26 Aralık 2020 Cumartesi

Beterin beteri bir yıl: 2020

                                    26 Aralık 2020

Kendimi bildim bileli, sona eren yıl için “Aman ne iyi ne güzel bir yıldı” dendiğini duymadım. Savaşlar, katliamlar, doğal olduğu iddia edilen afetler, açlık, yoksulluk, hırsızlık, yolsuzluk, hak ihlalleri vb eksik olmadı geçen yıllar boyunca. Ama 2020  beterin beteri bir yıl oldu. Önceki sorunlar yetmez gibi, onlara tüm dünyayı saran, hızla yayılan, öldürücü  Covid-19 belâsı eklendi.  “Belâ olan dünyanın bir ucunda ortaya çıkan virüs müydü yoksa yer kürenin dört bir yanına yayılmasına sebep olan, akıl dışı, bilim dışı politikalarla süreci yönetemeyenler miydi?” Üzerine düşünülmesi gereken bir sorudur bu…

Dünya Sağlık Örgütü (WHO)’nun açıkladığı verilere göre Covid-19’un Çin’in Wuhan eyaletinde tespit edildiği ilk zaman olan Aralık 2019’dan bu yana 222 ülkede yaklaşık 77 milyon kişi bu virüse yakalandı, 1 milyon 750 binden fazla kadın, erkek, genç, yaşlı, çocuk yaşamını yitirdi (Türkiye gibi, birçok ülkenin gerçek rakamları gizlediği düşünülürse pandemiye yakalanan ve yaşamını yitirenlerin bundan çok daha fazla olduğunu tahmin etmek zor değildir.).

Pandemi süreci, ekonomik ve siyasi egemenlerin çıkarları doğrultusunda değil de bilimin bulaşa karşı önerdiği yöntemlerin eksiksiz uygulanmasıyla yönetilseydi, karşımıza WHO’nun sınırlı verilere dayandırdığı haliyle bile vahim olan tablo çıkmazdı. Daha açık ifadeyle gerçek verileri gizlemeye yönelik tüm çabalara rağmen bile sayıları 2 milyona ulaşan insan, Covid-19 nedeniyle ölmezdi. Öte yandan birçok ülkede pandemiyle baş edemeyerek çöken sağlık sistemi nedeniyle başta sağlık sorunları yaşayan ve normal koşullarda yaşamsal riski bulunmayan yüz binlerce hasta yaşamını yitirmeyebilirdi.

Pandemide tercih edilen politikalar, sağlığın yanı sıra sonuçları yaşamsal etkilere haiz pek çok toplumsal soruna da neden oldu. Bunların başında mülksüzleştirilen ve üretim araçlarından uzaklaştırılan kitlelerin yaşamlarını sürdürebilecekleri biricik gelirlerinin kaynağı olan işlerini kaybetmeleri geldi. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) raporlarına göre pandemi nedeniyle milyonlarca iş yeri kapandı ve yüz milyonlarca kişi işsiz kaldı. Az sayıdaki gelişmiş ülke, işini kaybedenlerin yaşamlarını sürdürebilecekleri bir takım destekler sunarken; alt ve orta gelişmişlik düzeyinde yer alan ülkeler, işsiz kalan milyonlarca emekçiyi, küçük üretici ve esnafı adeta ölüme terk etti. Bunun emek-sermaye ilişkilerine yansıması, emekçilerin daha düşük ücretle, daha uzun süre ve daha güvencesiz çalışmaya zorlanması oldu. Bu zorlama; pandeminin yarattığı ölümcül riskin, aç kalmaya tercih edilmesine neden oldu. Sonuç olarak pandemiye en fazla yakalanan ve yaşamını yitirenler emekçi kesimler oldu.

Pandeminin etkileri sadece virüs bulaşarak hastalanan ya da bu nedenle yaşamını yitirenlerle sınırlı kalmadı. Pandemi, müesses nizamın ne kadar çürük olduğunu gösterdi; ekonomiden siyasete, eğitimden sağlığa tüm kurumları çökertti. Devletlerin sosyal işlevlerini tamamen terk ettiği ve yurttaşların yaşamı pahasına, sermayenin ve siyasi iktidarların çıkarları doğrultusunda yönetildiği alenen ortaya çıktı. Yani bu tabloda, pandeminin ve yarattığı toplumsal sorunların engellenemeyerek içinden çıkılamaz bir insanlık krizi haline dönüşmesini siyasi iktidarların bu süreci “yönetememesi” olarak görmek, son derece naif bir yaklaşımdır. Mesele sürecin yönetilememesi değil, bir avuç egemenin çıkarları uğruna milyonlarca insanın ölüme, milyarlarcasının işsizliğe, açlığa, yoksulluğa terk edilmesidir.

Son günlerde gelen haberler, Covid-19’un mutasyona uğradığı, çok daha bulaşıcı ve öldürücü hale gelerek İngiltere üzerinden yayıldığı yönündedir. Milyarlarca insanın yaşamı, çıkarlarının peşinde toplumun sorunlarına körleşmiş olan sermaye ve onu temsil eden siyasi iktidarların tercihlerine bırakıldığı sürece 2021’in 2020’den çok daha beter olacağını söylemek kehanet olmaz.

İnsanlığı belâdan belâya sürükleyen bu düzenin değişmesinin tek yolu; halkların sermayenin çıkarları yerine kendi iktidarlarını kurmak hedefiyle örgütlenmesi, mücadele yol ve yöntemlerini geliştirmesidir.

2021’in, insanlığın başına belâ olan düzenden kurtulmak için toplumsal mücadelenin yükseltildiği bir yıl olmasını diliyorum.


19 Aralık 2020 Cumartesi

Devletin yalın hali: Körlük


19 Aralık 2020

Mülksüzleştirip, üretim araçlarından yoksun bıraktığı kitleleri, yaşamlarını sürdürecek bir gelir için emek gücünü satmaya mahkûm bırakan bir sistemdir, kapitalizm. Emek gücünü satın alan sermayedar (patron) bunun karşılığında işçiye ne kadar az ücret ödeyip, ondan ne kadar yüksek verim elde ederse kârını ve sermayesini de o denli arttırmış olur. Sermaye ne kadar çok birikirse yani emek sömürü ne kadar yoğun olursa kapitalist sistem de o ölçüde güçlenir.
Kapitalizmin bu temel işleyiş mekanizması Covid-19’la birlikte sarsıldı, sorgulanır hale geldi. Yaşamını sürdürmek için emek gücünü satmak dışında seçeneği bulunmayan milyarlarca emekçi, hızla yayılan ve öldürücü olan pandemiyle mücadelenin en etkili önlemi “fiziksel mesafe” kuralına rağmen çalışıp kendisi ve yakınlarının yaşamını tehlikeye atmak ile aç kalmak arasında bir tercih yapmak durumunda kaldı.
Patronlar, çalışanlarının -onlarla birlikte tüm toplumun- yaşamını hiçe sayarak ekonomik faaliyetlerin sürdürülmesinde ısrar etti. Amaçları sadece kârların düşmesi değil, zaten içinden çıkılamaz bir krize sürüklenen sermaye birikim rejiminin işleyiş mekanizmasının sekteye uğramasını engellemekti. Sistemin karşısına çıkan tüm çetrefilli koşullarda olduğu gibi devlet yine etkin biçimde devreye sokuldu.
Kapitalizmde devletin görevi, sermaye birikiminin önündeki engelleri gereken her durumda temizleyip sistemin sorunsuz biçimde işlemesini sağlamaktır. Dolayısıyla devlet bu görevi birikim rejiminin özelliklerine göre yerine getirirken sömürüyü en üst seviyeye getirecek sistemin de uygulayıcısı olur. Yani ideolojik (eğitim, din, hukuk vd) ve baskı (yargı, cezaevleri, kolluk güçleri vd) aygıtlarını kullanarak emek rejimini, vergileri, teşvikleri, üretim ve bölüşüm ilişkilerini düzenler.
1.Dünya Savaşı’nın ardından 1970’lerin başına kadar egemen olan içe dönük, Fordist birikim rejiminin sosyal/refah devleti anlayışında devlet, talebi arttırarak sermaye birikimini sağlamaya çalışmıştı. Bu nedenle özellikle erken sanayileşen ülkelerde bir taraftan satın alma gücünü arttırmak için sendikalaşma özgürlüğü ve toplu pazarlık hakkı tanınarak ücretler yükseltilirken; diğer taraftan eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi temel harcamaları devlet üstlenmişti. Böylece özel sektörün ürettiği tüketim mallarına talep artmış, gelir dağılımı da bir nebze olsun düzelmişti.
1970’lerden sonra benimsenen dışa dönük, esnek birikim rejimi ve neoliberal politikalarla birlikte sendikalar, toplu pazarlık ve sosyal güvenlik sistemiyle sosyal devlet, kapitalizmin üzerinde yük olarak görüldü; Türkiye’nin de içinde yer aldığı kimi ülkelerin yasa ve anayasalarında adı hala anılmakla birlikte sosyal devlet fiilen ortadan kalktı. Ancak yurttaşların büyük bölümü devleti, sosyal işlevleri olan ve kendisi için “güvence” oluşturan bir konumda “imiş” gibi görmeye devam etti.
18 yıldır iktidarda olan ve devletin imtiyazlarını sonuna kadar kullanan AKP’lilerin son günlerde yurttaşlar için sarf ettiği sözler bu “imiş” gibi durumun gerçeklikten ne kadar uzak olduğunu ortaya koyudu. AKP’li siyasetçiler, saray bürokratları ve onların aile fertlerinin yurttaşların vergilerinden üç-dört ballı maaşı birden alması; kamu ihaleleri; kendilerine peşkeş çekilen ormanlar ve kamu arazilerinin yanı sıra bir de “Millet aç, milletin midesine kuru ekmek giriyor” sözlerine karşı Fransız İhtilali öncesinde kraliçe Marie Antoinette atfedilen “Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler!” sözünü anımsatan “O zaman aç değiller” sözü devletin halini tüm açıklığıyla gözler önüne serdi.
Devlet artık, erken sanayileşen ülkelerde 1945’lerde Türkiye’de ise 60’larla başlayan paternalist (babacı) devlet değildir. Bugün AKP ile temsil edilen devlet, 18. yüzyıl sonunda Fransa’da Marie Antoinette atfedilen sözle özdeşleşen toplumun içinde bulunduğu gerçeklere “körleşmiş” devlettir ki bu anlayışın hakim olduğu feodal devlet, halk tarafından yıkılmıştır.
Gelin görün ki halk hareketleriyle yıkılan feodal devletin yerine geçen kapitalist devletin bugün geldiği yer, üzerine oturduğu feodal devletin sonunu getiren halkı küçümseyen, yok sayan körleşmiş devlet anlayışıdır.
Pandemi karşısında sermayenin kârı için halkın sağlığını hiçe sayan politikaların sonucunda Türkiye’de her gün pandemi nedeniyle yaşamını yitiren sayısı -resmi rakamlara göre- 250 kişiyi bulmuştur. Faaliyetleri durdurulan hizmet sektöründe yüzlerce küçük işletme iflas ettiği, milyonlarca işçi emek gücünü satamadığı için yaşamlarını sürdürecek gelirden yoksundur. Anayasada “sosyal devlet” ibaresi bulunmasına rağmen, yaşamını sürdüremeyenlere yönelik devletin dişe dokunur hiçbir politikası yoktur. Milyonlarca yurttaş, yoksulukla, açlıkla karşı karşıyadır. İşsizlik, açlık nedeniyle intihar haberlerinin alınmadığı gün yok gibidir.
Kendi sorunlarına karşı körleşmiş sistemin ve onun devletinin kurbanı olmak istemeyen işçinin, köylünün, esnafın, kadınların, gençlerin yani halkın sesi ise devletin zor aygıtları acımasızca kullanılarak susturulmaya çalışılmaktadır.
Halktan kopmuş, körleşmiş düzenin bir geleceğinin olmadığı aşikardır. Halk, her türlü baskıya rağmen eninde sonunda gerekeni yapacaktır. Ancak burada önemli olan körleşen düzenin yerine neyin konulacağıdır. Belirli bir ideolojiye sahip olmadan sadece körleşen düzeni yıkmak, Fransız ihtilalinde olduğu gibi halka körleşen bir başka düzenin kurulmasına hizmet etmekten başka bir işe yaramaz.
Adını açık olarak ifade edersek, Covid-19 karşısında halkın sağlığını kendi kârına tercih eden, milyonlarca yurttaşın işini, sağlığını ve yaşamını kaybetmesine neden olan düzenin adı “kapitalizm”dir ve bu düzenin devlet aygıtının Türkiye’de bugünkü temsilcisi AKP’dir. Düzenin halka karşı körlüğünü ortaya seren de AKP’nin siyasetçi ve bürokratlarıdır. AKP’den kurtulmak halk için önemli bir adım olabilir ama yerine emeğini, doğasını, yaşamını savunan bir alternatif koyamadığında; adı farklı bir iktidar partisiyle mevcut düzenin devamına hizmet edecektir. Bu nedenle emeğini, doğasını, yaşamını savunan halk hareketlerinin yürüteceği mücadelenin sınıfsal perspektife sahip olması ve siyasi bir özneyle hareket etmesi gerekir!

11 Aralık 2020 Cuma

"Sefalet düzeyini belirleme” pazarlığı…


12 Aralık 2020

Asgari ücret, refah rejiminin bir ürünü olarak, korporatist (devletin işçi-işveren arasında hakem rolü üstlendiği) anlayış üzerine şekillendirilmiş; devletin emek ve sermaye arasındaki bölüşüm ilişkilerinde en etkili müdahale aracı haline gelmiştir. Sosyal devlet anlayışının hüküm sürdüğü dönemde, emekçileri yoksulluk ve sefaletten korumayı amaçlayan asgari ücret, neoliberalizmle birlikte ücretleri baskılamanın aracı haline dönüşmüştür.

Birçok ülke gibi Türkiye’de de asgari ücretin tespit süreci, işçi-işveren ve devletten oluşan korporatist bir oluşum içinde ve ulusal düzeyde yapılan toplu pazarlık görüntüsündedir.

İşte bu noktada şunu sormak gerekir: Bir ülkede geçerli olacak taban ücret olacaksa ve miktarı -geçen hafta da paylaştığım gibi- uluslararası sözleşmelerinin yanı sıra TC Anayasası’nda da ifade edilen “tüm çalışanların emeklerinin karşılığı olan, kendisi ve ailesinin insanlık onuruna yakışır yaşam sürmesini sağlayacak bir ücret alma hakkına sahip olduğu” ilkesinden hareketle belirlenecekse; asgari ücret, bir pazarlığın konusu olabilir mi?

Yanıtı hemen verelim: Olabilir. Ancak pazarlık evrensel olarak kabul gören “işçinin kendisi ve ailesinin yaşamını insanlık onurunu sağlayarak sürdüreceği” miktarın üzeri için söz konusu olabilir. Örneğin 2021 yılı için sürmekte olan asgari ücret görüşmelerinde Türk İş’in dört kişilik ailenin zorunlu ihtiyaçları üzerinden “yoksulluk sınırı” olarak belirlediği 8 bin 198 TL’yi işçinin kendisi ve ailesine onurlu bir yaşam sürdürebileceği asgari miktar olarak kabul edersek; yapılacak pazarlık ancak bunun üzerinde bir ücret oluşması için yapılır. Bunun altında yapılacak bir ücret pazarlığı, “işçinin yoksulluğunu, sefaletini mutlaklaştıran ve ancak sefaletin düzeyini belirlemek” için yapılan bir pazarlık olur!

Türkiye’de Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nda yapılan tam da “işçinin sefalet düzeyini belirleme” pazarlığıdır. Zira sermaye ve devleti temsilen siyasi iktidarın asgari ücret için getirdiği teklif, Türk İş’in belirlediği yoksulluk sınırının üçte birinden bile azdır.

Geçtiğimiz hafta içinde sermaye sınıfının iki önemli örgütü, Genç Yönetici ve İş İnsanları Derneği (GYİAD) ve Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) işbirliğiyle hazırlanan “Türkiye’de Genç İş Piyasası ve Geleceğine Bakış Raporu” açıklandı. Raporda üzerinde tartışılması gereken pek çok veri bulunmakla beraber öne çıkan; genç işsizliğinin boyutları ve 18-30 yaş arasındaki genç işçilerin yüzde 64’ünün, 18-22 yaş arasındaki genç işçilerin ise 74.3’ünün sadece yol-yemek veren bir yerde, karın tokluğuna çalışmaya razı olması idi. Raporun gerçekleri yansıttığına kuşku yoktur; AKP’nin 18 yıldır hararetle uyguladığı neoliberalizmin ve sınıf mücadelesine yönelik baskıların ortaya çıkarttığı sonuç tam da budur. Ancak asgari ücretin gündemde olduğu bir süreçte bu raporun yayınlanması iktidara bir eleştiri mahiyetinde değil, “karın tokluğuna çalışmaya razı olunma” halini öne çıkartıp, “sefaletin dibi denebilecek olan asgari ücrete emekçileri razı etmeyi” amaçlamaktadır.

Sermaye kesiminin bu çabasını, kendi sınıfsal çıkarını savunmak açısından, pazarlık taktiği olarak taktire şayan bulmamak mümkün değildir. Buna karşılık işçi sınıfı örgütlerinin bu süreçte izlediği politika, taktik ve stratejiler için aynısını söylemek mümkün değildir. İşçi örgütlerinin asgari ücret tespiti sürecinde attıkları en çarpıcı adım (belki de tek adım) Türk İş, Hak İş ve DİSK’in yaptıkları ortak açıklamadır. “Asgari ücret insan onuruna yaraşır bir geçimi sağlamalıdır.” talebinin dillendirildiği açıklama son derece yüzeyseldir ve ortak mücadeleye ve eyleme dair hiçbir somut söz söylenmemiştir. Keza toplantının ardından DİSK dışındaki konfederasyonlardan bürokrasinin gereği genel geçer sözler dışında ses çıkmamıştır. Türk İş ve Hak İş, -hükümetle karşı karşıya gelmemek ve işçilerde beklenti yaratmak istemediklerinden olsa gerek- herhangi bir rakam telaffuz etmezken DİSK, asgari ücretin en az 3 bin 800 TL olması ve vergiden muaf tutulması gerektiğini açıklamıştır.

Siyasi partiler de gündemlerine aldıkları asgari ücretin ne kadar olması gerektiğine dair açıklamalar yapmıştır. Açıklamaların hemen tümünde emeğin hakkının verilmesi ve insan onuruna yakışır yaşam sürecek bir miktarın asgari ücret olarak belirlenmesi gerektiği belirtilmiştir. Ancak 2021 için talep ettikleri asgari ücret rakamı, (asgari ücretin 8 bin 085 TL olması gerektiğini belirten Saadet Partisi dışında) Türk İş’in Kasım ayında açıkladığı raporda bir işçinin “yaşama maliyeti” olarak belirlediği 3 bin 074 TL civarındadır (İYİ Parti 3 bin TL, CHP 3 bin 100 TL, Gelecek Partisi 3 bin 300 TL, HDP 4 bin TL). İktidar cephesinin (AKP, MHP, BBP) telaffuz ettiği rakam ise bir işçinin yaşamını sürdürebileceği asgari miktarın bile altındadır.

Göstermelik olamanın ötesine geçmese de asgari ücret “pazarlığı” sermaye ve işçi sınıfı arasındaki çıkar çatışmasının somut biçimde açığa çıkmasına vesile olmuştur. Sermaye tarafı, işçilerin yol ve yemek parasına bile çalışmaya razı olduğunu ifade eden, sefaleti daha da arttıracak bir ücreti meşru kılacak bir raporla masaya daha güçlü oturmaktadır. Buna karşılık sendikalar ve işçilerin “oy”una talip siyasi partiler ise ne yazık ki “açlık sınırı”nı esas alan bir kabulle emekçilere sefaleti reva gören bir anlayışla, asgari ücret komisyonunda yapılan, “işçi aç kalsın mı kalmasın mı” pazarlığına razı olmuşlardır.

Elbette sendikaların gücünü de siyasi partilerin sınıflar arasındaki tercihini de belirleyen “işçi sınıfın bilinci, örgütlülüğü ve mücadele iradesi”dir. Bir sendika yönetiminden ya da siyasi bir partiden işçi sınıfının gücünün ötesinde bir mücadele beklemek gerçekçi olmaz. Ancak emekçileri temsil eden veya haklarını savunduğunu iddia eden örgütlerin, sermayenin kurguladığı “işçinin sefalet düzeyini belirleme” oyunun bir parçası olması da kabul edilemez.

İşçi sınıfı bugün tüm örgütsüzlüğüne ve tüm baskılara rağmen ülkenin dört bir yanında yürüttüğü küçüklü, büyüklü mücadelelerle emeğinin hakkını aramaktadır. Sınıf örgütlerinin bu süreçte yapması gereken emekçilerin umutsuzluğunu besleyip, sefalete razı etme sürecine katkıda bulunmak değil, emeğinin hakkını aldığı, insanlık onuruna yaraşır bir yaşam tahayyülü etrafında mücadeleyi örgütlemektir.

4 Aralık 2020 Cuma

Asgari ücret ne kadar olmalı?


5 Aralık 2020

Asgari ücret, bir ülkedeki en az ücreti yani taban ücreti ifade eder. İşçinin sahip olduğu vasıf, işin özellikleri ve işçi ile işveren arasında yapılan pazarlık sonucunda elde edilen haklara göre taban ücretin (asgari ücretin) üzerine eklemeler yapılır. Bu nedenle sadece vasıfsız, tecrübesiz, toplu sözleşmeden yararlanamayan örgütsüz işçilerin esas ücreti asgari ücret düzeyinde olabilir ki bunun da emek piyasasında küçük bir azınlığı kapsaması beklenir.

Türkiye’de kaç kişinin asgari ücretle çalıştığı neredeyse devlet sırrıdır. 2014’ten bu yana AKP hükümetleri -TBMM’de verilen soru önergelerini de yanıtsız bırakarak- “Kaç kişi asgari ücretle çalışıyor?” sorusuna yanıt vermemiştir. DİSK-AR’ın 2019’da yayınladığı raporlarında yer alan hesaplamalara göre -AB ülkelerinde yüzde 7 olan- asgari ücretle çalışanların oranı Türkiye’de istihdam edilenlerin yarısına yakındır. Kaldı ki kayıt dışı istihdam edilenler, esnek çalışanlar, stajyerler ve son yıllarda yaygınlaşan asgari ücretten yatırılan ücretin bir kısmının patrona geri ödetilmesi gibi uygulamalarla, emekçilerin önemli bölümü asgari ücretin çok altında bir ücretle çalıştırılmaktadır. Bu da Türkiye’de “asgari ücret” adıyla belirlenenin, aslında “ortalama ücret” hatta birçok sektörde/iş yerinde çalışanlara dayatılan “azami ücret” olduğunu gösterir! Asgari ücretin azami ücret olarak dayatılanlar sadece eğitimsiz, vasıfsızlar değildir; üniversite mezunu pek çok genç, öğretmenlik, mühendislik, muhasebecilik gibi profesyonel ya da yarı profesyonel işlerde bile resmi asgari ücretin altında ücretle çalışmaya razı olmaktadır.
 
Oysa 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 23. maddesinde, “çalışan herkesin adil; kendisi ve ailesinin insanlık onuruna yetecek bir ücret alma hakkına sahip olduğu” vurgulanmıştır. Bu bağlamda “çalışana ve ailesine insanlık onuruna uygun bir yaşam düzeyini sağlayacak bir ücret”  temel insan hakları içinde kabul edilmiş ve devlete, bu konuda gerekli önlemleri alma görevi verilmiştir. Yine BM tarafından kabul edilen, Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Üzerine Uluslararası Sözleşme’de, “bütün işçilere, kendisine ve ailesine iyi bir yaşam düzeyini sağlayacak asgari ücretin verilmesi gerektiği” belirtilmiştir.

Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) Anayasası’nın başlangıç bölümünde, işçilere sağlanacak ücret güvencesi sadece işçiler için bir hak olarak kalmayıp aynı zamanda evrensel ve kalıcı bir barış için de gerekli unsurların başında geldiği ifade edilmiş; işçilere “yeterli yaşam koşullarını sağlayacak bir ücretin güvence altına alınması” öncelenmesi gereken konular arasında kabul edilmiştir. ILO, asgari ücret ile ilgili olarak üç sözleşme ve üç tavsiye kararı onaylamıştır.

Avrupa Sosyal Şartı’nın 4. maddesinde de “Tüm çalışanların, kendileri ve ailelerine iyi bir yaşam düzeyi sağlamak için yeterli ve adil bir ücret alma hakkı” olduğu belirtilmiştir.

TC Anayasası’nın “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası Antlaşmalar kanun hükmündedir” ifadesine yer verilen 90. maddesine göre yukarıdaki uluslararası sözleşme hükümleri Türkiye için de geçerlidir. Öte yandan Anayasa’nın 55. maddesinde uluslararası normlara paralel olarak “Ücret emeğin karşılığıdır. Devlet, çalışanların yaptıkları işe uygun adaletli bir ücret elde etmeleri ve diğer sosyal yardımlardan yararlanmaları için gerekli tedbirleri alır” hükmüne yer verilmiştir.

Yani gerek Anayasa gerekse uluslararası normlara göre tüm çalışanlar, emeklerinin karşılığı olan, kendisi ve ailesinin insanlık onuruna yakışır yaşam sürmesini sağlayacak bir ücret alma hakkına sahiptir. Oysa Türkiye’de asgari ücretin belirlenmesinde ne emeğin karşılığı yerini bulmakta ne de her sözleşmede yinelenen onurlu yaşam sürme ölçeği dikkate alınmaktadır.

Her vesilede aileyi kutsayan AKP hükümeti, mesele asgari ücret olunca “aileyi yok saymakta” ve asgari ücret hesabını sadece işçinin kendi giderleri üzerinden belirlemektedir. Türk İş’in Kasım ayında açıkladığı raporda bir işçinin “yaşama maliyeti” aylık 3 bin 074 TL’dir. Oysa halen geçerli olan 2 bin 324 TL asgari ücretle bırakın işçinin ve ailesinin onurlu bir yaşam sürmesini, tek yaşayan bir işçi bile en temel ihtiyaçlarını karşılayamaz.

Asgari ücret görüşmeleri öncesinde 2021 yılı için asgari ücretin, Yeni Ekonomik Program’ın (YEP) yüzde 8’lik enflasyon hedefi ya da Merkez Bankası’nın yüzde 9.4’lük enflasyon tahmini doğrultusunda belirlenmesi beklenmektedir. Bu durumda da en iyi olasılıkla yeni asgari ücretin 2 bin 542 TL olacağı öngörülebilir. Bu da emekçiler ve ailelerinin 2021’de onurlu yaşama kavuşmaları bir yana açlıkla cebelleşecekleri yeni bir yıla daha gireceklerini göstermektedir.

Peki asgari ücretin ne kadar olması gerekir?

Asgari ücretin miktarından önce “ortalama ücret” ya da “azami ücret” olmaktan çıkıp “taban ücret” haline gelmesi sağlanmalıdır. Asgari ücret miktarı hesaplanırken, işçilerin de sosyal bir varlık olan insan oldukları ve geçindirmek zorunda bulundukları ailelerinin ihtiyaçları da göz önüne alınmalıdır. Bu durumda asgari ücret en az Türk İş’in dört kişilik ailenin zorunlu ihtiyaçları üzerinden “yoksulluk sınırı” olarak belirlediği 8 bin 198 TL üzerinden hesaplanmalıdır.

Bu miktarın çok yüksek olduğu, patronların bunu ödeyemeyeceğini savunanlar olursa onlara; halkın cebinden ve emekçilerin İşsizlik Sigortası Fonu’ndan sermayeye aktarılan kaynaklar, şirketlerin yüksek kârları, giderek düşürülen kurumlar vergisi oranları, zenginleşen ve lüks içinde yaşayanların artması ve yasal ya da yasa dışı yollarla yurt dışına aktarılan servetler anımsatılıp, önce bunların hesabını vermeleri istenebilir mesela…

27 Kasım 2020 Cuma

Bir demokrasi sorunu olarak pandemi


28 Kasım 2020

Koronavirüsten bir günde ölen sayısı 200’lere yaklaştı. Günlük vaka sayısı ise 30 bine doğru gidiyor. Türkiye nüfusa göre günlük vaka sayısında sadece Avrupa’da değil dünyada da salgının en hızlı yayıldığı ülkelerin ilk sırasında.


Oysa daha yakın zamana kadar iktidar medyası, Türkiye’nin pandemi sürecinde ne kadar başarılı olduğunu anlatmakla ve hükümete methiyeler düzmekle kalmıyor, diğer ülkelerin ne kadar başarısız olduklarının yorumlarını yapıyordu. Bizzat sağlık bakanının, bazı ülkelerin bu süreçte başarısız olduğunu dalga geçer üslupla dillendirdiği bile olmuştu.
 
TTB ve diğer sağlık meslek örgütleri, Covid-19’un Türkiye’de resmen kabullenilmesinden bu yana geçen yaklaşık 8 ay boyunca “Sağlık Bakanlığı’nın açıkladığı pandemiye ilişkin verilerin gerçeği yansıtmadığı, bunun pandemiyle mücadeleyi olumsuz etkiyeceği ve toplum sağlığı için büyük tehlikeye yol açacağı” konusunda uyarıyordu. Hükümet uyarılara kulak asmadığı gibi uyarıyı yapan meslek örgütleri ve halk sağlığı uzmanları hakkında soruşturmalar açtı, hızını alamadı hatta, kimilerini tehdit, kimilerini terörist ilan etti.

Pandemiye karşı bilimsel yöntemlerle mücadele etmek yerine gerçeklerin üzerini örten hükümet, toplum sağlığını koruma görevini yerine getirmemiş, dünyayı kasıp kavuran bir bulaş karşısında yurttaşlarının yaşamını hiçe saymıştır. Bugün ailesinden neredeyse  Covid-19’a yakalanmayan, çevresinde bu nedenle yaşamını yitirmeyen kimse kalmamıştır.

Hükümetin pandemi sürecindeki tavrı sadece beceriksizlik ya da başarısızlık değil, sonucu belli bir tercihtir! Bu köşeden bizim de birçok kez dile getirmeye çalıştığımız gibi hükümet, toplumun sağlığını, insanların yaşamını sermayenin çıkarlarına ve iktidarının bekâsına tercih etmiştir!

Tüm uyarılara rağmen, patronların kârına halel gelmesin diye fabrikalar, atölyeler, bankalar, AVM’ler, turistik tesisler faaliyetlerini sürdürmüş, milyonlarca öğrenci ve eğitimcinin bir araya getirildiği LGS, YKS gibi sınavlar yapılmış, okullar yüz yüze eğitime açılmış; pandemiyle mücadelenin temel kuralı olan “fiziksel mesafe” ihlal edilmiştir. Başta sağlıkçılar olmak üzere tüm emekçiler, işsizlik ve açlık tehdidi altında bulaşa davetiye çıkartan koşullarda işe gidip gelmek ve çalışmak zorunda bırakılmıştır. Bu nedenle pandemi emekçilerin yoğun olduğu yerleşim yerlerinde hızla yayılmaktadır. Üstelik hastane patronlarının çıkarları doğrultusunda, -kendisi de hastane patronu olan Sağlık Bakanı Koca’nın öncülüğünde- düzenlenen piyasacı sağlık sistemi nedeniyle Covid-19 teşhisi ve tedavisi büyük ölçüde ‘bedeli’ mukabilinde verildiğinden bu bedeli karşılayamayanlar, kamu sağlık kuruluşlarının yetersizliği nedeniyle genellikle başının çaresine bakmak zorunda bırakılmaktadır.

Bir siyasi erkin, toplum sağlığını hiçe sayarak, yurttaşlarının yaşam hakkını ihlal edecek kararları kolayca verebilmesi için o toplumda zerre kadar demokrasi olmaması gerekir. Pandemi Türkiye’de bu zerrenin olmadığını göstermiştir! AKP emek sömürüsüne, doğa talanına karşı; sosyal, siyasal ve kültürel haklarını savunanlara yönelik, devletin şiddet aygıtlarını en ağır biçimde kullanarak, Türkiye coğrafyasından demokrasinin izlerini silmeye çalışmış, yazık ki bunu önemli ölçüde başarmıştır.

Sözün özü; ‘pandeminin yayılma hızında dünyada ilk sıralarda olduğumuz, her gün -resmi rakamlarla- 200’e yakın insanın yaşamını yitirdiği tablonun müsebbibi,  demokrasinin Türkiye’deki sıfırlanmış halidir. Sıfırlandıranlar da bellidir!

Bu sıfırlamanın mimarı olan AKP’nin “demokratikleşme”den söz etmeye başlaması bu yüzden manidardır!

7 Haziran 2015 seçimleri sonrasında rafa kalkan “demokrasi”yle birlikte siyasal ve sosyal hakların yanı sıra ekonomik ve en önemlisi insan haklarının temeli olan yaşam hakkı da rafa kalkmıştır. Reyhanlı’da, Suruç’ta, Ankara Gar Meydanı’nda gerçekleşen katliamlarda, aylarca süren sokağa çıkma yasaklarında; ülkenin dört yanındaki iş cinayetlerinde; kadın cinayetlerinde; sığınmacıların kendilerine yurt ararken ölümlerinde… olmayan demokrasi, pandemiyle birlikte tüm yurttaşların yaşam hakkının da “sıfırlanmasına” neden olmuştur.

Pandemi Türkiye için sadece bir sağlık sorunu değil, bir demokrasi sorunu haline gelmiştir. Siyasi iktidarın toplum sağlığını, yurttaşların yaşam hakkını bir avuç sermayedarın çıkarı için ya da iktidarının bekâsı için hiçe saydığı koşullarda; her alandaki demokrasi mücadelesi, her bir yurttaşın yaşam mücadelesine dönüşmüştür artık!

Gebze’de metal işçisinin, Ermekte maden işçisinin, ülkenin dört bir yanında toprağını, suyunu sermayeden korumak için direnen köylünün, erkek cinayetlerine karşı sokaklarda haykıran kadınların, kayyumlarla yönetilen, siyasi temsilcileri tutsak edilmiş halkların mücadelesi bu ülkede yaşayan her bir insanın yaşam mücadelesi olarak görülmek zorundadır. Her bir alandaki mücadeleyi yaşam hakkı mücadelesi olarak görüp, demokratikleşme zemininde güçleri bir araya getirmekten başka çare kalmamıştır!  

20 Kasım 2020 Cuma

‘Bir Başkadır’ ayrımcılıkla yüzleşmek!

                                          21 Kasım 2020

Şifreli film kanallarının birinde gösterilen “Bir Başkadır” adlı dizi film pandemiyi, ekonomideki krizi ve bunların ortaya çıkardığı toplumsal meseleleri geride bırakarak sosyal medyada en çok konuşulan konu oldu. Filmin bu kadar ilgi görmesinin nedeni, Türkiye’nin -üzeri hep örtülmeye çalışılan- en can alıcı sorununa, toplumsal kutuplaşmaya parmak basarak izleyicilerini her gün tanıklık ettikleri; faili ya da mağduru oldukları ayrımcılıkla yüzleştirmesiydi.

Filmde de işlendiği gibi Türkiye’de halklar arasında kutuplaşma özellikle iki temel düzlem üzerinde yoğunlaşır: Etnik köken ve inanca dayalı yaşam biçimi (tüm toplumlardaki sınıf, cinsiyet ayrımcılığı da bunlar üzerinden yeniden üretilir). Bizde etnik köken temelli ayrışmanın hedefinde esas olarak Kürtler vardır. İnanç ve inancı esas alan yaşam biçimine göre ayrışma ise iki yönlüdür; hem İslam kurallarına göre yaşamayı tercih eden mütedeyyinler hem de seküler yaşam sürenler, birbirlerini ayrışmanın hedefine koyar.

Türkiye’de “doğal afetler ve siyasi katliamlar” kutuplaşmayı yaratan nefret söylemini çok daha görünür hale getirir. Örneğin Van ve Elazığ depremlerinde yüzlerce insanın ölmesi; on binlercesinin evsiz kalması akabinde, ülkenin batısında yaşayan bir kesim “ölenlerin, mağdur olanların çoğu Kürt” diye neredeyse zil takıp oynamıştı! Ülkenin dört bir yanından duyarlı insanlar zor durumdakilere yardım ulaştırma telaşındayken onlar, kirli çamaşırlarını gönderip –kendilerince- alay etmişti.

Aylarca süren sokağa çıkma yasaklarının ilan edildiği dönemi anımsayın; Taybet Ana’nın cansız bedeni günlerce sokaktan alınamadığında, Cemile’nin annesi, kızının ölüsünü buzlukta saklamak zorunda kaldığında da benzer tavır sergilenmişti. Halklar arasında düşmanlık son bulsun, ülkede barış olsun diye Suruç’ta, Ankara Gar Meydanı’nda katledilenler için de empatiden yoksun aynı insanlık dışı tavır değişmemişti.

Tüm insani değerleri ayaklar altına alan kutuplaşma Kürtlere yönelik değil sadece. Karadeniz’de yaşanan sel felaketlerinde ya da Ege’de yaşanan orman yangınlarında da canından malından olanlara gösterilen yaklaşımın Kürtlere yapılandan farkı yok aslında; tek fark Kürtleri ötekileştiren kimi kesimlerin bu kez kendilerinin ötekileştirilmesi…

Başörtüsü üzerinden yıllardır süren laik-anti laik tepişmesinin yarattığı kutuplaşmada da tablo farksız. Toplumsal dönüşümü anlamaya çalışmadan, Cumhuriyetin burjuva demokrasisine dayalı kurallarını mutlaklaştıran ve mütedeyyinleri ötekileştirenler, siyasal İslam’ın yükselişine ne büyük katkıları olduğunun idrakine hâlâ varamadılar. Nihayetinde, 1999 Marmara ve Düzce depremlerinde ve en son İzmir depreminde cemaat ve tarikatların hedefi olmaktan kurtulamayıp, müsebbibi oldukları kutuplaşmadan paylarını aldılar.

Daha birkaç hafta önce 116 kişinin can verdiği İzmir depreminin ardından sosyal medyada “Oh olsun!” mealinden mesajlar paylaşıldı. Hemen tümünün gerekçesi İzmir halkının çoğunluğunun seküler yaşamı tercih etmiş olmasıydı. İzmir depremiyle aynı günlerde AKP milletvekili olmanın yanı sıra tartışma programlarında partisinin nefret söylemini kullanarak toplumsal kutuplaşmanın yaratılmasında önemli katkısı bulunan Burhan Kuzu, Covid-19 nedeniyle öldü. Tabiatıyla Kuzu da yıllardır körüklediği kutuplaşmanın kurbanı olmaktan kaçınamadı. Kendisi görmedi ama ölüm haberinin duyulmasının ardından onun hakkında da kutuplaşmanın ayrıştırıcı dili, nefret söylemi en acımasız biçimde kullanıldı.

Hedefinin kim olduğuna, kimin kimi ötekileştirdiğine bakılmaksızın bilinmeli ki “Kutuplaşmanın kaybedeni halklardır!” Yani Kürtleri, inancı doğrultusunda yaşayanları ötekileştiren seküler Türkler, dindarlar tarafından ötekileştirilirken; dindarlar da toplumun sırtında yük haline gelmiş iktidarın yandaşı olduğu için ötekileştiriliyor şu günlerde.

“Bir Başkadır”, gündelik hayatın içinde ayrımcılığa ayna tutarak, belirli sınırlılıklar içinde de olsa önemli bir işlevi yerine getiriyor. Ancak ayna tutmanın bir adım ötesine geçilerek ayrımcılığın ardındaki etkenlerin de göz önüne serilmesine ihtiyaç var. Bu bağlamda “halkı birbirine düşürme, kutuplaştırma yöntemi”nin, egemenlerin toplumun genelinin yararına olmayan politikaları yaşama geçirebilmesinin en kolay yolu olduğu bu nedenle burjuvazi ve onun çıkarı doğrultusunda devlet aygıtını elinde bulunduran siyasi iktidarların kullandıkları nefret söylemiyle toplumsal kutuplaşmayı bilinçli olarak körüklediği ortaya konmalıdır.

Örneğin Türkiye Cumhuriyeti’nin 98 yıldır, Osmanlı’nın son döneminde başlayan, burjuva devriminin gereği “ulus devletleşme” sürecinde; önce Ermenilerin, Rumların ardından Kürtlerin, sonra Alevilerin ötekileştirilmesi üzerinden toplumu kutuplaştırarak varlığını sürdürme politikasının bitmeyen tekerrürüyle yüzleşilmelidir. AKP’nin 18 yıldır iktidarının devamı için bu kutuplaşmayı daha da derinleştirdiği; CHP’nin yürüttüğü siyasetin yine kutuplaşma zemini üzerine oturduğu; ikisi arasında tek farkın birinin seküler yaşamı tercih edenleri, diğerinin ise dindarları ötekileştirmesinden ibaret olduğu ve Türk milliyetçiliği üzerinden Kürtleri ve beraberinde gayrimüslimler ile Orta Doğu ve Afrikalı göçmenleri ayrıştırma konusunda da hemfikir oldukları… açıkça konuşulmalıdır.

Türkiye’nin ihtiyacı, “Bir Başkadır” dizisiyle heyecanlanan ve belki de umutlananların özlemi de olan “dil, din, etnik köken gözetmeden kağıt üzerinde yurttaş olsun olmasın herkesin insan hakları temelinde eşit olması”dır. Halkların eşit koşullarda bir aradalığı egemenlerin yarattığı ayrımcılığı da ortadan kaldıracak, kutuplaşmalar yerini dayanışmaya ve birlikte mücadeleye bırakacaktır. Ama bunun için önce normalleşmiş sessizliği, tepkisizliği bozup toplumsal kutuplaşmaya karşı somut adımların atılması gerekir. İşte o zaman “Bir başka” olur her şey…



13 Kasım 2020 Cuma

(Hangi) ekonominin yönetimi?


14 Kasım 2020

Sadece muhalefet partileri değil, AKP içinden de bir kesim, ekonomi yönetiminin başında bulunan damat&bakan Albayrak’ın istifasını istiyordu bir süredir. Gerekçeleri, Albayrak’ın ekonomiyi yönetecek yetkinlikte olmadığı ve ekonominin de iyi yönetilemediği idi. Geçtiğimiz hafta istifa/af dileme haberinin ardından bu konu, ziyadesiyle yazıldı çizildi. Bu nedenle Albayrak’ın yetkinliği ve istifa meselesini bir tarafa bırakıp, “ekonomi yönetimi” üzerinde durmak istiyorum.

Ekonominin nasıl yönetilmesi gerektiğini ele alırken önce “ekonominin iyi yönetilme kriterinin ne olduğu”nu sorgulamak gerekir. Eğer söz konusu olan bir şirket olsaydı, kârı yüksek olan şirketin iyi yönetildiği söylenebilirdi. Ama ülke ekonomisinin yönetilmesinden söz ediliyorsa yanıt o kadar basit değildir.

Her şeyden önce bir ülkede -şirketten farklı olarak- çıkarları birbiriyle çelişen sınıflar ve çıkar grupları vardır ve doğal olarak bunlardan birisi için iyi olan, diğeri için kötüdür. Ekonomi, bu sınıflar ve aynı sınıftan olsa da çıkarları ayrışan gruplar arasındaki güç ilişkileri üzerinde şekillenir. Yani ekonomi kendinden menkul bir mekanizma olarak değerlendirilemez; zira güç dengeleri ve beraberinde toplumsal yapı üzerinde etkisi olan tüm faktörler ekonominin de belirleyenidir. Bunların en başında hâkim üretim sistemi ve buna bağlı olarak şekillenen toplum düzeni gelir.

İçinde bulunduğumuz dönemde dünyanın hemen tümünde ve elbette Türkiye’de de bir avuç burjuva ve onun çıkar ortaklarının söz sahibi olduğu kapitalist üretim sistemi ve kapitalist toplum düzeni hâkim. Kapitalizmde egemen azınlık, siyaset kurumu vasıtasıyla toplumsal düzenin kendi ihtiyaçları doğrultusunda yeniden yapılanmasını ister. Amaçlanan, ekonomi ile siyaset arasındaki bağın gizlenerek bunların birbirinden ayrı işleyen mekanizmalar olduğuna halkın inandırılmasıdır. Böylece siyaset kurumunun, burjuvazinin çıkarları için toplumun geniş kesimlerini işsizliğe, yoksulluğa; savaşlarda, iş cinayetlerinde ölüme sürüklediği gerçeğinin üzeri örtülmüş olacaktır. Burjuvazinin amacına ne ölçüde ulaşabileceği, çıkarları onunla örtüşmeyen toplum kesimlerinin söz hakkını ne ölçüde kullanabildiğine yani demokrasinin düzeyine bağlıdır.

En temel insan hakları ve özgürlüklerin (haber alma, düşünce ve ifade vb) bile kolaylıkla çiğnendiği emeğine, doğasına, siyasal ve kültürel haklarına sahip çıkmaya çalışan kesimlerin sesinin şiddet kullanılarak kesildiği, ekonomik ve sosyal hakların her geçen gün daha da tırpanlandığı bir ülkede ekonomiyi kimin yönettiğinin; ezilen, sömürülen, yoksullaştırılan geniş toplum kesimleri için zerrece önemi yoktur! Zira toplumda güç ilişkilerini dengeleyecek örgütlenme ve mücadele kanalları tıkanmışsa, değil ekonomi yönetimi, siyasi iktidar tümden değişse bile durumda dişe dokunur bir etki yaratmayacaktır.

Türkiye’de muhalefetin ufku, ekonomi yönetimini eleştirmek ve örneğin damat&bakan Albayrak’ın istifasını istemekle ya da Merkez Bankası’nın özerkliğini sorgulamakla sınırlıdır. Muhalefetin eleştirisi uygulanan politikalara değil, bu politikaların iyi uygulanmadığına yöneliktir ve bu politikaları kendilerinin daha iyi uygulayacaklarını iddia ederler. Oysa emeği, doğayı sermayenin çıkarları için daha çok sömürmeye dayanan neoliberal politikaları uygulamakta, 18 yıllık iktidarı süresince AKP son derece “başarılı” olmuştur. Öylesine başarılı olmuştur ki dünyada bu politikaları ciddi bir toplumsal direnişe neden olmadan uygulayabilen ve kesintisiz biçimde iktidarda kalabilen bir başka hükümet yoktur! Uluslararası ve yerli sermaye tarafından her fırsatta; alkışlanan bu başarının esbab-ı mucibesi; demokrasiden gittikçe uzaklaşarak, ülkede otoriter bir rejimin inşa edilmesidir. AKP’nin başarısında“demokrasiyi, insan haklarını, milliyetçi hezeyanlarından dolayı savunmaktan imtina eden; toplumun önüne alternatif bir ekonomik program koyamayan, sadece ekonomi yönetimini eleştirmekle yetinen muhalefet”in de payı büyüktür.

Uzun sözün kısası, siyasi iktidardan azade bir ekonomi yönetimi yoktur. Türkiye’de ekonomiyi ve beraberinde ülkeyi yönetenler; işçi, memur, köylü, esnaf, küçük üreticiden oluşan geniş toplum kesimlerini yok sayan ve ülkenin tüm kaynaklarını bir avuç sermayedara sunan yani toplumun geniş kesimleriyle birlikte ülkeyi uçuruma doğru götüren yolda ilerleyen bir aracın sürücüsü durumundadır. Siz eğer aracın yolunu değiştirmezseniz, sürücü koltuğunda kim oturursa otursun, uçuruma yuvarlanmaktan kurtuluş mümkün olmayacaktır. Toplumun, kendisini uçuruma kimin götüreceği konusunda akıl verene değil; toplumu refaha ulaştıracak alternatif yollar ortaya koyana ve bu doğrultuda mücadeleyi örgütleyecek siyasi yapılara ihtiyacı vardır!


30 Ekim 2020 Cuma

Hangi Türkiye?

31 Ekim 2020


Bir vatandaş Erdoğan’a “İşsiziz. Evimize ekmek götüremiyoruz” diyor. Vatandaşın bu yakınmasına “Bu bana çok abartılı geldi” yanıtını veren Erdoğan, “Keyif çayı bu. Bu çayı iç” diyerek makam otobüsünün etrafına toplanmış olanlara çay dağıtmaya devam ediyor.

Bu olayın birkaç gün sonrasında, kendisine yöneltilen Bahçeli’nin “askıda ekmek” kampanyasına yönelik bir soruya ise Erdoğan, “Bırakın Allah’ınızı severseniz. Türkiye’de bugün evine ekmek götüremeyen diye bir şey var mı? Buna inanıyor musunuz? Bazı şeyleri siz kendiniz bir çözün. Elhamdülillah, bugün asgari ücretiyle, maaşıyla, her şeyiyle pek çok ülkeyi geride bırakmış bir Türkiye var. OECD ve IMF ölçeklerine göre en iyi konumda olan ülkeyiz. Bunlar hesap kitap bilmiyorlar” yanıtını veriyor.

Eğer Erdoğan’ın dediği gibi sadece “İşsiziz. Evimize ekmek götüremiyoruz” diyen vatandaş, halinden şikayetçi olsa Erdoğan’ın haklı olabileceğini düşünebilirdik. Ama yandaş medya ne kadar görmezden gelirse gelsin yaşanan işsizliği, yoksulluğu görmek için gazetelere, televizyonlara ihtiyaç kalmadı artık. İşçi, çiftçi, esnaf, zanaatkar; genç, yaşlı; kadın, erkek; ülkenin doğusundan batısına tüm yaşayanlar kendileri değilse bile bir yakının, komşunun, arkadaşının işsizlik, iflas, yoksulluk girdabına kapıldığını duyuyor ya da görüyor. Halkın bunlar karşısında tamamen tepkisiz kaldığını söylemek mümkün değil. Ama işsizliğe, yoksulluğa, haksızlıklara karşı duran, işini, aşını, toprağını, yaşamını savunan ses çıkartanlar, kendi vergileriyle oluşturulan devletin kolluk güçlerince şiddet görerek engelleniyor; yargı kurumlarında cezalandırılıyor.

Bunun son örneği Ordu’nun Ünye ilçesine bağlı Üçpınar, Yeşilkent ve Çiğdem köylerinde yaşandı. Köylüler maden aramak için yapılan sondaj çalışmalarına geçim kaynakları olan fındığa ve yaşam kaynakları olan suya, toprağa zarar vereceği için karşı çıktı, oturma eylemi yaptı. Devletin yanıtı gecikmedi: Jandarmalar köylülere müdahale etti, yerlerde sürükledi ve çok sayıda köylü toprağını, yaşamını savunduğu için suçlu görülerek gözaltına alındı.

Bursa’nın Yenişehir ilçesine bağlı Kirazlıyayla köylüleri de Ünye’deki köylülerle benzer nedenle uzun süredir eylem ve basın açıklamaları yaparak topraklarını zehirleyen faaliyeti durdurmaya çalıştı. Onlar da kolluk kuvvetlerinin sert müdahalesiyle karşılaştı. Kirazlıyayla köylüleri uzunca bir mücadelenin ardından topraklarında yapılmakta olan madencilik faaliyetini yargıya taşıdı. Ama ne yazık ki yargı da onlara sırtını döndü ve köylülerin mahkemedeki “Biz devletin hakim ve savcılarından hak ve hukuk istiyoruz. Ağaçlarımızı kestiler, gönlümüzü kuruttular, nefesimizi kestiler” çığlıkları ve bilirkişi raporlarına rağmen “Yürütmeyi durdurma ve projenin iptali” için açılan davadan sonuç alınamadı.

Emekçilerin çiğnenen hakları için verdikleri mücadelelerin de devletten gördüğü muamele köylülerden farklı olmuyor. Bu konudaki son örnek, Ermenek’te maden işçilerinin ödenmeyen maaşları ve patronları tarafından gaspedilen tazminat hakları için verdikleri mücadele. Kimi 8 aydır, kimi 13 aydır yerin metrelerce altında ölümle burun buruna çalışarak verdiği emeğin karşılığını alamamış. Bir de kapanan madenlerden yıllardır tazminatlarını alamayan işçiler var içlerinde. Hakları için 2 aydır direnen maden işçileri, “Belki seslerini duyan olur…” diye Ankara’ya yürümeye karar vermişler. Seslerini duyurmuşlar da(!) Ama yanıt, bekledikleri gibi haklarının verilmesi değil, Ankara’ya yürüyüşlerinin jandarma tarafından kesilmesi olmuş.

Her fırsatta “pandemiye karşı mücadelenin kahramanları” olduğu söylenen sağlık çalışanlarının durumu da köylülerden, madencilerden farklı değil. Sağlıkçılar, pandemi başladığından beri, alınan tedbirlerin yetersiz, can güvenliklerinin tehdit altında olduğunu haykırıyor. Hükümet, bu sese kulak vermek bir yana pandemide uyulması gereken en temel halk sağlığı önlemlerini dahi uygulamayarak sağlıkçılar üzerindeki yükü arttırıyor. Sonuç olarak 7 ay içinde (bu yazının kaleme alındığı an itibarıyla) 126 sağlık emekçisi Covid-19 nedeniyle yaşamını yitiriyor. Bu yetmezmiş gibi Sağlık Bakanlığı yayınladığı bir genelgeyle sağlık çalışanlarının emeklilik, istifa ve izin haklarını ortadan kaldırıyor. Böylece sağlıkçılar, Bakanlık tarafından “ölümüne çalışmaya” zorlanıyor. Buna karşı çıkan TTB ise neredeyse terör örgütü ilan ediliyor.

Erdoğan’ın, işsizlikten ve evine ekmek götürememekten yakınanlara verdiği “Abartıyorsunuz” yanıtı ile ülkede yaşananları bir araya getirdiğimizde görüyoruz ki iki Türkiye var karşımızda. Biri Erdoğan’ın Türkiye’si, diğeri ise halkın yaşadığı Türkiye. Tek adam rejiminde ülkeyi yöneten Erdoğan ve efradı -2021 Bütçe Kanun Teklifi’ni ve bu hafta TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda kabul edilen, emekçilerin “kölelik teklifi”ni hazırlayanlar da bunun içindedir- Erdoğan’ın Türkiye’sini yaşıyor. Halkın yaşadığı Türkiye ile Erdoğan’ın Türkiye’si birbirinden öylesine kopmuş ki, görmemek için kör olmak gerek!

Erdoğan’ın halkın gerçeklerinden kopuk olması, birçoklarının düşündüğü gibi eksik bilgilenmeden kaynaklanmıyor; bu bilinçli, sınıfsal bir ‘tercih’. Demokrasinin en temel ilkelerinden olan parlamentonun işlevsizleştirilmesi, basına yönelik baskılarla halkın bilgi edinme hakkının engellenmesi, düşünce ve ifade özgürlüğünün, örgütlenme özgürlüğünün kısıtlanması ve her şeye rağmen sesini çıkaran işçiye, köylüye karşı devletin baskı aygıtlarını en şiddetli biçimde kullanması da bundan. Görünen o ki, birlik olup da “Dur!” diyene kadar halk, kendi Türkiye’sinde değil, tek adam ve efradının çıkarlarına göre yönetilen Türkiye’de yaşamak zorunda kalacak.

23 Ekim 2020 Cuma

Aynı tas aynı bütçe…


24 Ekim 2020

Geçtiğimiz hafta, toplumun tüm kesimlerinin yaşamını doğrudan etkileyecek iki önemli yasa teklifi gündeme getirildi. Bunlardan biri AKP’li 48 milletvekili tarafından TBMM Başkanlığı’na sunulan “İşsizlik Sigortası Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun Teklifi”, diğeri ise Cumhurbaşkanlığı tarafından hazırlanmış olan “ 2021 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Teklifi” idi.

Milletvekillerinin teklifi, AKP’nin çokça başvurduğu “torba yasa” formunda; yani çıfıt çarşısı gibi içinde her şey var. Siyasi iktidarın ve sermayenin çıkarları doğrultusunda elbette. Teklifin gerekçesine bakarsanız, amaçlanan Covit-19’un neden olduğu sorunları çözmek(miş)! Ama içeriğine baktığınızda teklif, esnek ve güvencesiz çalışmayı yaygınlaştırarak emek sömürüsünü arttırmak; işsizlik rakamlarını gizleyerek hükümetin bu konudaki beceriksizliklerini örtmek ve İşsizlik Sigortası Fonu’ndan yani emekçilerin cebinden patronlara kaynak aktaracak yeni kanalları meşrulaştırmaktan ibaret. Daha önce gündeme getirilen pek çok torba yasada yapıldığıyla aynı biçimde ‘teşvik’ adı altında patronlara vergi kıyağı yapılması da ihmal edilmemiş.

2021’de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin gelir-gider tercihlerini belirleyecek Bütçe Kanun Teklifi de torba halinde getirilen yasa teklifinden çok farklı değil; AKP’nin grev ertelemeleri ve diğer tüm işçi eylemlerine karşı tahammülsüzlüğünün de gösterdiği gibi “bütçe” de sınıfsal tercihlerini ayan beyan ortaya koyuyor! 2021’de bütçe gelirlerin büyük kısmı -önceki yıllarda olduğu gibi- tüketimden yani ekmekten, sütten, elektrikten, akaryakıttan, iletişimden vb. alınan dolaylı vergilerden oluşuyor. Sermayenin ödediği vergiler, özellikle de kurumlar vergisinin toplam içindeki payı daha da düşüyor.

Bütçe teklifinin ‘giderler’ kalemine baktığımızda ise iktidarın esas derdinin ne pandemi ne de halkın bu süreçte içine düştüğü işsizlik, yoksulluk olduğu, çok net biçimde ortaya çıkıyor. Pandeminin toplumsal etkilerini kendisine dert edinen bir iktidarın önceliğinin, hiç kuşkusuz, sağlık ve yanı sıra pandemiden olumsuz etkilenen kesimlerin eğitim başta olmak üzere, ‘sosyal ihtiyaçlarını karşılama’ olması gerekir. Oysa AKP Hükümeti, iğneden ipliğe toplumun en temel ihtiyaçları üzerinden toplanan vergilerden oluşan bütçeden en büyük harcama payını “güvenlik”e ayırmış. Yani bütçe, başta AKP’nin bekâsını korumak üzere güvenliğe, savaş harcamalarına ve sermayeye kaynak aktarmak üzerine yoğunlaştırılmış.

Birbirini tamamlar nitelikte olan torba yasa ve bütçe yasa tekliflerinin tek kalemden değilse bile tek çatı altından, saraydan, çıktığı çok belli. Altında imzası olan 48 milletvekilinin çoğunun ise bu torba yasa teklifini bir kez dahi okumadıklarına, içeriğinden bihaber olduklarına adım gibi eminim. Aynı yasa tekliflerinin AKP ve MHP milletvekillerinin hemen hiçbir tarafından okunmadan genel kurulda kaldıracakları elle kabul edileceğinden de şüphem yok.

Evet, on milyonlarca işçi, emekçi, esnaf, zanaatkar, çiftçinin belki de tüm yaşamını belirleyecek olan kararlar, bu kesimlerinin temsilcilerine sorulması bir tarafa, saray medyasının yalan yanlış verdiği birkaç haber dışında doğru dürüst bilgi dahi verilmeden, robotlaşmış vekillerin onaylayan elleriyle uygulamaya konulacak. Sonrasında ne mi olacak?

Ekonomik kriz ve pandeminin neden olduğu çöküntünün üzerine, bir de kendi iktidarının devamından ve sermayenin çıkarından başka şey düşünmeyen siyasi iktidarın getirdiği bu yasalarla vergiler için halkın cebinden daha fazla para çıkarken; eve ekmek getirmenin bedeli daha da ağırlaşacak. Daha düşük paraya, daha yoğun ve güvencesiz çalışmak zorunda kalan işçiler, sadece yoksullaşmayacak, karınlarını doyurmak uğruna iş cinayetlerinde daha çok ölecek. Borcunu dahi ödeyemeyen esnaf, zanaatkar, çiftçi daha da borçlanacak; birçoğu bu borçları ödeyemediği için işinin yanı sıra, sahip olduğu malı, mülkü de kaybedecek. Sermayenin kâr alanı haline gelen sağlık, eğitim, sosyal güvenlik; hak olmaktan daha da uzaklaşacak. Yaşam kaynağı dağlar, ovalar, dereler, denizler bir avuç sermayedar daha çok kâr etsin diye daha çok tahrip edilecek.

Ama öte taraftan bunca sefaletin reva görüldüğü halk; gerçekleri görmesin, hakkını aramasın diye bir taraftan milliyetçiliği yükseltecek savaş rüzgarları estirilirken diğer taraftan da yoksulluğuna şükretmesi için inanç istismarı daha da artacak. Zaten geçinemeyen halkın cebinden öncekinden fazla alınan vergilerin önemli kısmı da silahlanma ile Diyanet bütçesine aktarılacak. Milliyetçilik ve din istismarının; yoksulluğun, talanın üzerini örtemediği zamanlarda ve hak aramak için seslerin yükseldiği durumlarda da bu sesleri kısmak amacıyla ‘daha fazla kolluk gücü, daha fazla silah, daha fazla cezaevi’ için daha fazla harcama yapılacak.

Siyasi iktidar, bekâsını korumak için elinden geleni yapacak kuşkusuz. Ama geleceği belirleyecek olan; halkın, hakları ve daha iyi bir yaşam için buna karşı vereceği demokratik mücadele olacak!


17 Ekim 2020 Cumartesi

Yaşam hakkını savunmak suç mu?

17 Ekim 2020

En temel insan hakkı olan yaşam hakkını savunmak eğer egemenlerin çıkarıyla çelişiyorsa, “Evet, suçtur!”

Bu nedenle “sonuçları itibariyle yaşam hakkını ihlal eden savaşlara, katliamlara, doğa kıyımlarına, kadın cinayetlerine, iş cinayetlerine, toplum sağlığını hiçe sayanlara karşı yürütülen tüm mücadeleler”, egemenlerin yasalarında “suç” olarak kabul edilir. Bu “suç”un yaptırımının olup olmayacağı ya da yaptırımın ne olacağı sınıflar arası güç dengelerine göre belirlenir.

“İş cinayetlerini anladık da, diğerlerinin sınıfla ne ilişkisi var?” sorusu akıllara gelebilir. Kısaca açmaya çalışalım:

Kapitalizmle birlikte ilkel birikimin “el koyularak” sağlandığı süreçte, geniş halk kesimleri hızla mülksüzleştirildi, üretim araçlarından uzaklaştırıldı ve emek güçlerini satmak zorunda bırakıldı. 18. yüzyıl sonlarında sanayileşme ve kentleşmeyle birlikte emeğinden başka geçim kaynağı olmayan milyonlarca insan son derece kötü koşullarda çalışmak zorunda kaldı, aileleriyle birlikte sefalete sürüklendi. Tablo gittikçe korkunçlaştı: Küçük yaşta madenlerde çalıştırılan çocuklar 13-14 yaşlarını göremeden yaşamlarını yitirmekte; günde 17-18 saat çalıştırılan kadın ve erkek işçiler ya iş kazaları ya da yetersiz beslenme, kötü yaşam koşulları nedeniyle erken yaşta ölmekteydi. Çalışacak bir iş bulamayanların payına ise açlıktan ölmek düşüyordu. Yani patronlar daha çok kazansın, kapitalizm varlığını sürdürebilsin diye emekçiler ya çalışırken ya da açlıktan ölüme mahkum edilmekteydi.

19. yüzyılda yükselen işçi sınıfı mücadeleleri, yaşam hakkını ortadan kaldıran bu koşullara tepki olarak ortaya çıktı. Özü yaşam hakkına dayanan sınıf mücadelesi, önceleri işsizliğin nedeni olduğu düşünülen makineleri kırmayı amaç edinirken (Ludizm) daha sonra tepkiler patronlara yöneldi. Ancak patronlara karşı girişilen her hak arayışında karşılarında devletin kanunlarını ve kolluk gücünü bulan emekçilerin mücadelesi, politik hedeflere yöneldi. Komünist Manifesto ve bilimsel sosyalizmin ışığında yaşam hakkını esas alarak ortaya çıkan sınıf mücadelesi “devrimci” bir perspektife büründü.

20. yüzyıl ikinci yarısında devrimci perspektifle yürütülen sınıf mücadelesi, “yaşam hakkı başta olmak üzere eşit yurttaşlık gibi temel insan haklarının yaygınlaşmasını sağladı, çalışma standartları ve sosyal haklar konusunda önemli ilerlemeler” kaydedilmesine olanak sağladı. Bu dönemde sınıf mücadeleleriyle beraber sınıflar arasında görece güç dengesinin sağlanması, kapitalizmin ortaya çıkardığı sorunlar karşısında kadın hakları, savaş karşıtlığı, köleliğe ve sömürgeciliğe karşı hareketlerin de ortaya çıkmasına, güçlenmesine ve bu alanlarda kimi hakların elde edilmesine de vesile oldu (söz konusu dönemde çevre bilinci oluşmadığı için doğa tahribatına karşı mücadeleler henüz yoktu).

İşte bu nedenle sınıflar arasında güç dengesinin oluşması, sadece işçi sınıfının ekonomik ve sosyal hakları için değil genel anlamda demokrasinin gelişmesinde önemli bir işlev üstlendi. Ancak 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren sınıf mücadelelerinin zayıflaması, demokrasinin zaafa uğramasına ve yaşam hakkını da içeren tüm haklarda gerilemeye neden oldu.

Günümüzde, sadece Türkiye’de değil dünyanın hemen tümünde sınıflar arası güç dengesi, emekçiler aleyhine bozulmuştur. Demokrasi ve yaşam hakkı başta olmak üzere insan hakları ve sosyal haklar çerçevesinde değerlendirilebilecek tüm haklar ortadan kaldırılmak istenmektedir. Buna karşı yürütülen en barışçıl eylemler dahi “suç” olarak nitelenmekte ve en ağır biçimde cezalandırılmak istenmektedir.

Pandemi sürecinde gerçekleri ortaya koyan TTB ve onun yeni seçilen başkanı Şebnem Korur Fincancı’ya yönelik devletin en başındakilerin yönelttiği suçlamalar, tehditler; İSİG Meclis’in 7 ayını dolduran pandemi sürecinde yaşam hakkı ihlal edilerek çalışmak zorunda bırakılan en az 294 işçinin yaşamını yitirdiğini duyuran açıklamasına yönelik polis saldırısı ve gözaltılar bunun son örnekleridir. Yine doğa katliamlarına, kadın cinayetlerine, yerel yönetimlere kayyum atamalarına ve benzeri demokratik taleplerle yapılan eylemlere yönelik şiddeti de bu çerçevede değerlendirmek mümkündür.

200 yıl önce olduğu gibi bugün de yaşam hakkını savunmak, egemenlerin çıkarlarına aykırı olduğu noktada en ağır “suç”tur. Yaşam hakkının suç olmaktan çıkartılmasının yolunun sınıf mücadelesini yükseltmekten geçtiğini tarih göstermiştir.

Sınıf mücadelesini, bir avuç sendikalı işçinin ekonomik hak mücadelesine indirgemek büyük bir hatadır. Sınıfsal bir perspektifte ele alındığında tüm toplumsal mücadeleler, esası yaşam hakkına dayanan ve her alanda egemenlere karşı demokratik hak mücadelesi olan tepkilerin temelini oluşturur. Aksi durumda hiçbir toplumsal hareketin, halk desteğine ne kadar sahip olursa olsun, başarı şansı olmayacaktır.