20 Haziran 2025 Cuma

Ekonomik ve ekolojik şiddet daha ne kadar sürecek?

                                21 Haziran 2025


Derinleşen ekonomik krizle birlikte toplumsal meşruiyeti zayıflayan AKP/saray rejimi, halka yönelik ekonomik ve ekolojik şiddeti giderek arttırıyor.


Ekonomik şiddetin en açık belirtisi şüphesiz, yüksek enflasyon karşısında her geçen gün daha fazla eriyen ve emekçilerin önemli bir kısmı için açlık sınırının altında kalan ücretlerdir. Hükümet geçen yıl sonunda enflasyonu düşürecekleri iddiasıyla asgari ücreti 2025 yılı için hedefledikleri enflasyon oranına göre belirledi. Ancak enflasyonla mücadele programı başarısız oldu; yılın ilk ayından itibaren hedefler şaştı ve asgari ücret, beslenme ve barınma gibi temel ihtiyaçların bile karşılanamadığı bir seviye olan açlık sınırının altına düştü. 


2025 yılının ilk beş ayında TÜİK verilerine göre enflasyon yüzde 15.09 olarak açıklanırken, İstanbul Ticaret Odası (İTO) verilerine göre yüzde 20’ye yaklaştı. Enflasyon Araştırma Grubu (ENAG)’na göre ise yüzde 26’yı buldu. Memurlara temmuz ayında yapılacak ücret artışında ilk altı aylık enflasyon dikkate alındığı için TÜİK, zaten gerçekleşenin çok altında açıkladığı enflasyonu, her haziranda, çok daha düşük açıklamayı alışkanlık haline getirmiş durumda. Hükümet de aynı nedenle vergi artışı; elektrik, akaryakıt vb fiyat düzenlemelerini genellikle temmuz ayına bırakıyor. Gerçi İran-İsrail savaşı nedeniyle artan petrol fiyatları gerekçe gösterilerek yapılan zamlar şimdiden ardı ardına gelmeye başladı ama temmuzdan itibaren zam yağmurunun artması ve iğneden ipliğe tüm ürünlerin ve hizmetlerin fiyatına yansıması sürpriz olmaz.


Ücretlerin satın alma gücü düşerken ve emekçiler gıda, barınma gibi en temel ihtiyaçlarını bile karşılayamazken Erdoğan,"Asgari ücrete ara zam var mı?” sorusunu “Söyledim ya!” gibi anlamsız bir ifadeyle geçiştirdi. 600 binden fazla kamu işçisini ilgilendiren Kamu Çerçeve Protokolü görüşmelerinde üç ayı aşkın süredir hükümet tarafından oyalanarak masaya getirilen teklif nihayet açıklandı. Teklifte 2025’te geçtiğimiz altı ay için yüzde 16, ikinci altı ayı için yüzde 8 olmak üzere toplamda yüzde 25.28 artış öngörülüyor. Bu oran, bırakın geçmiş dönemde eriyen ücretleri telafi etmeyi, -TÜİK’in gerçek dışı verilerine göre bile- 2025’in ilk altı ayındaki enflasyon artışını dahi karşılamıyor. Enflasyonla mücadele programının başarısızlığı bir yana, savaşla beraber enerji fiyatlarında gerçekleşmesi muhtemel sıçrayış, yılın ikinci yarısında hayat pahalılığının ilk altı aydan yüksek olacağı ihtimalini arttırıyor. Bu da ücretlerin satın alma gücünün önümüzdeki dönem çok daha hızlı düşeceği anlamına geliyor. 


İşçileri, sendikaları, toplu pazarlık sistemini yok saymakla, değersizleştirmekle kalmayıp hakaret kabilinden olan bu teklif karşısında Türk İş ve Hak İş etkili bir direnç göstermezse sadece kendileri değil Türkiye işçi hareketi için telafisi zor bir darbe alacak. Bu da tüm iş kollarında, kamuda ve özel sektörde, mavi ve beyaz yakalı tüm emekçilerin yoksulluğunda artış ve zaten kötü olan çalışma koşullarının daha da kötüleşmesi anlamına gelecek. 


AKP/saray rejimi, içinden çıkamadığı krizi aşmak için emek sömürüsünü derinleştirmekle yetinmeyip zeytinlikleri, meraları, ormanları, tarım alanlarını da madenlere açıyor, enerji şirketleri için yatırım (kâr) alanı haline getiriyor. 19 Haziran’da TBMM’ye getirilen torba yasa teklifinde yer verilen bu düzenlemeler ile iktidar, ekolojik şiddetin de son örneğini sergiliyor.


Halktan, meslek örgütlerinden, bilim insanlarından gizlenerek hazırlanan bu kanun teklifi, yerel halkın da içinde yer aldığı denetleyici kurulları etkisiz hale getirerek doğa talanının önündeki tüm engelleri kaldırılmayı amaçlanıyor. “Yangından mal kaçırırcasına” yasalaştırılmaya çalışılan kanun teklifinin görüşüleceği Komisyon’a çevre ve meslek örgütü temsilcilerinin katılmasına engel olunduğu yetmezmiş gibi iktidar milletvekilleri bu temsilcileri tartaklayarak fiziki şiddet uygulamaktan da geri durmuyor.


Peki iktidarın tüm baskı araç ve yöntemlerini kullanarak gerçekleştirmeye çalıştığı emek ve doğa sömürüsünün kazananı kim oluyor?


AKP’nin 22 yıldır uyguladığı politikaların sonucunda Türkiye’de servetin küçük bir azınlığın elinde birikirken, toplumun çok geniş kesiminin giderek yoksullaştığına ilişkin birçok veri mevcut. Bunlara geçtiğimiz günlerde yayımlanan İsviçre merkezli finans kuruluşu UBS’nin hazırladığı Küresel Servet Raporu 2025 de eklendi. Rapora göre 2024 yılında reel servetin yüzde 21 gerilediği Türkiye, dünyada dolar milyoneri sayısının en hızlı arttığı ülke olmuş. Dünya genelinde dolar milyoneri sayısı yüzde 1.2 artarken Türkiye’de yüzde 8.4 artmış ve 2024’te dolar milyoneri sayısı 7 bin kişi artarak 68 bin kişiye ulaşmış. Rapor’a dahil edilen 56 ülke içinde enflasyondan arındırılmış verilere göre Türkiye, servet dağılımının en kötü olduğu ülke olurken, gelir eşitsizliği bakımından en kötü dokuz ülke arasına girmiş (https://www.ubs.com/us/en/wealth-management/insights/global-wealth-report.html). 


Bir yanda küçük bir azınlığın elinde biriken müthiş bir servet, diğer yanda bu servetin kaynağı olan müthiş bir emek ve doğa sömürüsü… Türkiye’de ekmeğini kendi emeğiyle kazanan işçiler, çiftçiler, küçük üreticiler maruz kaldıkları bu ekonomik ve ekolojik şiddet karşısında tepkisizliğini ne kadar sürdürür, eşitsizlik üreten bu rejimi daha ne kadar sırtında taşır bilemiyorum ama topyekûn bir mücadele örgütlenemediği sürece ödenen bedelin her geçen gün artacağı aşikârdır!


13 Haziran 2025 Cuma

15-16 Haziran’ı anmanın dayanılmaz ağırlığı…

                            14 Haziran 2025

15-16 Haziran 1970’te gerçekleşen işçi direnişine dair birkaç söz etmeden önce bu direnişi, aradan geçen 55 yıla rağmen Türkiye işçi sınıfı tarihinin en önemli direnişi olarak anmanın hüznünü yaşadığımı belirtmek isterim.

1970’ten bu yana, dünyada en büyük kaybedenin emekçiler olduğu büyük bir dönüşüm yaşandı. Türkiye, neoliberalizm adı verilen bu dönüşüm sürecinden en çok etkilenen ülkelerin başında geldi. Askeri darbelerin, ekonomik krizlerin ve giderek otoriterleşen rejimin hedefinde hep işçi sınıfı vardı. Ancak Türkiye işçi sınıfı bu dönüşüme karşı 15-16 Haziran’ı aşacak bir direnç gösteremedi. Bu direnişi gerçekleştirenlerin önemli bir kısmı bugün hayatta değil, bugünün emekçilerinin de büyük kısmı o günlerde henüz doğmamıştı. Mücadele hafızasını diri tutmak adına bu şanlı direnişi -o zamandan bu zamana bunu aşan bir başka direniş olmadığı için- anmak, tüm ağırlığına rağmen halen önemli!

Ne olmuştu 55 yıl önce?

1970’te Meclis’in iki büyük partisi (AP ve CHP), hemen hiçbir konuda anlaşamazken sermayenin kendilerine verdiği “direktif” doğrultusunda elbirliği ederek sendikal hak ve özgürlükleri düzenleyen yasalarda (274 ve 275 sayılı yasalar) işçilerin sendika seçme ve sendika değiştirme hakkını engelleyen bir yasal düzenleme yaptı. Amaç giderek güçlenmekte olan işçi sınıfı hareketini ve özellikle de bu hareketin öncülüğünü yapan DİSK’i engellemekti. İşçiler, sendikalarına ve haklarına sahip çıkmak için 15-16 Haziran’da başta İstanbul olmak üzere Ankara, Adana, Bursa ve İzmir’de direnişe başladı. Sonuçta işçi sınıfı sermayenin kapalı kapılar ardındaki oyunuyla çıkan yasayı, sokakta yürüttüğü mücadeleyle geri aldırmayı başardı.

15-16 Haziran’ın başarıyla sonuçlanmasının yanında onu diğer işçi eylemlerinden ayıran en önemi özelliği, direnişin ekonomik ve sosyal haklar için değil örgütlenme hakkının savunulması için yapılmış olmasıydı. Bu direnişi gerçekleştiren işçiler, örgütlenme hakkı olmadan diğer hakların geliştirilemeyeceğinin ya da korunamayacağının bilincindeydi. Elbette bu bilincin kazanılmasında en önemli etken, emekçilerin mücadele aracı olarak güvendikleri, inandıkları bir örgüt olan DİSK’in varlığıydı.

15-16 Haziran’ın Türkiye işçi sınıfı hareketi için diğer bir önemi, direnişin sendikaların planladığı ve işçiyi yönlendirdiği değil, işçinin sendikayı harekete geçirdiği bir eylem olmasıydı. Yani direniş sendikalar tarafından tepeden yönlendirilmemiş, işçiler sendikaları harekete geçmeye zorlamıştı.

15-16 Haziran’ın bir başka özelliği ise 1970’li yıllar boyunca giderek güçlenen işçi sınıfı mücadelesinin nirengi noktası olmasıydı. AP ve CHP’yi işçi düşmanlığında birleştiren ve 15-16 Haziran direnişine neden olan yasama süreci emekçilere yönelik neoliberal saldırının öncülüydü ve bu direnişle birlikte işçi sınıfının bu saldırıya geçit vermeyeceği görüldü. Bunun üzerine işçi sınıfının önü 12 Mart 1971 darbesiyle kesilmeye çalışıldı. Ancak darbeye rağmen işçi sınıfı, 15-16 Haziran’da da başarıyı getiren sınıf bilinci ile hareket ederek 70’li yıllar boyunca daha da güçlendi ve 12 Eylül darbesine kadar önemli kazanımlar elde etti.

12 Eylül darbesi bir taraftan işçi sınıfını ve tüm toplumsal muhalefeti baskı altına alırken diğer taraftan da 24 Ocak kararlarıyla uygulamaya konulan neoliberal dönüşümü yaşama geçirdi. Böylece üretim ilişkilerinden başlayarak tüm kurumsal yapılar, toplumsal ilişkiler ve daha önemlisi toplumun değer yargıları değişmeye başladı. Böylece birlikte mücadele ve dayanışma yerini rekabete ve bireysel çıkarların öncelenmesine bıraktı. Bunun en yakın örneğini, geçtiğimiz günlerde İzmir Belediyesi’nde -Belediye Başkanı’nın da kışkırtmasıyla- grevdeki işçilere yönelik kendisi de emeğiyle geçinenlerden oluşan bir kesimin aldığı düşmanca tutumda gördük. Emekçileri birbirine düşürmeyi başaran “işçi düşmanı” belediye yönetimi, bundan cesaret alarak sendikaları toplu işten çıkartma ile tehdit etmeye başladı bile…

15-16 Haziran’da örgütlenme hakkını savunmak için ülkenin dört bir yanında direnen bir sınıf anlayışının, bugün örgütlü mücadele ile hakkını arayan emekçilere karşı çıkan bir anlayışa evrilmesi son derece hazindir. İster beyaz ister mavi yakalı olsun ister fabrikada isterse madende ya da hastanede çalışıyor olsun emekçilerin örgütlü mücadeleye katılmak yerine hakları için mücadele edenlere karşı çıkan yaklaşımı ile kazananın sermaye, kaybedenin ise tüm emekçiler olacağı aşikârdır.

Tarih, örgütlenme hakkını savunmak için gerçekleştirilen 15-16 Haziran direnişinin önemini teyit etmiş; emekçilerin sınıfına yabancılaşması ve örgütlenmekten uzaklaşarak birbiriyle rekabete sürüklenmesinde mücadeleyi engelleyen yasaların da önemli rolü olmuştur. Emekçilere hiçbir söz hakkı verilmeden sermayenin çıkarları doğrultusunda çıkarılan yasalara karşı Emek Partisi öncülüğünde, birçok işyerinde emekçilerle görüşülüp tartışılarak “Barajsız sendika, yasaksız grev, güvenceli iş” talebini içeren bir yasa teklifi hazırlanmıştır. 15-16 Haziran’ın yıl dönümünde Meclis’e sunulacak olan yasa teklifi, işçilerin doğrudan yasama sürecine katılarak, hakları üzerinde söz kurma iradesine sahip olabileceklerini anımsatmasının yanı sıra demokrasi mücadelesinin önünü açması bakımından da son derece önemlidir!


7 Haziran 2025 Cumartesi

İzmir’in şişmanı, işçi düşmanı!

                                7 Haziran 2025

Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC)’un 2025 Küresel Haklar Endeksi 2025, geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Türkiye, 2016’dan bu yana olduğu gibi yine hak ihlallerinin ve çalışma koşullarının dünyada en kötü olduğu 10 ülke arasında yer alıyor. Ayrıca OECD’nin çalışan yoksulluğu, gelir eşitsizliği, çalışma sürelerinin uzunluğu, işsizlik vb konularda karşılaştırmalı verilerine göre de Türkiye, en kötü ülkeler içinde yine en ön sıralarda bulunuyor.

Uluslararası kurumların hazırladığı raporlara da yansıyan bu tablo, AKP iktidarının 22 yıldır uyguladığı neoliberal ekonomik programla doğrudan ilgili elbette. Ancak ITUC, OECD vb. kurumların hazırladığı raporlarda yer alan diğer ülkelerin de hemen hepsi AKP gibi yıllardır neoliberal politikaları uyguluyor. Buna rağmen Türkiye’de sosyal dengenin ve gelir eşitsizliğinin onlardan çok daha kötü olması, AKP’nin kurduğu otoriter rejim sayesinde hak mücadelelerine -özellikle sendikal hak ve özgürlüklere- yönelik baskı ve şiddeti daha acımasızca uygulayarak zorla rıza üretmesinden kaynaklanıyor.

Türkiye’de emekçilerin içinde bulunduğu son durumu TÜİK’in geçtiğimiz günlerde açıkladığı istihdam ve enflasyon verileri üzerinden okumak mümkün. TÜİK’in tamamen iktidarın yönlendirmesiyle hazırladığı veriler bile ekonomik ve sosyal çöküntünün üzerini örtemiyor. Örneğin geçtiğimiz yıldan bu yana geniş tanımlı işsizlerin 1 milyon 200 bin kişi artarak yüzde 32.2’ye ulaştığı, istihdam oranınınsa yüzde 49.3’ten yüzde 48.8’e düştüğü saklanamıyor.

İşgücü piyasasında durum giderek kötüleşirken, ücretler de enflasyon karşısında erimeye devam ediyor. DİSK-AR’ın TÜİK verilerine dayanarak hazırladığı rapora göre, yılbaşından bu yana asgari ücret enflasyon karşısında 3 bin 336 TL, en düşük emekli aylığı 2 bin 183 TL ve en düşük memur maaşı 8 bin 439 TL erimiş. Yine aynı rapora göre, 2025’in ilk beş ayında enflasyonun emek gelirlerine (ücret, maaş ve aylık) toplam faturası ise en az 198 milyar 200 milyon TL olmuş.

Mayıs ayı için Türk İş’in açıkladığı açlık sınırı 25 bin 092 TL, yoksulluk sınırı ise 81 bin 733 TL. Bugün ücretle çalışanların yarıya yakını 22 bin 104 TL asgari ücretle çalışırken emeklilerin önemli bir kısmı için geçerli olan en düşük emekli aylığı 14 bin 469 TL. Yani Türkiye’de ücretli çalışanların ve emeklilerin çok büyük bölümü açlık sınırının altında bir gelirle yaşamlarını sürdürürken çalışanların çok küçük bir kısmı yoksulluk sınırı ve onun üzerinde bir gelir elde edebiliyor.



Bu tablo karşısında işverenle toplu sözleşme masasına oturan bir sendikadan ne beklenir? Elbette “eşit işe eşit ücret” ilkesini de gözeterek yoksulluk sınırının altına düşmeyecek bir ücreti elde edene kadar herhangi bir sözleşmeye imza atmaması, bu rakamı elde edene kadar -grev başta olmak üzere- her türlü mücadele aracını kullanması beklenir.

İzmir’de belediye işçilerinin de sendikalarından beklentisi buydu; 23 bin işçi büyük bir coşkuyla greve gitti ve her türlü zora karşı direneceklerini, kendilerini açlığa, yoksulluğa iten politikalara rıza göstermeyecekleri konusunda kararlı olduklarını gösterdi. Ancak bu grev, siyasi iktidarı ve sermayeyi çok kaygılandırdı. Zira emek sömürüsünün hiç olmadığı kadar derinleştiği bir dönemde kamu hizmetlerini durduracak bir grevin başarıya ulaşması, sömürüye karşı yıllardır sesini yüksel(e)temeyen emekçilerin üretimden/hizmetten gelen güçlerinin bilincine varmalarını sağlayabilir ve grev dalgası hızla yayılabilirdi. Özellikle önümüzdeki günlerde gerçekleşecek olan ve 600 bin işçiyi kapsayan kamu sözleşmelerinde yükselecek bir grev dalgası sadece ekonomik sonuçlar doğurmaz, 89 Bahar Eylemleri’nin ANAP iktidarının sonunu hazırladığı gibi AKP iktidarının da sonunu getirebilirdi. Ama sendika -maalesef- işçilere rağmen, onları yoksulluk sınırının altına mahkum edecek bir sözleşmeye imza attı ve grev sona erdi.

Bu arada büyük bir grev dalgasının önünü açabilecek olan “İzmir belediye işçilerinin grevini kırma” görevini CHP’li belediye başkanı Cemil Tugay üstlendi. Hem de iktidarın CHP’ye ve CHP’li belediyelere yönelik baskılarının giderek arttığı ve parti yönetiminin bu baskılara teslim olmamak için toplumsal desteği arkasına almaya çalıştığı bir dönemde…

Son seçimlerde birinci parti konumuna geldiği için iktidarın ablukası altına alınmış bir partiye mensup belediye başkanından, belediyelerin mali sorunlarının iktidarın muhalif belediyelere yönelik çöktürme politikasının sonucu olduğunu açıklayıp, her şeye rağmen işçilerin son derece meşru olan taleplerini karşılaması beklenmez mi?

Cemil Tugay, AKP’nin emek düşmanı politikalarını deşifre ederek iktidarla işçileri karşı karşıya getirmek yerine kendisi işçi düşmanlığına soyundu; gerçek dışı beyanlarla halkı işçilere karşı kışkırtmaya çalıştı ve grevi kırıcılığı yaptı. Ne yazık ki bu ahlak ve hukuk dışı çabalar, her fırsatta DEM Parti’yi barış görüşmeleri yaptığı için AKP’ye destek vermekle suçlayan ve ağzından hukuk, demokrasi kavramlarını düşürmeyen bir kısım CHP’linin de hakkını arayan işçilere karşı tutum almasını sağladı. Oysa işçi düşmanlığı yapan Tugay, büyüyecek bir grev dalgasını engelleyerek önünde siper olduğu AKP/saray iktidarına en büyük desteği vermiş oldu!

89 Bahar Eylemleri’nde emek düşmanı politikaları savunan dönemin başbakanı Turgut Özal için işçiler “Çankaya’nın şişmanı, işçi düşmanı!” sloganını üretmişti. AKP iktidarı emek düşmanlığında Özal’a rahmet okutmasına rağmen, İzmir’in CHP’li belediye başkanı AKP’nin emek düşmanı politikalarını sahiplenmiş oldu. Belediye işçileri -nezaket gereği olsa gerek- Özal için üretilen sloganı Tugay’a uyarlamadılar. Oysa koşulların benzerliğini anımsatmak bakımından, böylesi bir göndermenin yerinde olacağını düşünüyorum:  “İzmir’in şişmanı, işçi düşmanı!”