Oysa daha yakın zamana kadar iktidar medyası, Türkiye’nin pandemi sürecinde ne kadar başarılı olduğunu anlatmakla ve hükümete methiyeler düzmekle kalmıyor, diğer ülkelerin ne kadar başarısız olduklarının yorumlarını yapıyordu. Bizzat sağlık bakanının, bazı ülkelerin bu süreçte başarısız olduğunu dalga geçer üslupla dillendirdiği bile olmuştu.
TTB ve diğer sağlık meslek örgütleri, Covid-19’un Türkiye’de resmen kabullenilmesinden bu yana geçen yaklaşık 8 ay boyunca “Sağlık Bakanlığı’nın açıkladığı pandemiye ilişkin verilerin gerçeği yansıtmadığı, bunun pandemiyle mücadeleyi olumsuz etkiyeceği ve toplum sağlığı için büyük tehlikeye yol açacağı” konusunda uyarıyordu. Hükümet uyarılara kulak asmadığı gibi uyarıyı yapan meslek örgütleri ve halk sağlığı uzmanları hakkında soruşturmalar açtı, hızını alamadı hatta, kimilerini tehdit, kimilerini terörist ilan etti.
Pandemiye karşı bilimsel yöntemlerle mücadele etmek yerine gerçeklerin üzerini örten hükümet, toplum sağlığını koruma görevini yerine getirmemiş, dünyayı kasıp kavuran bir bulaş karşısında yurttaşlarının yaşamını hiçe saymıştır. Bugün ailesinden neredeyse Covid-19’a yakalanmayan, çevresinde bu nedenle yaşamını yitirmeyen kimse kalmamıştır.
Hükümetin pandemi sürecindeki tavrı sadece beceriksizlik ya da başarısızlık değil, sonucu belli bir tercihtir! Bu köşeden bizim de birçok kez dile getirmeye çalıştığımız gibi hükümet, toplumun sağlığını, insanların yaşamını sermayenin çıkarlarına ve iktidarının bekâsına tercih etmiştir!
Tüm uyarılara rağmen, patronların kârına halel gelmesin diye fabrikalar, atölyeler, bankalar, AVM’ler, turistik tesisler faaliyetlerini sürdürmüş, milyonlarca öğrenci ve eğitimcinin bir araya getirildiği LGS, YKS gibi sınavlar yapılmış, okullar yüz yüze eğitime açılmış; pandemiyle mücadelenin temel kuralı olan “fiziksel mesafe” ihlal edilmiştir. Başta sağlıkçılar olmak üzere tüm emekçiler, işsizlik ve açlık tehdidi altında bulaşa davetiye çıkartan koşullarda işe gidip gelmek ve çalışmak zorunda bırakılmıştır. Bu nedenle pandemi emekçilerin yoğun olduğu yerleşim yerlerinde hızla yayılmaktadır. Üstelik hastane patronlarının çıkarları doğrultusunda, -kendisi de hastane patronu olan Sağlık Bakanı Koca’nın öncülüğünde- düzenlenen piyasacı sağlık sistemi nedeniyle Covid-19 teşhisi ve tedavisi büyük ölçüde ‘bedeli’ mukabilinde verildiğinden bu bedeli karşılayamayanlar, kamu sağlık kuruluşlarının yetersizliği nedeniyle genellikle başının çaresine bakmak zorunda bırakılmaktadır.
Bir siyasi erkin, toplum sağlığını hiçe sayarak, yurttaşlarının yaşam hakkını ihlal edecek kararları kolayca verebilmesi için o toplumda zerre kadar demokrasi olmaması gerekir. Pandemi Türkiye’de bu zerrenin olmadığını göstermiştir! AKP emek sömürüsüne, doğa talanına karşı; sosyal, siyasal ve kültürel haklarını savunanlara yönelik, devletin şiddet aygıtlarını en ağır biçimde kullanarak, Türkiye coğrafyasından demokrasinin izlerini silmeye çalışmış, yazık ki bunu önemli ölçüde başarmıştır.
Sözün özü; ‘pandeminin yayılma hızında dünyada ilk sıralarda olduğumuz, her gün -resmi rakamlarla- 200’e yakın insanın yaşamını yitirdiği tablonun müsebbibi, demokrasinin Türkiye’deki sıfırlanmış halidir. Sıfırlandıranlar da bellidir!
Bu sıfırlamanın mimarı olan AKP’nin “demokratikleşme”den söz etmeye başlaması bu yüzden manidardır!
7 Haziran 2015 seçimleri sonrasında rafa kalkan “demokrasi”yle birlikte siyasal ve sosyal hakların yanı sıra ekonomik ve en önemlisi insan haklarının temeli olan yaşam hakkı da rafa kalkmıştır. Reyhanlı’da, Suruç’ta, Ankara Gar Meydanı’nda gerçekleşen katliamlarda, aylarca süren sokağa çıkma yasaklarında; ülkenin dört yanındaki iş cinayetlerinde; kadın cinayetlerinde; sığınmacıların kendilerine yurt ararken ölümlerinde… olmayan demokrasi, pandemiyle birlikte tüm yurttaşların yaşam hakkının da “sıfırlanmasına” neden olmuştur.
Pandemi Türkiye için sadece bir sağlık sorunu değil, bir demokrasi sorunu haline gelmiştir. Siyasi iktidarın toplum sağlığını, yurttaşların yaşam hakkını bir avuç sermayedarın çıkarı için ya da iktidarının bekâsı için hiçe saydığı koşullarda; her alandaki demokrasi mücadelesi, her bir yurttaşın yaşam mücadelesine dönüşmüştür artık!
Gebze’de metal işçisinin, Ermekte maden işçisinin, ülkenin dört bir yanında toprağını, suyunu sermayeden korumak için direnen köylünün, erkek cinayetlerine karşı sokaklarda haykıran kadınların, kayyumlarla yönetilen, siyasi temsilcileri tutsak edilmiş halkların mücadelesi bu ülkede yaşayan her bir insanın yaşam mücadelesi olarak görülmek zorundadır. Her bir alandaki mücadeleyi yaşam hakkı mücadelesi olarak görüp, demokratikleşme zemininde güçleri bir araya getirmekten başka çare kalmamıştır!