2022’ye de 2021 gibi önceki yılların bakiyesini yüklenerek giriyoruz. Yılların çözülemeyen, aksine katmerleşen sorunları 2021 yılında öylesine ağırlaştı ki algı operasyonları ve toplumu kutuplaştırıp birbirine düşürerek yönetmede mahir olan AKP bile artık bu ağırlığın altından kalkmakta zorlanıyor. Hele yıllar öncesinden toplumun önüne büyük vaadler koyduğu 2023’e bir yıl kalmışken…
AKP’nin 2012 yılında hazırladığı ve uzun yıllar dilinden düşürmediği 2023 Vizyonu -hedeflenenlerle bugün içinde bulunulan tablo arasındaki çarpıcı çelişkinin utancından olsa gerek- artık pek dillendirilmiyor. 2023’e bir yıl kala, “2023 Vizyonu”nu birkaç örnekle biz hatırlatalım o halde:
Ekonomi:
*Dünyanın 10 büyük ekonomisi içinde yer alınacaktı; bugün ilk 20 içinde bile değiliz.
*Enflasyon, tek haneli rakamlara indirilecekti; sadece Aralık enflasyonu yüzde 30’a dayandı.
*Kişi başına milli gelir 25 bin dolara çıkacaktı; 7 bin dolar seviyesine düştü.
*İşsizlik yüzde 5’e düşürülecekti; TÜİK’in verilerinde bile yüzde 11 olan işsizlik gerçekte yüzde 20’leri aştı.
İleri Demokrasi:
Güdümlü ve noksan bir demokrasiyi Türkiye’ye yakıştırmayan AK Parti, ileri demokrasiye sahip ülkelerdeki gelişmiş standartları yakalayacaktı; inşa ettiği “tek adam rejimi” ile Türkiye dünyada demokrasisi en geri ülkeler düzeyine geldi.
Temel Hak ve Özgürlükler:
Her türlü insan hakkı ihlaline karşı sıfır tolerans politikası izlenecek, ötekileştirme, ayrımcılık ve dışlama uygulamalarının sona ermesi için oluşturulan mekanizmalarla hakların kurumsal koruma altına alınması sağlanacaktı; AKP ile aynı görüşte olmayan herkes hakkında soruşturmalar, ceza davaları açıldı/açılıyor. On binlerce muhalif cezaevlerinde tutsak durumda.
Milli Birlik ve Kardeşlik:
Anadilde savunma yasal bir düzenleme ile sorun olmaktan çıkacak,vatandaşlar anadillerinde kamu hizmetlerine erişebileceklerdi; Kürtçe, yeniden bilinmeyen bir dil olarak nitelenmeye başladı ve eğitim, savunma ve diğer kamu hizmetlerine erişim 90’lı yılları aratır hale geldi.
Yerel Yönetimler:
Vatandaşların yönetime daha fazla katılıp, yönetimde doğrudan temsil edilip, idareyi denetlemesi sağlanacaktı; HDP’nin Şubat ayında açıkladığı “İrade Gaspı ve Kayyım Gerçekleri” başlıklı rapora göre 3 büyükşehir, 5 il, 33 ilçe olmak üzere 48 belediyeye kayyum atandı. İstanbul başta olmak üzere, muhalefet partilerince yönetilen belediyeler ise sürekli baskı altında.
2023 Vizyon’unda yeralan vaadler -halen partinin resmi internet sitesinde yer aldığı haliyle- sosyal politika, çalışma yaşamı, eğitim, sağlık, dış politika vs alanlarında da örnek verdiğimiz konularda olduğu gibi AKP’nin kendi gerçekliğinden bile ne kadar uzaklarda olduğunu göstermekte.
19 yıldır devleti tek başına yöneten AKP’nin toplumsal gerçeklerden bu denli uzaklaşmış ve kendi gerçekliğiyle bile çelişir hale gelmiş olması sadece AKP’nin değil “kapitalist devlet”in de çelişkisidir. Devlet, egemen sınıfın ve siyasi iktidara sahip olanların çıkarlarının yanı sıratoplumun genel çıkarlarını da korumakla mükellef bir mekanizmadır. Ancak egemen sınıfın küçük bir azınlıktan (burjuvazi) oluştuğu kapitalizmde egemenlerle toplumun çıkarları sürekli olarak çelişir/çatışır. Kapitalist devleti elinde bulunduran siyasi iktidarın başarısı, burjuvazinin toplumun geniş kesimlerini sömürmesini içeren bu çelişkilerin üzerini örterek toplumun genel çıkarlarını da koruyan bir görüntü verebilmesiyle ölçülür.
AKP, iktidarının ilk yıllarında bir ölçüde de olsa sömürünün üzerini örtmeyi başarmış ama son on yılda toplumdan ve gerçeklikten tamamen uzaklaşmıştır. Bu durumda ya AKP toplumu -kendi kurguladığı dünya görüşü doğrultusunda- değiştirecek ya da toplum AKP’yi değiştirecektir.
2023’e bir yıl kala Türkiye halklarının önündeki iki seçenekten biri AKP’nin kurguladığı otokratik düzene razı olup kendisini buna uyarlamasıdır. Diğer seçenek ise 2022’de yılların bakiyesini sırtından atıp barış içinde hukukun, adaletin, özgürlüğün esas olduğu insanca koşullarda yaşamak için mücadele etmesidir.Bu mücadelenin sadece AKP’yle değil, onun yerine geçmesi olası benzerlerine de iktidar olanağı sağlamayacak bir perspektifte olmalıdır elbette.
2022’nin umudun ve mücadelenin yılı olması dileğiyle…
Her konuşmasında Türk Lirasına değer kaybettiren Erdoğan’ın 20 Aralık’ta kabine toplantısının ardından sarf ettiği “Vatandaşların tasarruflarını değerlendirirken kurdaki yükselişten kaynaklanan kaygılarını gidermek için "yeni bir finansal alternatif sunuyoruz, TL mevduat hesaplarının getirisinin döviz getirisi altında kalması durumunda aradaki farkın vatandaşlara biz (devlet) ödeyeceğiz.” cümleleri, son bir buçuk ayda özellikle hızlanan kur artışını tersine çevirdi. Açıklamanın yapıldığı gün yüzde 6 değer kaybetmiş olan TL bir kaç saat içinde yüzde 28 değerlendi. Ertesi gün Hazine Bakanlığı, Erdoğan’ın sözünü ettiği “yeni finansal alternatif” konusunda, “Birikimlerini TL mevduat olarak değerlendiren vatandaşlarımızın kurlardaki oynaklık karşısında mağdur olmaması için Cumhurbaşkanımızın da açıkladığı gibi “Kur Korumalı TL Vadeli Mevduat” ürünü devreye alınmıştır.” açıklaması yaptı.
Başta ak-troller olmak üzere AKP’liler, Erdoğan’ın bir sözüyle TL’nin olağanüstü bir hızla değerlenmesini -MB’nın kasasından çıkan 7 milyar doların bu süreçte piyasaya sürüldüğünü dikkate almadan elbette- Erdoğan’ın kerameti olarak halka “pazarlamaya” çalıştı.
Erdoğan’ın bu hamlesi, ekonomik olmaktan çok AKP’nin yitirilen itibarını yeniden kazanmaya ve bir süredir gündemi belirleme olanağı bulan muhalefeti boşa düşürmeye yönelikti. Ancak siyasi kaygılarla yapılmakla beraber ekonomik ve sosyal etkisi büyük olacak bir hamleydi bu. Ama aynı zamanda döviz kurunda neden olduğu olağanüstü oynaklık, Türkiye ekonomisinin ne denli istikrarsız olduğunu tüm açıklığıyla ortaya koyarken; yapılan açıklamalar yaşanan çöküşün itirafı gibiydi.
Her şeyden önce şunu anımsayalım: Türk Lirası, 2 Ocak 2008-20 Aralık 2021 döneminde yüzde 1.394 değer kaybederek ABD Doları karşısında dünyada en çok değer kaybeden para birimi olmuştur. Bu oran, TL’den sonra en çok değer kaybeden Brezilya Reali’nden 6 kat daha fazladır. “Yeni finansal alternatif” TL’nin dünyanın açık ara en hızlı değer kaybeden para birimi olduğu gerçeğini değiştirmemiştir. Türk Lirası’ndaki bu büyük değer kaybının başlıca nedeni TL’ye olan güvensizliktir. Bir ülkenin para birimine duyulan güvensizlik, o ülkenin ekonomisine ve ekonomiyi yöneten siyasi iktidara da güvensizliktir.
Dolayısıyla 20 Aralık akşamı yapılan açıklama bir keramet alameti değil, aksine TL’ye ve tabii AKP iktidarına olan güvensizliğin kabulü ve dahi inatla verilen kararların ekonomiyi açmaza soktuğunun itirafıdır! “Kur Korumalı TL Vadeli Mevduat” adından da anlaşılacağı gibi, diğer ülke paraları karşısında uğrayacağı değer kaybını engelleme erki olmadığı itiraf edilen devletin, “TL’yi hazineden aktaracağı kaynaklarla korumaya alma” çabasıdır.
Her ne kadar Erdoğan bu alternatif için “sadece bankada parası olan vatandaşımız için değil ekonominin her alanını ilgilendiren olumlu bir gelişme” dese de bu koruma “vadeli mevduat”la sınırlıdır. Yani bankalarda vadeli (vadelerin en az 3 ay olması koşuluyla) parası olanlar içindir.
İşsizliğin, yoksulluğun, açlığın giderek arttığı Türkiye’de toplumun büyük bölümünü oluşturan ücretliler, çiftçiler, küçük esnaf, küçük üreticiler vb. bırakın bankalara vadeli para yatırmayı, karnını zor doyurmaktadır. Birikimi olan az sayıda kişiye kur garantisi verilmesi, TL’ye ve ekonomiye güveni inşa edemeyeceği gibi, Erdoğan’ın beklediği “kurda istikrar”ı da, orta ve uzun vadede sağlayamayacaktır. Bu bağlamda, Erdoğan’ın “finansal alternatif ürün”ünden nemalanarak, servetine servet katan bir avuç rantiye olacaktır.
Öte yandan TL mevduat hesaplarının getirisinin döviz getirisi altında kalması durumunda devletin ödeyeceği fark da yoksul halktan alınan vergilerden ve sosyal harcamaların kısılmasından karşılanacaktır. Böylece gelir eşitsizliği daha da artacak, zengin daha zenginleşirken yoksulluk çok daha derinleşecek ve yaygınlaşacaktır.
Madem TL’ye güvenin kalmadığı “tek adam” tarafından da kabul edilmiştir o halde devletin, rantiyelerden önce; bu ülkenin üreten gücü olan “emekçi, çiftçi, küçük üretici” gelirlerini korunması/güvenceye alması gerekmez mi?
Emekçiler faturanın sırtlarına yüklenmesini daha da yoksullaşmayı istemiyorsa, vakit kaybetmeden TÜİK’in belirlediği -gerçek dışı- enflasyon oranına dayalı ücret artışlarına razı olmak yerine, reel ücretleri korumak için “kur korumalı ücret” talebini öne çıkarmalıdır! Bu talebin sınıflar arasında geçecek çetin bir mücadele sürdürmeden elde edilemeyeceği de unutulmamalıdır elbette.
Türkiye artık krizi de aşan, ekonomik çöküşe giden bir döngüye yuvarlanıyor. Geçen hafta bu köşede konu ettiğimiz, Erdoğan’ın açıkladığı ve “Çin modeli” olarak adlandırdığı “ucuz emek” üzerinden küresel rekabette yer alma hedefi ile faiz indirimindeki ısrar birlikte değerlendirildiğinde, bu çöküşün “taammüden” uygulanan bir politikanın sonucu olduğu açıkça görülüyor.
AKP politikalarının neticesi olarak Türk parası süratle değer kaybederken emek ve tüm varlıklar değersizleşiyor, beraberinde de ücretliler, küçük üretici, küçük esnaf ve çiftçilerden oluşan toplumun önemli bölümü hızla yoksullaşıyor. Daha önce yaşanan benzer krizlerden farklı olarak, özellikle son 20 yılda gıda başta olmak üzere temel tüketim mallarında dışa bağımlı hale gelinmesi, kaçınılmaz olarak yoksulluğun yanı sıra kitlesel açlık sorununun da baş göstermesine neden olacak. Yine bu dönemde esnek ve güvencesiz çalışmanın yaygınlaşması, kamu hizmetlerinin piyasaya devredilmesi ve sosyal devletin tasfiye edilmesi gibi politikalar; krizin toplumsal etkilerini çok daha ağırlaştıracak. Ve kur artışıyla yükselen maliyetlerin fiyatlara yansıması enflasyonu üç haneli rakamlara tırmandıracak. Çöküş tencereye, sofraya yansıdıkça tepkiler daha da artacak.
“Ekonomik OHAL” söylentilerini olası tepkileri baskılama çabası olarak görebiliriz. 41 yıldır, amacı işçi sınıfını ezmek olan 12 Eylül darbe rejimiyle yönetilen Türkiye’de 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında ilan edilen OHAL’in, otokrasiyi darbe rejiminin de ötesine taşıdığını; 16 Nisan 2017 referandumuyla beraber bu düzenin kalıcı hale geldiğini hatırlatmakta yarar var. Bu bağlamda Türkiye’de zaten darbe rejiminden daha katı otokratik bir yapı hakim ve otokrasi emekçileri, ezilenleri, ayrımcılığa uğrayan kesimleri “yola getirmek” için kullanılmakta. Dolayısıyla OHAL’in yeniden gündeme getirilmesi, siyasi iktidarın tüm hukuksuz baskılara rağmen ortaya çıkması muhtemel toplumsal hareketlerden korkmakta olduğunu gösteriyor.
Yoksullaşmanın böylesine hızlı olduğu bir süreçte toplumdan gelecek tepkilerin önceki dönemlerden çok daha yaygın ve güçlü olması sürpriz olmaz. Sağlık emekçilerinin eylemleri ve TTB’nin bir günlük g(ö)revi; DİSK’in geçen hafta KESK’in bu hafta düzenlediği mitingler; “GEÇİNEMİYORUZ” ya da “BARINAMIYORUZ” temalı eylemler; üniversitelerde -faşist baskılara rağmen- öğrencilerin gerçekleştirdikleri ekonomik kriz konulu etkinlikler ve özellikle toplu sözleşme sürecindeki metal işçileri ile gıdadan tekstile birçok sektörde işçilerin artan tepkisini, yükselmesini beklediğimiz toplumsal mücadelelerin öncülü olarak kabul edebiliriz.
Ekonomik çöküşün etkileri arttıkça toplumsal hareketlerin de artacağını söylemek için kâhin olmaya gerek yok. Ancak bunun ne ölçüde etkili olacağını kestirmek çok kolay değil. Çünkü toplumsal hareketlerin etkisi, doğru zamanda doğru araç ve yöntemlerin kullanmasına bağlı. Her kriz/çöküş dönemi gibi bugün de, toplumsal hareketlerin etkili olabilmesi için en doğru zamandır. Örgütlülüğün zayıf olduğu, sürekli bir mücadelenin oluşmadığı koşullarda toplumsal hareketler; mevcut sendika ve/veya siyasi partileri, mücadelenin aracı haline getirir.
Türkiye’de en büyük işçi konfederasyonu Türk İş, asgari ücret belirleme sürecinde de görüldüğü gibi bırakın emekçilerin haklarını korumayı, hükümetin dahi gerisinde bir kabulle masaya oturdu, emekçilerin örgütü olmak yerine Cumhur İttifakı’nın destekçisi olduğunu bir kez daha gösterdi. Hak İş’in de ondan geri kalır yanı yok. DİSK ve KESK bu konuda önemli birer seçenek ama onların da bu süreçte toplumsal hareketlerin odağı olabilmek için sahip oldukları perspektifi ciddi biçimde gözden geçirmeleri -meselâ bir genel grevi acilen gündemlerine almaları- gerekir.
Muhalefet partilerinin AKP sonrası iktidar alternatifi olabilmelerinin koşulu, bu süreçte toplumsal tepkileri sahiplenip mücadelenin aracı haline gelebilmesidir. Örneğin önümüzdeki dönem enflasyonu belirleyecek olan TL’nin değer kaybı dikkate alındığında emekçileri geçen yıla göre ABD doları bazında yüzde 28.5 yoksullaştıran asgari ücret için Genel Başkanı "4 bin 250 lirayı yadırgamıyoruz. Enflasyonu, fiyat artışlarını kontrol ederlerse en azından asgari ücretli kardeşlerimiz biraz nefes alarak sürdürebilir” diyen CHP’nin önümüzdeki dönemde iktidar olma şansı neredeyse “sıfır”dır.
AKP son zamanlarda, tezgahındaki çürük malı taze diye yutturmaya çalışan esnaf gibi! Çıkmaza girdiği, sorunlara çözüm üretemediği noktada eski, işe yaramaz politikaları “yeni” adı altında toplumun önüne sürüyor. “Yeni ekonomi programı”, “yeni istihdam paketi”, “yeni normalleşme”, bir zamanlar dillerinden düşürmedikleri “Yeni Türkiye” söylemi ve adını bile anımsamadığımız nice “yeni”ler… Sonuç olarak başına getirilen “yeni” sıfatıyla, bildiğimiz “eski” devam edip gidiyor.
Gerçi haksızlık da etmemek lazım, getirilen her bir “yeni” birileri için yeni sömürü alanları açıyor, yeni zenginler yaratıyor ama toplumun geniş kesimi için sömürenler ile sömürü yöntemleri dışında değişen bir şey olmuyor!
Erdoğan, geçen hafta partisinin MYK toplantısında, Türk parasının hızla değer kaybetmesine, ekonominin adeta çökmesine neden olan düşük faiz politikasını savunmak için yine bir “yeni” söylemine sarıldı! Yurttaşlar TL hızla değer kaybedince başta gıda olmak üzere temel ihtiyaç maddelerinin artan fiyatının neden olduğu yoksulluğa, döviz karşılığı alınan dış borçların katlanmasına dertlenirken meğerse hükümet kimselere haber vermeden “ekonomide yeni dönem” başlatmış(!)
Peki neymiş TL’ye bir ayda yüzde 50’ye yakın değer kaybettiren düşük faiz politikasının nedeni olan ekonomideki bu “yeni dönem”?
Erdoğan bunu “Çin modeli büyüme” olarak tarif ediyor. Çin gibi malı ucuza üretip bunu Avrupa’ya satarak, döviz girdisi sağlayacakmışız.
İyi de enerji, hammadde, ara malı, makine-teçhizat... yani üretim faktörlerinden emek dışında kalanlarını dışarıdan -TL’den 14-15 kat değerli olan- dövizle ithal etmek zorunda olduğumuz koşullarda küresel düzeyde rekabet edebilecek ölçüde üretimi, ucuza gerçekleştirmek mümkün mü? Bunun tek yolu olabilir. O da –Erdoğan da konuşmasında bunu açıkça ifade ediyor zaten- emek maliyetini olabildiğince ucuzlatmak yani emek sömürüsünü azami ölçüde arttırmak.
Her şeyden önce belirtmek gerekir ki “emek sömürüsü üzerinden büyüme modeli”nin “yeni” olan bir tarafı yoktur, ayrıca bunun için Çin’e kadar gitmek de gereksizdir; bu model, Türkiye’de 24 Ocak 1980’den beri yani 41 yıldır uygulanmaktadır. 12 Eylül darbesi işçi sınıfı mücadelesini bastırıp bu modelin koşullarını oluşturmak için yapılmıştır ve -19 yılı AKP döneminde olmak üzere- darbe rejimi bugüne kadar kesintisiz sürmektedir. Sırf bu model uygulanabilsin diye onbinlerce insan idamla, yargısız infazla, işkenceyle, çatışmalarla öldürülmüştür. Türkiye’nin bugün AB ve OECD ülkeleri içinde en düşük ücretle en uzun sürelerde çalışan, iş cinayetlerinde en fazla yaşamını yitiren işçilerin ülkesi olmasının, -Küresel Hak İhlalleri Endeksi’ne göre- işçiler için en kötü on ülke içinde yer almasının nedeni de yine bu modeldir. Gelir eşitsizliğinde, işsizlikte, yoksullukta, yolsuzlukta sabıkası en kötü ülkelerden biri olması da Türkiye’de 41 yıldır uygulanan bu modelin neticesidir.
AKP, 1980’den bu yana uygulanan eskimiş, çürümüş politikaları yani neoliberalizmi artık savunamayıp “yeni” (-imiş) gibi pazarlamaya çalışarak aynı zamanda -yaklaşık yarısı kendi iktidarında geçen- 40 yıllı aşkın süredir uygulanan ekonomik programın çöktüğünü de itiraf etmektedir.
Ama bundan daha önemlisi, Çin modeli adıyla tek adam rejimiyle kalıcı hale getirdiği otokratik düzeni meşrulaştırıp, toplum üzerindeki baskıyla birlikte emek sömürüsünü daha da yoğunlaştırarak 41 yıldır uygulanan talan politikalarından arta kalan hakların da yok edileceğini; emek ve doğa sömürüsünün daha da yoğunlaşacağını kitlelere bir vaat gibi sunmaktadır.
Erdoğan’ın son Cumhurbaşkanlığı Kabine Toplantısı’nın ardından yaptığı açıklamada “Karşı çıktığımız ve mücadele ettiğimiz tek şey sömürüdür. Bu sömürü emek üzerinden, mal ve hizmet üzerinden, para üzerinden yapılsa da karşıyız” sözleriyle yaptığı “sömürü” vurgusu bu bakımdan son derece ironiktir!
2022 yılında asgari ücretin ne kadar olacağını belirleyecek komisyon; her gün daha da değersizleşen TL’nin vahim halleri, yükselen fiyatların gün be gün yoksullaştıran kıskaçları, “Faiz insin mi çıksın mı?” soruları ve bakanını bir türlü bulamayan ekonominin başına kimin geçeceği (tek adam rejiminde bunun önemi varmış gibi) tartışmaları arasında, yıllık mutat toplantılarına başladı. İlk toplantının açılışında ise Çalışma Bakanı, asgari ücretin ne kadar olması gerektiğine ilişkin yapılan bir anketin sonuçlarını paylaştı.
Bakan’ın sonuçlarını açıkladığı anketi kim yapmıştır, anket çalışmasında bilimsel metotlar kullanılmış mıdır, ne ölçüde güvenilirdir, bilemiyorum. Yapılan açıklamadan anlaşılan, anketin 26 şehirde, 604 işletmenin işvereni ve işçisiyle yapıldığı. Anket sonuçlarına göre işverenlerin yüzde 34’ü, asgari ücretin ne kadar olması gerektiğine yönelik soruya “3 bin 500 lira ile 3 bin 750 lira arasında” cevabını vermiş. İşverenlerin yüzde 19.3’ü, 3 bin 250 - 3 bin 500 lira, yüzde 13.7’si ise 3 bin 750 - 4 bin lira arasında olması gerektiğini söylemiş.
Mevcut asgari ücret 2 bin 826 TL olduğuna göre, yeni asgari ücretin 4 bin TL olması gerektiğini söyleyen az sayıdaki patronun en “babayiğit” önerisi bile “bin 174 TL’lik artış”a denk geliyor. Bu da yüzde 41.5’lik bir artışa tekabül ediyor. Oysa en temel gıda maddelerinden kiraya, ulaşıma kadar yılın geçtiğimiz 11 ayında gerçek enflasyon yüzde 50’yi çoktan aştı. Yani asgari ücretteki bu “babayiğit” artış önerisi, emekçilerin geçmiş kayıplarını bile karşılamıyor. Kaldı ki sadece kasım ayında TL’nin değer kaybı yüzde 42’yi, 2021 yılının ilk 11 ayında ise 82’yi buldu. İğneden ipliğe, gübreden yeme, bulgurdan nohuta kadar ithalata bağımlı olduğumuz ve bu ürünleri döviz karşılığında aldığımız düşünülürse, TL’deki bu değer kaybının kısa zamanda fiyatlara çok daha fazla yansıyacağını söylemek kehanet olmaz. Bu da asgari ücretin ortalama ücret haline geldiği Türkiye’de emekçilerin olduğundan da büyük ölçülerde yoksullaşacağını gösterir.
Patronların asgari ücret için yoksulluğu derinleştirecek bir artış önermesi, sermayenin tabiatına uygundur kuşkusuz. Ancak ankette işçilerin asgari ücretin ne kadar olması gerektiği sorusuna verdiği yanıt son derece düşündürücüdür (!) Zira -bakanın paylaştığı kadarıyla- ankete katılan işçilerin önemli bir kısmının asgari ücret talebi, patronlarınkiyle hemen hemen aynıdır: İşçilerin yüzde 37.3’ü asgari ücretin 3 bin 750 - 4 bin lira arasında olmasını istemiştir. Yüzde 13’ün talebi ise 4 bin ila 4 bin 500 lira arasındadır.
Anketin bilimselliği, objektifliği konusundaki çekincelerimiz bir yana, emekçiler arasındaki beklentinin ankette ortaya çıkan sonuçlara yakın olduğunu tahmin etmek zor değil. Hele ki konfederasyonların hükümetin emekçileri güvencesizleştiren, yoksullaştıran politikaları gibi asgari ücrette de ‘uzlaşır’ yaklaşımı, işçilerin emeğinin hakkını almaktan uzaklaştırıp onları aza tamah etmeye yöneltmektedir.
Cumhur İttifakı’nın partneri gibi davranan Türk İş ve Hak İş bir tarafa, konfederasyonlar arasında en mücadeleci olan DİSK’in dahi -yoksulluk sınırının 10 bin lirayı aştığı bir dönemde- 5 bin 200 lira olarak açıkladığı asgari ücret talebi, emekçilerin ufkunu daraltmakta, emeklerinin karşılığı olan ve yaşamlarını insanca sürdürebilecekleri bir ücret talebine ket vurmaktadır.
Sermayeyle, onun devletiyle uzlaşarak emekçilerin ufkunu daraltan, “sömürüye rıza”yı örgütleyen sendikalar, sömürüsüz bir dünya umudu vermek bir yana, emekçileri dünyayı her bakımdan yaşanamaz hale getiren kapitalizmin barbarlığını da kabullendirmeye çalışmaktadır. Oysa sendikalardan beklenen, emekçilerin dozu ve düzeyi gittikçe artan bir sömürü düzenine rızasını sağlaması değil; bu düzeni ortadan kaldırıp daha yaşanır bir dünya kurma hedefiyle sermaye ve onun devletine karşı, haklılığı su götürmez bir “sürekli mücadele örgütlemesi” başlatması ve bunu hiçbir koşulda geri adım atmadan sürdürmesidir.
Merkez Bankası’nın kredi faiz oranlarını düşürmesi ve TL’nin hızla değer kaybetmesi -gıda başta olmak üzere- temel tüketim mallarında dışa bağımlı olan Türkiye’de enflasyonun hızla yükselmesine neden olurken büyük ölçüde ekonomiyi borçla yöneten ve dövizle taahhütler altına girmiş olan merkezi bütçe üzerindeki faiz yükünü de arttırdı. Böylece Türkiye’de yapısal hale gelen ve Covid-19 pandemisiyle daha da derinleşen yatırım-üretim-istihdam döngüsünde yaşanan kriz(etkisini önümüzdeki günlerde çok daha fazla hissedeceğiz) sürdürülemez hale geldi. İşsizliğin, yoksulluğun yaygınlaşarak devasa bir toplumsal krize dönüşmesi, ekonomiyi gündemin başına taşırken ekonominin nasıl yönetildiği/ya da yönetilemediği meselesi de toplumun hemen her kesiminde tartışılmaya başlandı.
Milliyetçisi, muhafazakarı, solcusu, işçisi, esnafı, çiftçisi, yoksulu, zengini, Kürt’ü, Türk’üyle krizi günlük yaşamında hisseden herkes kâh yüksek kâh kısık sesle ifade etsin ya da sessiz kalarak içinden söylensin (özellikle kendisini AKP’li olarak tanımlayanlar); AKP’nin ekonomiyi iyi yönetemediği için krizin derinleştiği üzerine, büyük ölçüde uzlaşıyor. Her koşulda ama her koşulda AKP savunuculuğu yapanlar ise bunun dışında elbette.
Ekonomi yönetilemiyor mu?
Bu konuda kestirme bir yanıt vermenin çok doğru (ya da yeterli) olmadığını düşünüyorum. Her şeyden önce 19 yıldır iktidarda olan bir partinin ekonomiyi nasıl yönettiği üzerine bir yargıda bulunmak kolay değildir. Hele de AKP’nin bir ekonomik kriz sürecini yönetmesi için -tasarlanarak- kurulmuş bir parti olduğunu düşünürsek!
Anımsanacağı gibi AKP, 2001 Şubat ayında "patlak veren” ekonomik -ve siyasi- krizin sonrasında Dünya Bankası (DB) tarafından görevlendirilen Kemal Derviş’in bir teknokrat olarak alt yapısını oluşturduğu neoliberal yapısal uyum programı (YUP)’u yaşama geçirebilecek bir siyasi irade olarak tasarlanmıştı. Parti, kuruluşunun üzerinden daha bir buçuk yıl geçmeden meclis çoğunluğunu elde ederek tek başına iktidar oldu. Cezaevinde bulunan parti lideri Erdoğan ise adalet sisteminde görülmedik bir hızla tahliye edildi, milletvekili olmasının önündeki engeller süratle kaldırıldı ve başbakan olarak AKP’nin ve ülke yönetiminin başına geçti/geçirildi.
Derinleşen kriz
Şunun altını çizelim: AKP, ekonomik krizi çözmek için değil, krizi yönetebilecek bir irade olarak siyaset sahnesine çıktı! Bu “görev”ini -yakın zamana kadar- büyük bir “başarıyla” yerine getirdi. Başarılı sayılırdı çünkü uygulamayı üstlendiği YUP’un ülkelerde yarattığı toplumsal tahribat öylesine büyüktü ki dünyada bu programı uygulayarak iki dönem bile iktidarda kalabilen siyasi oluşum son derece azdır. Böyle bakıldığında -uyguladığı bu programla dünyada örneği olmayan biçimde- 19 yıl iktidarda kalabilmiş bir partiyi ekonomiyi iyi yönetememekle itham etmeden önce yönetmeyi üstlendiği ‘ekonomi politikaları’nı sorgulamak gerekir. Bu bağlamda bugün derinleşen krize neden olan AKP’nin ekonomiyi yönetememesi kadar yönetmeye çalıştığı ekonomi politikası da sorgulanmalıdır.
Halkın koşulları
Bu arada ekonominin “iyi” ya da “kötü” olma durumu üzerine de düşünmek gerekir. Gerçekten ekonomide “iyilik” ya da “kötülük" hali nasıl belirlenir? Ölçü, Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYİH)’nın büyüklüğü, küçüklüğü müdür ya da borsanın durumu veya devletin hesaplarındaki veriler midir ekonomide “iyilik” halini belirleyen? Yoksa halkın geçimi, çalışma ve yaşam koşullarının insani olup olmaması mıdır?
2002'den 2015'e...
Eğer ekonomik büyüme vs. ise ekonomide “iyilik” kriterini belirleyen, “İktidarının ilk döneminde AKP (2002-2007) neoliberal YUP’nın gereklerini yerine getirerek önemli başarı elde etmiştir.” cümlesi kolayca kurulabilir. Örneğin büyüme hızı artmış, enflasyon düşmüş, yabancı sermaye girişi ve yatırımlar artmış, kamu borçları düşmüş, ihracat artışıyla birlikte cari açık azalmıştır. Küresel düzeyde yaşanan 2008 krizinde söz konusu verilerde olumsuz gelişmeler olsa da kısa sürede toparlanma sağlanmış, 2015’e kadar bu olumlu seyir devam etmiştir.
Ekonomide “iyilik” halinden “çöküş”e!
DB, IMF, AB gibi kapitalizmin temel kurumlarının verdiği “ev ödevi”nin layıkıyla yapılmasının ekonominin “iyilik” halinde önemli rolü olmuştur. Bu bağlamda KİT’ler özelleştirilmiş, özelleştirilemeyenin kapısına kilit vurulmuş; kamu hizmetleri piyasaya açılmış; kamu arazileri satılmıştır. Emekçilerin kazanılmış haklarıyla birlikte iş güvencesi ortadan kaldırılarak çalışma rejimi esnek ve güvencesiz hale getirilmiş; sağlık ve sosyal güvenlik sisteminin özelleştirilmesi ve piyasaya devredilmesini sağlayan, emekliliği ancak mezarda mümkün kılan düzenlemeler yasallaşmıştır.
İşsizlik ve yoksulluk...
AKP’nin büyük bir hevesle yerine getirdiği “ev ödevi” ile amaçlanan, küresel rekabet içinde Türkiye’nin “ucuz yatırım alanı” haline getirilmesidir. İşte yukarıda sözünü ettiğimiz ekonomide “iyilik” de Türkiye’nin sermaye için “ucuz yatırım alanı" haline getirilmesiyle sağlanmıştır. Sermaye kesiminden, liberallerden büyük taktir toplayan bu icraatlar ile esnek ve güvencesizliğin hakim olduğu çalışma rejimi içinde emek sömürüsü de artmıştır. Öte yandan tarım ve hayvancılık tasfiye edilmiş, kırdan kente göç hızlanmış, gıda başta olmak üzere temel tüketim mallarında ithalata bağımlı hale gelinmiş; deresiyle, ormanıyla, deniziyle doğa talan edilmiştir. Sonuç olarak hem doğa tahribatı hem işsizlik hem de yoksullukla birlikte gelir eşitisizliği devasa boyutlara ulaşmıştır. Ancak emeğiyle, doğasıyla Türkiye’yi sermaye için “ucuz sömürü alanı” haline getirmesine karşın toplumun iktidar desteği sürmüş, üstelik 2007 seçimlerinin yanı sıra Erdoğan’ın “teğet geçti” dediği 2008 krizinin yarattığı olumsuz etkilere rağmen AKP, 2011 seçimlerini de “oyunu arttırarak” kazanmıştır.
Tarikatllar ve cemaatler!
Ülkeyi sömürü alanına dönüştürdüğü halde önemli bir toplumsal itirazla karşılaşmaması ve hatta desteklenmesinin en önemli nedenlerinden biri tüm bu politikaları tam üye olunması beklenen “AB normlarına uyum sağlamak” için yapıldığı inancıdır. Öte yandan özellikle DB’nin yoksullukla mücadele vb. programları, AKP’nin siyasal tabanının en “sadık” kesimini oluşturan güvencesizleri ve yoksulları yanına çekecek biçimde, tarikat ve cemaatler eliyle yürütülen inanç temelli yardım sistemini kurması da önemli bir etkendir. Muhalefet partilerinin AKP’ye alternatif politikalar oluştur(a)mamasının Türkiye’nin bugün içine düştüğü ekonomik ve siyasi çöküşteki önemini de gözardı etmek gerekir elbette.
2008 krizi
AKP iktidarından ekonomide “iyilik” halinin temel göstergesi kabul edilen GSYİH, 2008 krizinin etkisiyle kısa süreli düşüşün ardından 2013 yılına kadar tekrar yükseldi ve kişi başına düşen GSYİH 12 bin 500 ABD dolarını aştı. Ancak 2013 yılından sonra ekonomik büyüme azalmaya başladı ve özellikle 2015 yılından itibaren “iyilik” alameti olarak kabul edilen tüm veriler, olumsuza dönmeye başladı; 2018’den itibaren ise bu olumsuz gidişat iyice hızlandı ve bugün karşı karşıya olduğumuz “çöküş” noktasına gelindi. Bugüne geldiğimizde kişi başına düşen GSYH neredeyse 1/3 oranında azaldı ve 8 bin ABD doları seviyesine geriledi.
19 yıl ve sonrası
Türkiye ekonomisinin 2021 Kasım ayında karşı karşıya olduğu durumu bir krizden ziyade, geri dönüşü son derece güç sonuçlar doğuracağı için “çöküş” olarak nitelemek, daha yerinde olacaktır. Kapitalizmin 1970’lerden süregelen krizinin yanı sıra Covid-19, dünya ekonomisini derinden sarstı. Türkiye, bu küresel düzeydeki krizin yanı sıra -yine bu krizden çıkmayı amaçlayan- 24 Ocak 1980 kararlarıyla uygulamaya konulan, AKP’nin de 19 yıldır uyguladığı politikaların sonucunda gelindi “çöküş” noktasına. Ancak çöküşü son aşamasına getiren en önemli etken, AKP’nin 7 Haziran 2015 seçimlerinde toplumsal desteği ve tek başına iktidar olma şansını kaybetmesiyle yaratılan kaos ortamı oldu.
Çöküşün çaresi otokrasi mi demokrasi mi?
Bu sorunun yanıtı için çöküşe neden olan koşulları biraz açmak gerekir: Çözüm sürecinin sona erdirilerek Suruç, Ankara ve daha birçok yerde gerçekleştirilen katliamlarla yaratılan kaos ortamında gidilen 1 Kasım seçimleriyle iktidarın elde edilmesinin sonrasında da süren çatışma ortamında, devletin baskı aygıtları sınırsızca kullanıldı. 15 Temmuz darbe girişimi fırsat bilinerek ilan edilen OHAL’le birlikte yasama-yürütme-yargı erki KHK’larla tamamen ortadan kaldırıldı. Basının, üniversitelerin sesi kesildi; HDP’li belediyelere kayyumlar atandı, parti eş başkanları, milletvekilleri, belediye başkanları tutuklandı. Türkiye hızla otokratik bir rejimle yönetilir hale geldi.
84 milyon kişi tek adamla yönetildi
Nisan 2017’de yapılan referandumla gerçekleşen anayasa değişikliği ve Haziran 2018’de yapılan cumhurbaşkanlığı seçimleriyle birlikte otokratik rejim ‘kalıcı’ hale getirildi. Artık hukukun, demokratik kazanımların bir hükmü kalmadı her konuda tek söz sahibi ‘saray’ oldu; 84 milyon Türkiye yurttaşı saraydaki bir tek adamın ağzından çıkan sözle yönetilir hale geldi.
Topluma baskı kuruldu
Sermaye kesimi ve kapitalizmin yönlendirici kurumları -ekonominin içinde bulunduğu krizin ancak otoriter bir rejimle yönetilebileceğini düşündüğünden olsa gerek- otokrasinin kurumsallaşmasına itiraz etmediği gibi bu durumu destekledi. Zira saray aldığı kararlarla toplumun ödediği vergilerle, satılan kamu malları ve arazileriyle, verilen imtiyazlarla elde edilen kaynağı; vergi afları, istisnalar, teşvikler, teminatlar vs aracılığıyla sermayeye aktardı. Savaş politikaları, silah sanayine yapılan harcamaları arttırdı ve silah üretimi teşvik edilerek yerli sermaye için de kârlı bir yatırım alanı haline geldi. Bu arada hakkını arayan emekçiler, köylüler, kadınlar, öğrenciler, kültürel ve siyasal haklarını savunanlar, barışı dillendirenler üzerinde şiddet uygulanarak baskı kuruldu.
Küresel ekonomiden kopuş
AKP’nin 2015 sonrasında otoriter bir anlayışla toplumu sindirerek uyguladığı yönetim anlayışında yüzde 20’leri aşan işsizlik, yüzde 50’leri bulan enflasyonun yarattığı toplumsal sorunlar devasa boyutlara ulaşırken yolsuzluklar, usulsüzlükler üzeri örtülemez hale geldi. Böylece AKP ve Cumhur İttifakı’ndaki ortağı MHP’nin toplumsal desteği öylesine düştü ki -daha öncekiler gibi şaibeli bir seçimde dahi- iktidar olma olasılığı kalmadı. Bu koşullarda AKP, kendisini iktidara getiren ve iktidarını bugüne kadar sürdürmesini sağlayan, kurallarını kapitalizmin uluslararası kurumlarının belirlediği “ekonomi oyununu” oynamaktan caydı. Küresel ekonomiden kopuş anlamı taşıyan ve ekonomiyi altüst edeceği, büyük bir çöküşe neden olacağı bilinerek faiz indirimine gidilmesi bunun en açık göstergesidir.
Daha büyük felaketler olası
Türkiye’nin küresel ekonomiden kopması ve sermayenin çıkarlarını kollayan oyundan çekilmesine hiçbir itirazım olmayacağı gibi kapitalizmin tahribatına bir son vermek için bunun gerekli olduğunu da düşünenlerdenim. Ancak bunu varlığını küresel sermayeye borçlu olan ve 19 yıldır topluma ve doğaya geri dönüşü on yıllar alacak ölçüde zarar veren politikaları emir telakki ederek uygulamış, “çöküşün mimarı” olan bir partinin bu manevrasının inandırıcılığı yoktur. Aksine tüm devlet olanaklarını elinde bulunduran otokratik bir iktidarın bekasını sürdürmek için ülkeyi çok daha büyük felaketlere sürükleme olasılığı son derece yüksektir.
Mücadeleyi ortaklaştırmak gerekli
Sözün özü: Türkiye’de sadece ekonomi değil, tüm kurumlarıyla birlikte devlet mekanizması çökmüştür. Bu çöküş, uluslarası kurumların iflas etmiş politikalarını uygulatmak için atadığı teknokratlarla yani yeni Turgut Özallar, Tansu Çillerler, Kemal Dervişlerle durdurulamaz. Türkiye ekonomisinin istikrara kavuşması siyaset kurumunun; hukukun, demokrasinin, insan haklarının esas alındığı bir çerçevede yeniden yapılanmasıyla olabilir. Bunun için de mevcut siyasi ve iktisadi egemenler dışında toplumun tüm kesimlerinin (emekçilerin, kadınların, gençlerin, ekoloji için, siyasal ve kültürel hakları için, inançları için mücadele edenlerin); dünün, bugünün muhasebesini doğru yaparak geleceği gören bir bakışla “hukukun üstünlüğü, demokrasi, insan hakları temelinde” sınıfsal bir perspektifle mücadelesini yükseltmesi ve bu mücadeleyi ortaklaştırması gerekmektedir!