ÖZGÜRCE
27/7/2012
1990 yılların sonları 2000’li yılların başlarında özerk, demokratik üniversiteyi savunanların en çok dillendirdikleri talep: YÖK başkanı Kemal Gürüz’ün istifa etmesi ve üniversite harçlarının kaldırılmasıydı. Kemal Gürüz üniversitelerin başında “Padişah yetkisiyle donatılmış” bir kişi olarak bir taraftan yükseköğretim sisteminde neoliberal yeniden yapılanmayı inşa etmeye çalışıyor; üniversiteleri devletin ve sermayenin güdümüne sokmaya çabalıyordu. Diğer taraftan ise üniversiteyi piyasalaştıran ve devlet güdümüne sokan bu girişimlere karşı çıkan ve akademik özgürlükleri savunan akademisyen ve öğrenciler üzerinde baskı kuruyordu. İşte bundan dolayı da Kemal Gürüz YÖK başkanlığını yürüttüğü sekiz yıl (1995-2003) süresince tepkilerin hedefinde yer aldı.
Kemal Gürüz’ün inşa etmeye çalıştığı yüksek öğretim sistemi, girişimci üniversite modeline dayalıdır. Bu modelde üniversitenin bir işletme gibi kâr odaklı faaliyet gösteren bir kurum haline dönüştürülmesi amaçlanır. Şirketleşen üniversite kârını ürettiği bilgiyi piyasaya satarak ve eğitim faaliyetleri karşılığında öğrencilerden aldığı ücretlerden elde ettiği gelirle sağlar. Nihai amaç öğrenim giderlerinin bütününü öğrenciden sağlamak olsa da bir geçiş sürecine ihtiyaç vardır. İşte bu geçiş sürecinde öğrenim giderlerinin bir kısmı devlet tarafından karşılanırken öğrencilerden de “harç” adı altında para alınır. Bir taraftan bu harçlar arttırılıp, öğrenciler kredi ya da burs yoluyla harçları karşılamaya yönlendirilirken diğer taraftan da özel üniversitelerin önü açılır.
Gürüz döneminde giderek yükselen öğrenci harçları karşısında “parasız üniversite” talebi daha yüksek sesle ifade edilmeye başlamıştır. Gürüz döneminde ve sonrasında harçların kaldırılması ve üniversitenin parasız olması talebiyle sayısız eylem yapılmış; bu eylemler nedeniyle birçok öğrenci idari ve adli soruşturmalara maruz kalmış; kimi öğrencinin eğitim hakkı engellenirken kimi de yaşamlarının en verimli dönemini hapishanelerde geçirmiştir.
Özerk, demokratik üniversite için Kemal Gürüz’ün istifasını isteyen sloganların atıldığı yılların üzerinden yaklaşık 10 yıl geçmiştir. Bugün Kemal Gürüz cezaevindedir. Gürüz’ün cezaevinde bulunmasının nedeni ne üniversiteyi toplumsal işlevlerinden uzaklaştırıp sermayenin güdümüne sokmak istemesi ne de üzerine baskı kurduğu, birçoğunun yaşamını kararttığı öğrenciler içindir. Gürüz 28 Şubat soruşturması nedeniyle cezaevindedir. Gürüz’ün cezaevinde bulunma nedeni ile üniversiteyi devletin güdümüne sokma amacı arasında bir bağ kurmak mümkündür. Ancak üniversitenin piyasalaştırılmasına yönelik olarak Gürüz’ün üstlendiği misyonun onu cezaevine gönderen AKP Hükümeti tarafından büyük bir başarıyla sürdürüldüğünü de unutmamak gerekir.
Gürüz’ün girişimci üniversite modeli AKP döneminde önemli aşama kaydetmiş ve yükseköğretim sisteminde piyasalaşma sürecinde neredeyse sona gelinmiştir. Bu çerçevede hazırlıkları yapılan ve muhtemelen önümüzdeki yasama döneminde Meclis gündemine gelecek olan yasa tasarısıyla bu sürecin tamamlanması hedeflenmektedir.
10 yıl önce özerk, demokratik üniversite için mücadele edenlerin talebi olan harçların kaldırılması, yükseköğretim sisteminde piyasalaşma sürecinin son aşamasına gelindiği bir dönemde Başbakanın “Harçları kaldırın!” buyruğu ile bir kez daha gündeme gelmiştir. Bu buyruğu memlekette her şeye “muktedir” olan Başbakanın bir anda insafa gelip öğrencilere bahşettiği bir “nimet” olarak görenler olabilir. Ancak sadece yükseköğretimin değil tüm eğitim sisteminin piyasalaştırıldığı 4+4+4 sistemini getiren yasanın henüz mürekkebi kurumamışken “Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” sözü üzerinden düşünmek daha doğru olacaktır.
4+4+4 sistemi gündeme geldiğinde Başbakanın “Dershaneler kalkacak” sözünü de anımsatarak, AKP’nin toplumun çıkarlarına zarar verecek her düzenlemeden önce ağızlara bir parmak bal çaldığını belirtmek gerekir. Tamamı piyasalaşmış bir eğitim sistemi içerisinde öğrenciden bir miktar “harç” alıp eğitim maliyetinin geri kalan kısmının devlet katkısıyla karşılanması yukarıda da belirttiğimiz gibi geçiş süreci uygulamasıdır. Son aşamasına gelinmiş olan yükseköğretim sisteminde piyasalaşma sürecinde 1980’li yıllardan bu yana uygulanan “öğrenim harcı”nın artık yeri kalmamıştır.
Tepkilere maruz kalmamak için bir süreliğine öğrencilerden bir harç veya ücret talep edilmeyebilir. Ancak AKP’nin uyguladığı ekonomi politikası ve eğitim politikasının gereği olarak çok yakın bir zamanda öğrencilerin şirketlere bağımlı hale getirildiği burs sistemi ve/veya borçlandırıldıkları kredi sistemi uygulamaya konulacaktır.
Sözün özü: 10 yıl öncesine kadar özerk, demokratik üniversite isteyenlerin “Gürüz istifa” talepleri nasıl Kemal Gürüz’ün cezaevine konulmasıyla karşılık bulmadıysa; harçların kaldırılacağı söylemi de “parasız üniversite” taleplerini karşılamamaktadır. Aksine Gürüz’ün büyük katkı sağladığı üniversitelerin toplumdan kopartılıp sermayeye hizmet eden kuruluşlar haline getiren piyasalaşma süreci son sürat devam etmektedir. Dolayısıyla özerk ve demokratik üniversite mücadelesine ihtiyaç bugün her zaman olduğundan daha fazladır(!)
26 Temmuz 2012 Perşembe
19 Temmuz 2012 Perşembe
Kıdem Tazminatı ve Sendikaların Emekçilere Yabancılaşması Üzerine..
ÖZGÜRCE
20/07/2012
1980’li yıllardan bu yana emekçilerin hakları fiilen ya da yasal düzenlemelerle tırpanlanırken sendikalar kendi örgütlü oldukları alan içinde sadece üyelerinin haklarını korumayı hedeflemişlerdir. Örneğin ÇİTOSAN’ın özelleştirilmesi tekstil, petrokimya, gıda sektöründeki sendikaların umurunda olmamıştır. Ama daha sonra özelleştirme bu alanlara da gelmiş ve sadece kendi örgütlü olduğu alanda mücadele eden sendikalar birer birer mücadeleyi kaybetmişlerdir.
Benzer durum emekçilerin haklarına yönelen saldırılar için de geçerlidir. Örneğin 4857 sayılı İş Kanunu, 5510 sayılı SSGSS Kanunu çıkartılırken sendikalar yine sadece örgütlü oldukları kesimin hakları için mücadele stratejileri belirlemişlerdir. Oysa sendikaların haklarını korumaya çalıştığı örgütlü kesimin toplam emekçiler içinde oranı sadece yüzde 5-6 dolayındadır. Yine sosyal güvenlik ve sağlık hakkına yönelik düzenlemeler yapılırken bu ülkede sosyal güvenceye ve dolayısıyla sağlık hakkına ulaşamayan milyonlarca insan görmezden gelinerek sadece mevcut durumu savunmaya yönelik bir politika izlenmiştir.
Bugün kıdem tazminatı hakkını ortadan kaldırmaya yönelik girişimler karşısında da sendikalar yine sınırlı sayıda emekçinin sahip olduğu bu hakkı savunmak üzerinden bir söylem geliştirmişler; kıdem tazminatı hakkını kullanamayan milyonlarca emekçiyi göz ardı etmişlerdir.
Sendikaların emekçilerin haklarına yönelik saldırılar karşısında bu hakkı kullanamayanları görmezden gelme “hastalığı”nı AKP, emekçi düşmanı politikalarının temel dayanağı haline getirmiştir. AKP sendikaların görmezden geldiği iş güvencesine, sosyal güvenceye ve örgütlenme hakkına sahip olamayan kesimleri bu hakları kullanabilen emekçi kesimlerle karşı karşıya getirmiştir. Böylece sendikaların kazanılmış hakları savunusunun meşruiyeti geniş emekçi kesimlerin nezdinde sorgulanır hale gelmiş; bu da hak mücadelelerini önemli ölçüde etkisizleştirmiştir.
AKP, kıdem tazminatı hakkını ortadan kaldırmak için de yine düzensiz çalışma ve kayıt dışı istihdam nedeniyle kıdem tazminatı hakkını kullanamayan milyonlarca emekçiyi bu hakkın ortadan kaldırılması için kullanmaktadır.
Örneğin Çalışma Bakanı Çelik’in şu sözleri üzerinde düşünmekte yarar vardır: “…çalışanların yalnızca yüzde 8’i kıdem tazminatından yararlanabilmekte yüzde 92 ise kıdem tazminatı hakkından yararlanamamaktadır. 11 milyon işçi var. Yüzde 8’i 800 bin işçi yapar. Bu 800 bin kişi kıdem tazminatını alacağını varsayıyor. Dolayısıyla işçinin kıdem tazminatı garantisi yok. Devlette çalışıyorsa garantisi var. Onun da sayısı 350 bin kişi. Biz bunun yerine kıdem tazminatı fonu ile çalışan herkesin hak ettiği ölçüde yararlanabileceği bir sistem kurmak istiyoruz.” (www.milliyet.com.tr, 13 Nisan 2012)
Kabul etmek gerekir ki Bakan Çelik’in bu sözleri kıdem tazminatı hakkını kullanamayan bir emekçi için kendilerini görmezden gelen sendikaların söylemlerinden çok daha anlamlıdır. Zira sendikalar çıkıp kıdem tazminatı hakkını kullanamayan yüzde 92’nin hakkını gasbedenin AKP’nin ta kendisi olduğunu söyleyip, hakkı gasbedilenler için de mücadeleyi önüne koymamaktadır. Hal böyle olunca da emekçilerin çok geniş kesimi için -cumhuriyet tarihinin emekçi haklarına en acımaz darbeyi indiren iktidarı olan- AKP’nin kurduğu dil sendikaların kurduğu dilden çok daha yakın gelmektedir. Ki bunu sendikaların emekçilere AKP’den çok daha yabancılaşmış olduğu biçiminde değerlendirmek dahi mümkündür!
AKP’nin 10 yıldır sendikaların örgütsüz emekçileri görmezden gelen anlayışları üzerine kurduğu, emekçileri birbirine düşürerek kazanılmış hakları ortadan kaldırma stratejisini bir an önce durdurmak gerekmektedir. Bunun için de her şeyden önce sendikaların emekçi kesimlere yabancılaşması ortadan kaldırılmalıdır. Sendikaların emekçi kesimlere yabancılaşması sınıf perspektifinden uzaklaşmasının bir sonucudur. Sınıf ve kitle sendikacılığından uzaklaşıp işyeri ve ücret sendikacılığına yönelen sendikalar, giderek daralan örgütlülüğün içine hapsolmuş ve aynı süreç içinde bürokrasi batağı içine de saplanmışlardır. O halde sendikaların emekçilere yabancılaşmasını aşmak için önce sendikaları bürokrasi batağından kurtarmak ve sendikaları sınıfın tümünün mücadele araçları haline getirmek gerekmektedir.
Sözün özü: Kıdem tazminatı hakkının da diğer haklar gibi ortadan kaldırılmasını izlemek yerine kıdem tazminatı hakkı mücadelesi sendikaların sınıfa yabancılaşmasına karşı mücadeleye dönüştürülmelidir!
20/07/2012
1980’li yıllardan bu yana emekçilerin hakları fiilen ya da yasal düzenlemelerle tırpanlanırken sendikalar kendi örgütlü oldukları alan içinde sadece üyelerinin haklarını korumayı hedeflemişlerdir. Örneğin ÇİTOSAN’ın özelleştirilmesi tekstil, petrokimya, gıda sektöründeki sendikaların umurunda olmamıştır. Ama daha sonra özelleştirme bu alanlara da gelmiş ve sadece kendi örgütlü olduğu alanda mücadele eden sendikalar birer birer mücadeleyi kaybetmişlerdir.
Benzer durum emekçilerin haklarına yönelen saldırılar için de geçerlidir. Örneğin 4857 sayılı İş Kanunu, 5510 sayılı SSGSS Kanunu çıkartılırken sendikalar yine sadece örgütlü oldukları kesimin hakları için mücadele stratejileri belirlemişlerdir. Oysa sendikaların haklarını korumaya çalıştığı örgütlü kesimin toplam emekçiler içinde oranı sadece yüzde 5-6 dolayındadır. Yine sosyal güvenlik ve sağlık hakkına yönelik düzenlemeler yapılırken bu ülkede sosyal güvenceye ve dolayısıyla sağlık hakkına ulaşamayan milyonlarca insan görmezden gelinerek sadece mevcut durumu savunmaya yönelik bir politika izlenmiştir.
Bugün kıdem tazminatı hakkını ortadan kaldırmaya yönelik girişimler karşısında da sendikalar yine sınırlı sayıda emekçinin sahip olduğu bu hakkı savunmak üzerinden bir söylem geliştirmişler; kıdem tazminatı hakkını kullanamayan milyonlarca emekçiyi göz ardı etmişlerdir.
Sendikaların emekçilerin haklarına yönelik saldırılar karşısında bu hakkı kullanamayanları görmezden gelme “hastalığı”nı AKP, emekçi düşmanı politikalarının temel dayanağı haline getirmiştir. AKP sendikaların görmezden geldiği iş güvencesine, sosyal güvenceye ve örgütlenme hakkına sahip olamayan kesimleri bu hakları kullanabilen emekçi kesimlerle karşı karşıya getirmiştir. Böylece sendikaların kazanılmış hakları savunusunun meşruiyeti geniş emekçi kesimlerin nezdinde sorgulanır hale gelmiş; bu da hak mücadelelerini önemli ölçüde etkisizleştirmiştir.
AKP, kıdem tazminatı hakkını ortadan kaldırmak için de yine düzensiz çalışma ve kayıt dışı istihdam nedeniyle kıdem tazminatı hakkını kullanamayan milyonlarca emekçiyi bu hakkın ortadan kaldırılması için kullanmaktadır.
Örneğin Çalışma Bakanı Çelik’in şu sözleri üzerinde düşünmekte yarar vardır: “…çalışanların yalnızca yüzde 8’i kıdem tazminatından yararlanabilmekte yüzde 92 ise kıdem tazminatı hakkından yararlanamamaktadır. 11 milyon işçi var. Yüzde 8’i 800 bin işçi yapar. Bu 800 bin kişi kıdem tazminatını alacağını varsayıyor. Dolayısıyla işçinin kıdem tazminatı garantisi yok. Devlette çalışıyorsa garantisi var. Onun da sayısı 350 bin kişi. Biz bunun yerine kıdem tazminatı fonu ile çalışan herkesin hak ettiği ölçüde yararlanabileceği bir sistem kurmak istiyoruz.” (www.milliyet.com.tr, 13 Nisan 2012)
Kabul etmek gerekir ki Bakan Çelik’in bu sözleri kıdem tazminatı hakkını kullanamayan bir emekçi için kendilerini görmezden gelen sendikaların söylemlerinden çok daha anlamlıdır. Zira sendikalar çıkıp kıdem tazminatı hakkını kullanamayan yüzde 92’nin hakkını gasbedenin AKP’nin ta kendisi olduğunu söyleyip, hakkı gasbedilenler için de mücadeleyi önüne koymamaktadır. Hal böyle olunca da emekçilerin çok geniş kesimi için -cumhuriyet tarihinin emekçi haklarına en acımaz darbeyi indiren iktidarı olan- AKP’nin kurduğu dil sendikaların kurduğu dilden çok daha yakın gelmektedir. Ki bunu sendikaların emekçilere AKP’den çok daha yabancılaşmış olduğu biçiminde değerlendirmek dahi mümkündür!
AKP’nin 10 yıldır sendikaların örgütsüz emekçileri görmezden gelen anlayışları üzerine kurduğu, emekçileri birbirine düşürerek kazanılmış hakları ortadan kaldırma stratejisini bir an önce durdurmak gerekmektedir. Bunun için de her şeyden önce sendikaların emekçi kesimlere yabancılaşması ortadan kaldırılmalıdır. Sendikaların emekçi kesimlere yabancılaşması sınıf perspektifinden uzaklaşmasının bir sonucudur. Sınıf ve kitle sendikacılığından uzaklaşıp işyeri ve ücret sendikacılığına yönelen sendikalar, giderek daralan örgütlülüğün içine hapsolmuş ve aynı süreç içinde bürokrasi batağı içine de saplanmışlardır. O halde sendikaların emekçilere yabancılaşmasını aşmak için önce sendikaları bürokrasi batağından kurtarmak ve sendikaları sınıfın tümünün mücadele araçları haline getirmek gerekmektedir.
Sözün özü: Kıdem tazminatı hakkının da diğer haklar gibi ortadan kaldırılmasını izlemek yerine kıdem tazminatı hakkı mücadelesi sendikaların sınıfa yabancılaşmasına karşı mücadeleye dönüştürülmelidir!
10 Temmuz 2012 Salı
Milliyetçiliğin Gölgesinde Sendikalar-2
Bu yazı Tiroj Dergisi sayı: 57 / Temmuz-Ağustos 2012'de yayınlanmıştır.
Kapitalist üretim sisteminin rekabete dayalı yapısı korumacılığı, paylaşım savaşlarını ve sömürgeciliği kapitalizmin varlık koşulu haline getirmiştir. Bu koşulların tekil sermayeler tarafından gerçekleştirilmesi mümkün olamayacağı için burjuvazi, milliyetçilik ideolojisi temelinde ulus-devlet yapılanmasını gerekli görmüştür. Milliyetçilik, burjuvazinin ihtiyaçları doğrultusunda ulus-devletin inşasında temel yapı taşı olduğu gibi halklar arasında düşmanlık yaratarak hem savaşların meşrulaştırılmasını hem de toplumsal sınıf ayrılıklarının üzerinin örtülmesini sağlayan bir araç olarak da kullanılmıştır. Diğer kapitalist ülkeler gibi Türkiye’de de ulus-devletin inşa sürecinde homojen bir kimlik dayatılmış ve Ermeniler, Rumlar, Kürtler ve diğer kimlikler yok sayılarak, Türk milliyetçiliğine dayalı bir burjuva devrimi gerçekleştirilmiştir.
Kapitalizmin ürünü olarak ortaya çıkan ve halkları, emekçileri birbirine düşman edip ayrıştırmayı amaçlayan milliyetçilik, burjuvaziye karşı mücadelesinde işçi sınıfının önündeki en büyük engel haline gelmiştir. Bu engeli aşmak için dünyadaki tüm işçilerin birliğini amaçlayan “enternasyonalizm” düşüncesi savunulmuştur. 19. yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşen ve bugün de geçerli olan birçok ekonomik, sosyal ve siyasal hakkın kazanılmasında işçi sınıfının enternasyonalizm düşüncesiyle gerçekleştirdiği mücadelelerinin önemli etkisi olmuştur. Ancak II. Enternasyonel’in dağılmasına da neden olan ulus-devletlerin savaşlarını destekleme anlayışıyla birlikte işçi sınıfı hareketi ve bu hareketin en temel araçlarından olan sendikalar, burjuva devletin çıkarlarını sınıfın çıkarlarının önünde tutmaya başlamıştır. Bu anlayışın bir sonucu olarak da sendikalar hızla sınıfın çıkarlarını savunmaktan uzaklaşıp, sistemin ideolojik aygıtları haline dönüşmüşlerdir.
Türkiye’de de sendikaların yasal olarak tanınması ve ardından Türk İş’in 1952 yılında kurulmasıyla birlikte kapitalist dünyadaki gelişmelerin de etkisiyle sendikalar, sınıftan kopuk, milliyetçi etkiler altında ve devlet güdümünde bir yapılanma içerisine girmişlerdir. Bunun istisnası olarak 1967 yılında kurulan DİSK, kapatıldığı 12 Eylül 1980 darbesine kadar sınıf ve kitle sendikacılığını benimsediğini ifade etmiş ve milliyetçiliğe karşı bir tavır izlemiştir.
12 Eylül darbe rejiminde DİSK kapatılmış, sendikal özgürlükler sınırlandırılmış ve sendikalar üzerindeki devlet denetimi arttırılmıştır. Öte yandan kapitalist ülke sendikalarının uluslararası örgütü olan ICFTU (Dünya Hür Sendikalar Konfederasyonu) küresel rekabeti gerekçe göstererek sendikaların ulusal sermayeleriyle uzlaşmasını öngören bir anlayışı kabul etmiştir. 1992 yılında faaliyetlerine yeniden başlayan DİSK de dahil olmak üzere Türkiye’deki sendikalar ICFTU’unun enternasyonalizmden tamamen uzak, uzlaşmacı –sosyal diyalogcu- sendikacılık anlayışını benimsemiştir.
Türkiye Emek Piyasasında Ayrıştırma ve Ötekileştirmenin Aracı Olarak Milliyetçilik
Sendikal özgürlüklerin sınırlandırıldığı, çalışma yaşamında kuralsızlığın yaygınlaştığı ve uzlaşmacı sendikal anlayışın geçerli olduğu bir süreçte Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nden göçe zorlanan çok sayıda Kürt, ücretli işgücü olarak Türkiye emek piyasasına dahil olmuştur. Öte yandan 1990’lı yıllardan itibaren Doğu Bloku ülkeleri başta olmak üzere birçok ülkeden önemli sayıda yabancı göçmen işçi çalışmak için Türkiye’ye gelmiştir. İç ve dış göçlerle birlikte Türkiye emek piyasasında dil, din, ırk, etnik köken çeşitliliği artmıştır.
Kapitalist üretimin emek süreçlerine iç ve dış göçle gelen emekçilerin emek arzı içinde rekabeti arttırmasıyla yerli işçilerin sermaye karşısında pazarlık güçlerinin azalacağı ve çalışma koşullarının kötüleşeceğini düşünerek göçmen işçilere düşmanca bir tavır alması sıkça karşılaşılan bir durumdur. Bu nedenle özellikle ekonominin daraldığı ve işsizliğin arttığı kriz dönemlerinde düzenli bir işe ve gelire sahip emekçiler arasında milliyetçi düşünceler ve ötekileştirdikleri emekçilere yönelik düşmanlıklar artış gösterir.
Emekçiler arasında ayrıştırmaya ve hatta düşmanlığa kadar giden rekabeti engellemek ve dilini, dinini, ırkını, etnik kökenini ayırmadan sınıf dayanışmasını ve birliği sağlamak başta işçi sınıfının mücadele aracı olan sendikalara düşmektedir. Oysa işçi sınıfının haklarının topyekûn bir örgütlenme ve mücadeleyle sağlanabileceği yönünde bir algıya sahip olmayan sendikalar, kendilerine aidat ödeyen üyelerinin haklarını savunmak adına işçi sınıfının diğer unsurlarını kendilerine rakip olarak görebilmektedir. Bu durumda üyelerinin haklarını korumak adına sendikalar, zaten emek piyasasından en zayıf kesimi oluşturan ötekileştirilmiş işçilere karşı ırkçı/şoven bir yaklaşımla dışlama yoluna gidebilmektedir. Bu anlayışla hareket eden sendikalar ötekileştirilen işçileri ne üyeleri olarak mücadeleye katmakta ne de onların çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirmek üzere bir çaba harcamaktadır. Aksine bu tip sendikalar ötekileştirmeyi daha da derinleştirip bu işçilerin çalışma yaşamı içerisinde yer almasını engellemeye ve hatta zorla da olsa sınır dışı edilmelerini ya da kentlerden uzaklaştırılmalarını sağlamaya çalışmaktadır.
Buna karşılık emeğin kendi arasındaki rekabeti ortadan kaldırıp, birlik ve dayanışmayı sağlama işlevinin gereğini yerine getiren sendikalar ise dil, din, ırk, etnik köken farklılığı olan işçileri ötekileştirmek yerine mücadelenin yeni bir dinamiği olarak görmektedir. Bu anlayış içerisindeki sendikalar bir taraftan farklılıkları bulunan işçileri örgütlü yapılarının içerisine katmaya çalışırken diğer taraftan da bu işçilerin çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesini sağlayacak düzenlemeler için çaba harcamaktadır.
Türkiye’de hem dış göçle gelen yabancı işçiler hem de zorunlu göçle kentlere gelen Kürt’ler kendisini Türk olarak tanımlayan işçiler tarafından zaman zaman milliyetçi bir yaklaşımla ötekileştirilmektedir. Ayrıca Kürt sorununda devletin izlediği tutum Kürt’lere yönelik milliyetçi ayrıştırmayı daha da arttırmakta ve örgütlü işçi sınıfı içinde milliyetçi eğilimlerin ve Kürt düşmanlığının yükselmesine neden olmaktadır (Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu unsurları arasında yer alan ama kültürel kimlikleri ırkçı/şoven bir yaklaşımla görmezden gelinen Kürtlere yönelik ayrıştırıcı politikalar, Türkiye Cumhuriyeti kimliği taşımasına rağmen yabancı işçiler gibi Kürtlerin de ötekileştirilmesinin yolunu açmıştır).
Karşılaşmış olduğu ayrımcılık ve ötekileştirme yabancı göçmenlerin ve Kürtlerin emek piyasasının en dezavantajlı kesimi olmalarına yol açmaktadır. Yabancı göçmenlerin dezavantajlı kesimde yer almalarının başlıca nedeni kaçak durumda çalışmak zorunda olmalarıdır. Kürtlerin emek piyasasının en dezavantajlı kesiminde yer almalarının temel nedeni ise anadillerinde eğitim alamamalarıdır. Türkiye’de anadilde eğitimin devlet tarafından engellenmesi dil konusunu Kürt emekçilerin de en temel sorunu haline getirmektedir. Zira anadilinde eğitim alamayan Kürtler Türkçeyi okul çağında öğrenmek zorunda kalmakta ve anadilleri dışında bir dille aldıkları eğitimle de emek güçlerinin niteliğini arttırma olanağını bulamamaktadır. Kürt emekçilerinin düşük nitelikli işgücü olmaları en kötü işlerde en kötü koşullarda çalışmalarına yol açmaktadır. Bu bağlamda en güvencesiz, en düşük ücretle, en yoğun biçimde çalıştırılan ve iş kazaları ve meslek hastalıklarıyla da en sık karşılaşan kesim Kürtler ve yabancı göçmen işçiler olmaktadır. Emekçiler arasında ayrımcılık ve ötekileştirme burjuvazinin tarihsel süreçte emek maliyetlerini düşürme ve emeği denetimi altına almak için kullandığı bilinen yöntemdir. Bugün de Türkiye’de Kürtlere ve yabancı göçmenlere uygulanan ayrımcılık ve ötekileştirme politikası tarihteki işlevine uygun biçimde sermaye ve devlet tarafından teşvik edilmektedir.
Milliyetçi Ayrıştırma ve Ötekileştirme Politikaları Karşısında Sendikal Hareketin Tavrı
Sendikalar, emekçiler arasında yaratılan ayrışmayı ve rekabeti önleyip dayanışma içinde birlikte mücadeleyi amaçlaması gereken örgütlerdir. Ancak diğer birçok kapitalist ülkede olduğu gibi, Türkiye’de de sendikalar bu amacı, göz ardı etmektedir. Türkiye’de; işçi sendikalarının özellikle 1980’li yıllardan itibaren, sınıf yaklaşımından uzaklaşıp devlet ve sermaye ile uzlaşmayı benimsemişlerdir. Bu da sendikalarda hem devlet güdümünü arttırmış hem de işyeri/ücret sendikacılığına yönelmelerine yol açmıştır. Böylece işçi sendikaları ve konfederasyonların önemli bir bölümü, milliyetçiliği, sendikaların temel ilkesi ve hatta örgütlenme aracı haline getirmiştir. Milliyetçi ve kimi zaman ırkçı yaklaşımlar bazı sendikaların tüzüğüne bile yansırken, kimi sendikalar ise milliyetçi söylemleri bir örgütlenme stratejisi olarak kullanılmaktadır.
Milliyetçi söylemi tüzüğüne taşıyan sendikalara örnek olarak Türkiye’nin en fazla üyeye sahip işçi konfederasyonu Türk İş’i gösterebiliriz. Türk İş’in tüzüğünde belirtilen amaçlar arasında “…devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünün zedelenmesini hedef alan faaliyetlerle mücadele eder.” ifadesine yer verilmektedir. Türk İş’e bağlı Türk Metal Sendikası da Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin bölünmez bütünlüğü ve birliğini savunmayı; Uluslararası anlamdaki sendikal ilişkilerinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni ve Türk Milleti'ni küçük düşürücü, aşağılayıcı ve yıpratıcı her türlü eğilim ve girişimin şiddetle karşısında yer almayı, sendikanın temel amaç ve görevleri arasından saymıştır. Kamu emekçi örgütleri içerisinde en fazla üyeye sahip ikinci konfederasyon olan Türkiye Kamu Sen de tüzüğünde konfederasyonun amaçları arasında “…Devletin Ülkesi ve Milleti ile bölünmez bütünlüğüne, milli egemenliğe, insan haklarına demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti ilkelerine bağlı kalarak, faaliyet gösterir.” ifadesine yer verilmiştir.
Tüzüğünde açık biçimde milliyetçi bir yaklaşıma yer vermiş olmasa da Türkiye’de sendikaların gerek yabancı göçmen işçilere gerekse Kürt işçilere ve Kürt sorununa yönelik yaklaşımlarına bakarak milliyetçi bir anlayışa sahip olduklarını söylemek mümkündür. Örneğin Kürt işçilerin en temel sorunu olan anadilde eğitim ya da Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgeleri “Çinleştirme” projesinin bir parçası olarak gündeme getirilen bölgesel asgari ücret uygulamasına karşı sendikaların çok büyük bölümü tepkisiz kalmaktadır. Ayrıca Kürt’lerin ekonomik, siyasal ve kültürel haklarının savunulması ve daha geniş bir ifadeyle Kürt sorununun barışçıl yollarla çözümünde sendikalar ortaya açık bir irade koymamaktadır.
Kürtlere yönelik ayrıştırma ve ötekileştirme ile Kürt sorununun çözümünde irade ortaya koyabilen tek sendikal örgüt KESK olmuştur. KESK Tüzüğünde: “Savaşsız ve sömürüsüz bir dünya amacıyla; ülkede ve dünyada savaşa karşı kalıcı barışın yaratılması, tüm ulusların eşit ve özgürce geleceklerini belirleyebilmelerinin ve evrensel insan haklarının önündeki engellerin kaldırılması, faşizme karşı demokrasi, emperyalizme karşı bağımsızlık, baskılara karşı özgürlük, ırkçılığa ve şovenizme karşı halkların kardeşliği için mücadele etmeyi;” temel amaçlarından biri olarak belirlemiştir. KESK’in içerisinde diğer etnik kökenlere mensup üyeler gibi Kürtler de (Türkiye’nin hemen her bölgesinde) kendilerini ifade edebilme olanağı bulabilmekte ve yönetim kademelerinde yer alabilmektedir. Öte yandan KESK, başta anadilde eğitim olmak üzere Kürt sorununun barışçıl yollardan çözümü için de çaba göstermektedir. Ancak KESK’in bir sendika olmanın gereği olarak yerine getirdiği bu yaklaşım nedeniyle, siyasi iktidar tarafından baskı altına alınmaya çalışılmakta ve hatta diğer bazı sendikalar tarafından da ırkçı/milliyetçi olmadığı için eleştirilmektedir.
Kürt sorunundaki tavrı nedeniyle KESK’e yönelik baskıların en sonuncusu bu yazı kaleme alındığı sırada gerçekleşmiş ve KESK’in genel başkanı dahil olmak üzere 70 dolayında yönetici ve üyesi göz altına alınmıştır. Sendikal faaliyetleri nedeniyle böylesine yoğun baskılar altında kalan bir örgütün iç dayanışması son derece önemlidir. Ancak en az bunun kadar önemli olan diğer sendikal yapıların KESK’in karşı karşıya kaldığı baskılara yönelik tavrıdır.
Türkiye’de sendikaların KESK’e yönelik baskı sürecinde izlediği tavrın yanı sıra işçi sınıfı içinde düşmanlığı körükleyen ve ayrıştırmaya neden olan milliyetçilik karşısında izleyeceği tutum da son derece önemlidir. Zira işçi sınıfının mücadelesinin önündeki en büyük engel olan milliyetçilik karşısında net bir tavır sergileyemeyen sendikaların sınıfın örgütü olabilmeleri mümkün değildir. Milliyetçilikle arasına mesafe koyamamış ve hatta milliyetçiliğe karşı mücadeleyi amaç edinmemiş olan sendikalar, sermayenin ve siyasi iktidarın kendini yeniden üretme görevini üstlenmiş ideolojik aygıtları durumuna düşmüşlerdir. Bu tür sendikaları sınıf mücadelesinde işçi sınıfının içindeki “truva atı” olarak değerlendirmekten başka çare yoktur(!)
7 Temmuz 2012 Cumartesi
Milliyetçiliğin Gölgesinde Sendikalar - 1
Savaşları ve savaşlarla ortaya çıkan acıyı meşrulaştırmanın ve topluma mal etmenin en bilinen yolu dini ve milliyetçiliği kullanmaktır. Din üzerinden savaşlar tarihin ilk dönemlerine kadar uzansa da milliyetçilik üzerinden halkları birbirinden ayrıştırma ve savaşlara sürükleme anlayışı kapitalizmin tarihi kadar yenidir.
Burjuvazinin İcadı Milliyetçilik
Kapitalizmin feodal toplum düzene son verip egemen bir sistem haline gelmesinde iki önemli olayın; Sanayi Devrimi ve Fransız Devrimi’nin büyük etkisi vardır. Kapitalizmin egemen bir sistem haline gelmesini sağlayan bu iki olay; sonuçları itibariyle milliyetçilik akımının ortaya çıkması ve gelişmesinde önemli rol oynamıştır. Sanayi Devrimiyle birlikte artan üretim bir taraftan yeni hammadde ve enerji ihtiyacını ortaya çıkartırken diğer taraftan yeni pazar arayışlarını beraberinde getirmiştir. Sermaye birikimini sürekli arttırma güdüsüyle hareket eden kapitalist üretimde bunu sağlamanın yegane yolu rekabettir. Bu rekabet ortamı içerisinde burjuvazi, korumacı bir anlayışla iç pazarını rakiplerine kapatırken, ucuz üretim kaynaklarına ve üzerinde egemenlik kuracağı pazar arayışına girmiştir. Erken sanayileşen ülkeler bir taraftan doğal kaynak ve pazar kapma yarışı içinde birbirleriyle kanlı savaşlara girerken; diğer taraftan sanayileşmenin getirdiği hammadde ve mamul mallara pazar bulma çabasıyla yoğun sömürgeleşme politikaları izlemişlerdir.
Sanayi devrimiyle birlikte ekonomik anlamda üstünlük sağlayan burjuvazi, -daha önce gerçekleşen İngiliz ve Amerikan devrimlerinin deneyimi ışığında- 1789 yılında gerçekleştirdiği Fransız Devrimiyle siyasi iktidarı da ele geçirerek burjuva kapitalist toplumunun inşa sürecini başlatmıştır. Fransız Devrimiyle birlikte “egemenlik ulusundur” düşüncesinin hakîm olmaya başlaması politik alanda milliyetçilik ideolojisi temelinde ulus-devletlerin kurulmasına zemin hazırlamıştır.
Fransız Devrimiyle koşulları hazırlanan ulus-devlet yapılanması, kapitalizmin varlığını sürdürmesini sağlayacak olan korumacılık, savaş ve sömürgeleşme politikalarının uygulanabilmesi için gereklidir. Zira tekil sermayelerin, rekabetin gerektirdiği gümrük tarifelerini kontrol altında tutabilmesi, savaş ve sömürgeleşme politikalarını gerçekleştirebilmesi mümkün değildir. Ancak ulus-devlet yapılanması içinde bu politikalar başarıyla uygulanabilecektir.
Ulus-Devlet İnşası ve İşçi Sınıfı
Burjuvazinin ihtiyaçları doğrultusunda ortaya çıkan ve ideolojik bir akım haline gelen milliyetçilik, feodal toplum düzeninde bir arada yaşayan halklar arasından düşmanlık –ötekileştirme- yaratarak hem savaşların meşrulaştırılmasını hem de toplumsal sınıf ayrılıklarının üzerinin örtülmesini sağlayan bir araç olarak kullanılmıştır.
Karl Marx, Komünist Manifesto’da milliyeti ortadan kaldırma düşüncesini savunurken; (vatanın mülkiyetler toplamı olması ve mülkiyetin merkezileşme eğiliminin sonucu olarak işçilerin eninde sonunda mülksüzleşeceğinden yola çıkarak) işçilerin vatanı olmadığını ancak, önce siyasal iktidarı ele geçirmek, kendini ulusal sınıf düzeyine getirmek, kendini ulus yapmak durumunda olduğu için işçi hareketinin hâlâ ulusal olduğunu söyler. Ancak burada ifade ettiğinin asla burjuva anlamda ulusallık olmadığını da ekler.
Marx’a göre; halkların ulus olarak ayrışmaları ve karşıtlıkları burjuvazinin, ticaret özgürlüğünün, dünya pazarının, sanayi üretimindeki tek biçimliliğin ve ona uygun yaşam koşullarının gelişmesiyle zaten giderek yok olmaktadır. İşçi sınıfının egemenliği bu yok oluşu daha da hızlandıracaktır. “Bir bireyin bir başka bireyi sömürmesi ortadan kalktığı ölçüde, bir ulusun da ötekini sömürmesi ortadan kalkacaktır.” Böylece “Ulusun kendi içindeki sınıfların karşıtlığıyla birlikte ulusların birbirlerine karşı düşmanca tutumları da son bulacaktır.” (Komünist Manifesto)
Komünist Manifesto’dan itibaren sosyalistler, milliyetçiliği sınıf mücadelesinin en büyük düşmanı olarak tanımlamıştır. Kapitalizmin ürünü olarak ortaya çıkan ve halkları, emekçileri birbirine düşman edip ayrıştırmayı amaçlayan milliyetçilik akımına karşı tüm dünyadaki işçilerin birliğini içeren “enternasyonalizm” düşüncesi savunulmuştur. I. Enternasyonel’de işçilerin uluslararası birliği savunulurken “proletaryanın ya da devrimci partilerin programlarını ezilen uluslara empoze etmelerini engelleyen uluslararası karşılıklılık ilkesi savunulmuştur. Uluslararası karşılıklılık ilkesi en iyi ifadesini Engels’in, “Başka ulusları ezmeye devam eden bir ulus özgür olamaz” sözlerinde bulur. Bu sözlerin anlamı ezilen ulusların özgürlüğünün ezen ulusların özgürlüğünün önkoşulu olmasıdır.
Marx ve Engels'in Komünist Manifesto’dan itibaren milliyetçiliği bir burjuva fikri olarak mahkûm eden görüşü Lenin tarafından sürdürülmüştür. Lenin’e göre “… egemen ülkelerdeki sosyalistlerin ezilen milletlerin kurtuluşu için çalışma göreviyle; diğer ülkelerdeki sosyalistlerin bağnaz, içe dönük milliyetçiliğe karşı çıkma görevi arasında, uygulamada sağlanması hiç de kolay olmayan hassas bir denge kurulması gerekmektedir." Rus İmparatorluğunda sanayileşmeyle birlikte ortaya çıkan karmaşa sürecinde işçiler dahil olmak üzere toplumda milliyetçiliğe yöneliş yaşanması üzerine Lenin, buna karşı direnmenin sosyalistlerin işi olduğunu ifade etmiştir. Lenin’e göre azınlık milliyetçiliğini önlemenin tek yolu halkların kendi kaderlerini tayin hakkının sosyalistlerce tanınmasıdır.
Burjuvazinin çıkarları doğrultusunda savaş rüzgarlarının estiği bir süreçte toplanan II. Enternasyonal’de (1889) işçi sınıfının burjuva hükümetlerin savaş politikalarına karşı çıkması gerektiği benimsenerek uluslararası barış taleplerini savunma kararı alınmıştır. Fransız Genel Konfederasyonu (CGT) 1912 yılında yaptığı olağanüstü kongrede, yaklaşmakta olan savaşın, emperyalistler arası çıkar çatışmasından kaynaklandığını açıklayarak savaşa karşı “genel grev” çağrısı yapmıştır.
II. Enternasyonal’de alınan kararlar ve CGT gibi bazı sendikaların savaşa karşı aldıkları açık tavra karşın I. Dünya Savaşı sosyalistleri bölmüş; Enternasyonal’in bileşenlerinden olan sosyal demokrat partiler savaşı desteklemişlerdir. Alman işçi sınıfının bu savaşta kendi egemen sınıfını desteklemesi gerektiğini savunan Kautsky, Alman Sosyal Demokrat Parti (SPD)’de etkili olmuş ve SPD, I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte savaş harcamalarının finanse edilmesi amacıyla servet vergisi konulmasını parlamentoda desteklemiş ve böylece Alman militarizminin yolunu açmıştır. Daha sonra SPD, parlamentoda savaş ödeneklerine olumlu oy vererek kendi burjuva devletinin emperyalist savaşını desteklemiştir. Aynı dönemde Avusturya, Fransız, Belçika ve İngiliz sosyal demokrasileri de birbiri ardına kendi ülkelerinin savaşını “ulusal savunma” gerekçesiyle meşrulaştırmışlardır. Avrupa sosyal demokrat partilerinin (ve onlara bağlı sendikaların) çoğunluğunun savaş süresince şovenizmi desteklemesi II. Enternasyonal’in bütün pratik işlerliğini ortadan kaldırmıştır.
II. Enternasyonal’de oluşan işçi sınıfının savaşa karşı uluslararası barış taleplerinin sosyal demokratlar tarafından bozulmuş olması, işçi sınıfının burjuvazinin çıkarları için savaşmasını engellemeye yönelik büyük bir fırsatın kaçırılmasına neden olmuştur. Böylece I. Dünya Savaşı’nda askere alınan milyonlarca emekçi yaşamını yitirdiği gibi savaş sonrası dönemde kapitalizmin krizi daha da derinleşmiş ve geniş toplum kesimlerinin içine düştüğü işsizlik ve yoksulluk yaygınlaşmıştır.
Almanya'da savaşa destek vermeyen tek sosyalist milletvekili Karl Liebknecht ve yoldaşı Rosa Luksemburg, SPD’nin tavrı karşısında işçileri savaşa karşı çıkmaya çağırmıştır. Aynı görüşleri paylaşan Lenin’in de o güne dek Marksist olarak gördüğü sosyal-demokrasi bütünüyle milliyetçiliğin etkisi altına girmiştir. Lenin, sosyal demokrasinin milliyetçiliğini "sosyal şovenizm" olarak adlandırmış, tüm dünya sosyalistlerini milliyetçiliğe karşı mücadeleye, savaşa karşı çıkmaya ve sosyal demokrasiden kopup yeni devrimci örgütler kurmaya çağırmıştır.
I. Dünya Savaşının ardından geçen 20 yıllık süreçte (1919-1939) Sovyetler Birliği’nin temsil ettiği reel sosyalizmin tehdit olarak algılanması ve Avrupa’da emekçi sınıfların sosyalizme yönelimlerinin engellenmesi için kapitalist devletler totaliterleşmiş ve hatta Nazizm ve faşizm iktidara taşınmıştır. Kapitalizmin I. Dünya Savaşı’yla krizini çözememesi ve savaş sonrasında ekonomik ve siyasi istikrarsızlıklar sonucunda tek çıkış yolu olarak görülen savaş politikası ikinci bir dünya savaşıyla sonuçlanmıştır.
I. Dünya Savaşı gibi II. Dünya Savaşı’nda sosyal demokrat parti ve sendikalar ulusal burjuvazilerini desteklemişler ve çeşitli ülkelerde askere alınan milyonlarca emekçinin birbirini öldürmesinde pay sahibi olmuşlardır. İki dünya savaşında akıtılan milyonlarca emekçi kanı üzerinden krizini aşabilen kapitalizm, büyük ölçüde merkez ülkelerle sınırlı kalmak kaydıyla ancak 25 yıl süren genişleme ve refah dönemi geçirdikten sonra 1970’li yılların başında yeni bir krizle karşı karşıya kalmıştır. Kapitalizmin içine düştüğü bu yeni krizden çıkmak için sermaye 18. ve 19. yüzyıllarda olduğu gibi ucuz emek, ucuz hammadde, ucuz enerji arayışları içerisine girmiştir. Bunu sağlayabilmek için de çevre ülkelerde milliyetçi akımlar ve faşist darbeler desteklenerek bölgesel savaşları kışkırtma yoluna gidilmiştir. Böylece sermaye hem ucuz üretim için istediği koşulları sağlama olanağı bulmuş hem de silah sanayi sermaye için kârlı bir yatırım alanı olmuştur.
Türkiye’de Milliyetçilik ve Sendikalar
Türkiye’de de ulus-devletin inşa sürecinde diğer ülkelerdeki gibi homojen bir kimlik dayatılmış; Ermeniler, Rumlar, Kürtler, yok sayılarak milli bir kimlik yaratılmaya çalışılmış ve 1923’te Türk milliyetçiliğine dayanan bir burjuva devrimi gerçekleştirilmiştir. Yeni Türkiye Cumhuriyeti bir taraftan liberal yollarla kalkınma hedefini diğer taraftan da sınıfsız-zümresiz bir toplum kurma söylemini benimsemiştir. Türk kimliğinin oluşum sürecinde ötekileştirilen halklarla birlikte işçi sınıfı da yok sayılmış ve baskılanmıştır.
Türkiye’de işçilere örgütlenme hakkı tanıyan 1947 tarihli Sendikalar Kanunu, grev hakkından yoksundur ve sendikal hareketi baskı altında tutmayı hedeflemektedir. 1952 yılında kurulan Türk İş, soğuk savaş döneminde işçi sınıfını komünizm tehdidinden koruma amacıyla kurulmuş olan ICFTU (Dünya Hür Sendikalar Konfederasyonu)’na üye olmuş ve ABD’li uzmanların da etkisiyle anti-komünist/ milliyetçi bir çizgi izlemiştir. 2000’li yıllara kadar büyük ölçüde kamu işyerlerinde örgütlü olan Türk İş’in üye tabanı güvenceli ve görece yüksek ücrete sahip işçi kitlelerinden oluşmuştur. 12 Eylül darbesiyle kapatılan ve 1990’lı yılların başında yeniden açılan DİSK, daha çok özel sektörde örgütlü olmasına ve 1980 öncesinde daha soldan bir politika benimsemesine karşın, gerek üye tabanının yapısı, gerekse yönetimlerin benimsediği politikalar itibariyle milliyetçilik konusunda Türk İş’le benzeşmiştir.
1980 sonrası dönemde izlenen baskı politikaları nedeniyle Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nden göçe zorlanan çok sayıda Kürt, özellikle sanayi ve turizmin ağırlıkta olduğu kentlerde ucuz işgücü olarak emek piyasası içerine katılmıştır. Bir taraftan devletin izlediği baskıcı Kürt politikasının etkisi diğer taraftan ucuz işgücü olarak görülen Kürt emekçilerin, ücret ve sosyal hakları baskılayıcı rakipler olarak görülmesi, örgütlü işçi sınıfı içinde milliyetçi eğilimlerin ve Kürt düşmanlığının yükselmesine neden olmuştur. Bu süreçte sendikalar, işçi sınıfının bu milliyetçi yönelimini engellemek bir tarafa daha kışkırtıcı bir söylem benimsemiştir. Milliyetçi ve kimi zaman ırkçı yaklaşımlar birçok sendikanın tüzüğüne yansıdığı gibi bir örgütlenme stratejisi olarak da kullanılmaya başlanmıştır.
İşçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadele araçları olan sendikaların, burjuvazinin yapıtı olan ve halkları, emekçileri bölmek için kullandığı milliyetçiliği sahiplenmesi ve beslemesi tarihsel işlevleriyle tamamen çelişmektedir. Bugün Türkiye işçi sınıfının ve sosyalist hareketin yapması gereken çeşitli dönemlerde Marx, Engels ve Lenin’in de belirttiği gibi ezilen ulusun kurtuluşu için çalışmaktır. Türkiye emekçilerinin kendi kaderini tayin hakkı, Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkına bağlıdır. Ancak bu iki mücadele ortaklaşırsa Anadolu ve Mezopotamya topraklarına barış, kardeşlik ve refah gelebilecektir (!)
Bu yazının devamı Tiroj Dergisi sayı: 57 / Temmuz - Ağustos 2012'de yayınlanmıştır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Popüler Yayınlar
- Üniversite’de Neden ve Nasıl Örgütlenmeli?
- Patron, devlet, ‘sendika’ ve Özak direnişi…
- ÖMK sadece öğretmenlerin meselesi mi?
- Sefalet ücretinin sorumlusu kim?
- Emeklilik sisteminin yeniden yapılanması ve ‘aktüeryal denge’ masalı!
- KAPİTALİST ÜRETİM SİSTEMİNDE EMEĞİN VAROLMA MÜCADELESİNİN VAZGEÇİLEMEZ ARACI: GREV
- Algı operasyonunun yeni hedefi: Emeklilik sistemi
- TARİHSEL SÜREÇTE BİR PARANTEZ: “SOSYAL GÜVENLİK HAKKI”
- Kürt’e halay yasağının hedefi sadece Kürtler mi?
- ‘Aktüeryal denge’ masalı -2