18 Aralık 2021
AKP politikalarının neticesi olarak Türk parası süratle değer kaybederken emek ve tüm varlıklar değersizleşiyor, beraberinde de ücretliler, küçük üretici, küçük esnaf ve çiftçilerden oluşan toplumun önemli bölümü hızla yoksullaşıyor. Daha önce yaşanan benzer krizlerden farklı olarak, özellikle son 20 yılda gıda başta olmak üzere temel tüketim mallarında dışa bağımlı hale gelinmesi, kaçınılmaz olarak yoksulluğun yanı sıra kitlesel açlık sorununun da baş göstermesine neden olacak. Yine bu dönemde esnek ve güvencesiz çalışmanın yaygınlaşması, kamu hizmetlerinin piyasaya devredilmesi ve sosyal devletin tasfiye edilmesi gibi politikalar; krizin toplumsal etkilerini çok daha ağırlaştıracak. Ve kur artışıyla yükselen maliyetlerin fiyatlara yansıması enflasyonu üç haneli rakamlara tırmandıracak. Çöküş tencereye, sofraya yansıdıkça tepkiler daha da artacak.
“Ekonomik OHAL” söylentilerini olası tepkileri baskılama çabası olarak görebiliriz. 41 yıldır, amacı işçi sınıfını ezmek olan 12 Eylül darbe rejimiyle yönetilen Türkiye’de 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında ilan edilen OHAL’in, otokrasiyi darbe rejiminin de ötesine taşıdığını; 16 Nisan 2017 referandumuyla beraber bu düzenin kalıcı hale geldiğini hatırlatmakta yarar var. Bu bağlamda Türkiye’de zaten darbe rejiminden daha katı otokratik bir yapı hakim ve otokrasi emekçileri, ezilenleri, ayrımcılığa uğrayan kesimleri “yola getirmek” için kullanılmakta. Dolayısıyla OHAL’in yeniden gündeme getirilmesi, siyasi iktidarın tüm hukuksuz baskılara rağmen ortaya çıkması muhtemel toplumsal hareketlerden korkmakta olduğunu gösteriyor.
Yoksullaşmanın böylesine hızlı olduğu bir süreçte toplumdan gelecek tepkilerin önceki dönemlerden çok daha yaygın ve güçlü olması sürpriz olmaz. Sağlık emekçilerinin eylemleri ve TTB’nin bir günlük g(ö)revi; DİSK’in geçen hafta KESK’in bu hafta düzenlediği mitingler; “GEÇİNEMİYORUZ” ya da “BARINAMIYORUZ” temalı eylemler; üniversitelerde -faşist baskılara rağmen- öğrencilerin gerçekleştirdikleri ekonomik kriz konulu etkinlikler ve özellikle toplu sözleşme sürecindeki metal işçileri ile gıdadan tekstile birçok sektörde işçilerin artan tepkisini, yükselmesini beklediğimiz toplumsal mücadelelerin öncülü olarak kabul edebiliriz.
Ekonomik çöküşün etkileri arttıkça toplumsal hareketlerin de artacağını söylemek için kâhin olmaya gerek yok. Ancak bunun ne ölçüde etkili olacağını kestirmek çok kolay değil. Çünkü toplumsal hareketlerin etkisi, doğru zamanda doğru araç ve yöntemlerin kullanmasına bağlı. Her kriz/çöküş dönemi gibi bugün de, toplumsal hareketlerin etkili olabilmesi için en doğru zamandır. Örgütlülüğün zayıf olduğu, sürekli bir mücadelenin oluşmadığı koşullarda toplumsal hareketler; mevcut sendika ve/veya siyasi partileri, mücadelenin aracı haline getirir.
Türkiye’de en büyük işçi konfederasyonu Türk İş, asgari ücret belirleme sürecinde de görüldüğü gibi bırakın emekçilerin haklarını korumayı, hükümetin dahi gerisinde bir kabulle masaya oturdu, emekçilerin örgütü olmak yerine Cumhur İttifakı’nın destekçisi olduğunu bir kez daha gösterdi. Hak İş’in de ondan geri kalır yanı yok. DİSK ve KESK bu konuda önemli birer seçenek ama onların da bu süreçte toplumsal hareketlerin odağı olabilmek için sahip oldukları perspektifi ciddi biçimde gözden geçirmeleri -meselâ bir genel grevi acilen gündemlerine almaları- gerekir.
Muhalefet partilerinin AKP sonrası iktidar alternatifi olabilmelerinin koşulu, bu süreçte toplumsal tepkileri sahiplenip mücadelenin aracı haline gelebilmesidir. Örneğin önümüzdeki dönem enflasyonu belirleyecek olan TL’nin değer kaybı dikkate alındığında emekçileri geçen yıla göre ABD doları bazında yüzde 28.5 yoksullaştıran asgari ücret için Genel Başkanı "4 bin 250 lirayı yadırgamıyoruz. Enflasyonu, fiyat artışlarını kontrol ederlerse en azından asgari ücretli kardeşlerimiz biraz nefes alarak sürdürebilir” diyen CHP’nin önümüzdeki dönemde iktidar olma şansı neredeyse “sıfır”dır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder