28 Haziran 2013 Cuma
Kırk yılın Çarşambası bir araya gelince...
ÖZGÜRCE
28/06/2013
Kırk yılın Çarşambası bir araya geldi” derler ya içinden geçtiğimiz günler tam da böyle. 90 yıllık Cumhuriyet tarihinin en önemli iki toplusal olayı üst üste geldi. Bir tarafta, Kürt halkının 30 yıldır sürdürdüğü mücadelenin ardından 90 yıldır ülkenin en temel sorunu olan Kürt sorununda çözüme yaklaşıldığına inanılan bir süreç yaşanıyor. Öte tarafta 90 yıldır asker vesayeti altında demokrasiyi bekleyen Türkiye halkı, nihayet kendi gücüyle demokrasiye ulaşabileceğinin bilincine varmış demokrasi için özgürlük için sokaklara dökülüyor…
Bu iki toplumsal olay üst üste gelince haliyle bunlar birbirine engel mi destek mi olur sorusu akıllara gelmektedir.Bu soruya yanıt verebilmek için her iki olayın birbiriyle kesişme ve ayrışma noktalarının olup olmadığına bakmak gerekir.
Her şeyden önce her iki olayın da ortaya çıkış nedenleri yok sayılma ve şiddete maruz kalmak olarak özetlenebilir. Kürtler ulus devletin inşa süreciyle başlayan Anadolu’yu Türkleştirme ve Sünnileştirme projesinin sonucu olarak kültürel ve siyasal anlamda yok sayılıp, 1980 darbesiyle birlikte de artan biçimde devletin sistematik baskısına ve şiddetine maruz kalmışlardır.
Kürtler gibi 2013 Haziran ayıyla birlikte başlayan direnişe katılanların da gerekçesi birbirinden farklı düzlemlerde olmakla beraber devlet tarafından yok sayılmak ve şiddete maruz kalmaktır. 30 yıldır darbe rejiminin hakîm olduğu antidemokratik koşullar içinde uygulanan neoliberal politikalar, halkın iradesini yok sayarak emeğe; doğaya; eğitim, sağlık, barınma gibi en temel sosyal haklara; kültüre, sanata ve tarihe büyük tahribat vermiştir. Öte yandan ulus devletin Sünnileştirme projesi kapsamında Aleviler; iktidar partisinin dinci politikaları çerçevesinde de laikler yok sayılarak, siyasal İslam ve Sünni inancı yaşam biçimi olarak dayatılmaya çalışılmıştır. Yaşam biçimlerine müdahale ve neoliberal tahribata karşı çıkanlara (kötü çalışma koşullarına, eğitim sistemine, kentsel dönüşüme, HES’lere, nükleer enerjiye, sinemaların yıkılmasına, tiyatroların kapanmasına karşı çıkanlar vs.) yönelik olarak devletin baskı ve şiddeti de artmaya başlamıştır.
Nedeni ne olursa olsun yok sayılma ve şiddet karşısında yürütülecek mücadelelerin en temel amacı elbette demokrasidir. Demokrasinin var olduğu koşullarda ancak Kürtler, Aleviler, emekçiler, kadınlar, gençler yok sayılmayacak ve şiddete uğramadan kendi yaşamları üzerinde söz hakkına sahip olabileceklerdir. Dolayısıyla “kırk yılın çarşambasının bir araya gelmesi” gibi 90 yıllık cumhuriyet tarihinde üst üste gelen iki önemli toplumsal olayın birbiriyle kesişme noktası demokrasi olarak tarif edilebilir. Demokrasinin varlık yokluk gerekçesi esas olarak egemen sistemle ilişkilidir. Sorunun temeli sistem olmakla birlikte demokrasi mücadelesinin ilk elden muhatabı elbette sistemin uygulayıcısı olan devlettir.
Ancak Kürt halkının 30 yıllık mücadele sonucunda devlet erkini çözüme zorlaması demokratikleşme konusunda adımlar atılacağı varsayımı yaratmıştır. Oysa Kürt sorununun çözümünde demokratik adımlar atması beklenen devlet, Haziran direnişinin de nedenini oluşturacak biçimde totaliter bir yapıya bürünmüştür. Devlet erkinin bu çelişkisi demokrasiyi ve özgürlüğü hedefleyen iki hareketin birbirini engelleyebileceği endişesini beraberinde getirmiştir. Özellikle Kürtler içerisinde 30 yıllık mücadelenin tam da meyvelerinin alınma olasılığı belirdiği bir zamana denk gelmesi Haziran direnişinin “pişmiş aşa su katılması” olarak algılanmasına neden olmuştur. Buna karşılık Haziran direnişinde yer alanlar arasında da Kürtlerin siyasi iktidarın yanında yer alıp, bu demokratikleşme hareketine destek vermeyecekleri kaygısı ortaya çıkmıştır.
Yıllar süren onca acı, onca çabadan sonra barışa ve çözüme hiç olmadığı kadar yaklaşılmışken, beklenmedik biçimde ortaya çıkan bir direnişin Kürtler arasında endişe yaratması son derece anlaşılırdır. Ancak demokrasi ve özgürlüklerin bir bütün olduğu ve totaliter anlayışa sahip bir devletin Kürt sorununu çözmek konusunda gerçekçi olamayacağı Kürt siyasi hareketinin temsilcileri tarafından da kabul edilmektedir. 25 Haziran tarihinde yapılan grup toplantısında Gültan Kışanak’ın “…Özgürlükler bir bütündür. Biz de bunun farkındayız. Kürt’e demokrasi, Türk’e sopa olmaz. Türk’e demokrasi, Kürt’e sopa olmaz” sözleri bunun en berrak ifadesidir.
21 Haziran 2013 Cuma
Direnişten Dayanışmaya...
ÖZGÜRCE
21/06/2013
1970’li yıllar sonrasında adına küreselleşme denilen yeni dünya düzeninde tüm ekonomik (ve buna bağlı olarak siyasal) ilişkiler küresel bir ağ içerisinde gerçekleşmektedir. Küreselleşme sürecinde uluslararası sermaye OECD, Dünya Bankası, IMF, Dünya Ticaret Örgütü, AB gibi uluslararası kurumlar aracılığıyla dünyanın hemen tüm ülkelerinde kendi kurallarının uygulanabilirliğini sağlamıştır. Sömürgeciliğin yeni bir versiyonu olarak da değerlendirebileceğimiz küreselleşme sürecinde ABD (İngiltere ve Fransa başta olmak üzere AB ülkelerinin de desteğini alarak) jandarmalık rolünü üstlenmekte ve ulus devletlerin siyasi iktidarları üzerinde hegemonya oluşturmaktadır.
Küresel düzenin kurallarını dolayısıyla ABD’nin hegemonyasını tanımayan hükümetler ise üç esaslı müdahale yöntemi kullanılarak iktidardan uzaklaştırılmaktadır:
1) Yaratılan iç kargaşa sonrasında toplumsal muhalefeti baskılamak üzere ulus devletin askeri gücünü darbe yapmaya teşvik ederek siyasi iktidarın devrilmesi ve yerine kendi çıkarlarını temsil eden bir iktidarın oluşturulması (Türkiye, Şili, Arjantin vb.),
2) Maniple edilen sivil toplum örgütlerinin yarattığı ve turuncu darbe gibi adlar verilen muhalefet dalgası ile iktidarın değiştirilmesi (Polonya, Ukrayna vb.),
3) İç savaşa varacak biçimde kargaşa yaratıp, kimi zaman BM Güvenlik Konseyi onayı da alınarak ABD ve diğer destekçi ülkelerin katılımıyla yürütülen askeri müdahalelerle iktidarın kanlı biçimde bastırılması (Irak, Libya vb.).
Bu müdahale yöntemleri dışında tamamen küresel sermaye ve ABD ile ittifak halinde olduğu halde yükselen halk hareketleri tarafından sarsılan iktidarların yerine yeni yapıların iktidara taşındığı (Arap Baharı olarak da tanımlanan Mısır, Tunus gibi ülkelerde yaşananlar) örnekler de mevcuttur.
Kapitalist sistemin yeniden yapılandığı dönemlere entegrasyon amacıyla Türkiye, uluslararası sermayenin ve ABD’nin müdahaleleriyle sürekli olarak karşılaşmıştır. 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül asker darbeleri yukarıdaki 1. maddeye giren müdahaleleridir. 28 Şubat sendika ve sivil toplum örgütlerinin de yer aldığı bir müdahaledir ki bunun 2. maddede yer alan müdahalelere benzetebiliriz.
Başbakan bir konuşmasında (9 Haziran 2013) AKP’nin iktidara geldiği kasım 2002 seçimlerini Türk Baharı olarak tanımlanmıştır. Oysa AKP’nin iktidara taşındığı değişim süreci 2001 şubat krizi sonrasında uluslararası sermayenin Kemal Derviş’i ekonomi yönetiminin başına atanmasıyla başlar. Bu süreçte iktidardaki DSP-ANAP-MHP koalisyonu ve toplumsal muhalefet tarafından küresel düzene ve ABD hegemonyasına karşı bir direnç olmamıştır. Böylece küresel düzeni ve ABD hegemonyasının koşulsuz şartsız kabul eden AKP, karşısına bir alternatif çıkmadan tek başına iktidar koltuğuna oturmuştur. Dolayısıyla AKP’nin iktidarı ele geçirdiği süreci Türk Baharı olarak tanımlamak mümkün değildir.
Gezi direnişiyle başlayan süreç, hükümet tarafından yukarıda 2. maddede yer alan turuncu devrim türü bir müdahale olarak tanımlanmaktadır. Oysa Gezi direnişinde yer alanlar ne sermayenin ne de ABD ya da AB gibi yapıların manipülasyonu üzerine bu eylemliliği gerçekleştirmişlerdir. Aksine direniş içinde yer alan bireyler ve örgütlerin çok büyük kısmı sermayeye de ABD’ye de AB’ye de karşıdır. Direnişi gerçekleştirme nedenleri sistem tarafından ötekileştirilmiş olmaları ve devletin baskısına, şiddetine maruz kalmalarıdır ki 10 yıldır iktidarda olan AKP bu direnişin doğrudan muhatabıdır.
AKP hükümetinin yarattığı toplumsal sorunları görmezden gelerek yaşananları dış güçlerin oyunu olarak değerlendirmesi büyük bir yanlıştır. Doğru olan 30 yıldır bastırılmış olan toplumun “artık yeter” diyerek ve direnişe geçmiş olduğudur. AKP’yi iktidara taşıyan ve 10 yıldır iktidarda tutan güçler, toplumun direnişi karşısında sarsılan bu iktidarın artık kendi çıkarlarını temsil edemeyeceğini düşünmektedir. Bu nedenle 10 yıldır AKP’nin arkasında yer alanlar, Arap baharında olduğu gibi toplumsal tepkileri kullanıp, kendi çıkarlarını daha iyi savunacak bir iktidarın arayışına girmiş olabilirler. Ama bu olasılık Gezi direnişinin bir demokratik halk hareketi olma özelliğine halel getirmez. Gezi direnişini gerçek amacı dışına çıkartarak sermayenin çıkarlarını AKP’den daha fazla savunacak bir alternatifin üretmesine vesile yapılmak istenmesi kabul edilemez. Bunun engellenmesi için direnişçilerin özlemini duydukları demokrasi, barış ve kardeşliğin egemen kılınmasını sağlayacak biçimde kendi alternatiflerini üretmeleridir. Bu da Kürt’ün, Türk’ün, Ermeni’nin, kadının, erkeğin çevrecinin, emekçinin antikapitalist bir perspektif içinde dayanışma içinde mücadeleye yürümesiyle mümkündür(!)
13 Haziran 2013 Perşembe
Direniş kime karşı?
ÖZGÜRCE
14/06/2013
Gezi Parkı’nda, barikatların ardından yükselen talepler üç beş ağacın kurtarılmasına indirgenmeye çalışılsa da bunların karşılanması ne Gezi’nin park olarak kalması ve hatta ne de Başbakanın ya da hükümetin istifasıyla karşılanacak gibi değildir.
Örneğin eylemci genç bir kadın televizyon programında diyor ki: “Ben ağaçların kesilmesini istemiyorum, ben parkların AVM olmasını, gökdelenleri, plazaları istemiyorum, direnişe de bu nedenle katılıyorum.”
Bu genç eylemcinin taleplerini, Gezi Parkındaki diğer direnişçiler gibi, direnişe katılmayan ve hatta AKP’ye oy vermiş birçok kişi de reddedemez. Ancak bunun geniş toplum kesimlerince benimsenen “insani” bir talep olması kolayca karşılanabileceği anlamına gelmez, zira bu talebin gerçekleşmesinin önünde koca bir sistem vardır. Kapitalist sistem içinde bulunduğumuz döneminde varlığını sürdürebileceği birikimi sağlamak için parkları, ormanları, dereleri yok edip AVM’ler, plazalar, HES’ler, nükleer santraller kurumak zorundadır.
Gezi direnişine katılanların pek çoğunun direnişe katılma gerekçeleri ve talepleri kapitalizmin yarattığı çevre tahribatıyla da sınırlı değildir. GENAR araştırma şirketinin, Gezi Parkı direnişçileri ile yaptığı ankete göre: Başbakan’ın çapulcu dediği direnişçilerin yarıdan fazlası ücretli çalışanlar, yaklaşık yüzde 25’i öğrenciler, yüzde 20 kadarı da düzenli geliri olmayan işsizler ve ev kadınları ile emeklilerdir. Yani toplumun genelinde olduğu gibi direnişçilerin de çok büyük kısmı emekçi sınıfa mensuptur. Bu büyük toplum kesimi, 1980’den bu yana geçerli olan darbe rejimi içinde susturulmuş, sindirilmiş ve kapitalizmin en vahşi koşullarına razı edilmeye çalışılmıştır.
Türkiye’nin geneline yayılan Gezi direnişlerinin, doğanın tahrip edilerek yaşam alanlarının sermayenin istekleri doğrultusunda yeniden düzenlenmesine itirazın yanı sıra, 1980’den bu yana süregelen baskılanmaya karşı da bir isyan olduğunu görmek gerekir. Bu isyan, insanca ve özgürce yaşama ve çalışma koşullarının sağlanması taleplerini içermektedir. Dolayısıyla kapitalizmin doğa sömürüsüne karşı isyanla, emek sömürüsüne karşı isyan Gezi direnişinde birleşmiştir.
Doğa ve emek sömürüsüne karşı mücadelenin birleştiği Gezi direnişi, son 30 yılda demokrasi mücadelesinin önündeki en büyük engelin Kürt sorunun çözümü ve barış sürecinin toplumsallaştırılmasına da vesile olmuştur. Toplumu kapitalizmin vahşetine razı etmenin bir aracı olarak halkları birbirine düşürme politikasının sonucu olan Kürt sorununun çözümü ve halklar arasında barışın sağlanması doğa ve emek sömürüsüne karşı mücadelenin önünü açması bakımından son derece önemlidir. Gezi direnişine gerek Kürt illerinden gelen destek gerekse Kürt emekçilerin ve siyasetçilerin doğrudan bu direnişin içinde yer alması 30 yılda oluşturulan birçok tabuyu yıkmıştır. Kürtler ve Türkler birbirlerinin kimliğine saygı duyarak bir arada mücadele yürütmüş ve günlerce bir parkın içinde bir arada barış içinde yaşamışlardır.
Sözün özü: Üç beş ağacı korumak düşüncesiyle başlayan Gezi Parkı direnişi Türkiye’de kapitalizmin doğa ve emek üzerinden yarattığı vahşi sömürüye ve bu sömürünün aracı olarak kullanılan halkları düşmanlaştırma politikasına karşı isyana dönüşmüştür. 10 yıldır bu düzeninin uygulayıcısı olan Erdoğan’ın ya da AKP’nin iktidardan uzaklaşması tek başına Gezi Parkından yükselen taleplerin çözümünü sağlamış olmayacaktır. Özlemi duyulan yaşamın kurulabilmesi için Gezi direnişinin açtığı yoldan giderek kapitalizme karşı mücadeleyi sürekli hale getirecek bir yapının oluşturulması gerekir.
6 Haziran 2013 Perşembe
Gençlik ve direniş
ÖZGÜRCE
07/06/2013
Gezi Parkı’ndan başlayıp, tüm ülkeye yayılan ve toplumun desteğini alan direniş üzerine hemen her kesimin ortaklaştığı konu bu beklenmedik direnişin doğru okunması gerektiğidir. Siyasetçiler de gazeteciler de bilimciler de bu direnişin Türkiye’nin geleceği üzerinde belirleyici olacağının bilincindedir. Bu durum başlı başına önemlidir; çünkü Türkiye’de çok uzun yıllardır Kürtler dışında devletin baskısına direnerek sokakta sesini yükseltebilen olmamıştır. Bu nedenle siyaset üzerinde belirleyici olan aktörler Kürt hareketinin verdiği ses dışında sokaktan gelen sese itibar etme ihtiyacı duymamıştır. Gezi Parkı direnişinin başlarında da bu yaklaşım geçerli olmuş, birkaç sanatçı ve milletvekilinin desteklediği, orta sınıfa mensup bir avuç çevreci gencin en gelişkin silahlarla donatılmış polis karşısında direnebileceği ve bunun tüm ülkeye yayılan bir halk hareketine dönüşeceği kimsenin aklına gelmemiştir.
Gezi direnişinin en belirleyici özelliği kendiliğinden oluşmuş örgütsüz bir gençlik hareketi olmasıdır. Yıllardır şoven, ırkçı bir müfredatla itaatkâr bir nesli hedefleyen eğitim sistemine ve onca polisiye baskıya rağmen bu gençlerin böylesine kararlı bir direniş göstermesi başta iktidar ve bu gençlerin aileleri olmak üzere herkesi şaşırtmıştır.
Peki, hemen herkesi şaşkına çeviren bu öfkeli ama itidalli ve olgun gençlik direnişi kimse bilmeden kimse görmeden nasıl oluşmuştur?
Çok özetle, Türkiye’nin son 30 yılında uygulanan yapısal uyum programının devamı olan ve 10 yıldır AKP tarafından uygulanan politikaların gençliği isyana iten koşulları oluşturduğunu söyleyebiliriz.
Geçen 10 yıla şöyle hızla baktığımızda AKP’nin eğitimden sağlığa, sosyal güvenlikten istihdam politikalarına kadar getirdiği düzenlemelerin hedefinde gençler vardır. Gençlerin sokağa, direnişe iten nedenleri en genel haliyle şöyle özetlemek mümkündür:
Eğitim sistemi, çocukları, gençleri geleceğin sahibi olacak insanlar olarak görmek yerine tamamen piyasanın ihtiyaçları doğrultusunda oluşan bir anlayışla, okulları sermayeye itaatkâr işgücü yetiştirme alanları haline getirmiştir. Öte yandan yükseköğretim dahil olmak üzere her düzeydeki eğitim kurumları gençleri öğrenci değil, üzerlerinden para kazanılacak müşteriler olarak görmeye başlamıştır.
Çocukluklarının ilk yıllarından itibaren birbirleriyle yarışmaya/rekabete zorlanan gençler, çocuklularını ve gençliklerini yaşamadan hazırlanmaya zorlandıkları sınavlardaki sahtekârlıklara tanık olmuşlardır. Buna karşı gösterdikleri tepkiler yok sayılmış ve bu gençlerle alay edercesine bu sahtekârlık iddialarının hedefindeki ÖSYM başkanı görevini sürdürmeye devam etmiştir.
Çalışma yaşamındaki düzenlemeler ve yasalarla esnek ve güvencesiz bir çalışma ortamı yaratılmıştır. Özellikle çalışma yaşamına yeni girecek gençler, hangi eğitim düzeyine ve hangi mesleğe sahip olursa olsun işsizlik tehdidiyle, son derece düşük ücretlere güvencesiz olarak çalıştırılmaktadır. Bu koşullarda gençlerin geleceğe güvenle bakabilmeleri olanaksız hale gelmiştir. Gençler kendileri için gelecek kurmak bir tarafa uzun yıllar ailelerine muhtaç durumda bırakılmışlardır.
5510 sayılı yasayla 18 yaş sonrasında gençlerin sağlık hakkı GSS primi ödeme koşuluna bağlanmış; ayrıca 65’e çıkartılan emeklilik yaşı nedeniyle gençlerin emekli olabilmeleri olasılığı büyük ölçüde ortadan kalkmıştır.
Gençleri değersizleştiren; gelecekleri konusunda umutsuzluğa düşürülmesinden ve tepkileri açığa vurmanın tüm demokratik yollarının kapatılmasından bu koşulların nedeni olan politikaların temsilcisi konumundaki AKP hükümeti birinci derecede sorumludur. AKP hükümetinin gençlere ve bu arada emekçilere nasıl baktığını T.C. Başbakanlık Yatırımı Destek ve Tanıtım Ajansı’nın web sayfasındaki şu pasaj son derece açık biçimde ortaya koymaktadır(*):
“Türkiye, genç ve dinamik bir nüfusa sahiptir ve iş ahlakı Türk iş kültürünün önemli bir parçasını oluşturmaktadır. Bireylerin becerilerini kullanmalarına ve kendilerini geliştirmelerine olanak sağlaması nedeniyle, çalışma hayatı ve iş yeri Türkiye’de özel bir yere sahiptir. Ülkenin yüksek verimliliği, işe devamsızlık oranının düşüklüğü ve yıllık çalışma saatlerinin en üst seviyelerde olması, iş gücünün sadakatinin bir göstergesi konumundadır.”
Gençlerin isyanına neden olan koşulların oluşmasından sadece sistemi ve hükümeti sorumlu tutmak yeterli değildir. Yukarıda sıraladığım koşulların oluşması sürecinde başta sendikalar ve üniversiteler olmak üzere yeterli direnci göstermeyen herkesin, her kurumun sorumluluğu vardır. 5510 Sayılı SSGSS’nin yasalaşma sürecinde hükümetin mevcut çalışanları uygulama dışında tutarak bir nevi rüşvet vererek tepkileri dindirmesi bunun en çarpıcı örneğidir. Öte yandan 4+4+4 eğitim sisteminin yasalaşma sürecindeki duyarsızlık da bu konudaki önemli örneklerden biridir.
Gezi direnişinde gençliğin isyanını anlamaya çalışırken bunun Kürtlerin on yıllardır sürdürdüğü ulusal mücadeleden bağımsız olduğunu düşünmemek gerekir. Bir ülkede halkların siyasal ve kültürel haklarının tanınmadığı anti-demokratik bir düzen varsa o ülkenin geri kalanının demokratik bir düzende, refah içerisinde bir yaşam sürmesi beklenemez. Bu bağlamda gençliğin öncü olduğu Kürt hareketinin direnişi hem örnek olmuştur, hem de bu hareketin başarısı, Türkiye’de demokrasi mücadelesinin önünü açmıştır.
Kürt gençlerin ve Kürt olmayan gençlerin tüm ırkçı, şoven ve düşmanlaştırıcı politikalara rağmen bugün bir arada ortak hedefe karşı bir demokrasi mücadelesi yürütüyor olması son derece anlamlıdır. Zira Türkiye’nin gerçek bir demokrasiye ulaşması ve barışın kalıcı hale getirmesi için bundan başka da çare yoktur(!)
(*)http://www.invest.gov.tr/tr-TR/investmentguide/investorsguide/Pages/DemographyAndLaborForces.aspx
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Popüler Yayınlar
- Üniversite’de Neden ve Nasıl Örgütlenmeli?
- Patron, devlet, ‘sendika’ ve Özak direnişi…
- ÖMK sadece öğretmenlerin meselesi mi?
- Sefalet ücretinin sorumlusu kim?
- Emeklilik sisteminin yeniden yapılanması ve ‘aktüeryal denge’ masalı!
- KAPİTALİST ÜRETİM SİSTEMİNDE EMEĞİN VAROLMA MÜCADELESİNİN VAZGEÇİLEMEZ ARACI: GREV
- Algı operasyonunun yeni hedefi: Emeklilik sistemi
- TARİHSEL SÜREÇTE BİR PARANTEZ: “SOSYAL GÜVENLİK HAKKI”
- Kürt’e halay yasağının hedefi sadece Kürtler mi?
- ‘Aktüeryal denge’ masalı -2