın gerçekleştiği birimdeki işçiler sorumlu olacaklar ve cezalandırılacaklardır. Üretimi aksatmanın cezası ise genellikle ücret kesintisi veya işten çıkartılmadır (Yücesan-Özdemir, 2000: 250-253).

Yalın üretim modelinin uygulaması, emek sürecinin esnekliğine dayanmaktadır. Diğer bir söyleyişle üretim sürecinin her aşamasında emeğin, esnek koşullar içerisinde çalışması gerekir. Esnek çalışmayı sayısal esneklik ve fonksiyonel esneklik olarak iki başlıkta toplamak mümkündür. Sayısal esneklikte, tam zamanlı üretimin gereği olarak talebe göre istihdamın düzenlenmesi prensibi geçerlidir. Bu bağlamda, üretimin ve genel ekonomik yapının özelliklerine göre mevsimsel koşullar veya ekonomik daralma gibi birçok etkene bağlı olarak talep sürekli olarak değişen bir seyir izleyecektir. Fordizmde standartlaşan istihdam biçimleri ile üretimin bu değişken koşullarına yanıt vermek mümkün değildir. O halde yapılması gereken, istihdam biçimlerinin de talepteki bu değişime uygun olarak esnekleştirmesidir. Bunun için öncelikle yaşam boyu istihdam anlamına da gelen süresiz iş sözleşmelerinin yerini esnek iş sözleşmelerinin alması gerekir. Esnek iş sözleşmeleri, birkaç yıllık süreli sözleşmeler yanında kısmi süreli çalışma, çağrı üzerine çalışma, geçici çalışma, evde çalışma gibi istihdam biçimlerini kapsamaktadır. İstihdam biçimlerinin esnekleştirilmesinin emekçiler yönünden anlamı, işverenin dilediği zaman işçiyi işe alıp, dilediği zaman işten çıkartması ya da dilediği şekilde istihdam etmesidir ki bu da üretim sürecinde kontrolün bütünüyle sermayenin eline geçtiği anlamına gelir (Belek, 2004:119-159).

Diğer bir esneklik türü fonksiyonel esnekliktir. Burada amaç, işin, emek-gücünü işletme içerisinde teknoloji ve üretim sürecine uyum sağlayacak konuma getirecek biçimde düzenlenmesidir. Fonksiyonel esneklik, çalışma sürelerinin ve genel olarak işin düzenlenmesinin işletmenin sabit giderlerini en alt düzeye çekecek biçimde esnekleştirilmesini içerir. Burada standartlaşmış (örneğin 8 saat/gün veya 40 saat/hafta) çalışma sürelerinin yerini, talebe göre düzenlenen yoğunlaştırılmış (sıkıştırılmış) iş haftası, esnek vardiya veya kayan (esnek) çalışma süreleri türü uygulamalar almaktadır. Yani, çalışma sürelerinin belirlenmesi de yine bütünüyle sermayenin kontrolü altına girmiş olmaktadır (Belek, 2004: 129-140).

Yalın üretim modelinin emek sürecine getirdiği bir başka köklü düzenleme de insan kaynakları yönetimidir. İnsan kaynaklarında amaç, üretim sürecinde sendikanın bütünüyle dışlanması ve emek-gücünün işveren karşısında birey haline dönüşmesini sağlayıp, kontrolün tek başına sermayenin eline geçmesidir. İnsan kaynakları yönetiminde işe alımdan üretim aşamasının bütünü ve işe son verilmeye kadar geçen tüm emek süreci, emeğin üretkenliğini en üst düzeye getirecek biçimde tasarlanması hedeflenmektedir. Genellikle işveren tarafından tek taraflı olarak belirlenen esnek ücret uygulaması sayesinde kriterlerini yine işverenin belirlediği ve aynı işi yapan emekçileri birbirleri ile yarıştırmayı amaçlayan performans değerlendirmesi insan kaynaklarının en önemli aracıdır (Belek, 2004: 111-118). Performans değerlendirmesi ile yaratılan rekabet ortamı içerisinde bir taraftan emek sömürüsünü arttırılırken, diğer taraftan da rekabet halindeki emekçilerin dayanışma ve birlikte mücadele etme düşüncelerini tamamı ile ortadan kaldırmaktadır. Bu koşullar, sendikal örgütlenme de olanaksız hale gelmektedir.        

Devletin Üretim Sürecinden Tasfiyesi: Özelleştirme

Kapitalist sistemin 20. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşadığı krizi aşmak üzere devletin ekonomiye müdahalesi öngörülmüş ve bununla birlikte üretimin, ticaretin ve hizmetlerin önemli bir bölümü devlet eliyle yürütülmeye başlamıştır. Talep yönlü ekonomi politikalarının ve yoğun sermaye birikim sürecinin de bir parçası olarak kamu işletmeciliği, II. Dünya Savaşının ardından kapitalist ülkelerde daha da yaygınlaştır. Kamu mülkiyetindeki işletmecilik, genellikle Fordizmin büyük işletme modeli içerisinde faaliyet göstermektedir. Bu nedenle de gerek merkez gerekse çevre ülkelerde emek-gücünün çok önemli bir bölümü devlet tarafından istihdam edilmekte ve böylelikle devlet, en büyük işveren durumuna gelmektedir.

Emek ve sermayenin uzlaşı içerisinde göründüğü, talep yönlü politikaların etkin olduğu dönemde devlet, bu politikaların yerleşmesi ve yaygınlaşması için öncülük yapmıştır. Bu bağlamda, bir taraftan ucuz ara mamul ve hizmet sunarak özel sermayenin birikim elde etmesine katkı sağlarken, diğer taraftan da üretim sürecinde işçilerin katılımını teşvik eden uygulamalarda bulunmuştur. Böylece, kamu işyerlerinde sendikal temsil en üst düzeyde olmuş, çalışma koşulları ve hatta kimi işletmelerde yönetim, sendikaların katılımıyla oluşturulmuştur. Bu nedenle kamu işletmeleri, sendikaların üye sayılarının en yüksek olduğu ve en rahat faaliyet gösterdikleri üretim ve hizmet alanları haline gelmiştir.

Yeni liberal düşünce 1970’lerin krizini çözümlerken, krizin temel etkenlerinden birinin de devletin ekonomideki konumu olduğunu öne sürmüş ve kamu işletmelerinin hızla özelleştirilmesini önermiştir. Özelleştirmenin tek gerekçesi sadece piyasa mekanizmasına uygun biçimde üretim araçları mülkiyetinin el değiştirmesi değildir. Özelleştirmenin diğer önemli bir gerekçesi de yeni üretim organizasyonlarına uygun ortamın yaratılmasıdır. Bu bağlamda, önemli bölümü büyük sermaye yatırımlarıyla oluşmuş ve geniş bir pazara sahip olan bu işletmelerin bir taraftan uluslararası sermayeye açılması, diğer taraftan da esnek üretim organizasyon modellerine uygun hale getirilmesi gerekmektedir. Bu düşüncelerle başlayan özelleştirme uygulamalarında önce önemli ölçüde istihdam azaltmasına gidilmiş, daha sonrada gerek esnek uzmanlaşma gerekse yalın üretim uygulamaları ile emek-gücü örgütsüzleştirilmiş ve emeğin üretim sürecindeki kontrolü büyük ölçüde ortadan kaldırılmıştır. Böylece, üye sayılarının çok önemli bölümünü kamu işçilerinden oluşan sendikalar, hem örgütlenme olarak küçülmüş, hem de toplu pazarlık güçlerini önemli ölçüde kaybetmişlerdir.

Kamu işletmelerinin özelleştirilmesi ile ortaya çıkan durum, yine devlet eliyle yürütülen kamu hizmetleri için de geçerlidir. Sosyal devlet uygulamaları ile yaygınlaşan kamu hizmetlerinin sermaye üzerinde vergi yüküne yol açtığı gerekçesi yeni liberalizmin temel argümanlarından biri olmuştur. Bu bağlamda, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, konut, yerel hizmetler gibi kamu hizmetlerinin önce piyasa kuralları içerisinde ticarileştirilmesi, daha sonra da özel sektör eliyle yürütülmesi öngörülmüştür. Böylece ister devlet isterse özel sermaye eliyle yürütülsün kamu hizmet sunumunda da esnek üretim biçimleri geçerli hale gelmiştir. Bu da yine kamu işletmelerinin özelleştirilmesinde olduğu gibi sendikaların önemli ölçüde güç kaybetmesine neden olmuştur.

Kapitalizmin Krizinden Sendikaların Krizine

20. yüzyılın başlarından itibaren sendikal hareket, 19. yüzyılda işçi sınıfının gösterdiği mücadele; reel sosyalizmin kapitalist sistem üzerinde tehdit oluşturması; fordist üretim sisteminin örgütlenmeye uygun yapısı ve benimsenen birikim rejiminin emek-sermaye uzlaşmasına kapı açan koşulları içerisinde 1970’lere kadar nicel olarak gelişim göstermiştir. Bu dönemde sendikaların hem üye yoğunlukları artmış hem de kapitalist dünya içerisinde bir çok çevre ülkede yaygınlaşmıştır. Ancak, bu nicel gelişim süreci içerisinde, sendikal hareketin ortaya çıkışındaki temel etken olan sınıfsal bakış açısı önemli ölçüde ortadan kalkmıştır. II. Enternasyonel’de alınan kararlar gereği Marksizm’den koparak revizyonist bir yol benimsemesi ve söz konusu dönemin emek-sermaye uzlaşmasına dayalı yapısı, sendikal hareketin sınıfın bütününü kapsayan bir perspektiften uzaklaşarak sermaye ile uzlaşı içerisine girmesinde en önemli etken olmuştur. Bu dönemde sendikalar sadece sermaye sınıfı ile uzlaşmakla kalmamış, tüm örgütlenme ve diğer faaliyetlerini de kapitalist sistemin mevcut koşullarına uygun bir biçimde yapılandırmışlardır. 

20. yüzyılın başlarından 1970’li yıllara kadar uzanan bu uzlaşma ve kapitalizmin koşullarına uygun yapılanma süreci sendikaları kapitalist sisteme öylesine bağımlı hale getirmiştir ki 1970’lerle ortaya çıkan kapitalizmin krizi, sendikaların krizi haline dönüşmüştür. Sendikal krizi ortaya koyan en temel gösterge elbette sendikalaşma oranlarıdır. Sendikal hareketin ortaya çıktığı ve en hızlı gelişme gösterdiği ülkelerin hemen tümünde 1970’li yıllar sonrasında sendikalaşma oranları hızlı bir biçimde düşmeye başlamıştır (Tablo 2). 

Tablo 2. Bazı Ülkelerde Sendikalaşma Düzeyleri (1970-2003)

ABD
ALMANYA
İNGİLTERE
JAPONYA
G.KORE
İSVEÇ
POLONYA

Üye Sayısı
(00)
%
Üye Sayısı
(00)
%
Üye Sayısı
(00)
%
Üye Sayısı
(00)
%
Üye Sayısı
(00)
%
Üye Sayısı
(00)
%
Üye Sayısı
(00)
%
1970
18.088.6
23.5
6.965.6
32.0
10.068.3
44.8
11.605.0
35.1
473.3
12.6
2.325.2
67.7
-
-
1980
17.717.4
19.5
8.153.6
34.9
11.652.3
50.7
12.369.0
31.1
948.1
14.7
3.038.7
78.0
-
-
1990
16.739.8
15.5
8.013.8
31.2
8.952.3
39.3
12.265.0
25.4
1.932.4
17.6
3.259.9
80.8
6.300.0
53.1
1995
16.359.6
14.3
9.334.8
29.2
6.791.0
32.6
12.614.0
24.0
1.659.0
12.9
2.943.1
83.1
3.420.0
32.9
2000
16.258.2
12.8
8.067.0
25.0
6.636.0
29.7
11.539.0
21.5
1.480.7
11.1
2.950.5
79.1
1.500.0
14.7
2003
15.776.0
12.4
7.120.0
22.6
6.524.0
29.3
10.531.0
22.6
1.606.0
11.2
2.984.2
78.0
-
-
Kaynak: Visser, 2006: 38

Sendikaları kapitalist sistemdeki dönüşümle birlikte krize sürükleyen başlıca nedenleri şu şekilde özetlemek mümkündür: 

·       Devletin düzenleyici işlevindeki değişim: Talep yönlü ekonomi politikalarını içeren yoğun birikim sürecinde devlet, düzenleyici işlevini emek-sermaye arasındaki uzlaşmaya uygun biçimde kullanmıştır. Bu bağlamda da sendikaların toplumsal karar alma mekanizmaları içerisinde yer almasını sağlamış ve yasal düzenlemeler sayesinde de sendikaların faaliyetlerini kolaylaştırmıştır. Böylece sendikalar, çok fazla mücadele etmeden birtakım haklara sahip olabilmiştir. Oysa dönüşüm sonrasında devletin işçi sınıfına ve sendikalara tavrı bütünüyle tersine dönmüş, devlet düzenleyici işlevini işçi sınıfı ve sendikaları baskılamak için kullanmaya başlamıştır. Mücadeleci sendikacılık anlayışından uzaklaşmış olan sendikalar devletin bu değişen rolü karşısında etkisiz kalmışlardır.   

·       İşsizliğin artması: Üretim sistemleri ve birikim rejimindeki değişim ile emek piyasasında ortaya çıkan en önemli sonuç işsizliğin artmasıdır. İşsizlik, bir taraftan sendikaların üye kaybetmesine neden olur ama diğer taraftan da yedek işçi ordusunu arttırdığı için sendikaların pazarlık güçlerini önemli biçimde azaltır. Sendikaların kapitalizmin bir önceki döneminde elde ettikleri kazanımlarda yüksek istihdam oranlarının da önemli payı vardır. Ancak, işsizliğin ani yükselişi karşısında sendikalar, işçi sınıfı mücadelesindeki önemini kavrayamamışlar ve ücret sendikacılığında ısrar ederek, işsizleri kapsayıcı politikalar üretememişlerdir. Böylece bir taraftan işsizlik artmış ve bu, sendikalar üzerinde önemli bir baskı unsuru oluştururken diğer taraftan da işsiz kalan kesim, kendi sorunlarını sahiplenmeyen sendikalara karşı olumsuz bir tutum almıştır.

·       İstidamın sektörel dağılımındaki değişim: Sendikalar, Fordist üretim sisteminin yapısına uygun olarak örgütlenmelerini ve faaliyetlerini sanayi sektöründeki emek-gücünü temel alarak gerçekleştirmişler, tarım ve hizmetler alanı üzerinde fazlaca çalışma yürütmemişlerdir. Oysa, esnek üretim süreçlerinde üretim büyük ölçüde kayıt dışında bulunan ucuz emek bölgelerine kaymış, merkezde ise istihdam hizmetler sektörüne yönelmiştir. Ancak, sendikalar giderek artan hizmet sektörü çalışanlarını örgütleyecek stratejileri geliştirememiştir.

·       Kamu sektörünün tasfiyesi: Fordist üretim ve yoğun birikim rejiminin bir önemli özelliği de üretim ve hizmetlerin büyük ölçüde devlet eliyle yürütülmesi ve buna bağlı olarak da istihdamın çok önemli bir bölümünün kamu sektöründe yer almasıdır. Kamu işletmeciliği, gerek büyük ölçekli olması, gerekse talep yönlü politikaların uygulanmasına öncülük etmesi nedeniyle sendikaların rahatça örgütlendikleri ve önemli kazanımlar elde ettikleri alanlar olmuştur. Kamu kesiminde örgütlü birçok sendika da kendilerine sağlanan bu olanakların rehaveti içerisinde mücadele işlevlerini önemli ölçüde kaybetmişlerdir. Oysa, yeni liberal dönüşüm sonrasında gerçekleştirilen özelleştirmeler ile istihdam içerisinde kamu sektörünün payını önemli ölçüde azalmıştır. Kamu sendikacılığının rehavetine kapılmış olan sendikalar, özel sektördeki mücadeleci sendikacılığa uygun bir yapılanma içerisine giremedikleri için üyelerini önemli ölçüde kaybetmişler ya da tamamen kapanmışlardır. 

·       Üretimin Uluslararasılaşması: Fordist üretim biçimi ve yoğun sermaye birikim sürecinin geçerli olduğu koşullarda üretim büyük ölçüde ulusal düzeyde gerçekleştirilmiştir. Bu nedenle de sendikalar, örgütlenmelerini ve diğer faaliyetlerini ulusal düzeyde gerçekleştirmişlerdir. Oysa değişen üretim sitemi ve birikim rejimiyle birlikte sermaye, tüm kapitalist dünyada sınırsızca dolaşmaya başlamış ve üretimi ucuz emek ve hammadde bölgelerine kaydırmıştır. Bu süreç içerisinde bir süre sonra işçi sınıfının kazanımlarının yüksek olduğu ülkelerin işçileri ile daha düşük kazanımlara sahip ülkelerdeki işçiler arasında bir rekabet başlamıştır. Sermayenin emek maliyetini ve sosyal hakları düşürme stratejisi olarak kullandığı bu rekabetin sonucunda da daha yüksek kazanımlara sahip olan ülkelerdeki işçilerin bu kazanımları giderek azalmaya başlamıştır. Bu gelişme karşısında sendikalar, örgütlenmelerini ve mücadelelerini sermayenin bu stratejine karşı koyacak ölçüde geliştirememişlerdir.

·       Küçük işletmelerin ve taşeronların artan rolü: Fordist üretim sisteminin büyük işletme modeli sayesinde çok sayıda işçi standartlaşmış koşullarda istihdam edilmekte ve çalışmaktadır. Bu da sendikaların kolayca örgütlenmesini ve işverene karşı mücadeleyi ortaklaştırmasını sağlamıştır. Böylece sendikalar, hem üye sayılarını arttırmışlar, hem de üyeleri adına üretim sürecinde önemli bir güç haline gelmişlerdir. Oysa, esnek üretim sistemlerinde üretimin aşamaları parçalanmıştır ve küçük işletmecilik önem kazanmıştır. Böylece, istihdam önemli ölçüde az sayıda işçinin çalıştığı küçük işletmelerde yoğunlaşırken, ana firmada çalışan işçi sayısı azalmıştır. Öte yandan, taşeron uygulamalarıyla ana firma içerisinde farklı işverenler yaratılarak emek-gücü işletme içerisinde farklılaştırılmıştır. Sendikalar üretim sistemindeki değişimden kaynaklanan bu koşullara uyum sağlayamamış, faaliyet alanlarını çalışan sayısının giderek azaldığı ana firmalar dışına taşıyamamışlardır. Bunun sonucu olarak da bir taraftan üye sayıları azalırken diğer taraftan ana firma dışına çıkmış olan ya da firma içinde taşeron olarak istihdam edilen ve çoğunluğu çok daha kötü koşullarda çalışan emekçi kitlelerini temsil edememişlerdir. Bu da sendikaların hem üretim sürecindeki etkinliğini hem de siyasal karar alma süreçlerindeki baskı gücünü zayıflatmıştır.

·       Yeni yönetim teknikleri: Emeğin üretkenliğini, diğer bir söyleyişle artı-değeri arttırmak üzere geliştirdiği “toplam kalite”, “tam zamanlı üretim” ve “kalite çemberleri” gibi yeni yönetim teknikleri, bir taraftan işi yoğunlaştırırken diğer taraftan da işçiyi işletmeye bütünüyle bağımlı hale getirip bireyselleşmesine neden olmaktadır. Bu da sendikal örgütlenmeyi önemli ölçüde engelleyecek bir gelişmedir. Ancak, bir çok sendika kendileri için son derece olumsuz sonuçları olan yeni üretim tekniklerine karşı çıkmak bir tarafa bu üretim tekniklerinin doğrudan içinde yer almışlardır.

·       Esnekleşen İstihdam Biçimleri: Fordist üretim sisteminde istihdam biçimleri, tam gün ve süresiz sözleşme olarak standartlaşmıştır. Bu standartlaşma sayesinde işçiler arasında farklılaşmalar en alt düzeyde olmakta bu da işçiler arasındaki çıkar ortaklığını arttırmaktadır. Bu bir taraftan örgütlenmeyi diğer taraftan da toplu iş sözleşmelerinin gerçekleşmesini kolaylaştırmaktadır. Esnek üretim sistemlerinde standart istihdam biçimlerinin yerini esnek istihdam biçimleri almıştır. Bu bağlamda, süreli sözleşme, kısmi süreli çalışma, tele çalışma, çağrı üzerine çalışma, stajyer çalıştırma, eve iş verme gibi düzensiz istihdam biçimleri yaygınlaşmıştır. Esnek istihdam biçimleri, farklı çalışma koşullarını da beraberinde getirmekte ve işçiler arasında çıkar farklılıkları olduğu düşüncesini yaratmaktadır. Bu nedenle bu tür istihdam biçimlerine tabi olarak çalışanları standart istihdam biçimlerindeki işçileri örgütlenme alışkanlığında olan sendikaların örgütleyebilmesi son derece zordur.  Bazı ülkelerde bu yönde bir takım çabalar olmasına karşın sendikaların çok önemli bir bölümü henüz esnek istihdam biçimlerinde çalışanları örgütleme konusunda ciddi bir gelişme kaydedememiştir.   

·       Emek-gücünün değişen yapısı: Bir taraftan hizmet sektörünün istihdam içerisindeki öneminin artması, diğer taraftan da sanayi sektöründe teknoloji kullanımının yoğunlaşması, emek-gücünün nitel yapısını değiştirmiştir. Bu bağlamda, beyaz yakalılar, kadınlar ve gençler istihdamda daha fazla yer almışlardır. Oysa sendikalar emek-gücünün yapısındaki bu değişimi dikkate almamış ve hala mavi yakalı, erkek ve orta yaşlardaki işçileri üye profili olarak görmüş ve beyaz yakalıları, kadınları ve gençleri sendikal örgütlenmeye çekecek stratejileri üretmekte yetersiz kalmışlardır.

Sendikaların kapitalist sistemin yeni liberal dönüşüm sürecinde etkisiz kalmalarının temel nedeni yukarıda birçok kez belirtildiği gibi kapitalist sisteme bağımlı bir hale gelmeleri ve tüm işçi sınıfını temsil etmek yerine sadece üyelerini temsil eden bir anlayışı benimsemeleridir. 20. yüzyılın başından son çeyreğine kadar sürdürülen bu yanlış tutumun sonucu, sadece sendikaların kapitalizmin dönüşen koşullarına uyum sağlayamayıp güç kaybetmeleriyle de sınırlı kalmamıştır. Sendikalarla birlikte birey olarak emekçiler de sınıfsal bilinçten önemli ölçüde uzaklaşmışlardır. Bunun sonucu olarak da işçi sınıfının kazanımlarının temel kaynağı olan işçi sınıfının kapitalizmi tehdit eden mücadeleci gücü de önemli ölçüde ortadan kalkmıştır.

Bu süreçte sendikaların güç kaybında önemli olan diğer bir etken de yine sendikaların gelişmesinde son derece önemli bir yeri olan reel sosyalizmin kapitalist sisteme bir tehdit olmaktan çıkmasıdır. 1917 Sovyet Devrimi ile yaşam bulan reel sosyalizmin 1970’li yıllarda zayıflamaya başlaması ile birlikte büyük ölçüde ortadan kalkan bu tehdit sonrasında yeni liberal uygulamalar çok daha rahat bir biçimde yaygınlaşmaya başlamıştır. Özellikle, Berlin Duvarının yıkılıp Doğu Bloğunun çözülmeye başladığı 1989 yılıyla birlikte, işçi sınıfının sahip olduğu hakların en ileri düzeyde olduğu Avrupa ülkelerinde de sendikalar hızla gerilemeye başlamıştır.

Sendikalara Biçilen Yeni Rol: Kapitalizmi Meşrulaştırmak

Kapitalist sisteme bağımlı hale gelen sendikaların sistemdeki dönüşüm karşısında krize girmesi bir taraftan sermayenin emek üzerindeki kontrolünü arttırırken diğer taraftan da toplumsal iktidarını güçlendirmiştir. Böylece, sermaye dışı toplum kesimleri arasında örgütsüzlük, işsizlik, yoksulluk ve güvencesizlik hızla yaygınlaşırken, artı değer ve kar hadleri giderek yükselmiştir. Sendikaların bu süreçteki tavrı önemli ölçüde sistemle uzlaşma anlayışını sürdürmek olmuştur. Oysa, esnek üretim sistemleri ve yaygın birikim rejiminde emek-sermaye çatışması tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar yoğunlaşmıştır. Sendikaların emek-sermaye arasındaki çatışmacı süreçte gerekli temsil kabiliyetini gösterememeleri önce örgütsüz kalan kesimler arasında daha sonra da sendika üyeleri arasında temsil sorunun yaşanmasına neden olmuştur.

Sendikalar içinde bulundukları krizin bir sonucu olarak temsil sorunu yaşarken, gerek üretim ilişkilerinde gerekse siyasi iktidarlar üzerinde büyük bir güç elde eden sermaye sınıfı, toplum üzerinde ideolojik egemenliği de elde etme ihtiyacı duymaktadır. Zira, sermayenin tek yönlü egemenliği altında yürüyen yeni liberal politikalar, bir çok toplumsal sorunu beraberinde getirmiştir. Bu sorunların aşılması için sermayenin bu politikaları meşrulaştırması ve bunun için de karar mekanizmalarının demokratik bir yapıda olduğu izleniminin yaratılması gerekmektedir. İşte bu amaçla üretim sürecinden siyasal karar alma mekanizmalarına kadar her alanda devlet ve sermaye dışındaki toplum kesimlerinin de temsil edildiği bir “sosyal diyalog” mekanizması öngörülmüştür. Bu mekanizma içerisinde toplum kesimlerinin temsili konusunda da “sivil toplum örgütleri”nin (STÖ) yer alması öngörülmüştür. Sivil toplumculuk, sınıfsal bir içerik yerine etnik köken, din, cinsiyet, kültürel ayrımlar üzerinden bir temsiliyeti ifade etmektedir. Bu bağlamda, sermaye kesiminin tüm sınıfsal aidiyeti ile yer aldığı “sosyal diyalog” mekanizması içerinde diğer toplum kesimlerinin STÖ’ler tarafından temsil edilmesi, bu mekanizma içerisinde çıkarları temsil edilen tek sınıfın sermaye olduğu anlamına gelmektedir. 

Dünya Bankası, Avrupa Birliği gibi uluslararası kapitalist örgütler, sermayenin politikalarını meşrulaştırma aracı olarak geliştirilmiş bulunan “sosyal diyalog” mekanizması içerisinde sendikaların da birer STÖ olarak yer almalarını öngörmektedir. Bu yaklaşım ile hedeflenen, sermayenin iktidarını meşrulaştırmasının yanında giderek daha kötü koşullara teslim olan işçi sınıfının önümüzdeki süreçte yeniden bir mücadeleye girişmesini sendikalar üzerinden engellemektir. Özellikle Avrupa sendikaları “sosyal diyalog” mekanizmasını benimsemişler ve işyerlerinde gerçekleştirilen toplu pazarlıkları dahi “sosyal diyalog” olarak ifadelendirmeye başlamışlardır.

Sermayenin sınıf iktidarını meşrulaştırmak için ortaya attığı diğer bir kavram da “sermayenin sosyal sorumluluğu”dur. Sosyal sorumluluk mekanizmasının özü; küresel rekabette üstünlük sağlamak adına çalışma yaşamına ilişkin kuralların yasalarla da esnekleştirilmesi sonrasında bütünüyle sermayenin insafına bırakılan emek-gücünün, sermayenin duyacağı sorumluluk sayesinde korunmasıdır (Sermayenin sosyal sorumluluğu konusunda en önemli örnek 1999 yılında BM’ler öncülüğünde hazırlanan ve 3 bini aşkın işletmenin imzaladığı Küresel İş Sözleşmesi (Global Compact)dir). Diğer bir söyleyişle işçi sınıfının 19. yüzyıl boyunca yürüttüğü mücadeleler ile elde edilen haklar ortadan kaldırılmakta ve bunun yerine sermayenin taktir ettiği ölçüde bir takım düzenlemeler getirilmektedir. Sermayenin bir pazarlama stratejisi olarak gördüğü bu mekanizma, kapitalist üretim ilişkilerin özünü oluşturan emek-sermaye çelişkisini görmezden gelen bir çok sendika tarafından olumlu karşılanmakta ve hatta bu sendikalar doğrudan sosyal sorumluluk projelerine katılmaktadırlar. Böylece sendikalar, sosyal diyalog gibi sosyal sorumluluk projeleriyle de sermaye sınıfının emekçilerin sefaleti üzerine inşa ettiği iktidarını meşrulaştırmaktadır.

Türkiye’de Kriz ve Sendikalar

Kapitalist sistemdeki gelişmeleri genellikle geriden izleyen azgelişmiş bir çevre ülke konumunda olan Türkiye’de sendikaların genel gelişim sürecine eklemlenme, sendikaların gerçek anlamda faaliyet göstermeye başladığı 1963 yılından itibaren başlamıştır ve genel gelişim sürecine paralel bir seyir izlemiştir. Ancak, Türkiye’de sendikaların yeni liberal dönüşüm sürecinde işlevsizleşmeleri 12 Eylül 1980 darbesi sayesinde ani bir biçimde gerçekleşmiştir. Sendikaları baskı altına almayı hedefleyen 1982 Anayasası ve 1983 yasalarıyla birlikte 1980’li yılların büyük bölümünde süren fiili baskılar ardından 1989 Bahar Eylemleri ile birlikte işçi sınıfının mücadele çabası yeniden canlanmıştır. Ancak, 1994 yılında yaşanan ekonomik krizin de etkisiyle bu mücadele süreci önemli ölçüde sönümlenmiştir (Akkaya, 2004b: 155). 1994 krizi, Türkiye’nin 24 Ocak 1980 kararlarıyla resmileşen ve 12 Eylül darbesiyle birlikte uygulamaya konulan yeni liberal politikaların kurumsallaştırılması sürecinin de başlangıcı olmuştur. Bu dönemde Dünya Bankası, IMF ile yapılan ikili anlaşmaların yanı sıra GATS (Hizmet Ticareti Genel Anlaşması) gibi çok taraflı anlaşmalarla yapısal uyum programlarının taahhütleri verilmiştir. 2001 krizi ile birlikte de üretim süreci ve birikim rejimindeki dönüşümün yansımaları olan özelleştirme, çalışma yaşamında esnekliğin yasallaşması ve kamusal alanın bütünüyle tasfiye edilmesine yönelik uygulamalar hız kazanmıştır.

Diğer bir çok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de özelleştirmelere, çalışma yaşamını esnekleştiren yasalara ve sosyal hakları önemli ölçüde ortadan kaldıran Sosyal Güvenlik Reformu, Genel Sağlık Sigortası, Kamu Yönetimi Temel Kanunu, Kamu Personel Reformu gibi yasal düzenlemelere karşı sendikalar yeterli mücadele yürütememişlerdir. Öte yandan, küresel rekabet söylemi, Türkiye’de de sendikalar için bir “çaresiz kabul” gerekçesi haline gelmiştir. Ulusal ve uluslararası sermayenin Türkiye’de kalması için işçilerin haklarını geri götüren bir çok düzenlemeye “sosyal diyalog” adı altında sendikalar da destek vermişlerdir. Yine, sosyal sorumluluk projelerini destekleyen birçok sendika bulunmaktadır.

Türkiye’de sendikaların çok önemli bir bölümü, Avrupa Birliği (AB)’nin Türkiye’ye “aday ülke” statüsü verdiği 1999 yılından itibaren, AB üyeliğinden büyük beklentiler içerisine girmişler ve AB ile birlikte birçok proje gerçekleştirmişlerdir. Oysa AB’nin üyelik sürecinde Türkiye’den talepleri, Kopenhag ekonomik kriterlerinde de açıkça ifade edildiği gibi piyasa mekanizmasının tüm kural ve kurumlarıyla yerleşmesini içermektedir. Kopenhag kriterleri temel alınarak hazırlanan Katılım Ortaklığı Belgeleri, İlerleme Raporları ve diğer dokümanlarda da özelleştirmelerden, kamu hizmetlerinin piyasalaşmasına, sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesinden emek piyasasının esnekleştirilmesine kadar birçok koşul getirilmektedir. Tüm bunlara karşılık, sendikaların AB üyelik sürecini tartışmadan kabullenmesi ve bunun ötesine AB üyeliği ile birlikte çalışma standartları ve sosyal haklar konusunda ilerlemeler olacağına yönelik beklenti yaratmaktadır (Müftüoğlu, 2005: 114-117). Bu beklentiler nedeniyle de giderek ortadan kalkan hakları savunmak için yürütülecek mücadele olumsuz yönde etkilenmektedir. Öte yandan, bir taraftan AB’nin koşul olarak getirdiği düzenlemelere karşı çıkarken diğer taraftan AB üyeliğini koşulsuz bir biçimde savunması sendikalara karşı güvenin sarsılmasına da neden olmaktadır.

Sendikaların tüm emekçi kitlelerini bir sınıf bilinci içerisinde kapsamaktan uzak kalan anlayışı nedeniyle Türkiye’de de sendikalara yönelik güven ve temsiliyet sorunu yaşanmaktadır. Kapitalist sistemin dönüşümünden kaynaklanan koşullar ve güven sorunu, diğer birçok ülke gibi Türkiye’de de sendikaların üye kaybetmelerine neden olmaktadır. Çalışma Bakanlığı’nın 2005 yılı verilerine göre 2821 sayılı Sendikalar Kanununa göre örgütlü işçi sayısı 2 milyon 945 bin olarak açıklanmasına karşılık, 2004-2005 yıllarında toplu iş sözleşmelerinden yararlanan işçi sayısı toplam 913 bin dolayındadır. 4857 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları Kanunu’na göre örgütlü çalışan sayısı ise 750 bin dolayındadır (ÇSGB, 2005). TÜİK rakamlarına göre Türkiye’de toplam ücretli çalışan sayısının 12 milyon dolayında olduğu düşünülürse, 2005 yılında sendikalaşma oranının ancak yüzde 10’u bulduğu görülmektedir. Kaldı ki Türkiye’de kayıt dışı istihdamın toplam istihdamın yarısına ulaştığı tahmin edilmektedir. Bu durumda da gerçek sendikalaşma oranı yüzde 5’lere kadar inmektedir. 4857 sayılı yasaya göre örgütlenmiş olan 750 bin çalışanın toplu pazarlık hakkının bulunmadığı, 2821 sayılı yasaya göre örgütlü olanlar içerisindekilerin bir kısmının da grev hakkına sahip olmadığı da dikkate alınırsa Türkiye’de ücretli çalışanların sadece yüzde 2 kadarının gerçek anlamda sendikal haklarını kullandığı söylenebilir.

Sonuç: Sendikal Krizden Çıkış Mümkün mü?

Sermaye sınıfı iktidarının tarihinin en güçlü olduğu dönemi yaşadığı, buna karşılık olarak işçi sınıfının ise sınıfsal bilinçten en uzak olduğu ve bu nedenle de bir araya gelip önemli bir güç yaratamadığı bir dönemde bulunuyoruz. Bu durumun ortaya çıkmasında sendikaların tarihsel süreçte yapmış oldukları hataların çok önemli bir payı vardır. Hataların başladığı nokta; sendikaların kapitalist sisteme karşı işçi sınıfının demokratik ve siyasal haklarını savunmak yerine, kapitalist sistem içerisinde üyelerinin ekonomik ve sosyal haklarını savunma anlayışını tercih etmeleri olmuştur. Bu anlayış, sendikaları kapitalist sisteme bağımlı hale getirmiştir. Bu bağımlılık ilişkisi içerisinde sendikalar, kapitalizmin kendilerine uygun gördüğü ölçüde işçi sınıfı adına temsil işlevi görmüştür. 20. yüzyılın başlarından 1970’lere kadar geçen sürede Fordist üretim sistemi ve yoğun sermaye birikim rejiminin emek-sermaye arasında uzlaşmaya olanak tanıyan koşulları içerisinde sendikalar da nicel olarak gelişebilmişlerdir. Ancak, 1970’lerle birlikte kapitalist sistemde yaşanan dönüşüm karşısında sendikaların nitel olarak yani ideolojik olarak son derece zayıfladıkları ortaya çıkmıştır. Bu nedenle de sendikalar, kapitalizmdeki dönüşümün sendikaları da yok etmeye yönelen koşullarına karşı koyamamışlar ve 1970’lerden buyana geçen süreç içerisinde nicel olarak da zayıflamışlardır. Bu koşullar içerisinde sendikaların krizi aşmaları ve işçi sınıfının temsilcisi olarak sermayenin iktidarına son vermeleri mümkün müdür?

Bu soruya aynı yönde ama iki farklı çerçeve içerisinde cevap verilebilir. Birincisi, işçi sınıfı bilinci ve sendikalar, yine sermayenin iktidarının en güçlü olduğu bir dönemde doğmuş ve kapitalist sistemi tehdit ederek bugüne kadar gelmiş olan hakların kazanılmasını sağlamıştır. O halde işçi sınıfı ve sendikalar için mutlak yenilgi yoktur. Zira, kapitalist sistem sürdükçe sistemin çelişkileri de sürecek ve emekçiler hep daha kötü koşullar içerisinde yaşamaya zorlanacaklardır. Kapitalist sistem sürdükçe değişmeyecek bir şey daha vardır ki o da emek-gücünün üretimin ve sermayenin vazgeçilmez unsuru olduğudur. Burada gerekli olan tek koşul, işçi sınıfının bu gücünün farkında olması ve sendikaların da sınıfsal bir perspektifte bu gücü doğru bir biçimde yönlendirebilmeleridir.

İkincisi ise sendikaların, kendilerini krize iten koşulları bütünlüklü bir biçimde değerlendirerek çözüm üretmeleri üzerinedir. Bu amaçla her şeyden önce sendikaların emekçilerin güvenini tekrar kazanması gerekir. Güven kazanmanın temel koşulu da tutarlı olmaktır. Sendikalar için tutarlı olmanın anlamı, sınıfsal bir temelde hareket etmektir. Bu bağlamda, “sosyal diyalog”, “sosyal sorumluluk” gibi sermayenin iktidarını meşrulaştırmayı amaçlayan mekanizmalar ile Avrupa Birliği, Dünya Bankası gibi kapitalist sistemi yaygınlaştırmayı ve meşrulaştırmayı amaçlayan örgütler sınıfsal bir bakışla değerlendirilmeli ve bunları deşifre etmelidir. Aksi halde sendikalar, daha önce olduğu gibi kapitalizmin önüne koyduğu koşullar içerisine sıkışacak ve işçi sınıfının çıkarlarını savunmaktan uzaklaşacaktır.     

Sendikalar artık üyelerinin çıkarlarını temsil etmekten çıkıp tüm emekçi kitleleri temsil etmeye yönelmelidir. Türkiye örneği üzerinden gidersek; ücret sendikacılığı yapıldığı sürece sendikalar en olumlu değerlendirmeyle emekçilerin sadece yüzde 5’ini temsil edebilecektir. Oysa yüzde 95’in haklarının savunulmadığı bir ortamda en mükemmel sendikacılık anlayışının dahi başarı sağlaması mümkün değildir. Diğer birçok ülke için de geçerli olan bu durumda yapılması gereken öncelikle, tüm sınıfın çıkarlarını savunan bir örgütlenme anlayışını benimsemek ve bu anlayışla mücadele etmektir. Bu amaçla işsizlerin, güvencesiz ve örgütsüz çalışanların hakları da savunulmalı ve bu kesimler (yasalara rağmen) fiilen sendikalarda örgütlenmelidir. Öte yandan, tarım ve hizmet sektöründe çalışanlar, beyaz yakalılar, kadınlar ve gençler ile esnek istihdam biçimleriyle çalışanların örgütlenmesini sağlayacak stratejiler üretilmelidir.

Küresel rekabetin kaçınılmaz olduğuna yönelik söyleme itibar edilmemeli ve bu söylemin ardındaki gerçek niyet deşifre edilmelidir. Öte yandan, küreselleşen sermaye karşısında sendikalar da enternasyonalizm düşüncesiyle uluslararasılaşmalıdır. Esnek üretim siteminin gereği olarak getirilen küçük işletmelerin teşvik edilmesine, taşeron uygulamalarına ve yalın üretim olarak tanımlanan “toplam kalite”, “tam zamanlı üretim”, “kalite çemberleri” ve “insan kaynakları yönetimi” gibi uygulamalara şiddetle karşı çıkılmalıdır. Hangi gerekçe ile olursa olsun kamu işletmelerinin ve kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi engellenmelidir. 

Özetle, sendikaların sınıfsal bir perspektif içerisinde, tüm emekçi kitlesini kapsayacak bir anlayışla, sermayeden ve devletten bağımsız olarak, işçi sınıfının çıkarları için mücadele etmesi gerekir. Aksi halde, kapitalist sisteme bağımlılığı devam eden bir sendikal anlayışın işçi sınıfı adına hiçbir işlevselliği olmayacağı gibi işçi sınıfı mücadelesini engelleyen bir unsur olacaktır.

 Kaynakça
Akkaya, Y. (2004a) “Teknoloji, Esneklik, Çalışma İlişkileri ve Sendikacılık”, Toplum ve Hekim, Cilt:19, Sayı:3, Mayıs-Haziran, 176-189.
Akkaya, Y. (2004b) “Düzen ve Kalkınma Kıskacında İşçi Sınıfı ve Sendikacılık”, Neoliberalizmin Tahribatı 2, Haz. N. Balkan ve . Savran, Metis Yayınları, İstanbul, 139-164.
Ansal, H. (2004) “Emek Sürecinde Yeni Hedef: Esneklik Çalışanlar İçin Ne Demek?”, Toplum ve Hekim, Cilt:19, Sayı:3, Mayıs-Haziran, 164-168.
Ansal, H. (1985) “Teknolojinin Taraflılığı ve Üretim İlişikleri”, Onbirinci Tez Kitap Dizisi:1, Kasım, 152-171.
Arın, T. (1985) “Kapitalist Düzenleme, Birikim Rejimi ve Kriz (I): Gelişmiş Kapitalizm”, Onbirinci Tez Kitap Dizisi:1, Kasım, 104-138.
Belek, İ. (2004) Esnek Üretim Derin Sömürü, NK yayınları, İstanbul.
Brunhoff, S.D. (1988) “Kapitalist Bunalım ve Ekonomik Politika”, Dünya Kapitalizminin Bunalımı, der. N. Satlıgan, S. Savran, Alan Yayıncılık, İstanbul, (391-406)
Clarke, S. (1987) “Capitalist Crisis And The Rise Monetarism” , The Socialist Register, (393-427)
Çalışma Bakanlığı (ÇSGB). (2005) Çalışma Hayatı İstatistiklari
Dobb, M. (1992) Kapitalizmin Gelişimi Üzerine İncelemeler, Belge Yayınları, İstanbul.
Ercan, F. (2003) Neo-Liberal Orman Yasalarından Kapitalizmin Küresel Kurumsallaşma Sürecine Geçiş: Hukuk-Toplum İlişkileri Çerçevesinde Türkiye’de Yapısal Reform”, İktisat Dergisi, Sayı: 437, 12-31.
Ercan, F. (2006) “Bölgesel Kalkınmada Değişim: Devlet Merkezli Bölgesel Kalkınmadan Piyasa Merkezli Bölgesel Birikime”, Bölgesel Kalkınma Politikalar ve Yeni Dinamikler, Der. Aylan Arı, Derin Yayınları, İstanbul, 45-116.
Erinç, Y. (2003) “Neoliberalizmin İdeolojik Bir Söylemi Olarak Küreselleşme”, İktisat Üzerine Yazılar I Küresel Düzen: Birikim Devlet ve Sınıflar-Korkut Boratav’a Armağan- Der: A.H.Köse, F.Şenses ve E.Yeldan, İletişim Yayınları, İstanbul, 427-452.
Güler-Müftüoğlu, B. (2005) Fason Ekonomisi: Gedikpaşa’da Ayakkabı Üretimi, Bağlam Yayınları, İstanbul.
Güler-Müftüoğlu, B. ve N. Akdemir (2005), “Üretimde Çözülme ve Tutunma Halleri”, 1.Sınıf Çalışmaları Sempozyumu, Bildiriler Kitabı, SAV-TÜSAM, Ezgi Matbaası, 165-173.
Jackson, M.P. (1996) Sendikalar, Öteki Yayınevi, Ankara.
Maillet, J. (1983) İktisadi Olayların Evrimi, Remzi Kitabevi, İstanbul.
Marx, K. (1992) Ücretli Emek ve Sermaye Ücret, Fiyat ve Kar, Çev: S.Belli, Sol Yayınları, İstanbul.
Maclnnes, J. (1987) “Why Nothing Much has Changed: Recession,Economic Restructuring      and Industrial Relations since 1979”, Employee Relations, vol.9 n.1 (3-9)
Müftüoğlu, Özgür (2005) “AB’ye Üyelik Sürecinin İktisadi ve Toplumsal Boyutları” Türkiye Sosyalist İktisat Kongresi 2005 Bildirileri Kitabı, Nazım Kitaplığı, İstanbul (107-124)
Taylor, R. (1994) The Future Of The Trade Unions, WBC Bridgend, Great Britain.
Visser, J. “Union Membership Statistic in 24 Countries”, Monthly Labor Review, January, 38-48.
Yücesan Özdemir, G. (2000) “Başkaldırı,Onay ve Boyun Eğme?: Hegenomik Fabrika Rejiminde Mavi Yakalı İşçilerin Hikayesi”, Toplum Bilim, 86-Güz, 241-259.







Hiç yorum yok: