13 Şubat 2012 Pazartesi

Özgür Müftüoğlu: "İşçi sınıfı kendi mücadele aracını yaratacaktır"

YARINLAR
aylık kültür ve politika dergisi
sayı:34 ŞUBAT 2012

Söyleşi

Büyük sendikal konfederasyonlar işçi sınıfının taleplerine cevap veremediği zaman, aşağıda emekçiler mücadele edecek başka alanlar oluşturacaklardır. Bu mücadele oradaki sendikal anlayışı da değiştirebilir.



Avrupa’da ciddi siyasi sonuçlar doğuran bir ekonomik kriz var. Bu krizin genel olarak emek hareketi özel olarak da sendikacılık üzerinde ne gibi etkileri olabilir?

Avrupa’da 1980’li yıllardan itibaren, sendikal hareketler de dahil olmak üzere tüm toplumsal hareketlerde müthiş bir gerileme söz konusu… Ancak son dönemde; 2008’de zirve noktasına ulaşan ekonomik kriz ve az gelişmiş çevre bölgelerdeki toplumsal hareketlerin de etkisiyle artık Avrupa’da da bir miktar hareketlenme var. Uzunca bir süredir bir yandan Avrupa işçi sınıfı elde ettiği kazanımları kaybediyor, diğer yandan da mevcut sendikal yapılarla kendisini devam ettiren bir süreç devam ediyordu. Ancak işsizliğin giderek artması, reel ücretlerin gerilemesi, sosyal haklarda geriye doğru gidilmesi Avrupa’nın birçok ülkesinde emekçilerin dayanamayacağı bir noktaya vardı. Bu noktada oradaki uzlaşmacı sendikacılık anlayışı işçi sınıfının sorunlarına yanıt veremez hale geldi; hatta sendikalara rağmen işçi hareketleri fiili olarak ortaya çıkmaya başladı. Öyle bir durum ortaya çıktı ki, özellikle Avrupa Birliği süreci içerisinde sendikalar sınıf mücadelesini engeller bir konuma sürüklendiler. Emekçilerin haklarını götüren birçok yasal düzenlemelerin altında ETUC (Avrupa Sendikalar Konfederasyonu)’un da imzasının olduğu ortaya çıktı. Avrupa’daki sosyal-demokrat partilere yakın olan sendikalar çoğunlukla oradaki emek karşıtı süreçleri meşrulaştırdılar. Ama şimdi aşağıdan bir tepki oluştuğunu görüyoruz. Bunlar elbette kriz derinleştikçe daha da fazla açığa çıkacak; bunun sonucunda da muhtemelen politik toplumsal hareketler baş göstermeye başlayacaktır diye düşünüyorum.

Peki Avrupa’daki sendikaların bu süreçte radikalleşmesini, politik hedefler belirlemesini bekleyebiliriz miyiz?

Avrupa’daki sendikaların da Türkiye’dekine de benzer yapısal sorunları var. Bürokratik bir yapıdalar, sınıfla aralarındaki bağ çok zayıflamış. Dolayısıyla, bu çerçevede Almanya’da DGB İngiltere’de TUC gibi bürokratikleşmiş sendikal yapılar radikalleşebilir mi, ben umutlu değilim. Ama bu büyük sendikal konfederasyonlar işçi sınıfının taleplerine cevap veremediği zaman, aşağıda emekçiler mücadele edecek başka alanlar oluşturacaklardır. Bu mücadele oradaki sendikal anlayışı da değiştirebilir. Ancak o zaman sendikalarda radikalleşme süreci gibi bir şeyden bahsedebiliriz. Şunu da eklemek lazım. Bugün Avrupa’daki siyasi rejimler, belki 19. Yüzyılın ikinci yarısından bu yana var olan en anti-demokratik rejimler... Yunanistan’da tamamen teknokrat bir hükümet geldi, İtalya’da keza öyle... Teknokrat hükümet ne demektir? Halka hesap verme sorumluluğu olmayan hükümettir. Bunlar uluslararası sermayenin, sermaye örgütlerinin adına orada bulunuyorlar. Özgürlükçü bir demokrasi anlayışının yeniden oluşturulması için de yeni mücadelelere gerek var. 1848 Devrimleri’yle elde edilmiş olan özgürlükçü demokrasinin kalıntılarını yiye yiye buralara kadar geldik. Ama artık bitti! Emekçi kesimlerin demokrasiyi yeniden sağlamak için, insanca yaşamak diyelim bunun adına, mücadele etmesi gerekiyor. Başka şansı yok! Emekçi kesimler ne zaman bu gerçeği görür ve güçlü bir şekilde harekete geçerse, o zaman bu mücadelenin başarılı olma şansı da var demektir. Biliyorsunuz daha önceki özgürlük ve demokrasi mücadeleleri sanayileşmenin olduğu kapitalizmin erken geliştiği ve sınıf mücadelesinin önde olduğu Avrupa topraklarındaydı. Bu seferse çevrede de özgürlük mücadeleleri var. Mısır’da, Tunus’da, daha birçok ülkede mücadeleler var. Birşeyler olacaksa bu mücadeleler yoluyla olacak yani.

Türkiye’deki sendikacılık hareketinin krizi gibi bir olgudan yaklaşık 20 yıldır bahsediliyor. Sizce bu süreç tersine çevrilebilir mi?

Şunu söyleyebiliriz: Türkiye’de bugün sendikalar emekçi sınıfın derdine deva olamıyorlar. Sendikalar, biliyorsunuz, işçi sınıfının ihtiyacı doğrultusunda oluşmuş, sınıf mücadelesini yürütmek için kurulan araçlardır. Ancak bugün bu araçlar işlevini yerine getiremiyorlar. Türkiye’de de işçi sınıfı kendi ihtiyacını karşılayacak şekilde sendikları dönüştürme gereksinimi duyacaktır. “Sendikaları bir kenara koyalım; onun dışında başka araçlar geliştirelim” demiyorum. Bunu diyenler de var; ama ben hali hazırdaki sınıf partilerini ve sınıfın üretim sürecindeki örgütü olan sendikaların elimizdeki somut araçlar olduğunu düşünüyorum. Bunları değiştirmek dönüştürmek için mücadele etmek gerekiyor. Türk-İş’in içerisinde bir takım sesler çıkmaya başladı mesela. Onun dışında yerel düzeylerde de bir takım platformlar kuruluyor. Örneğin Gebze’de Gebze İşçi Platformu kuruluyor. Pratik sorunlar üzerinden bir araya gelmeler yavaş yavaş başlıyor. Eğer bir değişim olacaksa bu aşağıdan olmalı. Sendikal kriz diyoruz ama krizin önemli bir nedeni de tabandaki emekçilerin örgütlenmeden uzak durmaları, oradaki mücadeleye katılmaktan geri çekilmeleri gibi nedenlerden kaynaklanıyor. Dolayısıyla değişimin buradan başlaması gerekiyor. Örgütleri işçilere, işçiler de örgütlerine yabancılaşmış durumda. Artık bunun aşılıp yeniden bir mücadele yaratılması lazım. Bu da aşağıdan yukarıya bir hareketlenmeyle mümkün; zira konfederasyon yönetimleri ve sendika yönetimler krizin parçası konumundalar, onların böyle bir dönüşüme öncülük etmeleri pek mümkün görünmüyor.

Emek hareketleri sendikalar dışında yeni örgütlenme biçimleri geliştirebilirler mi? Veya geliştirmeliler mi?

“Sendikaları bir kenara koyalım; onun dışında başka araçlar geliştirelim” demiyorum. Bunu diyenler de var; ama ben hali hazırdaki sınıf partilerinin ve sendikaların elimizdeki somut araçlar olduğunu düşünüyorum. Fakat mevzuattan kaynaklanan nedenlerden dolayı sendikalı bile olamayan işçiler var. Ne yapacaklar bunlar? Dediğim gibi ideali elbette girip o örgütlerin içerisinde o örgütleri değiştirmek dönüştürmek için mücadele etmektir. Ama bu koşullar oluşmuyorsa, o zaman işçiler de başka bir takım örgütlenmeler içerisine gireceklerdir ki, bugün birçok işçi için söz konusu olan budur. İnsanlar ayda 400 lira için günde 12 saat çalışıyorlar. Bazen paralarını bile alamıyorlar. Gönül ister ki; ideolojik olarak sağlam, bütün bu sorunlar hakkında sınıfsal perspektif geliştiren sendikal örgütler bu işçiler kapsayabilse…

AKP iktidarıyla birlikte AKP’ye yakın işçi ve memur sendikalarının üye kazandığını görüyoruz. Memur-Sen’in üye sayısında %800’lere varan artışlar. AKP’nin emek sermaye ilişkilerindeki yeriyle, neoliberalleşme sürecindeki etkinliği düşünülecek olursa bu sendikaları hala emek örgütü gibi düşünmek sizce doğru mudur?

Bugün Türkiye’de sendikalar tarihinde hiç olmadığı kadar siyasallaşmış vaziyettler, maalesef siyasallaştıkları zemin de muhafazakar-liberal bir siyasal alan. Ama tabana baktığınız zaman durum farklı. Şubelere indiğinizde, işyerlerine gittiğinizde, orada gerçekten sendikal mücadele yürütmeye çalışan işçileri görüyorsunuz. Sendikalardaki bürokratik yapıyı kırmaya çalışıp yönetimlere girmeye çalışan gerçekten son derece samimi bir şekilde mücadele yürütmek isteyen insanlar var. Sendika yönetimleriyle tabandaki samimi sendikacıları ayırmak gerekir; aksi takdirde bu, samimi bir şekilde sendika tabanlarında çalışan insanlara haksızlık yapmak anlamına gelecektir. Hak-İş mesela, hükümetin önlerine getirdiği herşeye gözü kapalı imza atıyor. Böyle bir örgütün emekten yana olduğunu söylemek mümkün değil. Ama dediğim gibi bunun içerisindeki samimi olan unsurları tenzih ederim. Türkiye’deki sendikal mevzuatın da bu tür sendikal yapıları güçlendirdiğini söyleyebiliriz. İşçiyseniz, bir işe giriyorsunuz, o iş yerinde hangi sendika varsa, mecburen o sendikaya üye oluyorsunuz. Memur-Sen’e baktığımızda da kamunun hiyerarşik yapısı içerisindeki amir-memur ilişkisinin önemli olduğunu görüyoruz. Memur kendi durumunu korumak için o sendikalara giriyor. Ama bu sendikaların bu kadar güçlenmesinin bir diğer nedeni de, işçi sınıfının ihtiyacını karşılaması gereken sendikaların işlevlerini yerine getirmemesinden kaynaklanıyor. Çok açık söylüyorum KESK’e bağlı sendikalar gerçekten sendikacılık yapsalardı, Memur-Sen’e ihtiyaç kalmayabilirdi. O zaman insanlar gerçeği görecekler; diğerlerinin gerçekten sendika olmadığını anlayacaklardı.

Bu anlattığınız çerçevede Tekel örneği nereye oturuyor? Sendikal hareket bunun deneyimini özümsedi mi, bir ders çıkardı mı buradan?

Öncelikle şunu vurgulamak lazım Tekel direnişinin sonlanması hükümetin ya da sermayenin yaptığı bir şey değildi. Oradaki direneşi durduran, çadırları söktüren sendikal yapılar oldu. Tekel işçilerinin 4-c sorunu hepimizin ortak sorunuydu. Güvencesizleştime gibi tüm emekçilerin ve sendikal örgütlerin mücadele başlığı olması gereken bir sorunda 1000 Tekel işçisini yalnız bıraktık. Onlar da zaman içerisinde azaldılar doğal olarak. Orayı seyirlik bir yer haline getirip, gezdik. Halbuki oradaki sorunu ortaklaştırmak lazımdı. Burada en büyük sorumluluk elbetteki örgütlerindir. Mesela bir 4 Şubat grevi vardı. Bu greve Tekel işçilerinin örgütlü oldukları Tek-Gıda İş bile uymadı. Burada tamamen samimiyetsizlik, durumu kurtarmak gibi bir şey söz konusu oldu. Aslında Tekel direnişi Türkiye’deki sendikal yapıyı tam olarak görmemizi sağlayan bir durum ortaya çıkardı. İki sene geçti aradan ama birçok emekçi o günleri hatırlamyor bile. Direnişi manşetlere çıkaran sol basın bile süreci takip etmedi. Tek Gıda-İş “biz mücadeleyi Anayasa Mahkemesi’ne devrettik” dedi ve bıraktı. Bugün bütün Tekel işçileri 4-c’ye geçmiş durumdalar. Ben bir kısmıyla görüşüyorum, bizim hayal ettiğimiz dönüşüm kendilerinde dahi yaşanmadı. Daha önce AKP’ye oy veren bugün de oy veriyor. Ama bunda günah onların değil. Mesele emek örgütlerinin yeterince bu süreci sahiplenmemiş olmasından kaynaklandı. Dolayısıyla bugüne maalesef çok ciddi bir şey taşınamadı. Paris Komünü de yenilgiyle sonuçlanmıştı ama daha sonraki mücadeleler için sağlam bir basamak oluşturmuştu. Bugün birileri unutturmaya çalışsalar da, Tekel direnişi 1980’lerden sonraki süreç için üzerine ölü toprağı serpilmiş sınıf mücadelesinin ayağa kalkışıydı. Bunu unutturmamak lazım.

Hiç yorum yok: