30/Ocak/2009
ÖZGÜRCE
Ekonomik krizin dillendirilmeye başladığı 2008 Ekim ayından itibaren Hak İş’ten DİSK’e Türk İş’ten KESK’e tüm sendikalar “krizin faturasını emekçiler ödemeyecek” sloganıyla bir takım programlar açıkladı. Sendikaların imzası altında bulunan bu programların büyük çoğunluğu hükümete ve sermayeye yönelik bir takım taleplerin alt alta sıralanmasından oluşuyordu. Bu talepler içerisinde işçilerin işten çıkartılmaması, ücretlerin düşürülmemesi, kredi kartı borçlarının yeniden yapılanması gibi taleplerin yanında hükümete ve sermayeye krizi aşması için akıl veren önerilere de yer verilmişti.
Sendikalar tarafından ortaya atılan “krizin faturasını emekçiye ödetmeme” programlarında en büyük eksiklik kuşkusuz krizin analizine ve getirilen taleplerin nasıl yaşam bulacağına ilişkindi. Bu programların hemen tümünde krizin sorumluluğunun ya neoliberal politikalarda ya hükümette ya da IMF, DB gibi uluslararası kurumlarda olduğu söyleniyordu. Bu programların kiminde; aslında bir kriz olmadığı, bunun sermaye tarafından uydurulduğu dahi iddia ediliyordu. Yani, emekçi sınıfların temsilcisi sendikalar, kapitalist sistemi sorgulamakta kapitalizmin teorisyenleri ve sermayenin temsilcilerinden bile geride kalıyorlar, sisteme onlardan daha fazla güvendiklerini gösteriyorlardı. Kriz analizinin dahi yanlış olduğu bu programların geliştirmeye çalıştığı ve talepler manzumesine dönüşmüş metinler bırakın hükümeti ve sermayeyi, emekçi kesimleri bile ikna etmekten, onlara güven vermekten uzakta kalıyordu.
Sendikaların büyük bölümü krizin başladığı dönem olarak kabul edilen Ekim ayında açıkladıkları programların ötesine pek geç(e)mediler. Sadece DİSK, KESK ve Türk İş üyesi bazı sendikalar 29 Kasım’da “krizin faturasını ödemeyeceğiz” mitingi düzenledi ve bu mitinge katıldılar. Aynı süreçte, başta metal sözleşmeleri olmak üzere işten atılmalar ve daha kötü çalışma koşullarına karşı pek çok alanda emekçiler, küçüklü büyüklü eylemler gerçekleştirdi. Ancak, “krizin faturasını ödemeyeceğiz” diye programlar hazırlayan, mitingler yapan konfederasyonların tümü ve sendikaların önemli bir kısmı bu fiili mücadelelere yeterli ve gerekli desteği göstermedi.
DİSK, 22 Ocak tarihinde “Krize Karşı Sosyal Program” başlıklı yeni bir program açıkladı. DİSK’e üye sendikalar ve DİSK üyesi işçiler tarafından ne kadar tartışıldığını bilmiyorum ama bu programın diğer pek çok programa göre üzerinde daha fazla çalışıldığı anlaşılmaktadır. Ancak, DİSK’in bu son programının tıpkı sermaye kesimi gibi kamu kaynaklarına dayanarak krizin önlenebileceği yaklaşımında olduğunu söylemek gerekir. Örneğin, sermaye kesiminin işten çıkartmaları önlemek üzere istihdam üzerindeki yükün devlet tarafından üstlenilmesi talebi, DİSK programında “kamu desteği ile işletmelerin sıkıntılarının hafifletilmesi” biçiminde yer almıştır. Bunun yanı sıra, sağlık ve sosyal güvenlik konusunda SSGSS’ye ve sermayeye dokunmadan, tam da sermayenin istediği “sosyal koruma” biçiminde getirilen çözüm önerisi de bu konuda başka bir örnektir. Aynı biçimde eğitim konusunda kamusal eğitimden bahsetmeden devletin eğitime katkı sağlaması talebi yine eğitimi kâr aracı gören sermayenin isteklerine tercüman olmuştur ki yakın zamanda hükümettin özel okul öğrenci velilerine kredi sağlanacağı açıklaması bununla örtüşmektedir. Kayıt dışının önlenmesi, bütçenin revize edilmesi ve diğer başlıklarda da yine DİSK raporu, sermayeye dokunmadan krizin yükünü devletin üzerine atma anlayışını benimsemektedir.
TÜSİAD, TOBB ve diğer sermaye örgütleri gibi DİSK’in de kamu kaynaklarının farklı biçimlerde sermayeye aktarılması yoluyla krizin etkilerinin hafifletileceği görüşü “krizin faturasının devlete ödettirilmesi” sonucunu ortaya çıkartmaktadır. Bunun “sosyal diyalog” yaklaşımına son derece uygun olduğu söylemeliyim. Gerçekten sosyal diyalog denilen mekanizma tam da burada olduğu gibi kendisine bir üçüncü günah keçisi bulup yükü onun üzerine atar ki o keçi her zaman devlet olur. Ama bu tamamen bir aldatmacadan ibarettir. Çünkü piyasa ekonomisinin işlevsel olduğu bir yapıda devlet denilen o yapının mali kaynaklarının çok büyük bölümü sermaye dışındaki toplum kesimlerinden alınan vergiler ve fonlardan oluşur. Dolayısıyla, işçinin ücretinin, sigorta priminin, tazminatının kamu bütçesinden ya da işsizlik sigortası gibi fonlardan ödenmesi demek, sermayenin emek maliyetini topluma yıkıp emeğin yarattığı tüm değere el koyması anlamına gelir ki bu da krizin faturasını emekçilerin ödendiğinin resmidir..!
Bu hafta içinde “kısa çalışma ödeneği” adıyla getirilen ve işçi-işveren konfederasyonları ile Çalışma Bakanı’ndan oluşan “Üçlü Danışma Kurulu”nda da üzerinde uzlaşılan düzenleme tam da yükü devlet aracılığıyla emekçiye taşıtmanın en açık örneğidir. Bu düzenlemeyle birlikte işveren, kısa çalışma ödeneği süresi boyunca ücret, sigorta primi ve gelir vergisi ödeme yükümlülüğünden kurtuluyor ve tüm bu ödemeler işsizlik sigortası fonundan yani emekçilerin cebinden çıkıyor. İşverenin de bedava işçi çalıştırıp onun yarattığı değerin bütününe el koymasının yolu açılıyor. İş bununla da bitmiyor. İşverenin “kısa çalışma ödeneği” alma talebi kabul edildiği anda o işyerinin krizden etkilendiği tescillenmiş oluyor ve işten atılan işçilerin işe iade davaları da sonuçsuz kalıyor. Yani, işveren bu düzenlemeyle hem bedava işçi çalıştırıyor hem de işçiyi işten çıkartması daha da kolaylaşıyor.
Tabi bu noktada işçi konfederasyonu başkanlarına sormak gerekiyor: Altına imza attığınız raporlar ve uzlaşma metinlerinde “krizin faturasının emekçiye ödettirilmesine” aracılık ettiğinizin farkında mısınız?
Hatırlatma: Bu köşede yazılan görüşleri tüm okurlar gibi DİSK ve diğer konfederasyonların değerli yöneticisi dostlarımız da eleştirebilir ve doğru olduğunu düşündükleri görüşleri bizlerle paylaşabilirler. Bu köşe her zaman cevap hakkını kullanmak isteyen okurlarımıza açıktır.
Sendikalar tarafından ortaya atılan “krizin faturasını emekçiye ödetmeme” programlarında en büyük eksiklik kuşkusuz krizin analizine ve getirilen taleplerin nasıl yaşam bulacağına ilişkindi. Bu programların hemen tümünde krizin sorumluluğunun ya neoliberal politikalarda ya hükümette ya da IMF, DB gibi uluslararası kurumlarda olduğu söyleniyordu. Bu programların kiminde; aslında bir kriz olmadığı, bunun sermaye tarafından uydurulduğu dahi iddia ediliyordu. Yani, emekçi sınıfların temsilcisi sendikalar, kapitalist sistemi sorgulamakta kapitalizmin teorisyenleri ve sermayenin temsilcilerinden bile geride kalıyorlar, sisteme onlardan daha fazla güvendiklerini gösteriyorlardı. Kriz analizinin dahi yanlış olduğu bu programların geliştirmeye çalıştığı ve talepler manzumesine dönüşmüş metinler bırakın hükümeti ve sermayeyi, emekçi kesimleri bile ikna etmekten, onlara güven vermekten uzakta kalıyordu.
Sendikaların büyük bölümü krizin başladığı dönem olarak kabul edilen Ekim ayında açıkladıkları programların ötesine pek geç(e)mediler. Sadece DİSK, KESK ve Türk İş üyesi bazı sendikalar 29 Kasım’da “krizin faturasını ödemeyeceğiz” mitingi düzenledi ve bu mitinge katıldılar. Aynı süreçte, başta metal sözleşmeleri olmak üzere işten atılmalar ve daha kötü çalışma koşullarına karşı pek çok alanda emekçiler, küçüklü büyüklü eylemler gerçekleştirdi. Ancak, “krizin faturasını ödemeyeceğiz” diye programlar hazırlayan, mitingler yapan konfederasyonların tümü ve sendikaların önemli bir kısmı bu fiili mücadelelere yeterli ve gerekli desteği göstermedi.
DİSK, 22 Ocak tarihinde “Krize Karşı Sosyal Program” başlıklı yeni bir program açıkladı. DİSK’e üye sendikalar ve DİSK üyesi işçiler tarafından ne kadar tartışıldığını bilmiyorum ama bu programın diğer pek çok programa göre üzerinde daha fazla çalışıldığı anlaşılmaktadır. Ancak, DİSK’in bu son programının tıpkı sermaye kesimi gibi kamu kaynaklarına dayanarak krizin önlenebileceği yaklaşımında olduğunu söylemek gerekir. Örneğin, sermaye kesiminin işten çıkartmaları önlemek üzere istihdam üzerindeki yükün devlet tarafından üstlenilmesi talebi, DİSK programında “kamu desteği ile işletmelerin sıkıntılarının hafifletilmesi” biçiminde yer almıştır. Bunun yanı sıra, sağlık ve sosyal güvenlik konusunda SSGSS’ye ve sermayeye dokunmadan, tam da sermayenin istediği “sosyal koruma” biçiminde getirilen çözüm önerisi de bu konuda başka bir örnektir. Aynı biçimde eğitim konusunda kamusal eğitimden bahsetmeden devletin eğitime katkı sağlaması talebi yine eğitimi kâr aracı gören sermayenin isteklerine tercüman olmuştur ki yakın zamanda hükümettin özel okul öğrenci velilerine kredi sağlanacağı açıklaması bununla örtüşmektedir. Kayıt dışının önlenmesi, bütçenin revize edilmesi ve diğer başlıklarda da yine DİSK raporu, sermayeye dokunmadan krizin yükünü devletin üzerine atma anlayışını benimsemektedir.
TÜSİAD, TOBB ve diğer sermaye örgütleri gibi DİSK’in de kamu kaynaklarının farklı biçimlerde sermayeye aktarılması yoluyla krizin etkilerinin hafifletileceği görüşü “krizin faturasının devlete ödettirilmesi” sonucunu ortaya çıkartmaktadır. Bunun “sosyal diyalog” yaklaşımına son derece uygun olduğu söylemeliyim. Gerçekten sosyal diyalog denilen mekanizma tam da burada olduğu gibi kendisine bir üçüncü günah keçisi bulup yükü onun üzerine atar ki o keçi her zaman devlet olur. Ama bu tamamen bir aldatmacadan ibarettir. Çünkü piyasa ekonomisinin işlevsel olduğu bir yapıda devlet denilen o yapının mali kaynaklarının çok büyük bölümü sermaye dışındaki toplum kesimlerinden alınan vergiler ve fonlardan oluşur. Dolayısıyla, işçinin ücretinin, sigorta priminin, tazminatının kamu bütçesinden ya da işsizlik sigortası gibi fonlardan ödenmesi demek, sermayenin emek maliyetini topluma yıkıp emeğin yarattığı tüm değere el koyması anlamına gelir ki bu da krizin faturasını emekçilerin ödendiğinin resmidir..!
Bu hafta içinde “kısa çalışma ödeneği” adıyla getirilen ve işçi-işveren konfederasyonları ile Çalışma Bakanı’ndan oluşan “Üçlü Danışma Kurulu”nda da üzerinde uzlaşılan düzenleme tam da yükü devlet aracılığıyla emekçiye taşıtmanın en açık örneğidir. Bu düzenlemeyle birlikte işveren, kısa çalışma ödeneği süresi boyunca ücret, sigorta primi ve gelir vergisi ödeme yükümlülüğünden kurtuluyor ve tüm bu ödemeler işsizlik sigortası fonundan yani emekçilerin cebinden çıkıyor. İşverenin de bedava işçi çalıştırıp onun yarattığı değerin bütününe el koymasının yolu açılıyor. İş bununla da bitmiyor. İşverenin “kısa çalışma ödeneği” alma talebi kabul edildiği anda o işyerinin krizden etkilendiği tescillenmiş oluyor ve işten atılan işçilerin işe iade davaları da sonuçsuz kalıyor. Yani, işveren bu düzenlemeyle hem bedava işçi çalıştırıyor hem de işçiyi işten çıkartması daha da kolaylaşıyor.
Tabi bu noktada işçi konfederasyonu başkanlarına sormak gerekiyor: Altına imza attığınız raporlar ve uzlaşma metinlerinde “krizin faturasının emekçiye ödettirilmesine” aracılık ettiğinizin farkında mısınız?
Hatırlatma: Bu köşede yazılan görüşleri tüm okurlar gibi DİSK ve diğer konfederasyonların değerli yöneticisi dostlarımız da eleştirebilir ve doğru olduğunu düşündükleri görüşleri bizlerle paylaşabilirler. Bu köşe her zaman cevap hakkını kullanmak isteyen okurlarımıza açıktır.