6 Şubat 2021 Cumartesi

Az gittik uz gittik ÜDD’ye geldik!


6 Şubat 2021

HDP’ye yönelik bitmek bilmeyen baskılar ve partiyi kapatma çabaları, Boğaziçi Üniversitesi kayyumuna karşı çıkan öğrenciler ve hakkını arayan herkese yönelik şiddet ve son olarak da yeni bir anayasa hazırlığının gündeme getirilmesi… Bunlar  AKP-MHP ittifakının son bir haftada akla ilk gelen icraatları.

Sormak gerekiyor: Ekonomik krizin günden güne derinleştiği, işsizliğin, yolsuzluğun, eşitsizliklerin arttığı, artan gıda fiyatları nedeniyle halkın açlıkla karşı karşıya kaldığı, sağlıktan eğitime sistemin tüm sosyal kurumlarının çöktüğü bir ortamda iktidar, bu sorunlara çözüm bulmak yerine neden bunlarla uğraşır? Sorunun yanıtı için Türkiye siyasal sistemine kısaca göz atmak yerinde olur:

Türkiye, henüz Cumhuriyet ilan edilmeden 1923 Şubat’ında yapılan İzmir İktisat Kongresi’nde liberalizmi benimsemiş, aradan geçen 98 yılda da bu beyana sadık olduğunu her fırsatta deklare etmiştir. Liberalizmi benimsemek, sadece ekonomide değil siyasette de liberal demokrasi anlayışı ile ifade edilen temel ilkelere uymayı gerektirir. Yani ekonomide olduğu kadar siyasette de serbest rekabete dayandığını iddia eden bir sistemdir ve hem ekonomide hem siyasette burjuvazi ve onunla ittifak halindeki kesimlerin çıkarlarını önceler, dahası kapitalizmin dönemsel ihtiyaçları doğrultusunda ilkelerinden ödün vermekten kaçınmaz.

Tekelleşmeye her daim eğilimli olan kapitalizmde serbest rekabet, gerçekleşmesi mümkün olmayan ideolojik bir söylem olmaktan ibarettir. Aynı durum siyasetteki rekabet için de geçerlidir. Liberal demokrasi, toplumun tüm kesimlerinin katılımını sağlayan çoğulcu bir anlayıştan uzak, egemen sınıfın iktidarını güvence altına almayı amaçlar. Ancak söylemde eşitlik, özgürlük, demokrasi, çoğulculuk gibi kavramları dilinden düşürmez; sermaye dışı toplum kesimlerinin kendi iradeleriyle (milli irade, halk iradesi vs) yönetildikleri hissini yaratarak varlığını meşrulaştırmak ister.

Demokrasinin tek yolunun seçimler olduğu varsayımını öne süren liberal demokrasi, 19. yüzyılda işçi sınıfı mücadelesi ve 1960’larda yükselen toplumsal mücadelelerin de etkisiyle çoğulculuk yönünde bir nebze gelişmiş, seçim süreçleri de bundan nasibini almıştır. Liberal demokrasinin seçimlere ilişkin ilkeleri şöyle özetlenebilir:

* Yönetime seçilen politikacıların, seçmenlerin taleplerini dikkate alması için bir dahaki seçimlere kaybedeceklerini bilerek girmeleri gerekir. Bunun için denge-kontrol mekanizmasını oluşturmak üzere yasama, yürütme ve yargıdan oluşan “erkler ayrılığı” ilkesi geçerli olmalıdır.

* Seçimler yarışmacı olmalı. Birçok aday ve parti seçimlere eşit koşullarda katılmalı; seçmene farklı program ve politikalar arasından seçme hakkı verilerek “siyasal çoğulculuk” sağlanmalıdır.

* Toplumun tüm kesimleri eşit oy hakkına sahip olmalı, “siyasal eşitlik” sağlanmalıdır.

* Seçimler, seçmenin çıkarlarının bilincine vararak, rasyonel karar vermesini sağlamak üzere tam ve bağımsız bilgiye sahip olabildiği “özgür bir ortamda” gerçekleşmelidir. Bunun için düşünce ve ifade; toplantı, gösteri ve yürüyüş özgürlüğü sınırlanmamalıdır. Öte yandan basın özgürlüğü engellenmeden uygulanmalı; iktidar, basını baskı altına alarak manipüle edememelidir.

* Örgütlenme özgürlüğü sağlanarak, toplumda farklı çıkar gruplarının kendisini ifade etmesi ve siyasal baskı aracı olabilmesi sağlanmalıdır.


Liberalizme sadakatini her fırsatta tekrar etse de Türkiye’nin liberal demokrasiyle arasında daima mesafe olmuştur. Bunda politikacıların bağımsız tasarruflarından ziyade ulusal ve uluslararası sermaye ile egemen devletlerin teşviki ve onayı vardır. Toplumsal mücadelenin yükselmesiyle çoğulcu demokrasinin filiz vermeye başladığı kısa dönemler olmuşsa da bu dönemler egemen güçlerin baskısıyla gerçekleşen darbelerle son bulmuştur.

Kuruluşundan 15 ay sonra katıldığı 2002 genel seçimlerinde birinci parti olan AKP’nin bu seçim başarısı aynı zamanda liberal demokrasinin başarısı olarak da görülmüş ancak AKP, iktidarda bulunduğu sürenin büyük bölümünde kendisinin statükocu olarak tanımladığı kurumlar ve yasalar tarafından antidemokratik biçimde engellendiğini iddia ederek yasama, yürütme ve yargının tek elde toplanmasını sağlamış; ardından 15 Temmuz ve OHAL’le birlikte tek adam rejimini tesis etmiştir.

AKP-MHP ittifakında cumhuriyet tarihi boyunca liberal demokrasiyle zaten mesafeli olan bağlar hiç olmadığı kadar kopmuştur. O halde yeni durumda mevcut düzen nasıl tarif edilebilir?

Türkiye’de mevcut rejimin, demokrasinin hiçbir biçimiyle anılması mümkün gözükmemekle birlikte, “daha çok eski sömürge ülkelerde geçerli olan ve Üçüncü Dünya Demokrasisi (ÜDD) olarak tarif edilen düzen”le benzerliği kurulabilir. Karizmatik bir lider tarafından yönetilen tek partinin güdümünde olan ÜDD için dış güçlerin tehdidine karşı bağımsızlık mücadelesi temel gerekçe olarak sunularak milli birlik ve dayanışma duyguları öne çıkartılır. Toplumu buna ikna etmek için ise siyasal çoğulculuğun, ülkenin parçalanmasına yol açabileceği kaygısı yaratılır, böylece “milli bütünlük ve siyasal düzenin sadece tek parti ve tek adam tarafından sağlanabileceği algısı” oluşturulur.

Demokratik seçimlerin olmaması, karizmatik liderin ve yönetici partinin yozlaşarak halkın genel çıkarları yerine kendi çıkarlarına hizmet etmesi ÜDD’nin toplumda yarattığı en büyük tehlikedir.

Hele iktidar partisi ordu ve polis gücü üzerinde tam kontrole sahipse muhaliflere yönelik baskılar çok daha tehlikeli bir hal alır. Bu arada toplumun, baskın iradeye inancı azaldıkça ve demokrasi talebi yükseldikçe her alanında baskı ve şiddet de buna paralel olarak artar. Irak’ta Saddam, Filipinler’de Marcos yönetimi ÜDD için verilecek en tipik örneklerdir.

HDP’ye ve diğer muhalefete yönelik baskıları, hak arayan her kesimin şiddete uğramasını ve yeni anayasa fikrinin gündeme getirilmesini ÜDD bağlamında ele almak; Türkiye toplumunun karşı karşıya olduğu büyük tehdidi ve mücadele perspektifini bu çerçevede değerlendirmek gerekir!

 

Hiç yorum yok: