Demokrasinin karın doyurup doyurmayacağının en somut yanıtı, uluslararası istatistiklerde demokrasi, hukukun üstünlüğü vb. ile yoksulluk, gelir eşitsizliği gibi endeksler arasındaki ilişkide bulunabilir.
The Economist dergisine bağlı bir araştırma ve analiz kuruluşu olan Economist Intelligence Unit (EIU)’in her yıl yayımladığı Dünya Demokrasi Endeksi, 2024 yılında 167 ülkeyi değerlendirmiş. Buna göre Afganistan, Myanmar, Suriye, Sudan gibi kendi iç barışını sağlayamamış, otoriter rejimler tarafından yönetilen ülkeler demokrasisi en zayıf ülkeler olarak belirlenmiş. Bunlar DB (Dünya Bankası), OECD gibi uluslararası kuruluşların verilerine göre açlığın, yoksulluğun, gelir eşitsizliğinin de en yüksek olduğu ülkelerin de başında geliyor. Buna karşılık Norveç, Finlandiya, İsveç, Danimarka gibi ülkeler demokrasi endeksinde ilk sıralarda yer alırken, yoksulluğun, gelir eşitsizliğinin de en az olduğu ülkeler arasında başı çekiyor.
Türkiye, Dünya Demokrasi Endeksi 2024’te 103. sırada bulunuyor ve Senegal, Meksika, Fas, Gambiya gibi ülkelerle birlikte seçimleri adil olmayan, muhalefeti baskı altında tutulan, yargı bağımsızlığı bulunmayan, yolsuzlukların yaygın olduğu, medyası baskılanan, demokrasi kültürü zayıf olan “hibrit ülke” kategorisinde değerlendiriliyor.
Türkiye’nin demokrasi karnesiyle paralel olarak sosyal eşitsizlikler konusundaki karnesi de oldukça kötü. Bu köşede sıkça gündeme getirildiği gibi OECD, DB, AB, ILO vb. uluslararası kuruluşların verilerine göre Türkiye, çalışma koşullarının ağır, sosyal harcamaların düşük, vergi adaletsizliğinin ve gelir eşitsizliğinin yüksek olduğu ülkeler arasında ilk sıralarda yer alıyor.
Türkiye’de demokrasinin vaziyetini ve sosyo-ekonomik durumunu görmek için karşılaştırmalı uluslararası verilere pek ihtiyaç yok aslında. Demokrasinin düzeyini görmek için mahkemelerin muhalifler için verdiği kararların hukukiliğine, siyasetçi ve gazeteciler başta olmak üzere düşüncelerinden dolayı özgürlüğü kısıtlananlara, halkın iradesini yok sayan kayyum uygulamalarına ve benzerlerine bakmak yeterli. Öte yandan nüfusun önemli bir bölümünü oluşturan asgari ücretlilerin ve emeklilerin beslenme ve barınma gibi temel ihtiyaçlarını bile karşılayamayacak ölçüde yoksulluk ve yoksunlukla karşı karşıya olmaları da sosyo-ekonomik durumu anlamak için kâfi olur sanırım.
Hükümetin 600 binden fazla kamu işçisini ilgilendiren Kamu Çerçeve Protokolü ile getirdiği “2025 için yüzde 25’le sınırlı ücret artışı” teklifine bakılırsa önümüzdeki ay başlayacak toplu pazarlık sürecinde memur statüsündeki milyonlarca kamu emekçisi için de benzer bir öneri getirilmesi sürpriz olmayacaktır. Bu da AKP/saray iktidarının izlediği “emekçileri açlığa razı etme” politikasının asgari ücretliler ve emeklilerle sınırlı kalmayacağını, emekçilerin önemli kısmının önümüzdeki dönemde açlık sınırı civarında bir ücretle yaşamlarını sürdürmek zorunda kalacaklarını göstermektedir.
İktidarın “emekçileri sefalet ücretine ve açlığa mahkûm etme” politikasına karşı sendikaların ve muhalefetin dişe dokunur bir tepki verdiği söylenemez. Bazı sendikalar ve muhalefet partileri asgari ücrete ve emekli aylıklarına ara zam yapılması talebini dillendirseler de iktidarın politikasına direnç oluşturacak ölçüde bir eylemlilik ortaya koy(a)mıyorlar. Ayrıca İzmir Büyükşehir Belediyesi ya da Buca Belediyesi’nde olduğu gibi hakları için demokratik yollarla mücadele eden işçilere karşı ana muhalefet partisi belediye başkanlarının düşmanca tutumu, -CHP içinde farklı düşünenler olsa da- AKP/saray iktidarının demokrasiyi hiçe sayarak “emekçileri açlığa razı etme” politikasını meşru gösterdiği gibi ana muhalefet partisinin de bu politikalara destek verdiği izlenimi yaratıyor.
Demokrasi, baskı ve tahakküm ile hakların ihlal edildiği her alanda yürütülen mücadelelerin toplamında kazanılabilen ve korunabilen bir değerdir. Dolayısıyla emekçilerin açlığa razı olmamak için üretim sürecinde yürütecekleri mücadele son derece önemli olmakla birlikte, toplumsal ilişkilerin bütününde demokrasi sağlanmadan insanca çalışma ve yaşama koşullarına kavuşmaları mümkün değildir. Bu bağlamda hakları için mücadele eden emekçilerin, doğanın talanını engellemek ya da ayrımcılığa uğrayan halkların eşit yurttaşlık mücadelesini sahiplenmesi de gerekir. Aynı şekilde emekçilerin açlığa razı edildiği bir toplumda demokratikleşmenin mümkün olamayacağı unutulmamalı ve farklı alanlarda mücadele yürütenler de emekçilerin mücadelesinin yanında olmalıdır!
Sözün özü: Demokrasi olmadan karınlar doymayacağı gibi karınlar doymadan da demokrasi kalıcı olmaz!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder