Bu makale, Türkiye’de Sendikal Kriz ve Sendikal Arayışlar, (Der. Fikret Sazak, Epos Yayınları, Ankara, 2007) kitabında yayınlanmıştır.
Sendikaların
bugün içinde bulunduğu krizi, kapitalizmin krizi ve bu krizden çıkış için
öngörülen dönüşüm sürecinden ayrı düşünmek mümkün değildir. Bu bağlamda,
sendikaların bugünkü krizini anlayabilmek ve krizden çıkışı sağlayacak bir
takım açılımlar yapabilmek için öncelikle sendikaların kapitalist sistem ile
bağlarına ve kapitalizmin gelişim sürecine ve bu süreçte sendikaların konumlanmalarına
bakılması gerekir.
Sendikalar için
tarihsel süreç içerisinde bir takım farklı tanımlamalar getirilmiş ve
sendikalara yüklenen işlevler de bu tanımlamalar çerçevesinde belirlenmiştir.
Sendikaların işlevlerine ilişkin en genel tanımlama hiç kuşkusuz Marksizm
tarafından yapılmıştır. Marksizm’e göre ücretlerin yükseltilmesi, çalışma
sürelerinin kısaltılması ya da korunması yoluyla emekçi kesimlerin yaşam
koşullarının iyileştirilmesi sendikaların en önemli görevidir. Ancak,
ücretlerin belli bir düzeyin üzerine çıkartılabilmesi sendikaların
işverenlerden ekonomik talepleri doğrultusunda yürütülecek bir mücadele ile
sağlanamaz. Zira, sermayenin yoğunlaşması ve kapitalist sistemde yaşanan
ekonomik krizler sendikaların mücadele gücünü azaltır. Bu nedenle sendikalar,
sınıf bilinci içerisinde yürütülecek siyasal bir mücadelenin aracı olmak
durumundadır (Marx, 1992: 130).
Marksizm dışında
sendikalara yönelik yaklaşımlar birbiriyle önemli benzerlikler taşır ve bunların
en önde geleni İngiliz sosyolog Webb’lerin yapmış olduğu “ücretlilerin çalışma
koşullarının korunması ya da geliştirilmesi amacını güden, devamlı
birliklerdir” tanımlamasıdır. Webb’lerin bu tanımlamasına göre sendikalar,
kapitalist sistem içerisinde üyelerinin ekonomik çıkarları için mücadele
etmekle sınırlı kalmalı ve mücadeleyi de toplu pazarlık mekanizmasını kullanarak
gerçekleştirmelidir.
Sendikalara
yüklenen işlev, ister Marksizm’de olduğu gibi bir sınıfsal düşünceden yola
çıksın isterse Webb’lerin tanımlaması gibi üyeleri için ücret talebiyle sınırlı
kalsın, ortaklaşılan bir nokta vardır ki o da sendikaların kapitalist üretim
ilişkilerinin yarattığı koşulların bir gereği olarak ortaya çıkmış olmasıdır. Kapitalist
üretim ilişkileri, sanayi devrimiyle birlikte gelişmeye, derinleşmeye başlamış,
Fransız İhtilali ile de kapitalizm, üretim süreci ile sınırlı kalmaktan çıkıp,
tüm toplumsal ilişkiler üzerinde egemen hale gelen bir toplumsal sisteme
dönüşmüştür.
Kapitalist
sistem, tüm toplumsal ilişkiler üzerinde belirleyici olmasına karşın, diğer tüm
sistemler gibi üretim süreci üzerinde şekillenmektedir. Bu bağlamda, üretim
sürecinde hakimiyeti bütünüyle elinde bulunduran sermaye sınıfı, sanayileşmenin
gelişmesiyle birlikte diğer sınıflar üzerindeki ekonomik üstünlüğünü arttırmış
ve Fransız İhtilali ile birlikte devlet mekanizmasını ele geçirerek bu
üstünlüğünü siyasal alana da taşımıştır.
Kapitalizmin
ekonomik ve siyasal üstünlüğü, bir taraftan üretim süreci üzerinde emeğin
sömürüsünü daha fazla arttırırken, diğer taraftan da geleneksel toplum
yapısının çözülmesi toplumsal yaşamda emekçilerin mülksüzleşmesine ve
sefaletine yol açmıştır. Bu koşullar karşısında emekçi kesimlerin yaşamlarını
en asgari düzeyde de olsa sürdürebilmek üzerine bir araya gelerek gösterdikleri
tepkiler dahi en sert biçimde bastırılmıştır. Sermaye sınıfı ve onun kontrolü
altındaki devlet mekanizması içerisinde yoksulluğa, güvencesiz bir yaşama
mahkum edilen emekçiler, önce bir yardımlaşma mekanizması olarak kurdukları
sendikaları, daha sonra edindikleri sınıfsal “bilinç” sayesinde sınıf
mücadelesinin araçları haline dönüştürmüşlerdir.
İşçi sınıfının
sendikalar aracılığı ile üretim sürecinde ve toplumsal yaşamda varlıklarını
kabul ettirme mücadelesi, 19. yüzyılın sonlarına kadar sürmüştür. Bu mücadelede
Bilimsel Sosyalizmin son derece önemli katkıları olmuştur. Bu bağlamda,
Komünist Manifesto (1848), I. Enternasyonel (1864) ve Paris Komünü (1871)
sayesinde bir taraftan emekçiler, iktidarı elde etmeye muktedir bir sınıf
olduklarının farkına varırken, diğer taraftan sermaye sınıfı ve dolayısı ile
kapitalist sistem, işçi sınıfını ve sosyalizmi kendisine bir tehdit olarak
algılamaya başlamıştır. Bu tehdit karşısında önce Bismarck, 1880’li yıllarda
sosyal güvenliğe ilişkin olarak bir takım düzenlemeler getirmiş ardından da
işçilerin sendikal ve siyasal örgütlenmesine yönelik baskılar azaltılmış ve
sendikalar meşru olarak kabul edilmeye başlamıştır. II. Enternasyonel (1889) ile birlikte
sendikaların sosyal demokrat partiler ve işçi partileri ile birlikte “revizyonist”
bir çizgide mücadele etmesine yönelik düşünce ağırlık kazanmıştır. Böylece,
sendikalar Marksizm’den önemli ölçüde ayrışarak, işçi sınıfının ekonomik
çıkarlarını sistem içerisinde savunma yolunu benimsemişlerdir.
Sendikaların
kapitalist sistemle ilişkilerini üç evrede ele almak mümkündür. Buna göre 18.
yüzyıldan 1848 Komünist Manifestoya kadar olan dönem; sendikaların yardım
sandıkları işlevi gördüğü, henüz sınıf bilincinin yeterince oluşmadığı
dönemdir. Bu dönemde kapitalist üretim ilişkilerinden kaynaklanan sorunlara
karşı emekçilerin mücadelesi, sürekli olmayan ani tepkiler biçimindedir.
Komünist
Manifestoyla birlikte Bilimsel Sosyalizm, kapitalist üretim ilişkilerinin ve
toplumsal ilişkilerin sürekli olarak değişim içerisinde olması gerektiğini,
üretimdeki sürekli değişimin sosyal sorunları da beraberinde getireceğini ve bu sorunlar karşısında mücadeleye girişecek
işçi sınıfının devrimci bir rol üstlenecek güce sahip olacağı düşüncesini ileri
sürmüştür. Bilimsel Sosyalizm, I. Enternasyonel’in sona ermesine kadar sendikal
hareket üzerinde önemli bir etkiye sahip olmuştur. Bu dönemde sendikalar,
kapitalist sistemin etkisi altında olmakla beraber, ilk kez sistemdeki
gelişmelere mutlak bağımlı olmak yerine sistemi yönlendirici bir etkiye de
sahip olmuştur.
Sendikaların II.
Enternasyonel’le birlikte Marksizm’in sınıf temelli ve siyasal mücadeleyi ön
planda tutan sendikal anlayışından uzaklaşıp, kapitalist sistemin sorunlarına
revizyonist bir yaklaşımla, ekonomik talepler temelinde çözüm arama yoluna girmeleri,
kapitalist üretim ilişkilerinde yeniden mutlak bağımlı hale gelmelerine neden
olmuştur. Aradan geçen yüz yılı aşkın süredir de sendikaların kapitalist
sistemle olan bu bağımlılık ilişkisi sürmektedir. Bu bağlamda, kapitalizmin
içine girdiği gelişme ve kriz dönemlerinden (kapitalist sistemin diğer
kurumları gibi) sendikalar da doğrudan etkilenmektedir. Sendikaların kapitalist
sisteme olan bağımlılığı üzerindeki yegane dışsal etken, 1917 Ekim Devrimi ile
Doğu Bloğunun çözülmeye başladığı 1980’li yıllara kadar süren soğuk savaş
dönemi olmuştur. Ancak, Doğu Bloğunun çözülüp kapitalist sisteme tehdit
oluşturacak bir alternatif sistem kalmayınca sendikaların sisteme bağımlılığı
daha da artmıştır.
Sendikaları Kapitalizme Bağımlı Hale
Getiren Koşullar
Sendikaların
kapitalist sistemle mutlak bağımlılık ilişkisine girdiği dönem, aynı zamanda
sendikaların üye sayılarını hızlı bir biçimde arttırdığı ve kitleselleştiği bir
dönemdir. Sendikaların ve dolayısı ile
işçi sınıfının sermaye sınıfına bağımlı hale gelmeye başladığı ama aynı zamanda
da örgütlülüğünün en üst düzeylere çıktığı ve 20. yüzyılın başlarına denk gelen
bu dönemin koşullarına kısaca değinmek yerinde olacaktır.
19. yüzyılın
ikinci yarısından itibaren başlayan ve 20. yüzyıla ulaşan dönemde kapitalizm,
tüm eleştirilere rağmen büyük bir gelişme kaydetmiş ve tüm kurumlarıyla
mükemmel bir şekilde uygulanmıştır. Bu dönemde kapitalist sistem, daha önce
yerleşmiş olduğu ülkelerden hızla yayılmaya başlamıştır. Bu yayılma, ekonomik
gelişmesi hızlanan ülkelerin yanı sıra bu ülkelerin egemenlik ilişkisi altında
da bir çok ülkeye kabul ettirilmiştir. Coğrafi gelişmenin yanı sıra özellikle,
teknolojik ilerlemeler, kendi yapısına uygun örgütlenme ve faaliyet araçlarına
(hukuk sistemi, bankalar ve işletme
yönetimi vb.) sahip olma imkanı ve yakın geçmişte oluşmuş ve biriktirilmiş
sermayenin büyük ölçüde yatırıma dönüşmesi kapitalist sistemin en yüksek
etkinlik düzeyine ulaşmasını sağlamıştır (Maillet, 1983: 161).
Kapitalizmdeki bu ilerlemeler aynı zamanda sistemde büyük değişime
neden olan sorunları da beraberinde getirmiştir. Bu sorunların başlıcaları şunlardır:
Ulaşılan sanayileşme düzeyi kalabalık bir proleter sınıfın oluşmasını sağlamış
ve sınıfın kendi güçlerinin bilincine varmasıyla büyük toplumsal mücadeleler
başlamıştır. Bir yandan üretim artarken yeni hammadde ihtiyacı ortaya çıkmış,
diğer yandan geniş halk kitlelerine bu üretimi talep edebilecek satın alma gücü
sağlanmamıştır. Bu nedenle üretilen mala gerekli pazar bulunamamıştır. Ulaşılan
sanayileşme düzeyinde yatırımlar daha az karlı hale gelmiştir. Buna karşın,
teknolojik gelişme daha fazla yatırım yapılmasını gerektirmiş, ancak karın
düşük olması nedeniyle yeterli yatırım gerçekleşmemiştir. Küçük ve orta ölçekli
işletme tipi yetersiz kalmaya başlamıştır. Kapitalist işletmelerin iç işleyiş
koşulları daha güç hale gelmiştir. Ekonomik gelişme aşamasına yeni giren
ülkeler, daha önce gelişmiş ülkelerle ulusal düzeyde rekabete başlamışlardır
(Maillet: 162).
Kapitalist sisteme içkin bu sorunları çözümlemek amacıyla bir takım
önlemler uygulanmıştır. Bunlar şöyle özetlenebilir: Özellikle 20 yy'ın ilk on
yıllık döneminde yayılmaya başlayan sosyalizmin de etkisiyle, klasik iktisadın
temeli olan "laissez faire" düşüncesinden ödünler verilmiş ve
işçileri korumayı amaçlayan sosyal mevzuatlara gidilmiştir. Böylece, sendika
hakkı, iş yasaları ve genel oy hakkının tanınması gibi gelişmeler olmuştur. Öte
yandan, küçük işletmeden büyük işletmeye doğru geçiş olmuş, özellikle 1900
yıllarında H.Ford'un geliştirdiği bant sistemiyle kitle üretimine geçilmesi
bunda en büyük etken olmuştur. Ayrıca, kapitalist sistem dışındaki ülkelere de
açılma olmuş, böylece hammadde ve pazar olanakları genişletilerek yatırım
olanakları arttırılmıştır. Rekabeti kısıtlayıcı politikalara yönlenilmiş,
böylece karteller, pazarın paylaşılması gibi yöntemlerle korumacılığa yönelmiştir
(Maillet;162).
Kapitalist sistemdeki bu dönüşüm sürecinin sendikalara en önemli etkisi,
liberal politikalardan verilen tavizler ve üretim siteminde gerçekleşen
değişimdir. 19. yüzyıl boyunca işçi sınıfının örgütlenmesini ve mücadelesini
engelleyen burjuva yönetimleri ve sermayedarların kapitalizme içkin koşulların
ve sosyalizmin tehdidi altında bu baskılarını hafifletmeleri, bir taraftan işçi
sınıfının daha örgütlü hale gelmesinin önünü açarken, diğer taraftan da işçi
sınıfının Marx’ın tarihsel materyalizm içerisinde tanımladığı toplumsal yapıyı
değiştirme gücüne sahip, devrimci bir nitelik içeren sınıfsal bilinçten
uzaklaşmasına neden olmuştur.
Bu dönemde kapitalizmin temel ilkelerinden ödünler vermesi yanında işçi
sınıfının yapısını ve sendikal örgütlenmeyi etkileyen diğer önemli bir gelişme
de üretim süreçlerinde yaşanmıştır. Kapitalist üretim sürecinde Taylorizm ve
Fordizm ile birlikte gerçekleşen bu değişim sayesinde, emeğin verimliliğini en
üst düzeye çıkartmak üzere üretim ve yönetim biçimlerinde köklü değişikliler
gerçekleşmiştir. 20. yüzyılın başından son çeyreğine kadar egemen olan Fordist
üretim sistemi, bir taraftan işin yoğunlaşmasını ve emeğin işine
yabancılaşmasına neden olurken diğer taraftan da büyük fabrika sistemi
içerisinde, benzer çalışma ve yaşam koşullarına sahip işçilerin aynı çatı
altında çalışmalarını sağlamıştır. Fordizmin işçiler üzerinde yaratmış olduğu
olumsuzluklar karşısında, benzer koşullarda çok sayıda işçinin bir arada
bulunması çıkar birliğini ve dayanışma düşüncesini güçlendirmiştir. Bu da
Fordist üretim süreci içerisinde işçilerin çalışma ve yaşam koşulları üzerinde
daha fazla söz sahibi olabilmek amacıyla örgütlenmelerini kolaylaştırmıştır.
Öte yandan, Fordist üretimin temelini oluşturan bant sistemi, işçilerin üretim
ağını kolaylıkla durdurabilmelerine de olanak sağlamıştır. Bu bağlamda, hakları
için mücadele eden işçilerin üretim güçlerini sermayeye karşı kullanması
kolaylaşmıştır. Tüm bu etkenler sayesinde de Fordist üretim sistemi içerisinde
sendikal örgütlenme ve mücadelenin daha etkin bir biçimde kullanılması mümkün
hale gelmiştir (Ansal, 1985; 162).
Kapitalizmin Gelişim Süreçleri Ve
Sendikaların Konumu
Bir taraftan,
liberal ekonomi anlayışından verilen tavizler ile sendikal örgütlenme ve
sendikal faaliyetlere yönelik baskıların önemli ölçüde kaldırılması, diğer
taraftan ise Fordist üretim sisteminin getirdiği koşullar, 20. yüzyılın
başlarında sendikal örgütlenmeleri önemli ölçüde arttırmıştır. Tablo 1’de de
görüldüğü gibi bu dönemde en ileri sanayileşme düzeyine sahip olan üç ülkede de
1901-1921 arası dönemde sendikalaşma oranları önemli ölçüde artmıştır. Ancak,
burada sendikalaşma oranındaki artıştan daha dikkat çekici olan sendikalı işçi
sayısındaki artıştır. Bu bağlamda, 1901-1921 arasındaki yirmi yılda sendikalı
işçi sayısı İngiltere’de 2.2 kat, Almanya’da 9.2 kat, ABD’de ise 6.8 kat
artmıştır (Tablo 1).
Tablo
1. Sanayileşmiş Bazı Ülkelerde Sendikalaşma Düzeyi (1901-1961)
|
ABD
|
ALMANYA*
|
İNGİLTERE
|
|||
|
Üye Sayısı
|
Sendikalaşma Oranı %
|
Üye Sayısı
|
Sendikalaşma Oranı %
|
Üye Sayısı
|
Sendikalaşma Oranı %
|
1901
|
1.125.000
|
3.0
|
857.000
|
5.7
|
2.025.000
|
12.4
|
1911
|
2.343.000
|
5.9
|
2.788.500
|
15.6
|
3.139.000
|
17.1
|
1921
|
4.781.000
|
11.9
|
8.779.000
|
42.6
|
6.638.000
|
34.3
|
1931
|
3.310.000
|
6.2
|
5.177.000
|
23.5
|
4.624.000
|
25.0
|
1941
|
8.944.000
|
15.0
|
-
|
-
|
7.165.000
|
36.3
|
1951
|
15.000.000
|
23.8
|
-
|
-
|
9.535.000
|
44.9
|
1961
|
17.328.000
|
21.1
|
7.569.400
|
36.7
|
9.916.000
|
42.5
|
Kaynak: Jackson, 1996: 23
*1961 rakamları Batı Almanya’ya aittir.
Kapitalist
sistemin 19. yüzyıl işçi sınıfı mücadelelerinden çıkarttığı dersin de etkisiyle
belirlediği yeni strateji; emekçilerin işçi partileri ve sosyal demokrat
partiler aracılığı ile siyasal alanda, sendikalar aracılığı ile de üretim
alanında kendilerini ifade edebilme kanallarının açılmasıdır. Ancak burada kritik
olan nokta, gerek siyaset alanında gerekse sendikal alanda faaliyetlerin,
kapitalist sistemin kendi ihtiyaçları doğrultusunda belirlediği kriterler
çerçevesinde gerçekleşmesidir. Diğer bir ifade ile işçi sınıfı ve sendikalar
bir takım haklar elde etmelerine karşılık gerek üretim, gerekse toplumsal
ilişkilerde emeğin sermayeye bağımlılığı giderek artmıştır.
I. Dünya Savaşı
ile birlikte özellikle Avrupalı kapitalist ülkelerdeki gerileme ve kapitalist
ülkeler arası ilişkilerdeki değişim, 1920’li yılların başlarından itibaren
önemli sarsıntılara neden olmuştur. 1929 krizine de kaynaklık eden bu sarsıntı
döneminde sendikalaşma oranlarında önemli düşüşler yaşanmıştır. Özellikle,
faşist partilerin iktidara geldiği Almanya ve İtalya’da sendikalar, II. Dünya
Savaşı sonrasına kadar baskı altında tutulmuş ve önemli ölçüde gerilemişlerdir.
Buna karşılık diğer sanayileşmiş kapitalist ülkelerde 1929 krizi sonrasında
devlet müdahalesini içeren, talep yönlü ekonomi politikaları sayesinde
sendikacılık da 1930’lu yıllarla birlikte tekrar gelişme sürecine girmiştir
(Tablo 1).
II. Dünya
Savaşı’nın ardından kapitalist sistemdeki istikrarsızlık çok daha geniş
boyutlara ulaşmıştır. Bu sorunların başında sosyalist ülkelerin varlığı ve bu
sosyalist ülkelerin hızlı büyümesinden kaynaklanan sorunlar gelmektedir. Sosyalist
sistemin rekabeti, kapitalist ülkeleri, kendi ihtiyaçlarına uygun bir büyüme
modelinin ötesinde hızlı bir yarış içerisine sokmuştur. Sosyalizm, kapitalist
ülkelerin halkları üzerinde de etkili olmuş bu bağlamda, sosyalist ülkelerin
varlığı hem kapitalizme bir alternatif olarak, hem de bir eleştiri ve karşı
çıkma kaynağı olarak görülmüştür. Öte yandan
kapitalizmin kendi içsel çelişkileri de bir çok sorunu ortaya çıkartmıştır.
Bunların başında 1929 krizinin tekrar yaşanmaması ve bu bağlamda kapitalizmin
yıkılmasını önlemek için büyümenin ayarlanması gelmektedir. Ayrıca, hızlı
büyümenin sağlanarak bir taraftan çeşitli sorunların çözülmesi, diğer taraftan
ise toplumsal mücadeleler ve sınıf mücadelesi yerine sınıfların dayanışmasını
geçirerek kitleleri sistem ile bütünleştirmek gerekmektedir. Bunların yanı sıra, sömürgeciliğin ortadan
kalkması ile belirginleşen sorunlar ve ABD’nin artan üstünlüğü; kapitalist
ülkelerarası rekabet; uluslararası para sistemi gibi aşılması gereken bir çok
sorun daha bu süreçte ortaya çıkmıştır (Maillet, 164-165).
Bir taraftan
talep sorununu çözmek için uygulanan Keynesyen ekonomi politikaları, diğer
taraftan, sosyalizmin tehdidi altındaki toplum kesimlerini sistemle
bütünleştirme çabalarının gereği olarak sendikal faaliyetlere büyük önem
verilmiştir. Özellikle kamu işletmeciliğinin bu noktada önemli katkıları
olmuştur. Zira, devletin ekonomideki etkin rolünün bir gereği olarak,
benimsenen politikalar öncelikle kamu işyerlerinde uygulanmaktadır. Bu
bağlamda, kamu işyerlerinde sendikal örgütlenme için son derece uygun bir ortam
sağlanırken, toplu pazarlık sistemi ve sendikalar aracılığı ile işçilerin
yönetime katılması sağlanmıştır.
II. Dünya Savaşı
sonrasında sendikal hareket hızla gelişirken bir yandan da yüksek istihdam
sayesinde işçi sınıfının toplam gelir düzeyinde yükselme olmuştur. Batı
Avrupa’da yedek sanayi ordusunun iki savaş arası dönemde olduğundan çok daha
küçülmüş olması doğrudan sendikaların pazarlık gücünü arttırmış ve hakim olan
toplumsal ilişkiler sistemi içerisinde işçilerin konumu iyileşmiştir. Ancak bu
göreceli bir iyileşmedir. Çünkü aynı dönemde karlar da önemli ölçüde artmış ve
bir çok ülkede ulusal gelirin ücretlere giden göreli payında kayda değer bir
değişiklik olmamıştır (Dobb, 1992: 352).
Sosyalist
rejimin tehdidi, Fordist üretim sisteminin yarattığı uygun ortam ve benimsenen
sermaye birikim rejiminin gereği olarak, II. Dünya Savaşı sonrasında kapitalist
üretim ilişkileri içerisinde emek ve sermaye arasında tarihin hiçbir döneminde
görülmemiş bir uzlaşma yaşanmıştır. Bu uzlaşma süreci içerisinde de sendikalar,
bir yandan sanayileşmiş merkez kapitalist ülkelerde üye sayılarını ve
etkilerini arttırırken diğer taraftan ILO’nun da çabalarıyla yeni sanayileşen
ülkelerde de yaygınlaşmıştır. Sendikaların üye sayılarındaki artış, çalışma
koşullarının belirlenmesinde toplu pazarlık sisteminin de etkinliğini
arttırmıştır. Toplu pazarlıklar yoluyla üretim ilişkilerindeki etkinliğini
arttıran sendikalar, oluşturdukları toplumsal baskı gücü sayesinde ulusal
düzeydeki karar alma mekanizmalarında da önemli etkiye sahip olmuştur. 1970’lere
kadar gelen bu dönemde sendikaların da etkisiyle asgari ücret, azami çalışma
saati gibi konular emeğin lehine düzenlenmiştir. Özellikle merkez kapitalist
ülkelerde çalışma yaşamı ve toplumsal yaşamdaki reformlarla emeğin statüsü de
değişime uğramıştır. Böylece işçi sınıfı, kapitalist birikim modelindeki
değişikliklerin etkisi altında, sınıf olarak kendisini yeniden oluşturmasını
sağlayacak maddi olanakları elde eden ve harcayan ekonomik özne haline
gelmiştir (Brunhoff, 1988: 398).
II. Dünya Savaşı
sonrasında başlayan ve Keynesyen politikaların da etkisi ile yaklaşık 25 yıl
süren toparlanma ve genişleme döneminde kapitalist ekonomiler, yüksek büyüme
hızına ulaşmış, dış ticaret hacmi artmıştır. Gerek merkez, gerekse çevre
kapitalist ülkelerde yaşanan bu olumlu süreç 1969, 1970 yıllarında ABD’de çıkan
stagfilasyon, 1971 yılında uluslararası para sisteminin çöküşü ve 1974-1975
yıllarında dünya ekonomisindeki ani daralma ile birlikte sona ermiştir (Clarke,
1987: 404-407).
Kapitalizmde Kriz ve Yeni Liberal Dönüşüm
Süreci
1970’lerin
başında belirginleşen krizin nedeni daha önceki gibi pazar sıkıntısı ve
yetersiz tüketim değildir. Bu krizde temel sorun, sermayenin aşırı değerlenmesi
ve yükselen sabit sermaye yatırımlarının yetersiz artık değer üretmesidir. Yani
kriz, aşırı birikim krizi olarak ortaya çıkmıştır. Bu nedenle sermaye için asıl
sorun pazar değil, artık değer yani sömürü oranını arttırmaktır. Oysa, varolan
yapıda ücret artışları, sömürü oranının arttırılmasını engellemekte, mevcut
verimlilik koşulları içerisinde ücret artışları fiyatlara yansıtılsa bile bunu
yeni ücret artışları izlemekte ve bu da enflasyonist bir ortama neden
olmaktadır (Arın,1985:132). Talebi arttırmaya yönelik Keynesci düzenleme
modelinin de krizden çıkış için çözüm olamadığı bu koşullarda öncülüğünü
Chicargo okulundan Hayek ve M. Friedman’ın yaptığı “yeni liberal” akımın
önerdiği ekonomi politikaları, başta İngiltere ve ABD olmak üzere bir çok kapitalist
ülkede benimsenmiştir. Yeni liberal akıma göre, Keynesyen politikalar sonucu
karların üzerinde baskı yapan unsurlar ortadan kaldırılmalı ve devletin
sermayeyi desteklemesi sağlanmalıdır. Böylece, Keynesyen iktisadın tüketimi
yönlendirmeye ve talep oluşturmaya yönelik politikalarının yerine, üretimi ve
arzı ön plana çıkartan politikalar öncelikli olacaktır.
Yeni
liberalizmin krizden çıkış önerilerini daha açık olarak şu şekilde özetlemek
mümkündür: Devlet ekonomiye müdahaleden
vazgeçmeli, liberalizmin “laissez faire” ilkesi yani, serbest piyasa anlayışı
tekrar geçerli olmalıdır; para arzındaki artış, ekonominin suni biçimde
şişirilmesine engel olacak biçimde sınırlandırılmalıdır; dünya ölçeğinde meta,
para ve sermaye akımlarına karşı her türlü engel ortadan kaldırılmalıdır;
sermaye üzerindeki vergi yükü hafifletilmeli, devlet harcamaları yeniden
bölüşümcü ve sosyal ücreti arttırıcı olmaktan çıkartılıp sermayeyi teşvik edici
bir yapıya sokulmalıdır. Öte yandan, üretim sürecine ilişkin olarak azalan verimlilik,
yetersiz artık değer ve azalan kar hadlerine karşı getirilen öneriler ise
şunlardır: Uluslararası pazar genişletilmeli; artık değeri yükseltmek üzere
ucuz emek bölgeleri bulunmalı; emek sürecinde verimliliği arttırmak üzere yeni
üretim alanları bulunmalı, yeni örgütlenme biçimleri ve teknoloji
geliştirilmelidir (Arın,1985: 136).
Yeni
liberalizmin kapitalizmi krizden çıkartmak üzere öngördüğü politikalar, çalışma
standartları ve sosyal haklar konusunda işçi sınıfının elde edilmiş olan tüm
haklarını ortadan kaldırılmasını içermektedir. Bu, özellikle II. Dünya Savaşı
sonrasında oluşan emek-sermaye uzlaşmasının da sona erdiği anlamına gelmektedir.
20. yüzyılın başlarından itibaren sistemin bir parçası olarak görülen
sendikalar yeniden, kapitalist sistemin önündeki en büyük engel olarak
görülmeye başlamıştır. Çünkü sendikalar, krizin temel nedeni olarak görülen
emek maliyetini arttıran en temel kurumdur. Ayrıca sendikalar, gerek çalışma
koşulları gerekse sosyal haklar konusunda emekçilerin kazanımlarının ortadan
kaldırılmasının önündeki en büyük engeldir. Bu nedenle sendikaların gücünün
azaltılması, işçi sınıfının bölünmesi ve böylelikle de sermayenin üzerinde yük
olarak görülen maliyetlerin ortadan kaldırılması gerekmektedir.
Başta, ABD ve
İngiltere olmak üzere yeni liberal politikaları benimseyen ülkelerde devletin
ve sermayenin sendikalara karşı tavrı sertleşmiş, gerek örgütlenme gerekse
diğer sendikal faaliyetler engellenmeye çalışılmıştır. Bu çabalar birçok
kapitalist ülkede başarıya ulaşmış ve bağımsız sendikalar ya bütünüyle ortadan
kaldırılmış ya da devlete ve sermayeye bağımlı sendikaların egemen olması
sağlanmıştır (Maclnnes, 1987: 3).
Devletin ve
sermayenin üzerinde yarattığı baskılara karşı yeterli direnci gösteremeyen
sendikalar, gerek işyeri düzeyinde gerekse ulusal ölçekte yer aldıkları karar
mekanizmalarından ya bütünüyle çıkartılmış ya da etkisiz hale getirilmiştir.
Böylece üretim sürecinde ve toplumsal ilişkilerde sınıflar arası güç dengesi
işçi sınıfı aleyhine bozulurken sermaye sınıfı giderek güçlenmiştir. Sınıflar
arası güç ilişkilerinde sermaye lehine gelişen bu bozulma, kapitalist sistemin
engelsiz bir biçimde yeni birikim rejimi doğrultusunda dönüşmesini
sağlamıştır.
Kapitalist
sistemde yaklaşık yüz yıllık bir geri dönüşü de ifade eden ve yeni liberalizm
olarak anılan bu evrede getirilen ve birbirinin tamamlayıcısı olan uygulamaları
iki ana başlık altında toplamak mümkündür. Bunlardan birincisi, maliyetleri düşürecek ve artı değeri en üst
düzeye çıkartacak biçimde üretim sürecinin değiştirilmesidir. Diğeri ise başta
devlet olmak üzere Keynesyen politikalara göre biçimlenmiş tüm kurumların ve
yasal düzenlemelerin yeni liberal politikalar doğrultusunda yeniden
yapılandırılmasıdır. Yeni liberalizmin bu temel düzenlemelerinden önce, gerek
bu düzenlemelerin bir parçası olarak gerekse bu düzenlemelere zemin hazırlamayı
amaçlayan küresel rekabet olgusu/söylemi üzerinde kısaca durmak gerekecektir.
Yeniden
Yapılandırmanın Amacı ve Gerekçesi Olarak Küresel Rekabet Söylemi
1970’li yıllarla
birlikte, merkez ülkelerde sermayenin içine girdiği süreç, aşırı birikim ve kar
hadlerinin azalmasından kaynaklanan yoğun sermaye birikim tarzının krize
girmesidir. Sermayenin derinleşen krize karşı, ayakta kalma mücadelesi ile
şekillenen yeni birikim tarzı, aynı zamanda mekansal bir dizi değişimin
gerçekleşmesine neden olmuştur. Merkez ülkelerde yoğun sermaye birikim tarzının
krize girmesi ile birlikte, aşırı biriken sermayenin değer yitirme süreci
bireysel sermayeler arası rekabeti hızlandırmıştır. Rekabet sürecinde bireysel
sermayelerin üretim maliyetlerini aşağıya çekecek çarelere başvurması ilk elden
işaret edilmesi gereken bir özelliktir. Temel maliyet unsurları olan hammadde,
emek-gücü ve bizzat üretim faaliyetlerinin sürdürüldüğü mekanların yoğunlaşma
nedeni ile aşırı değer kazanması, bireysel sermayelerin mekansal sonuçları olan
kararlar alınmasına yol açmıştır. Karar alma sürecinde emek ve hammaddenin ucuz
olduğu bölge ve ülkeler, üretilen metalar için pazar olanağı sağlayan bölge ve
ülkeler sermayenin en çok ilgisini çeken alanlar olmuştur (Ercan, 2006: 51).
Sermayenin
ihtiyaç duyduğu yeni alanlara açılma düşüncesi için her şeyden önce ticaretin
ve finansal akımların dünya ölçeğinde serbestçe hareketini engelleyen
koşulların ortadan kaldırılması ve küresel düzeyde rekabete dayalı bir
serbestleşme ortamının yaratılması gereklidir. Bunun için de tüm toplum
kesimlerine küreselleşme olgusunun kendi nesnel yasalarına sahip, karşı
konulamaz ve kaçınılmaz bir süreç olarak algılatılması gerekir (Yeldan, 2003:
429). Yeni liberal felsefe, bu küreselleşme söylemi sayesinde tüm ülkeleri ve
tüm toplumsal kesimleri yapısal “reformlar” ile bu sürece dahil olması
gerektiği yönünde ikna etmeye çalışmış ve bunda da önemli ölçüde başarı
sağlamıştır.
Küresel rekabet
söylemi, öylesine sihirli bir hal almıştır ki, hemen tüm ülkelerde “küresel
rekabette” geri kalmamak ya da üstünlük
sağlamak en temel hedef olurken, bu hedef gerekçe gösterilerek geniş toplum
kesimlerinin çıkarları ve ulusal hassasiyetlerine aykırı olan düzenlemeler dahi
rahatlıkla yaşama geçirilebilmiştir. Örneğin, bir taraftan emek hareketinin en
gelişmiş olduğu ülkelerde dahi çalışma saatleri, eğitim, sağlık, sosyal
güvenlik gibi en temel haklar tırpanlanması, özelleştirme, doğal kaynakların
uluslararası sermayeye açılması ve ulusal konularda uluslararası kurumlara
yetki devri gibi uygulamalar bunlardan bazılarıdır.
Üretim Sürecinde Değişim
Kapitalist
toplum modelinde sınıflar arası güç ilişkilerinin öncelikle belirlendiği yer
üretim sürecidir. Üretim sürecinde kontrolü elinde bulunduran güç toplumsal
alanda da egemenliğe sahiptir. Kapitalist üretim ilişkilerinin doğası gereği
kontrol, sermayedarın elindedir. Ancak, bu kontrolün düzeyi kapitalizmin gelişim
süreci içerisinde farklılık göstermiştir. Daha önce de belirtildiği gibi
fabrika üretim sistemi gelişip, bir taraftan emek sömürüsü, diğer taraftan da
emeğin sınıfsal güç haline dönüşmesiyle işçi sınıfı da üretim sürecinin
kontrolünde söz sahibi olmayı talep etmiştir. İşçi sınıfının 19. yüzyıl boyunca
sürdürdüğü mücadeleler ve 20. yüzyılla birlikte gelişen Fordist üretim biçimi,
işçi sınıfının üretim sürecindeki söz sahipliğini arttırmıştır. Özellikle II.
Dünya Savaşı sonrası benimsenen Keynesyen politikalarla emek ve sermaye
arasındaki uzlaşma en üst düzeye çıkmış ve işçi sınıfı da sendikaları aracılığı
ile üretim sürecinde önemli bir konuma gelmiştir. Ancak 1970’lerin krizi bu
uzlaşmayı bozmuş, dahası krizin nedeni olarak bu emek-sermaye uzlaşmasını,
dolayısı ile de işçi sınıfının üretim sürecindeki etkin rolünü görmüştür. Bu
nedenle de krizin çözümünü her şeyden önce üretim sürecinin kontrolünün yeniden
bütünüyle sermaye sınıfına vermekte bulmuş ve üretim sistemlerini de yeniden
kontrolü sermayeye verecek biçimde değiştirmeyi amaçlamıştır.
Üretim sürecini
bütünüyle sermayenin kontrolüne geçmesi ya da bir başka ifade ile işçi
sınıfının üretim sürecindeki kontrolünü bütünüyle ortadan kaldıracak biçimde
yeniden düzenlenmesi, Fordist üretim sisteminin yerine esnek üretim
organizasyon biçimlerinin geçirilmesiyle gerçekleştirilmiştir. Esnek üretim
organizasyon biçimleri, Fordizmde tek çatı altına toplanan ve katı uzmanlaşmayı
içeren üretim sürecinin, üretimin çeşitli aşamalarının gerektiğinde fabrika
dışında küçük işletmelerde de gerçekleştirilebilecek biçimde parçalandığı ve
esnek uzmanlaşmanın geçerli olabildiği bir yapıya dönüşmesini öngörmektedir.
Esnek üretim biçimleri iki farklı model altında toplanabilir. Bunlardan
birincisi esnek uzmanlaşma ya da İtalyan modeli olarak da ifade edilmektedir ve
üretimin bazı bölümlerinin taşerona veya küçük işletmelere devredilmesinden
oluşan düzenlemeleri içerir. Diğer model ise üretim ağında büyük firma
içerisinde kaliteyi ve verimliliği arttırmayı amaçlayan “toplam kalite”, “tam
zamanlı üretim” ve “kalite çemberleri” gibi uygulamaları içeren ve Japon modeli
olarak da adlandırılan yalın üretim modelidir (Ansal, 2004: 164).
Esnek uzmanlaşma
modelinin temelinde üretimin, maliyetlerin minimize olduğu küçük işletmelere
doğru kaydırılması vardır. Burada amaç, fabrika sistemi içerisinde yüksek olan
maliyetlerin düşürülmesidir. Üretimin tüm aşamaların tek çatı altında
gerçekleştiği Fordist fabrika modelinde emek maliyeti yüksektir. Çünkü, çok
sayıda işçinin bir arada ve benzer koşullar içinde çalışıyor olması, işçiler
arasındaki dayanışmayı ve bununla bağlantılı olarak da örgütlenmeyi
kolaylaştırmaktadır. Sendika çatısı altında gerçekleşen bu örgütlenmeler
sayesinde işverene karşı büyük bir güç oluşturulabilmekte ve böylece ekonomik
ve sosyal haklar ilerletilmektedir. Oysa, maliyetlerini en alt düzeye indirmeyi
hedefleyen sermaye için bu yapının mutlaka kırılması gerekir. Bunun için
geliştirilen yol da üretimin çeşitli aşamalarının önce parçalanması, sonra da
bu parçaların fabrika dışında küçük işletmelerde ya da fabrika içerisinde alt
işveren denilen taşeronlar eliyle yaptırılmasıdır (Güler-Müftüoğlu, 2005:
30-36).
Küçük
işletmelerin tercih edilmesinin en önemli nedeni; az sayıda işçinin çalışması
ve vergi, sigorta gibi maliyetleri arttıracak konularda denetim dışında, diğer
bir söyleyişle kayıt dışında üretim gerçekleştirme olanaklarına sahip
olmalarıdır. Az sayıda işçinin çalışıyor olması, büyük işletme modellerinde
örgütlenmeye alışmış olan sendikaların buralarda örgütlenmesini
engellemektedir. Bu da beraberinde sendikasızlaşmayı getirmektedir. Öte yandan,
örgütsüz işçileri istihdam eden bu işletmeler çoğu zaman kamu denetiminden de
uzak oldukları için sigortasız ve kötü koşullarda işçi çalıştırabilmektedir.
Aynı nedenlerle vergi denetimlerinin de yetersiz olması bu işletmeler sayesinde
üretim üzerindeki vergi maliyetinin de azalmasını sağlamaktadır (Güler-Müftüoğlu,
2005: 36-44) .
Taşeron
uygulamaları da yine maliyetleri düşürmek üzere aynı işletme içerisinde
üretimin çeşitli aşamalarının bir başka işverene devredilmesidir. Bu yolla aynı
işyerindeki işçiler farklı işverenlere bağlı olarak çalışıyormuş gibi
gösterilerek bir araya gelmeleri ve mücadele güçleri engellenmektedir.
Gerçekten de taşeron uygulamalarıyla birlikte, sendikalar önemli bir güç
kaybetmiştir. Öte yandan örgütsüz kalan taşeron işçileri de düşük ücret ve
sosyal haklar yanında iş güvencelerini de önemli ölçüde kaybetmişlerdir. Buna
karşılık taşeron uygulaması sayesinde özellikle yemek, temizlik, güvenlik gibi
işlerde maliyetler önemli ölçüde düşürülmüştür. Ayrıca, bu yolla sendikaların
azalan gücü toplu iş sözleşmelerine de yansımış ve taşeron bulunan işyerlerinde
asıl işverene bağlı olarak çalışan işçilerinde ücret ve sosyal haklarında
kayıplar olmuştur (Güler-Müftüoğlu ve Akdemir, 2005:171).
Fordist üretim
sistemine göre örgütlenmeye ve bu sistemin ortaya çıkarttığı ihtiyaçlara cevap
vermeye odaklanmış olan sendikalara esnek uzmanlaşma modelinin yansımaları son
derece olumsuz olmuştur. Bu olumsuzluklar yukarıda da belirtildiği gibi küçük
işletmelerde ve taşeronların örgütlenmesinden kaynaklanan sorunlardır. Ancak
bunun yanında son derece önemli olan bir sorun da sendikaların bu süreçte
“ücret sendikacılığı” anlayışından sıyrılamadıkları için örgütsüz kalan bu
kesimdeki işçilerin sorunlarını görmezden gelmiş olmalarıdır. Sendikaların bu
son derece hatalı yaklaşımları geçen zaman içerisinde aynı üretim ağı
üzerindeki örgütlü işçilerle örgütsüz işçiler arasındaki farklılıkları giderek
arttırmıştır. Bu farklılıklar öylesine boyutlara ulaşmıştır ki bir tarafta
azınlıkta kalan örgütlü, güvenceli, görece yüksek ücret ve sosyal haklara sahip
işçiler çekirdek işgücü olarak tanımlanırken, diğer tarafta toplam işgücü
içerisinde büyük çoğunluğa sahip olan örgütsüz, güvencesiz, son derece düşük
ücret sahip, sosyal haklarının neredeyse bütününü kaybetmiş bir çeper işgücü
oluşmuştur. Bu ayrışma, işçi sınıfının güç kaybetmesinin en temel nedenlerinden
biridir ve sorumlusu da büyük ölçüde sendikaların bu süreçte uyguladığı yanlış
politikalardır.
Esnek
uzmanlaşmanın getirdiği üretimin Fordizmle standartlaşmış olan alan dışına
kayması, işçi sınıfı örgütlülüğünün yüksek olduğu ve mücadele araçlarının güçlü
olduğu merkez kapitalist ülkelerde kolaylıkla uygulanabilmesi elbette
beklenemezdi. Bu nedenle, merkez ülkelerde sermaye üretimin çeşitli aşamalarını
ya da bazı sektörlerde bütününü emeğin ucuz olduğu azgelişmiş çevre ülkelere
doğru kaydırmaya başladı. Böylece merkez ülkelerde yüksek maliyetlerle
gerçekleştirilen üretim, emeğin örgütsüz, ücretlerin ve sosyal hakların zayıf
olduğu ve sermayeye birçok ayrıcalıkların tanındığı bu ülkelerde maliyetler son
derece düşük düzeylere çekilebildi (Güler-Müftüoğlu ve Akdemir, 2005: 171-172).
Üretimin, emek
piyasasının ve sömürünün küreselleşmesi anlamına gelen bu süreçte, emek-gücü ve
hammadde olarak kullanılacak kaynakları bonkörce uluslararası sermayenin
hizmetine sunan azgelişmiş çevre ülkeleri ikna etmek için kullanılan söylem;
küresel nimetlerden yararlanma üzerine kurulmuştur. Buna karşılık, üretimini
çevre ülkelere kaydıran ve dolayısıyla emek talebi daralan merkez ülkelerin
işçilerine karşı geliştirilen söylem ise; sanayi ötesi topluma modeline
geçildiği ve artık bilişim teknolojilerinin kullanıldığı, emeğin daha temiz
işlerde, daha az süre ile çalışıp daha refah içinde yaşayacağı üzerine kuruludur.
Bu söylem, her iki gruptaki ülkelerin
sendikaları ve geniş toplum kesimlerince önemli ölçüde kabul görmüştür.
Üretimin küresel
düzeyde esnekleşmesi, azgelişmiş çevre ülkelerde sendikaların ve dolayısı ile
de işçi sınıfının sert bir biçimde baskılanmasıyla sonuçlanmıştır. Bu
baskılama, Türkiye, Şili, Arjantin gibi kimi ülkelerde askeri darbelerle, kimi
ülkelerde ise daha formal baskılama yöntemleriyle gerçekleştirilmiştir. Süreç
ne şekilde gelişmiş olursa olsun sonuç olarak bu ülkelerde üretim büyük ölçüde
kayıt dışı alana kaymış ve ücretler, iş güvencesi, sosyal güvence gibi haklar
geriletilmiştir. Bu nedenle sendikalar çok önemli ölçüde üyelerini kaybetmiş ve
toplu pazarlık mekanizması işlemez hale gelmiştir.
Üretimin küreselleşmesi
ile gelişmiş merkez ülkelerde ise ortaya çıkan ilk sonuç, işsizlik olmuştur.
Daha sonra, üretimi çevre ülkelere kaydırma tehdidi işverenlerin sendikalara
karşı kullandıkları en temel “silah” haline gelmiştir. Artık sermaye, merkez
ülkelerdeki işçileri, çevre ülkelerin işçileriyle rakip haline getirerek,
onların ücret ve sosyal haklarını da çevre ülke işçilerinin düzeyine çekmeye
başlamıştır. Böylece, merkez ülkelerde 19. yüzyıl sonlarından başlayarak elde
edilen haklar birer birer ortadan kaldırılmaya başlanmıştır. Bu bağlamda,
ücretler düşmüş, çalışma saatleri uzamaya başlamış ve sosyal haklar önemli
ölçüde tırpanlanmıştır. Bir dönem işçi sınıfının çok önemli bölümünü örgütlemiş
olan ve ücretli çalışanların hemen tümü için çeşitli düzeylerde toplu
sözleşmelere imza atan sendikalar da bu süreçte giderek güç yitirmeye ve
etkinliklerini önemli ölçüde kaybetmeye başlamışlardır.
Esnek örgütlenme
modelinin diğer bir türü de yalın üretimdir. Kitle üretimindeki tıkanmayı aşmak
üzere emek verimliliğini en üst düzeye çıkartabilmek amacıyla ilk kez
Japonya’da uygulandığı ve bu ülkeden diğer ülkelere yaygınlaştırıldığı için
Japon üretim modeli olarak da tanımlanır. Büyük işletmelerde üretim sisteminin
emeğin üretkenliğini arttıracak biçimde yeniden organize edilmesine dayanan
yalın üretim modelinde “toplam kalite”, “tam zamanlı üretim” ve “kalite
çemberleri” gibi öğelerin uyum içerisinde çalışması gerekir. Yalın üretim
modelinde temel amaç; Fordist üretim sürecinde emek-gücünün sadece çalışma
saatleri içerisinde ve kol gücü ile sınırlı olan üretkenliğini, tüm gün boyunca
ve kol gücünün yanına kafa gücünü de kullanacağı bir yapıya dönüştürmektir (Belek,
2004:46-55).
Yalın üretimin
bir başka hedefi de üretimin tam zamanlı ve “0” hatalı olarak gerçekleşmesidir.
Burada kalitenin kontrolü, üretim aşamasında ve üretimi gerçekleştiren işçinin
ya da bir grup işçiden oluşan ekiplerin sorumluluğundadır. İşçiler veya
işçilerden oluşan ekipler yönetimin kendilerine verdikleri hedeflere uygun
sürede ve kalitede üretimin üzerlerine düşen bölümünü gerçekleştirmek
zorundadırlar. Aksi halde üretimin bütünü aksayacak ve bundan da doğrudan
hatanın gerçekleştiği birimdeki işçiler sorumlu olacaklar ve cezalandırılacaklardır.
Üretimi aksatmanın cezası ise genellikle ücret kesintisi veya işten
çıkartılmadır (Yücesan-Özdemir, 2000: 250-253).
Yalın üretim
modelinin uygulaması, emek sürecinin esnekliğine dayanmaktadır. Diğer bir
söyleyişle üretim sürecinin her aşamasında emeğin, esnek koşullar içerisinde
çalışması gerekir. Esnek çalışmayı sayısal esneklik ve fonksiyonel esneklik
olarak iki başlıkta toplamak mümkündür. Sayısal esneklikte, tam zamanlı üretimin
gereği olarak talebe göre istihdamın düzenlenmesi prensibi geçerlidir. Bu
bağlamda, üretimin ve genel ekonomik yapının özelliklerine göre mevsimsel
koşullar veya ekonomik daralma gibi birçok etkene bağlı olarak talep sürekli
olarak değişen bir seyir izleyecektir. Fordizmde standartlaşan istihdam
biçimleri ile üretimin bu değişken koşullarına yanıt vermek mümkün değildir. O
halde yapılması gereken, istihdam biçimlerinin de talepteki bu değişime uygun
olarak esnekleştirmesidir. Bunun için öncelikle yaşam boyu istihdam anlamına da
gelen süresiz iş sözleşmelerinin yerini esnek iş sözleşmelerinin alması
gerekir. Esnek iş sözleşmeleri, birkaç yıllık süreli sözleşmeler yanında kısmi
süreli çalışma, çağrı üzerine çalışma, geçici çalışma, evde çalışma gibi
istihdam biçimlerini kapsamaktadır. İstihdam biçimlerinin esnekleştirilmesinin
emekçiler yönünden anlamı, işverenin dilediği zaman işçiyi işe alıp, dilediği
zaman işten çıkartması ya da dilediği şekilde istihdam etmesidir ki bu da
üretim sürecinde kontrolün bütünüyle sermayenin eline geçtiği anlamına gelir (Belek,
2004:119-159).
Diğer bir
esneklik türü fonksiyonel esnekliktir. Burada amaç, işin, emek-gücünü işletme
içerisinde teknoloji ve üretim sürecine uyum sağlayacak konuma getirecek
biçimde düzenlenmesidir. Fonksiyonel esneklik, çalışma sürelerinin ve genel
olarak işin düzenlenmesinin işletmenin sabit giderlerini en alt düzeye çekecek
biçimde esnekleştirilmesini içerir. Burada standartlaşmış (örneğin 8 saat/gün
veya 40 saat/hafta) çalışma sürelerinin yerini, talebe göre düzenlenen
yoğunlaştırılmış (sıkıştırılmış) iş haftası, esnek vardiya veya kayan (esnek)
çalışma süreleri türü uygulamalar almaktadır. Yani, çalışma sürelerinin
belirlenmesi de yine bütünüyle sermayenin kontrolü altına girmiş olmaktadır (Belek,
2004: 129-140).
Yalın üretim
modelinin emek sürecine getirdiği bir başka köklü düzenleme de insan kaynakları
yönetimidir. İnsan kaynaklarında amaç, üretim sürecinde sendikanın bütünüyle
dışlanması ve emek-gücünün işveren karşısında birey haline dönüşmesini
sağlayıp, kontrolün tek başına sermayenin eline geçmesidir. İnsan kaynakları
yönetiminde işe alımdan üretim aşamasının bütünü ve işe son verilmeye kadar
geçen tüm emek süreci, emeğin üretkenliğini en üst düzeye getirecek biçimde
tasarlanması hedeflenmektedir. Genellikle işveren tarafından tek taraflı olarak
belirlenen esnek ücret uygulaması sayesinde kriterlerini yine işverenin
belirlediği ve aynı işi yapan emekçileri birbirleri ile yarıştırmayı amaçlayan
performans değerlendirmesi insan kaynaklarının en önemli aracıdır (Belek, 2004:
111-118). Performans değerlendirmesi ile yaratılan rekabet ortamı içerisinde bir
taraftan emek sömürüsünü arttırılırken, diğer taraftan da rekabet halindeki
emekçilerin dayanışma ve birlikte mücadele etme düşüncelerini tamamı ile ortadan
kaldırmaktadır. Bu koşullar, sendikal örgütlenme de olanaksız hale gelmektedir.
Devletin Üretim Sürecinden Tasfiyesi:
Özelleştirme
Kapitalist
sistemin 20. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşadığı krizi aşmak üzere devletin
ekonomiye müdahalesi öngörülmüş ve bununla birlikte üretimin, ticaretin ve
hizmetlerin önemli bir bölümü devlet eliyle yürütülmeye başlamıştır. Talep
yönlü ekonomi politikalarının ve yoğun sermaye birikim sürecinin de bir parçası
olarak kamu işletmeciliği, II. Dünya Savaşının ardından kapitalist ülkelerde
daha da yaygınlaştır. Kamu mülkiyetindeki işletmecilik, genellikle Fordizmin büyük işletme modeli içerisinde faaliyet
göstermektedir. Bu nedenle de gerek merkez gerekse çevre ülkelerde emek-gücünün
çok önemli bir bölümü devlet tarafından istihdam edilmekte ve böylelikle
devlet, en büyük işveren durumuna gelmektedir.
Emek ve
sermayenin uzlaşı içerisinde göründüğü, talep yönlü politikaların etkin olduğu
dönemde devlet, bu politikaların yerleşmesi ve yaygınlaşması için öncülük
yapmıştır. Bu bağlamda, bir taraftan ucuz ara mamul ve hizmet sunarak özel
sermayenin birikim elde etmesine katkı sağlarken, diğer taraftan da üretim
sürecinde işçilerin katılımını teşvik eden uygulamalarda bulunmuştur. Böylece,
kamu işyerlerinde sendikal temsil en üst düzeyde olmuş, çalışma koşulları ve
hatta kimi işletmelerde yönetim, sendikaların katılımıyla oluşturulmuştur. Bu
nedenle kamu işletmeleri, sendikaların üye sayılarının en yüksek olduğu ve en
rahat faaliyet gösterdikleri üretim ve hizmet alanları haline gelmiştir.
Yeni liberal
düşünce 1970’lerin krizini çözümlerken, krizin temel etkenlerinden birinin de
devletin ekonomideki konumu olduğunu öne sürmüş ve kamu işletmelerinin hızla
özelleştirilmesini önermiştir. Özelleştirmenin tek gerekçesi sadece piyasa
mekanizmasına uygun biçimde üretim araçları mülkiyetinin el değiştirmesi
değildir. Özelleştirmenin diğer önemli bir gerekçesi de yeni üretim
organizasyonlarına uygun ortamın yaratılmasıdır. Bu bağlamda, önemli bölümü
büyük sermaye yatırımlarıyla oluşmuş ve geniş bir pazara sahip olan bu
işletmelerin bir taraftan uluslararası sermayeye açılması, diğer taraftan da
esnek üretim organizasyon modellerine uygun hale getirilmesi gerekmektedir. Bu
düşüncelerle başlayan özelleştirme uygulamalarında önce önemli ölçüde istihdam
azaltmasına gidilmiş, daha sonrada gerek esnek uzmanlaşma gerekse yalın üretim
uygulamaları ile emek-gücü örgütsüzleştirilmiş ve emeğin üretim sürecindeki
kontrolü büyük ölçüde ortadan kaldırılmıştır. Böylece, üye sayılarının çok
önemli bölümünü kamu işçilerinden oluşan sendikalar, hem örgütlenme olarak
küçülmüş, hem de toplu pazarlık güçlerini önemli ölçüde kaybetmişlerdir.
Kamu
işletmelerinin özelleştirilmesi ile ortaya çıkan durum, yine devlet eliyle
yürütülen kamu hizmetleri için de geçerlidir. Sosyal devlet uygulamaları ile
yaygınlaşan kamu hizmetlerinin sermaye üzerinde vergi yüküne yol açtığı gerekçesi
yeni liberalizmin temel argümanlarından biri olmuştur. Bu bağlamda, eğitim,
sağlık, sosyal güvenlik, konut, yerel hizmetler gibi kamu hizmetlerinin önce
piyasa kuralları içerisinde ticarileştirilmesi, daha sonra da özel sektör
eliyle yürütülmesi öngörülmüştür. Böylece ister devlet isterse özel sermaye
eliyle yürütülsün kamu hizmet sunumunda da esnek üretim biçimleri geçerli hale
gelmiştir. Bu da yine kamu işletmelerinin özelleştirilmesinde olduğu gibi
sendikaların önemli ölçüde güç kaybetmesine neden olmuştur.
Kapitalizmin Krizinden Sendikaların Krizine
20. yüzyılın
başlarından itibaren sendikal hareket, 19. yüzyılda işçi sınıfının gösterdiği
mücadele; reel sosyalizmin kapitalist sistem üzerinde tehdit oluşturması;
fordist üretim sisteminin örgütlenmeye uygun yapısı ve benimsenen birikim
rejiminin emek-sermaye uzlaşmasına kapı açan koşulları içerisinde 1970’lere
kadar nicel olarak gelişim göstermiştir. Bu dönemde sendikaların hem üye
yoğunlukları artmış hem de kapitalist dünya içerisinde bir çok çevre ülkede
yaygınlaşmıştır. Ancak, bu nicel gelişim süreci içerisinde, sendikal hareketin
ortaya çıkışındaki temel etken olan sınıfsal bakış açısı önemli ölçüde ortadan
kalkmıştır. II. Enternasyonel’de alınan kararlar gereği Marksizm’den koparak
revizyonist bir yol benimsemesi ve söz konusu dönemin emek-sermaye uzlaşmasına
dayalı yapısı, sendikal hareketin sınıfın bütününü kapsayan bir perspektiften uzaklaşarak
sermaye ile uzlaşı içerisine girmesinde en önemli etken olmuştur. Bu dönemde
sendikalar sadece sermaye sınıfı ile uzlaşmakla kalmamış, tüm örgütlenme ve
diğer faaliyetlerini de kapitalist sistemin mevcut koşullarına uygun bir
biçimde yapılandırmışlardır.
20. yüzyılın
başlarından 1970’li yıllara kadar uzanan bu uzlaşma ve kapitalizmin koşullarına
uygun yapılanma süreci sendikaları kapitalist sisteme öylesine bağımlı hale
getirmiştir ki 1970’lerle ortaya çıkan kapitalizmin krizi, sendikaların krizi
haline dönüşmüştür. Sendikal krizi ortaya koyan en temel gösterge elbette
sendikalaşma oranlarıdır. Sendikal hareketin ortaya çıktığı ve en hızlı gelişme
gösterdiği ülkelerin hemen tümünde 1970’li yıllar sonrasında sendikalaşma
oranları hızlı bir biçimde düşmeye başlamıştır (Tablo 2).
Tablo 2. Bazı Ülkelerde
Sendikalaşma Düzeyleri (1970-2003)
|
ABD
|
ALMANYA
|
İNGİLTERE
|
JAPONYA
|
G.KORE
|
İSVEÇ
|
POLONYA
|
|||||||||
|
Üye Sayısı
(00)
|
%
|
Üye Sayısı
(00)
|
%
|
Üye Sayısı
(00)
|
%
|
Üye Sayısı
(00)
|
%
|
Üye Sayısı
(00)
|
%
|
Üye Sayısı
(00)
|
%
|
Üye Sayısı
(00)
|
%
|
||
1970
|
18.088.6
|
23.5
|
6.965.6
|
32.0
|
10.068.3
|
44.8
|
11.605.0
|
35.1
|
473.3
|
12.6
|
2.325.2
|
67.7
|
-
|
-
|
||
1980
|
17.717.4
|
19.5
|
8.153.6
|
34.9
|
11.652.3
|
50.7
|
12.369.0
|
31.1
|
948.1
|
14.7
|
3.038.7
|
78.0
|
-
|
-
|
||
1990
|
16.739.8
|
15.5
|
8.013.8
|
31.2
|
8.952.3
|
39.3
|
12.265.0
|
25.4
|
1.932.4
|
17.6
|
3.259.9
|
80.8
|
6.300.0
|
53.1
|
||
1995
|
16.359.6
|
14.3
|
9.334.8
|
29.2
|
6.791.0
|
32.6
|
12.614.0
|
24.0
|
1.659.0
|
12.9
|
2.943.1
|
83.1
|
3.420.0
|
32.9
|
||
2000
|
16.258.2
|
12.8
|
8.067.0
|
25.0
|
6.636.0
|
29.7
|
11.539.0
|
21.5
|
1.480.7
|
11.1
|
2.950.5
|
79.1
|
1.500.0
|
14.7
|
||
2003
|
15.776.0
|
12.4
|
7.120.0
|
22.6
|
6.524.0
|
29.3
|
10.531.0
|
22.6
|
1.606.0
|
11.2
|
2.984.2
|
78.0
|
-
|
-
|
||
Kaynak: Visser, 2006: 38
Sendikaları
kapitalist sistemdeki dönüşümle birlikte krize sürükleyen başlıca nedenleri şu
şekilde özetlemek mümkündür:
·
Devletin
düzenleyici işlevindeki değişim: Talep yönlü ekonomi politikalarını içeren yoğun
birikim sürecinde devlet, düzenleyici işlevini emek-sermaye arasındaki
uzlaşmaya uygun biçimde kullanmıştır. Bu bağlamda da sendikaların toplumsal
karar alma mekanizmaları içerisinde yer almasını sağlamış ve yasal düzenlemeler
sayesinde de sendikaların faaliyetlerini kolaylaştırmıştır. Böylece sendikalar,
çok fazla mücadele etmeden birtakım haklara sahip olabilmiştir. Oysa dönüşüm
sonrasında devletin işçi sınıfına ve sendikalara tavrı bütünüyle tersine
dönmüş, devlet düzenleyici işlevini işçi sınıfı ve sendikaları baskılamak için
kullanmaya başlamıştır. Mücadeleci sendikacılık anlayışından uzaklaşmış olan
sendikalar devletin bu değişen rolü karşısında etkisiz kalmışlardır.
·
İşsizliğin
artması: Üretim sistemleri ve birikim rejimindeki değişim ile emek
piyasasında ortaya çıkan en önemli sonuç işsizliğin artmasıdır. İşsizlik, bir
taraftan sendikaların üye kaybetmesine neden olur ama diğer taraftan da yedek
işçi ordusunu arttırdığı için sendikaların pazarlık güçlerini önemli biçimde
azaltır. Sendikaların kapitalizmin bir önceki döneminde elde ettikleri
kazanımlarda yüksek istihdam oranlarının da önemli payı vardır. Ancak,
işsizliğin ani yükselişi karşısında sendikalar, işçi sınıfı mücadelesindeki
önemini kavrayamamışlar ve ücret sendikacılığında ısrar ederek, işsizleri
kapsayıcı politikalar üretememişlerdir. Böylece bir taraftan işsizlik artmış ve
bu, sendikalar üzerinde önemli bir baskı unsuru oluştururken diğer taraftan da
işsiz kalan kesim, kendi sorunlarını sahiplenmeyen sendikalara karşı olumsuz
bir tutum almıştır.
·
İstidamın
sektörel dağılımındaki değişim: Sendikalar, Fordist üretim sisteminin
yapısına uygun olarak örgütlenmelerini ve faaliyetlerini sanayi sektöründeki
emek-gücünü temel alarak gerçekleştirmişler, tarım ve hizmetler alanı üzerinde
fazlaca çalışma yürütmemişlerdir. Oysa, esnek üretim süreçlerinde üretim büyük
ölçüde kayıt dışında bulunan ucuz emek bölgelerine kaymış, merkezde ise
istihdam hizmetler sektörüne yönelmiştir. Ancak, sendikalar giderek artan
hizmet sektörü çalışanlarını örgütleyecek stratejileri geliştirememiştir.
·
Kamu
sektörünün tasfiyesi: Fordist üretim ve yoğun birikim rejiminin bir önemli
özelliği de üretim ve hizmetlerin büyük ölçüde devlet eliyle yürütülmesi ve
buna bağlı olarak da istihdamın çok önemli bir bölümünün kamu sektöründe yer
almasıdır. Kamu işletmeciliği, gerek büyük ölçekli olması, gerekse talep yönlü
politikaların uygulanmasına öncülük etmesi nedeniyle sendikaların rahatça
örgütlendikleri ve önemli kazanımlar elde ettikleri alanlar olmuştur. Kamu
kesiminde örgütlü birçok sendika da kendilerine sağlanan bu olanakların
rehaveti içerisinde mücadele işlevlerini önemli ölçüde kaybetmişlerdir. Oysa,
yeni liberal dönüşüm sonrasında gerçekleştirilen özelleştirmeler ile istihdam
içerisinde kamu sektörünün payını önemli ölçüde azalmıştır. Kamu
sendikacılığının rehavetine kapılmış olan sendikalar, özel sektördeki
mücadeleci sendikacılığa uygun bir yapılanma içerisine giremedikleri için
üyelerini önemli ölçüde kaybetmişler ya da tamamen kapanmışlardır.
·
Üretimin
Uluslararasılaşması: Fordist üretim biçimi ve yoğun sermaye birikim
sürecinin geçerli olduğu koşullarda üretim büyük ölçüde ulusal düzeyde
gerçekleştirilmiştir. Bu nedenle de sendikalar, örgütlenmelerini ve diğer
faaliyetlerini ulusal düzeyde gerçekleştirmişlerdir. Oysa değişen üretim sitemi
ve birikim rejimiyle birlikte sermaye, tüm kapitalist dünyada sınırsızca
dolaşmaya başlamış ve üretimi ucuz emek ve hammadde bölgelerine kaydırmıştır.
Bu süreç içerisinde bir süre sonra işçi sınıfının kazanımlarının yüksek olduğu
ülkelerin işçileri ile daha düşük kazanımlara sahip ülkelerdeki işçiler
arasında bir rekabet başlamıştır. Sermayenin emek maliyetini ve sosyal hakları
düşürme stratejisi olarak kullandığı bu rekabetin sonucunda da daha yüksek
kazanımlara sahip olan ülkelerdeki işçilerin bu kazanımları giderek azalmaya
başlamıştır. Bu gelişme karşısında sendikalar, örgütlenmelerini ve
mücadelelerini sermayenin bu stratejine karşı koyacak ölçüde
geliştirememişlerdir.
·
Küçük
işletmelerin ve taşeronların artan rolü: Fordist üretim sisteminin büyük
işletme modeli sayesinde çok sayıda işçi standartlaşmış koşullarda istihdam
edilmekte ve çalışmaktadır. Bu da sendikaların kolayca örgütlenmesini ve
işverene karşı mücadeleyi ortaklaştırmasını sağlamıştır. Böylece sendikalar, hem
üye sayılarını arttırmışlar, hem de üyeleri adına üretim sürecinde önemli bir
güç haline gelmişlerdir. Oysa, esnek üretim sistemlerinde üretimin aşamaları
parçalanmıştır ve küçük işletmecilik önem kazanmıştır. Böylece, istihdam önemli
ölçüde az sayıda işçinin çalıştığı küçük işletmelerde yoğunlaşırken, ana
firmada çalışan işçi sayısı azalmıştır. Öte yandan, taşeron uygulamalarıyla ana
firma içerisinde farklı işverenler yaratılarak emek-gücü işletme içerisinde
farklılaştırılmıştır. Sendikalar üretim sistemindeki değişimden kaynaklanan bu
koşullara uyum sağlayamamış, faaliyet alanlarını çalışan sayısının giderek
azaldığı ana firmalar dışına taşıyamamışlardır. Bunun sonucu olarak da bir
taraftan üye sayıları azalırken diğer taraftan ana firma dışına çıkmış olan ya
da firma içinde taşeron olarak istihdam edilen ve çoğunluğu çok daha kötü
koşullarda çalışan emekçi kitlelerini temsil edememişlerdir. Bu da sendikaların
hem üretim sürecindeki etkinliğini hem de siyasal karar alma süreçlerindeki
baskı gücünü zayıflatmıştır.
·
Yeni
yönetim teknikleri: Emeğin üretkenliğini, diğer bir söyleyişle artı-değeri
arttırmak üzere geliştirdiği “toplam kalite”, “tam zamanlı üretim” ve “kalite
çemberleri” gibi yeni yönetim teknikleri, bir taraftan işi yoğunlaştırırken
diğer taraftan da işçiyi işletmeye bütünüyle bağımlı hale getirip
bireyselleşmesine neden olmaktadır. Bu da sendikal örgütlenmeyi önemli ölçüde
engelleyecek bir gelişmedir. Ancak, bir çok sendika kendileri için son derece
olumsuz sonuçları olan yeni üretim tekniklerine karşı çıkmak bir tarafa bu
üretim tekniklerinin doğrudan içinde yer almışlardır.
·
Esnekleşen
İstihdam Biçimleri: Fordist üretim sisteminde istihdam biçimleri, tam gün
ve süresiz sözleşme olarak standartlaşmıştır. Bu standartlaşma sayesinde
işçiler arasında farklılaşmalar en alt düzeyde olmakta bu da işçiler arasındaki
çıkar ortaklığını arttırmaktadır. Bu bir taraftan örgütlenmeyi diğer taraftan
da toplu iş sözleşmelerinin gerçekleşmesini kolaylaştırmaktadır. Esnek üretim
sistemlerinde standart istihdam biçimlerinin yerini esnek istihdam biçimleri
almıştır. Bu bağlamda, süreli sözleşme, kısmi süreli çalışma, tele çalışma,
çağrı üzerine çalışma, stajyer çalıştırma, eve iş verme gibi düzensiz istihdam
biçimleri yaygınlaşmıştır. Esnek istihdam biçimleri, farklı çalışma koşullarını
da beraberinde getirmekte ve işçiler arasında çıkar farklılıkları olduğu
düşüncesini yaratmaktadır. Bu nedenle bu tür istihdam biçimlerine tabi olarak
çalışanları standart istihdam biçimlerindeki işçileri örgütlenme alışkanlığında
olan sendikaların örgütleyebilmesi son derece zordur. Bazı ülkelerde bu yönde bir takım çabalar
olmasına karşın sendikaların çok önemli bir bölümü henüz esnek istihdam
biçimlerinde çalışanları örgütleme konusunda ciddi bir gelişme
kaydedememiştir.
·
Emek-gücünün
değişen yapısı: Bir taraftan hizmet sektörünün istihdam içerisindeki
öneminin artması, diğer taraftan da sanayi sektöründe teknoloji kullanımının
yoğunlaşması, emek-gücünün nitel yapısını değiştirmiştir. Bu bağlamda, beyaz
yakalılar, kadınlar ve gençler istihdamda daha fazla yer almışlardır. Oysa
sendikalar emek-gücünün yapısındaki bu değişimi dikkate almamış ve hala mavi
yakalı, erkek ve orta yaşlardaki işçileri üye profili olarak görmüş ve beyaz
yakalıları, kadınları ve gençleri sendikal örgütlenmeye çekecek stratejileri
üretmekte yetersiz kalmışlardır.
Sendikaların
kapitalist sistemin yeni liberal dönüşüm sürecinde etkisiz kalmalarının temel
nedeni yukarıda birçok kez belirtildiği gibi kapitalist sisteme bağımlı bir
hale gelmeleri ve tüm işçi sınıfını temsil etmek yerine sadece üyelerini temsil
eden bir anlayışı benimsemeleridir. 20. yüzyılın başından son çeyreğine kadar
sürdürülen bu yanlış tutumun sonucu, sadece sendikaların kapitalizmin dönüşen
koşullarına uyum sağlayamayıp güç kaybetmeleriyle de sınırlı kalmamıştır.
Sendikalarla birlikte birey olarak emekçiler de sınıfsal bilinçten önemli
ölçüde uzaklaşmışlardır. Bunun sonucu olarak da işçi sınıfının kazanımlarının
temel kaynağı olan işçi sınıfının kapitalizmi tehdit eden mücadeleci gücü de önemli
ölçüde ortadan kalkmıştır.
Bu süreçte
sendikaların güç kaybında önemli olan diğer bir etken de yine sendikaların
gelişmesinde son derece önemli bir yeri olan reel sosyalizmin kapitalist
sisteme bir tehdit olmaktan çıkmasıdır. 1917 Sovyet Devrimi ile yaşam bulan
reel sosyalizmin 1970’li yıllarda zayıflamaya başlaması ile birlikte büyük
ölçüde ortadan kalkan bu tehdit sonrasında yeni liberal uygulamalar çok daha
rahat bir biçimde yaygınlaşmaya başlamıştır. Özellikle, Berlin Duvarının
yıkılıp Doğu Bloğunun çözülmeye başladığı 1989 yılıyla birlikte, işçi sınıfının
sahip olduğu hakların en ileri düzeyde olduğu Avrupa ülkelerinde de sendikalar
hızla gerilemeye başlamıştır.
Sendikalara Biçilen Yeni Rol: Kapitalizmi
Meşrulaştırmak
Kapitalist
sisteme bağımlı hale gelen sendikaların sistemdeki dönüşüm karşısında krize
girmesi bir taraftan sermayenin emek üzerindeki kontrolünü arttırırken diğer
taraftan da toplumsal iktidarını güçlendirmiştir. Böylece, sermaye dışı toplum
kesimleri arasında örgütsüzlük, işsizlik, yoksulluk ve güvencesizlik hızla
yaygınlaşırken, artı değer ve kar hadleri giderek yükselmiştir. Sendikaların bu
süreçteki tavrı önemli ölçüde sistemle uzlaşma anlayışını sürdürmek olmuştur.
Oysa, esnek üretim sistemleri ve yaygın birikim rejiminde emek-sermaye
çatışması tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar yoğunlaşmıştır. Sendikaların
emek-sermaye arasındaki çatışmacı süreçte gerekli temsil kabiliyetini
gösterememeleri önce örgütsüz kalan kesimler arasında daha sonra da sendika
üyeleri arasında temsil sorunun yaşanmasına neden olmuştur.
Sendikalar
içinde bulundukları krizin bir sonucu olarak temsil sorunu yaşarken, gerek
üretim ilişkilerinde gerekse siyasi iktidarlar üzerinde büyük bir güç elde eden
sermaye sınıfı, toplum üzerinde ideolojik egemenliği de elde etme ihtiyacı
duymaktadır. Zira, sermayenin tek yönlü egemenliği altında yürüyen yeni liberal
politikalar, bir çok toplumsal sorunu beraberinde getirmiştir. Bu sorunların
aşılması için sermayenin bu politikaları meşrulaştırması ve bunun için de karar
mekanizmalarının demokratik bir yapıda olduğu izleniminin yaratılması
gerekmektedir. İşte bu amaçla üretim sürecinden siyasal karar alma
mekanizmalarına kadar her alanda devlet ve sermaye dışındaki toplum
kesimlerinin de temsil edildiği bir “sosyal diyalog” mekanizması öngörülmüştür.
Bu mekanizma içerisinde toplum kesimlerinin temsili konusunda da “sivil toplum
örgütleri”nin (STÖ) yer alması öngörülmüştür. Sivil toplumculuk, sınıfsal bir
içerik yerine etnik köken, din, cinsiyet, kültürel ayrımlar üzerinden bir
temsiliyeti ifade etmektedir. Bu bağlamda, sermaye kesiminin tüm sınıfsal
aidiyeti ile yer aldığı “sosyal diyalog” mekanizması içerinde diğer toplum
kesimlerinin STÖ’ler tarafından temsil edilmesi, bu mekanizma içerisinde
çıkarları temsil edilen tek sınıfın sermaye olduğu anlamına gelmektedir.
Dünya Bankası,
Avrupa Birliği gibi uluslararası kapitalist örgütler, sermayenin politikalarını
meşrulaştırma aracı olarak geliştirilmiş bulunan “sosyal diyalog” mekanizması
içerisinde sendikaların da birer STÖ olarak yer almalarını öngörmektedir. Bu
yaklaşım ile hedeflenen, sermayenin iktidarını meşrulaştırmasının yanında
giderek daha kötü koşullara teslim olan işçi sınıfının önümüzdeki süreçte
yeniden bir mücadeleye girişmesini sendikalar üzerinden engellemektir.
Özellikle Avrupa sendikaları “sosyal diyalog” mekanizmasını benimsemişler ve
işyerlerinde gerçekleştirilen toplu pazarlıkları dahi “sosyal diyalog” olarak
ifadelendirmeye başlamışlardır.
Sermayenin sınıf
iktidarını meşrulaştırmak için ortaya attığı diğer bir kavram da “sermayenin
sosyal sorumluluğu”dur. Sosyal sorumluluk mekanizmasının özü; küresel rekabette
üstünlük sağlamak adına çalışma yaşamına ilişkin kuralların yasalarla da
esnekleştirilmesi sonrasında bütünüyle sermayenin insafına bırakılan
emek-gücünün, sermayenin duyacağı sorumluluk sayesinde korunmasıdır (Sermayenin sosyal sorumluluğu konusunda en önemli örnek 1999 yılında BM’ler öncülüğünde hazırlanan ve 3 bini aşkın işletmenin imzaladığı Küresel İş Sözleşmesi (Global Compact)dir).
Diğer bir söyleyişle işçi sınıfının 19. yüzyıl boyunca yürüttüğü mücadeleler
ile elde edilen haklar ortadan kaldırılmakta ve bunun yerine sermayenin taktir
ettiği ölçüde bir takım düzenlemeler getirilmektedir. Sermayenin bir pazarlama
stratejisi olarak gördüğü bu mekanizma, kapitalist üretim ilişkilerin özünü
oluşturan emek-sermaye çelişkisini görmezden gelen bir çok sendika tarafından
olumlu karşılanmakta ve hatta bu sendikalar doğrudan sosyal sorumluluk
projelerine katılmaktadırlar. Böylece sendikalar, sosyal diyalog gibi sosyal
sorumluluk projeleriyle de sermaye sınıfının emekçilerin sefaleti üzerine inşa
ettiği iktidarını meşrulaştırmaktadır.
Türkiye’de Kriz ve Sendikalar
Kapitalist
sistemdeki gelişmeleri genellikle geriden izleyen azgelişmiş bir çevre ülke
konumunda olan Türkiye’de sendikaların genel gelişim sürecine eklemlenme,
sendikaların gerçek anlamda faaliyet göstermeye başladığı 1963 yılından
itibaren başlamıştır ve genel gelişim sürecine paralel bir seyir izlemiştir.
Ancak, Türkiye’de sendikaların yeni liberal dönüşüm sürecinde işlevsizleşmeleri
12 Eylül 1980 darbesi sayesinde ani bir biçimde gerçekleşmiştir. Sendikaları
baskı altına almayı hedefleyen 1982 Anayasası ve 1983 yasalarıyla birlikte
1980’li yılların büyük bölümünde süren fiili baskılar ardından 1989 Bahar
Eylemleri ile birlikte işçi sınıfının mücadele çabası yeniden canlanmıştır.
Ancak, 1994 yılında yaşanan ekonomik krizin de etkisiyle bu mücadele süreci
önemli ölçüde sönümlenmiştir (Akkaya, 2004b: 155). 1994 krizi, Türkiye’nin 24
Ocak 1980 kararlarıyla resmileşen ve 12 Eylül darbesiyle birlikte uygulamaya
konulan yeni liberal politikaların kurumsallaştırılması sürecinin de başlangıcı
olmuştur. Bu dönemde Dünya Bankası, IMF ile yapılan ikili anlaşmaların yanı
sıra GATS (Hizmet Ticareti Genel Anlaşması) gibi çok taraflı anlaşmalarla
yapısal uyum programlarının taahhütleri verilmiştir. 2001 krizi ile birlikte de
üretim süreci ve birikim rejimindeki dönüşümün yansımaları olan özelleştirme,
çalışma yaşamında esnekliğin yasallaşması ve kamusal alanın bütünüyle tasfiye
edilmesine yönelik uygulamalar hız kazanmıştır.
Diğer bir çok
ülkede olduğu gibi Türkiye’de de özelleştirmelere, çalışma yaşamını
esnekleştiren yasalara ve sosyal hakları önemli ölçüde ortadan kaldıran Sosyal
Güvenlik Reformu, Genel Sağlık Sigortası, Kamu Yönetimi Temel Kanunu, Kamu
Personel Reformu gibi yasal düzenlemelere karşı sendikalar yeterli mücadele
yürütememişlerdir. Öte yandan, küresel rekabet söylemi, Türkiye’de de
sendikalar için bir “çaresiz kabul” gerekçesi haline gelmiştir. Ulusal ve
uluslararası sermayenin Türkiye’de kalması için işçilerin haklarını geri
götüren bir çok düzenlemeye “sosyal diyalog” adı altında sendikalar da destek
vermişlerdir. Yine, sosyal sorumluluk projelerini destekleyen birçok sendika
bulunmaktadır.
Türkiye’de
sendikaların çok önemli bir bölümü, Avrupa Birliği (AB)’nin Türkiye’ye “aday
ülke” statüsü verdiği 1999 yılından itibaren, AB üyeliğinden büyük beklentiler
içerisine girmişler ve AB ile birlikte birçok proje gerçekleştirmişlerdir. Oysa
AB’nin üyelik sürecinde Türkiye’den talepleri, Kopenhag ekonomik kriterlerinde
de açıkça ifade edildiği gibi piyasa mekanizmasının tüm kural ve kurumlarıyla
yerleşmesini içermektedir. Kopenhag kriterleri temel alınarak hazırlanan
Katılım Ortaklığı Belgeleri, İlerleme Raporları ve diğer dokümanlarda da
özelleştirmelerden, kamu hizmetlerinin piyasalaşmasına, sosyal güvenlik
sisteminin tasfiyesinden emek piyasasının esnekleştirilmesine kadar birçok
koşul getirilmektedir. Tüm bunlara karşılık, sendikaların AB üyelik sürecini
tartışmadan kabullenmesi ve bunun ötesine AB üyeliği ile birlikte çalışma
standartları ve sosyal haklar konusunda ilerlemeler olacağına yönelik beklenti
yaratmaktadır (Müftüoğlu, 2005: 114-117). Bu beklentiler nedeniyle de giderek
ortadan kalkan hakları savunmak için yürütülecek mücadele olumsuz yönde
etkilenmektedir. Öte yandan, bir taraftan AB’nin koşul olarak getirdiği
düzenlemelere karşı çıkarken diğer taraftan AB üyeliğini koşulsuz bir biçimde
savunması sendikalara karşı güvenin sarsılmasına da neden olmaktadır.
Sendikaların tüm
emekçi kitlelerini bir sınıf bilinci içerisinde kapsamaktan uzak kalan anlayışı
nedeniyle Türkiye’de de sendikalara yönelik güven ve temsiliyet sorunu
yaşanmaktadır. Kapitalist sistemin dönüşümünden kaynaklanan koşullar ve güven
sorunu, diğer birçok ülke gibi Türkiye’de de sendikaların üye kaybetmelerine
neden olmaktadır. Çalışma Bakanlığı’nın 2005 yılı verilerine göre 2821 sayılı
Sendikalar Kanununa göre örgütlü işçi sayısı 2 milyon 945 bin olarak
açıklanmasına karşılık, 2004-2005 yıllarında toplu iş sözleşmelerinden
yararlanan işçi sayısı toplam 913 bin dolayındadır. 4857 sayılı Kamu
Görevlileri Sendikaları Kanunu’na göre örgütlü çalışan sayısı ise 750 bin
dolayındadır (ÇSGB, 2005). TÜİK rakamlarına göre Türkiye’de toplam ücretli
çalışan sayısının 12 milyon dolayında olduğu düşünülürse, 2005 yılında
sendikalaşma oranının ancak yüzde 10’u bulduğu görülmektedir. Kaldı ki
Türkiye’de kayıt dışı istihdamın toplam istihdamın yarısına ulaştığı tahmin
edilmektedir. Bu durumda da gerçek sendikalaşma oranı yüzde 5’lere kadar
inmektedir. 4857 sayılı yasaya göre örgütlenmiş olan 750 bin çalışanın toplu
pazarlık hakkının bulunmadığı, 2821 sayılı yasaya göre örgütlü olanlar
içerisindekilerin bir kısmının da grev hakkına sahip olmadığı da dikkate
alınırsa Türkiye’de ücretli çalışanların sadece yüzde 2 kadarının gerçek
anlamda sendikal haklarını kullandığı söylenebilir.
Sonuç: Sendikal Krizden Çıkış Mümkün mü?
Sermaye sınıfı
iktidarının tarihinin en güçlü olduğu dönemi yaşadığı, buna karşılık olarak
işçi sınıfının ise sınıfsal bilinçten en uzak olduğu ve bu nedenle de bir araya
gelip önemli bir güç yaratamadığı bir dönemde bulunuyoruz. Bu durumun ortaya
çıkmasında sendikaların tarihsel süreçte yapmış oldukları hataların çok önemli
bir payı vardır. Hataların başladığı nokta; sendikaların kapitalist sisteme
karşı işçi sınıfının demokratik ve siyasal haklarını savunmak yerine,
kapitalist sistem içerisinde üyelerinin ekonomik ve sosyal haklarını savunma
anlayışını tercih etmeleri olmuştur. Bu anlayış, sendikaları kapitalist sisteme
bağımlı hale getirmiştir. Bu bağımlılık ilişkisi içerisinde sendikalar,
kapitalizmin kendilerine uygun gördüğü ölçüde işçi sınıfı adına temsil işlevi
görmüştür. 20. yüzyılın başlarından 1970’lere kadar geçen sürede Fordist üretim
sistemi ve yoğun sermaye birikim rejiminin emek-sermaye arasında uzlaşmaya
olanak tanıyan koşulları içerisinde sendikalar da nicel olarak
gelişebilmişlerdir. Ancak, 1970’lerle birlikte kapitalist sistemde yaşanan
dönüşüm karşısında sendikaların nitel olarak yani ideolojik olarak son derece
zayıfladıkları ortaya çıkmıştır. Bu nedenle de sendikalar, kapitalizmdeki dönüşümün
sendikaları da yok etmeye yönelen koşullarına karşı koyamamışlar ve 1970’lerden
buyana geçen süreç içerisinde nicel olarak da zayıflamışlardır. Bu koşullar
içerisinde sendikaların krizi aşmaları ve işçi sınıfının temsilcisi olarak
sermayenin iktidarına son vermeleri mümkün müdür?
Bu soruya aynı yönde
ama iki farklı çerçeve içerisinde cevap verilebilir. Birincisi, işçi sınıfı
bilinci ve sendikalar, yine sermayenin iktidarının en güçlü olduğu bir dönemde
doğmuş ve kapitalist sistemi tehdit ederek bugüne kadar gelmiş olan hakların
kazanılmasını sağlamıştır. O halde işçi sınıfı ve sendikalar için mutlak
yenilgi yoktur. Zira, kapitalist sistem sürdükçe sistemin çelişkileri de
sürecek ve emekçiler hep daha kötü koşullar içerisinde yaşamaya
zorlanacaklardır. Kapitalist sistem sürdükçe değişmeyecek bir şey daha vardır
ki o da emek-gücünün üretimin ve sermayenin vazgeçilmez unsuru olduğudur.
Burada gerekli olan tek koşul, işçi sınıfının bu gücünün farkında olması ve
sendikaların da sınıfsal bir perspektifte bu gücü doğru bir biçimde
yönlendirebilmeleridir.
İkincisi ise
sendikaların, kendilerini krize iten koşulları bütünlüklü bir biçimde değerlendirerek
çözüm üretmeleri üzerinedir. Bu amaçla her şeyden önce sendikaların emekçilerin
güvenini tekrar kazanması gerekir. Güven kazanmanın temel koşulu da tutarlı olmaktır.
Sendikalar için tutarlı olmanın anlamı, sınıfsal bir temelde hareket etmektir.
Bu bağlamda, “sosyal diyalog”, “sosyal sorumluluk” gibi sermayenin iktidarını
meşrulaştırmayı amaçlayan mekanizmalar ile Avrupa Birliği, Dünya Bankası gibi
kapitalist sistemi yaygınlaştırmayı ve meşrulaştırmayı amaçlayan örgütler
sınıfsal bir bakışla değerlendirilmeli ve bunları deşifre etmelidir. Aksi halde
sendikalar, daha önce olduğu gibi kapitalizmin önüne koyduğu koşullar içerisine
sıkışacak ve işçi sınıfının çıkarlarını savunmaktan uzaklaşacaktır.
Sendikalar artık
üyelerinin çıkarlarını temsil etmekten çıkıp tüm emekçi kitleleri temsil etmeye
yönelmelidir. Türkiye örneği üzerinden gidersek; ücret sendikacılığı yapıldığı
sürece sendikalar en olumlu değerlendirmeyle emekçilerin sadece yüzde 5’ini
temsil edebilecektir. Oysa yüzde 95’in haklarının savunulmadığı bir ortamda en
mükemmel sendikacılık anlayışının dahi başarı sağlaması mümkün değildir. Diğer
birçok ülke için de geçerli olan bu durumda yapılması gereken öncelikle, tüm
sınıfın çıkarlarını savunan bir örgütlenme anlayışını benimsemek ve bu
anlayışla mücadele etmektir. Bu amaçla işsizlerin, güvencesiz ve örgütsüz
çalışanların hakları da savunulmalı ve bu kesimler (yasalara rağmen) fiilen
sendikalarda örgütlenmelidir. Öte yandan, tarım ve hizmet sektöründe
çalışanlar, beyaz yakalılar, kadınlar ve gençler ile esnek istihdam
biçimleriyle çalışanların örgütlenmesini sağlayacak stratejiler üretilmelidir.
Küresel rekabetin
kaçınılmaz olduğuna yönelik söyleme itibar edilmemeli ve bu söylemin ardındaki
gerçek niyet deşifre edilmelidir. Öte yandan, küreselleşen sermaye karşısında
sendikalar da enternasyonalizm düşüncesiyle uluslararasılaşmalıdır. Esnek
üretim siteminin gereği olarak getirilen küçük işletmelerin teşvik edilmesine,
taşeron uygulamalarına ve yalın üretim olarak tanımlanan “toplam kalite”, “tam
zamanlı üretim”, “kalite çemberleri” ve “insan kaynakları yönetimi” gibi
uygulamalara şiddetle karşı çıkılmalıdır. Hangi gerekçe ile olursa olsun kamu
işletmelerinin ve kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi engellenmelidir.
Özetle,
sendikaların sınıfsal bir perspektif içerisinde, tüm emekçi kitlesini
kapsayacak bir anlayışla, sermayeden ve devletten bağımsız olarak, işçi
sınıfının çıkarları için mücadele etmesi gerekir. Aksi halde, kapitalist
sisteme bağımlılığı devam eden bir sendikal anlayışın işçi sınıfı adına hiçbir
işlevselliği olmayacağı gibi işçi sınıfı mücadelesini engelleyen bir unsur
olacaktır.
Akkaya, Y. (2004a) “Teknoloji, Esneklik, Çalışma
İlişkileri ve Sendikacılık”, Toplum ve
Hekim, Cilt:19, Sayı:3, Mayıs-Haziran, 176-189.
Akkaya, Y. (2004b) “Düzen ve Kalkınma Kıskacında İşçi
Sınıfı ve Sendikacılık”, Neoliberalizmin
Tahribatı 2, Haz. N. Balkan ve . Savran, Metis Yayınları, İstanbul,
139-164.
Ansal, H. (2004) “Emek Sürecinde Yeni Hedef: Esneklik
Çalışanlar İçin Ne Demek?”, Toplum ve
Hekim, Cilt:19, Sayı:3, Mayıs-Haziran, 164-168.
Ansal, H. (1985) “Teknolojinin Taraflılığı ve Üretim
İlişikleri”, Onbirinci Tez Kitap Dizisi:1,
Kasım, 152-171.
Arın, T. (1985) “Kapitalist Düzenleme, Birikim Rejimi
ve Kriz (I): Gelişmiş Kapitalizm”, Onbirinci
Tez Kitap Dizisi:1, Kasım, 104-138.
Belek, İ. (2004) Esnek
Üretim Derin Sömürü, NK yayınları, İstanbul.
Brunhoff,
S.D. (1988) “Kapitalist Bunalım ve Ekonomik Politika”, Dünya Kapitalizminin Bunalımı, der. N. Satlıgan, S. Savran, Alan
Yayıncılık, İstanbul, (391-406)
Clarke,
S. (1987) “Capitalist Crisis And The Rise Monetarism” , The Socialist Register, (393-427)
Çalışma
Bakanlığı (ÇSGB). (2005) Çalışma Hayatı İstatistiklari
Dobb, M. (1992) Kapitalizmin
Gelişimi Üzerine İncelemeler, Belge Yayınları, İstanbul.
Ercan, F. (2003) Neo-Liberal Orman Yasalarından
Kapitalizmin Küresel Kurumsallaşma Sürecine Geçiş: Hukuk-Toplum İlişkileri
Çerçevesinde Türkiye’de Yapısal Reform”, İktisat
Dergisi, Sayı: 437, 12-31.
Ercan, F. (2006) “Bölgesel Kalkınmada Değişim: Devlet
Merkezli Bölgesel Kalkınmadan Piyasa Merkezli Bölgesel Birikime”, Bölgesel Kalkınma Politikalar ve Yeni
Dinamikler, Der. Aylan Arı, Derin Yayınları, İstanbul, 45-116.
Erinç, Y. (2003) “Neoliberalizmin İdeolojik Bir
Söylemi Olarak Küreselleşme”, İktisat
Üzerine Yazılar I Küresel Düzen: Birikim Devlet ve Sınıflar-Korkut Boratav’a
Armağan- Der: A.H.Köse, F.Şenses ve E.Yeldan, İletişim Yayınları, İstanbul,
427-452.
Güler-Müftüoğlu, B. (2005) Fason Ekonomisi: Gedikpaşa’da Ayakkabı Üretimi, Bağlam Yayınları,
İstanbul.
Güler-Müftüoğlu, B. ve N. Akdemir (2005), “Üretimde
Çözülme ve Tutunma Halleri”, 1.Sınıf
Çalışmaları Sempozyumu, Bildiriler Kitabı, SAV-TÜSAM, Ezgi Matbaası,
165-173.
Jackson, M.P. (1996) Sendikalar, Öteki Yayınevi, Ankara.
Maillet, J. (1983) İktisadi Olayların Evrimi, Remzi Kitabevi, İstanbul.
Marx, K. (1992) Ücretli
Emek ve Sermaye Ücret, Fiyat ve Kar, Çev: S.Belli, Sol Yayınları, İstanbul.
Maclnnes,
J. (1987) “Why Nothing Much has Changed: Recession,Economic Restructuring and Industrial Relations since 1979”, Employee Relations, vol.9 n.1 (3-9)
Müftüoğlu, Özgür (2005) “AB’ye Üyelik Sürecinin
İktisadi ve Toplumsal Boyutları” Türkiye
Sosyalist İktisat Kongresi 2005 Bildirileri Kitabı, Nazım Kitaplığı,
İstanbul (107-124)
Taylor, R. (1994) The Future Of The Trade Unions, WBC Bridgend, Great Britain.
Visser, J. “Union Membership Statistic in 24
Countries”, Monthly Labor Review, January,
38-48.
Yücesan Özdemir, G. (2000) “Başkaldırı,Onay ve Boyun
Eğme?: Hegenomik Fabrika Rejiminde Mavi Yakalı İşçilerin Hikayesi”, Toplum Bilim, 86-Güz, 241-259.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder