7 Temmuz 2012 Cumartesi

Milliyetçiliğin Gölgesinde Sendikalar - 1

Bu yazı Tiroj Dergisi sayı: 56 / Mayıs-Haziran 2012'de yayınlanmıştır.


Savaşları ve savaşlarla ortaya çıkan acıyı meşrulaştırmanın ve topluma mal etmenin en bilinen yolu dini ve milliyetçiliği kullanmaktır. Din üzerinden savaşlar tarihin ilk dönemlerine kadar uzansa da milliyetçilik üzerinden halkları birbirinden ayrıştırma ve savaşlara sürükleme anlayışı kapitalizmin tarihi kadar yenidir.

Burjuvazinin İcadı Milliyetçilik
Kapitalizmin feodal toplum düzene son verip egemen bir sistem haline gelmesinde iki önemli olayın; Sanayi Devrimi ve Fransız Devrimi’nin büyük etkisi vardır. Kapitalizmin egemen bir sistem haline gelmesini sağlayan bu iki olay; sonuçları itibariyle milliyetçilik akımının ortaya çıkması ve gelişmesinde önemli rol oynamıştır. Sanayi Devrimiyle birlikte artan üretim bir taraftan yeni hammadde ve enerji ihtiyacını ortaya çıkartırken diğer taraftan yeni pazar arayışlarını beraberinde getirmiştir. Sermaye birikimini sürekli arttırma güdüsüyle hareket eden kapitalist üretimde bunu sağlamanın yegane yolu rekabettir. Bu rekabet ortamı içerisinde burjuvazi, korumacı bir anlayışla iç pazarını rakiplerine kapatırken, ucuz üretim kaynaklarına ve üzerinde egemenlik kuracağı pazar arayışına girmiştir. Erken sanayileşen ülkeler bir taraftan doğal kaynak ve pazar kapma yarışı içinde birbirleriyle kanlı savaşlara girerken; diğer taraftan sanayileşmenin getirdiği hammadde ve mamul mallara pazar bulma çabasıyla yoğun sömürgeleşme politikaları izlemişlerdir.

Sanayi devrimiyle birlikte ekonomik anlamda üstünlük sağlayan burjuvazi, -daha önce gerçekleşen İngiliz ve Amerikan devrimlerinin deneyimi ışığında- 1789 yılında gerçekleştirdiği Fransız Devrimiyle siyasi iktidarı da ele geçirerek burjuva kapitalist toplumunun inşa sürecini başlatmıştır. Fransız Devrimiyle birlikte “egemenlik ulusundur” düşüncesinin hakîm olmaya başlaması politik alanda milliyetçilik ideolojisi temelinde ulus-devletlerin kurulmasına zemin hazırlamıştır.

Fransız Devrimiyle koşulları hazırlanan ulus-devlet yapılanması, kapitalizmin varlığını sürdürmesini sağlayacak olan korumacılık, savaş ve sömürgeleşme politikalarının uygulanabilmesi için gereklidir. Zira tekil sermayelerin, rekabetin gerektirdiği gümrük tarifelerini kontrol altında tutabilmesi, savaş ve sömürgeleşme politikalarını gerçekleştirebilmesi mümkün değildir. Ancak ulus-devlet yapılanması içinde bu politikalar başarıyla uygulanabilecektir.

Ulus-Devlet İnşası ve İşçi Sınıfı
Burjuvazinin ihtiyaçları doğrultusunda ortaya çıkan ve ideolojik bir akım haline gelen milliyetçilik, feodal toplum düzeninde bir arada yaşayan halklar arasından düşmanlık –ötekileştirme- yaratarak hem savaşların meşrulaştırılmasını hem de toplumsal sınıf ayrılıklarının üzerinin örtülmesini sağlayan bir araç olarak kullanılmıştır.

Karl Marx, Komünist Manifesto’da milliyeti ortadan kaldırma düşüncesini savunurken; (vatanın mülkiyetler toplamı olması ve mülkiyetin merkezileşme eğiliminin sonucu olarak işçilerin eninde sonunda mülksüzleşeceğinden yola çıkarak) işçilerin vatanı olmadığını ancak, önce siyasal iktidarı ele geçirmek, kendini ulusal sınıf düzeyine getirmek, kendini ulus yapmak durumunda olduğu için işçi hareketinin hâlâ ulusal olduğunu söyler. Ancak burada ifade ettiğinin asla burjuva anlamda ulusallık olmadığını da ekler.

Marx’a göre; halkların ulus olarak ayrışmaları ve karşıtlıkları burjuvazinin, ticaret özgürlüğünün, dünya pazarının, sanayi üretimindeki tek biçimliliğin ve ona uygun yaşam koşullarının gelişmesiyle zaten giderek yok olmaktadır. İşçi sınıfının egemenliği bu yok oluşu daha da hızlandıracaktır. “Bir bireyin bir başka bireyi sömürmesi ortadan kalktığı ölçüde, bir ulusun da ötekini sömürmesi ortadan kalkacaktır.” Böylece “Ulusun kendi içindeki sınıfların karşıtlığıyla birlikte ulusların birbirlerine karşı düşmanca tutumları da son bulacaktır.” (Komünist Manifesto)

Komünist Manifesto’dan itibaren sosyalistler, milliyetçiliği sınıf mücadelesinin en büyük düşmanı olarak tanımlamıştır. Kapitalizmin ürünü olarak ortaya çıkan ve halkları, emekçileri birbirine düşman edip ayrıştırmayı amaçlayan milliyetçilik akımına karşı tüm dünyadaki işçilerin birliğini içeren “enternasyonalizm” düşüncesi savunulmuştur. I. Enternasyonel’de işçilerin uluslararası birliği savunulurken “proletaryanın ya da devrimci partilerin programlarını ezilen uluslara empoze etmelerini engelleyen uluslararası karşılıklılık ilkesi savunulmuştur. Uluslararası karşılıklılık ilkesi en iyi ifadesini Engels’in, “Başka ulusları ezmeye devam eden bir ulus özgür olamaz” sözlerinde bulur. Bu sözlerin anlamı ezilen ulusların özgürlüğünün ezen ulusların özgürlüğünün önkoşulu olmasıdır.

Marx ve Engels'in Komünist Manifesto’dan itibaren milliyetçiliği bir burjuva fikri olarak mahkûm eden görüşü Lenin tarafından sürdürülmüştür. Lenin’e göre “… egemen ülkelerdeki sosyalistlerin ezilen milletlerin kurtuluşu için çalışma göreviyle; diğer ülkelerdeki sosyalistlerin bağnaz, içe dönük milliyetçiliğe karşı çıkma görevi arasında, uygulamada sağlanması hiç de kolay olmayan hassas bir denge kurulması gerekmektedir." Rus İmparatorluğunda sanayileşmeyle birlikte ortaya çıkan karmaşa sürecinde işçiler dahil olmak üzere toplumda milliyetçiliğe yöneliş yaşanması üzerine Lenin, buna karşı direnmenin sosyalistlerin işi olduğunu ifade etmiştir. Lenin’e göre azınlık milliyetçiliğini önlemenin tek yolu halkların kendi kaderlerini tayin hakkının sosyalistlerce tanınmasıdır.

Burjuvazinin çıkarları doğrultusunda savaş rüzgarlarının estiği bir süreçte toplanan II. Enternasyonal’de (1889) işçi sınıfının burjuva hükümetlerin savaş politikalarına karşı çıkması gerektiği benimsenerek uluslararası barış taleplerini savunma kararı alınmıştır. Fransız Genel Konfederasyonu (CGT) 1912 yılında yaptığı olağanüstü kongrede, yaklaşmakta olan savaşın, emperyalistler arası çıkar çatışmasından kaynaklandığını açıklayarak savaşa karşı “genel grev” çağrısı yapmıştır.

II. Enternasyonal’de alınan kararlar ve CGT gibi bazı sendikaların savaşa karşı aldıkları açık tavra karşın I. Dünya Savaşı sosyalistleri bölmüş; Enternasyonal’in bileşenlerinden olan sosyal demokrat partiler savaşı desteklemişlerdir. Alman işçi sınıfının bu savaşta kendi egemen sınıfını desteklemesi gerektiğini savunan Kautsky, Alman Sosyal Demokrat Parti (SPD)’de etkili olmuş ve SPD, I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte savaş harcamalarının finanse edilmesi amacıyla servet vergisi konulmasını parlamentoda desteklemiş ve böylece Alman militarizminin yolunu açmıştır. Daha sonra SPD, parlamentoda savaş ödeneklerine olumlu oy vererek kendi burjuva devletinin emperyalist savaşını desteklemiştir. Aynı dönemde Avusturya, Fransız, Belçika ve İngiliz sosyal demokrasileri de birbiri ardına kendi ülkelerinin savaşını “ulusal savunma” gerekçesiyle meşrulaştırmışlardır. Avrupa sosyal demokrat partilerinin (ve onlara bağlı sendikaların) çoğunluğunun savaş süresince şovenizmi desteklemesi II. Enternasyonal’in bütün pratik işlerliğini ortadan kaldırmıştır.

II. Enternasyonal’de oluşan işçi sınıfının savaşa karşı uluslararası barış taleplerinin sosyal demokratlar tarafından bozulmuş olması, işçi sınıfının burjuvazinin çıkarları için savaşmasını engellemeye yönelik büyük bir fırsatın kaçırılmasına neden olmuştur. Böylece I. Dünya Savaşı’nda askere alınan milyonlarca emekçi yaşamını yitirdiği gibi savaş sonrası dönemde kapitalizmin krizi daha da derinleşmiş ve geniş toplum kesimlerinin içine düştüğü işsizlik ve yoksulluk yaygınlaşmıştır.

Almanya'da savaşa destek vermeyen tek sosyalist milletvekili Karl Liebknecht ve yoldaşı Rosa Luksemburg, SPD’nin tavrı karşısında işçileri savaşa karşı çıkmaya çağırmıştır. Aynı görüşleri paylaşan Lenin’in de o güne dek Marksist olarak gördüğü sosyal-demokrasi bütünüyle milliyetçiliğin etkisi altına girmiştir. Lenin, sosyal demokrasinin milliyetçiliğini "sosyal şovenizm" olarak adlandırmış, tüm dünya sosyalistlerini milliyetçiliğe karşı mücadeleye, savaşa karşı çıkmaya ve sosyal demokrasiden kopup yeni devrimci örgütler kurmaya çağırmıştır.

I. Dünya Savaşının ardından geçen 20 yıllık süreçte (1919-1939) Sovyetler Birliği’nin temsil ettiği reel sosyalizmin tehdit olarak algılanması ve Avrupa’da emekçi sınıfların sosyalizme yönelimlerinin engellenmesi için kapitalist devletler totaliterleşmiş ve hatta Nazizm ve faşizm iktidara taşınmıştır. Kapitalizmin I. Dünya Savaşı’yla krizini çözememesi ve savaş sonrasında ekonomik ve siyasi istikrarsızlıklar sonucunda tek çıkış yolu olarak görülen savaş politikası ikinci bir dünya savaşıyla sonuçlanmıştır.

I. Dünya Savaşı gibi II. Dünya Savaşı’nda sosyal demokrat parti ve sendikalar ulusal burjuvazilerini desteklemişler ve çeşitli ülkelerde askere alınan milyonlarca emekçinin birbirini öldürmesinde pay sahibi olmuşlardır. İki dünya savaşında akıtılan milyonlarca emekçi kanı üzerinden krizini aşabilen kapitalizm, büyük ölçüde merkez ülkelerle sınırlı kalmak kaydıyla ancak 25 yıl süren genişleme ve refah dönemi geçirdikten sonra 1970’li yılların başında yeni bir krizle karşı karşıya kalmıştır. Kapitalizmin içine düştüğü bu yeni krizden çıkmak için sermaye 18. ve 19. yüzyıllarda olduğu gibi ucuz emek, ucuz hammadde, ucuz enerji arayışları içerisine girmiştir. Bunu sağlayabilmek için de çevre ülkelerde milliyetçi akımlar ve faşist darbeler desteklenerek bölgesel savaşları kışkırtma yoluna gidilmiştir. Böylece sermaye hem ucuz üretim için istediği koşulları sağlama olanağı bulmuş hem de silah sanayi sermaye için kârlı bir yatırım alanı olmuştur.

Türkiye’de Milliyetçilik ve Sendikalar
Türkiye’de de ulus-devletin inşa sürecinde diğer ülkelerdeki gibi homojen bir kimlik dayatılmış; Ermeniler, Rumlar, Kürtler, yok sayılarak milli bir kimlik yaratılmaya çalışılmış ve 1923’te Türk milliyetçiliğine dayanan bir burjuva devrimi gerçekleştirilmiştir. Yeni Türkiye Cumhuriyeti bir taraftan liberal yollarla kalkınma hedefini diğer taraftan da sınıfsız-zümresiz bir toplum kurma söylemini benimsemiştir. Türk kimliğinin oluşum sürecinde ötekileştirilen halklarla birlikte işçi sınıfı da yok sayılmış ve baskılanmıştır.

Türkiye’de işçilere örgütlenme hakkı tanıyan 1947 tarihli Sendikalar Kanunu, grev hakkından yoksundur ve sendikal hareketi baskı altında tutmayı hedeflemektedir. 1952 yılında kurulan Türk İş, soğuk savaş döneminde işçi sınıfını komünizm tehdidinden koruma amacıyla kurulmuş olan ICFTU (Dünya Hür Sendikalar Konfederasyonu)’na üye olmuş ve ABD’li uzmanların da etkisiyle anti-komünist/ milliyetçi bir çizgi izlemiştir. 2000’li yıllara kadar büyük ölçüde kamu işyerlerinde örgütlü olan Türk İş’in üye tabanı güvenceli ve görece yüksek ücrete sahip işçi kitlelerinden oluşmuştur. 12 Eylül darbesiyle kapatılan ve 1990’lı yılların başında yeniden açılan DİSK, daha çok özel sektörde örgütlü olmasına ve 1980 öncesinde daha soldan bir politika benimsemesine karşın, gerek üye tabanının yapısı, gerekse yönetimlerin benimsediği politikalar itibariyle milliyetçilik konusunda Türk İş’le benzeşmiştir.

1980 sonrası dönemde izlenen baskı politikaları nedeniyle Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nden göçe zorlanan çok sayıda Kürt, özellikle sanayi ve turizmin ağırlıkta olduğu kentlerde ucuz işgücü olarak emek piyasası içerine katılmıştır. Bir taraftan devletin izlediği baskıcı Kürt politikasının etkisi diğer taraftan ucuz işgücü olarak görülen Kürt emekçilerin, ücret ve sosyal hakları baskılayıcı rakipler olarak görülmesi, örgütlü işçi sınıfı içinde milliyetçi eğilimlerin ve Kürt düşmanlığının yükselmesine neden olmuştur. Bu süreçte sendikalar, işçi sınıfının bu milliyetçi yönelimini engellemek bir tarafa daha kışkırtıcı bir söylem benimsemiştir. Milliyetçi ve kimi zaman ırkçı yaklaşımlar birçok sendikanın tüzüğüne yansıdığı gibi bir örgütlenme stratejisi olarak da kullanılmaya başlanmıştır.

İşçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadele araçları olan sendikaların, burjuvazinin yapıtı olan ve halkları, emekçileri bölmek için kullandığı milliyetçiliği sahiplenmesi ve beslemesi tarihsel işlevleriyle tamamen çelişmektedir. Bugün Türkiye işçi sınıfının ve sosyalist hareketin yapması gereken çeşitli dönemlerde Marx, Engels ve Lenin’in de belirttiği gibi ezilen ulusun kurtuluşu için çalışmaktır. Türkiye emekçilerinin kendi kaderini tayin hakkı, Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkına bağlıdır. Ancak bu iki mücadele ortaklaşırsa Anadolu ve Mezopotamya topraklarına barış, kardeşlik ve refah gelebilecektir (!)

Bu yazının devamı Tiroj Dergisi sayı: 57 / Temmuz - Ağustos 2012'de yayınlanmıştır.

Hiç yorum yok: