ÖZGÜRCE
27/09/2013
Demokrasinin siyasi iktidarın kapılı kapılar ardında bir başına hazırladığı bir pakete sığmayacağı aşikârdır. Başbakan’ın 30 Eylül’de açıklayacağını duyurduğu bu paketin tek olumlu yönü Türkiye’de demokrasinin olmadığının 11 yıldır iktidarda olan AKP tarafından da kabullenilmiş olmasıdır. Peki, 11 yıllık iktidarı boyunca demokrasi adına bir şey yapmayıp da birden demokrasinin olmadığını itiraf ederek, bir şeyler yapma (ya da yapıyor gözükme) gayretinin esbabı mucizesi nedir?
Türkiye’de siyasi iktidarların demokrasi konusunda adım atması genellikle uluslararası mevzuata uyum içindir. Örneğin 1946’da çok partili yaşama geçiş ve sendika yasağının kalkması ya da 2001 yılında kamu emekçilerine sendika hakkının tanınması gibi demokratikleşme adımları büyük ölçüde uluslararası âlemin dayatmaları sonucunda atılmıştır. Bu adımlar burjuva demokrasisinin sınırları içinde kalmış ve genellikle de göstermelik olmanın ötesine geçememiştir. Bugün gündeme gelen demokratikleşme tartışmaları geçmişteki örneklerden biraz farklıdır. Zira bugün Hükümete demokrasinin olmadığını kabul ettirten ve adım atmaya (ya da adım atar gözükmeye) zorlayan uluslararası âlem değil, antidemokratik düzenin mağduru olan ve demokratik hakları için yıllarca mücadele etmiş olan Kürtlerdir.
Kuşkusuz Türkiye’de demokrasiye ihtiyaç duyan sadece Kürtler değildir. Ama demokratik talepleri için yürüttükleri mücadeleyi bir halk hareketine dönüştürmeyi başarabilen Kürtler olmuştur. Ne ironiktir ki bugüne kadar Kürtlerin demokratik taleplerinin karşısına Kürtler gibi demokratik haklardan yoksun toplum kesimleri çıkartılmıştır. Bunların başında da emeğiyle geçinen işçiler, emekçiler gelir. Demokrasinin, barışın, Kürt sorununda çözümün konuşulduğu bir dönemde bile İstanbul’da Bağcılar’dan, Ankara’da Eryaman’dan daha önceki haftalarda (evrensel.net’in 24 Eylül’de derlediği haberde yer aldığı üzere) Erzurum’dan, Giresun’dan, Silivri’den, Ümraniye’den ve Ege, Akdeniz, İç Anadolu’nun birçok ilinden, ilçesinden Kürt işçilere saldırılar düzenlendiği haberleri gelmiştir.
En az Kürtler kadar demokrasiden yoksun, sistemin acımasız çarkları arasında ezilen emekçi yığınların Kürtler ve onların demokratik talepleri karşısında dikilmelerine karşılık emeği, doğayı sömüren, bunlar üzerinden servetlerine servet katan sermayedarlar ve onların örgütleri (örneğin TÜSİAD) Kürtlerin demokratik taleplerini çok daha kolaylıkla kabullenmekte ve bu yönde atılacak adımları desteklemektedir. Hal böyle olunca da demokrasi adına atılacak her bir adımda beklentiler birbiriyle çelişirmiş gibi bir algı ortaya çıkmaktadır.
Karnını doyuracak bir işi kaybetmemek için iş kazası riskinin çok yüksek olduğu bir işte yaşamı pahasına çalışmak zorunda kalan bir işçinin; köyüne yapılan HES nedeniyle toprağını, suyunu kaybeden bir köylünün; ana dilinde eğitim almak isteyen ve kamusal alanda ana dilinde kendini ifade etmek isteyen bir Kürt’ün; Sünni mezhebin dayatmalarına karşı çıkıp, ibadetini yerine getirmek için cemevi isteyen Alevinin, inancı gereği başını örttüğü için kamusal alandan dışlanan kadının demokrasiden beklentileri birbiriyle gerçekten çelişmekte midir?
Toplumun farklı kesimlerinin demokrasiden beklentileri birbirinden çok farklı(imiş) gibi gözükse de özü itibarıyla biriyle çelişkili değildir. Örneğin Kürtlerin siyasal ve kültürel haklarını elde etmelerinin işçilerin çalışma koşullarını daha da kötüleştireceği ya da Alevilerin, köylülerin, inançlarının gereğini yerine getirmek isteyenlerin taleplerinin engelleyeceği söylenebilir mi? Bu farklı imiş gibi gözüken toplum kesimlerinin çıkarları birbiriyle çelişkili değildir, bir kesim özgürlük alanı diğer bir kesimin özgürlük alanını ihlal etmez. Tam tersine bu toplum kesimlerinin demokrasi talepleri birbirini destekler. Kaldı ki her kesimin kendi demokrasi talebiyle yürüttüğü mücadele diğer kesimlerin mücadelelerinin de önünü açar. Bunun en açık örneği, Kürt hareketinin yürüttüğü mücadelenin ve bu mücadeleyle sağlanan çözüm sürecinin diğer toplum kesimlerinin de demokrasi taleplerini daha yüksek sesle ifade etmeye başlaması ve bunun Gezi direnişiyle bir mücadele sürecine dönüştürmesine yaptığı katkıdır.
Sözün özü: Mücadele etmeden iktidarın lütfettiği bir demokrasinin toplumun ihtiyaçlarını ve beklentilerini karşıladığının dünya üzerinde bir örneği yoktur. Demokrasinin olmadığını iktidarın da kabullendiği bir ortamda değerlendirilmesi gereken, bütün ayrıştırma çabalarına karşın tüm kesimlerin ihtiyacını karşılayacak bir demokrasi için mücadeleleri ortaklaştırmaktır.
26 Eylül 2013 Perşembe
6 Eylül 2013 Cuma
Türk-İş'in başkanı mı değişmiş?
ÖZGÜRCE
06/09/2013
Bugün yazımıza bir soruyla başlayalım:
Türkiye’nin en fazla üyeye sahip işçi konfederasyonunun başkanıyla genelkurmay başkanı arasında nasıl bir ilişki kurulabilir?
İşçi sınıfını temsil eden bir örgütün başındaki kişiyle devletin ordusunun başındaki kişiyi ilişkilendirme çabasını “saçma” bulmuş olabilirsiniz. Zira devletin egemenliğini korumakla mükellef olan ordu ile bu egemenliğe karşı işçi sınıfının mücadele aracı olan sendikaların başındakileri ilişkilendirmek gerçekten saçmadır; ama demokrasinin geçerli olduğu bir ülke için. Söz konusu Türkiye olunca işler değişir haliyle…
Önce bir önemli farklılığı belirtmek gerekir: Türkiye’de kamuoyu her dönemde genelkurmay başkanlarını sendika başkanlarından daha çok önemsemiştir. Bunda ordunun siyaset üzerindeki belirleyiciliğinin her zaman sendikalardan daha fazla olmasının katkısı olduğuna kuşku yoktur. Yakın zaman kadar siyasi iktidarlar ordunun vesayeti altında iken darbe dönemlerinden gelen anlayışla sendikalar halen terör örgütü gibi görülmüş, gösterilmiştir. Öte yandan sendikaların sınıfın çıkarları için mücadele yerine, sermaye ve devletle uzlaşı içinde emekçilerin haklarını ortadan kaldıran politikaları meşrulaştırma işlevini üstlenmesi, sendikalara güveni ve beraberinde de örgütlülüğü zayıflatmıştır.
AKP, -11 yıllık iktidarında yaptığı en hayırlı iştir- ordunun siyaset üzerindeki vesayetini önemli ölçüde ortadan kaldırmıştır. Siyasi aktör olmaktan çıkan ve sadece askeri bürokrasinin bir parçası haline gelen komutanlar, sivil bürokratlar gibi yasalarla tanımlanan işlerini yapmakla mükellef hale gelmiştir. Dolayısıyla kamuoyunun da genelkurmay başkanı ve komuta kademesine yönelik ilgisi azalmıştır.
Ordunun siyaset üzerindeki vesayetini ortadan kaldırıp, komuta heyetini bürokratik işlevlerine geri döndürmenin demokrasi açısından olumlu bir adım olduğunu inkâr etmek mümkün değildir. Ancak toplumun çok önemli bir kesimini oluşturan emekçilerin sınıf örgütü olan sendikaların siyasete doğrudan müdahale etmesi gereken bir aktör haline gelmesinin demokrasinin vazgeçilmez ilkesi olduğu da unutulmamalıdır. Özellikle küreselleşme ve esnekleşmenin geçerli hale geldiği 1970’li yıllar sonrasında sendikalar, emekçiler adına siyasete müdahale etmek yerine yukarıda da değinildiği gibi kapitalizmin en vahşi hali olan neoliberalizmin politikalarını meşrulaştırma işlevi görmüşlerdir. Dünyadaki bu gelişmelerin yanı sıra Türkiye’de bir de doğrudan işçi sınıfını hedef alan 12 Eylül darbesiyle karşılaşan sendikalar, siyaset üzerinde belirleyici aktör olmaktan tamamen uzaklaşmıştır.
AKP, sendikaların bu zafiyetlerini iyi değerlendirmiş, bir taraftan iktidarını ordunun vesayetinden kurtarırken, diğer taraftan işçi sınıfının örgütü olan sendikaları kendi vesayeti altına almaya çalışmıştır. İşçi sendikaları içerisinde en fazla üyeye sahip konfederasyon olan Türk İş, AKP’nin vesayet altına almaya çalıştığı sendikalar içinde öncelikli hedef olmuştur. Türk İş diğer sendikal yapılar gibi sendika içi demokrasinin son derece zayıf olduğu ve bürokratikleşmiş merkeziyetçi bir örgüttür. Öte yandan Türk İş, kuruluşundan itibaren devletle yakın ilişki içinde olmuş, darbe rejimlerinde bile bu yakınlığı bozmamıştır. Dolayısıyla AKP’nin Türk İş üzerinde vesayet kurması ve sıkça kullanılan tabirle “arka bahçe” haline getirilmesi son derece kolay olmuştur. Türk İş, AKP hükümetlerinin emek düşmanı politikalarına karşı hiçbir mücadele yürütmediği gibi işçi sınıfında tepkinin yükseldiği TEKEL direnişi ve benzeri eylemlilikleri sonlandırmak için büyük gayret sarf etmiştir.
6 yıldır Türk İş’in başında bulunan zat-ı muhterem geçen hafta istifa etmiştir. Türkiye’nin en büyük konfederasyonunun başında kimin olduğundan sadece genel kamuoyu değil, emekçiler ve hatta Türk İş üyelerinin bile büyük kısmı bihaberdir. Dolayısıyla Türk İş başkanının istifası ve yerine kimin geleceğini emekçilere hitap eden birkaç gazete ve televizyon dışında basın da ilgi göstermemiştir. Tıpkı artık genelkurmay başkanı ve ordunun komuta kademesindekilere ilgi göstermediği gibi…
Sözün özü: Siyasi iktidarın vesayeti altına girmek ve yönetim kadrosunun bürokrasi içerinde faaliyet yürütmesi ve toplumun ilgisinden uzak kalması ordu söz konusu olduğunda demokrasi adına olumlu kabul edilebilir bir durumdur. Ancak işçi sınıfının mücadele örgütü olan sendikalar, siyasi iktidarın vesayeti altına girmiş; yönetimi bürokratikleşmiş ve emekçilerin dahi ilgisinden uzak kalmışsa demokrasi adına durum vahimdir. Türkiye’nin gerçek anlamda bir demokrasiye ulaşabilmesi, büyük ölçüde sendikaların vesayetten ve bürokratik yapıdan kurtulabilmesine bağlıdır. Sendikaların üzerindeki vesayet ve bürokrasiyi kırmanın tek yolu ise emekçilerin ekmek ve demokrasi için örgütlenmeleri ve sendikalarına sahip çıkmalarıdır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Popüler Yayınlar
- Üniversite’de Neden ve Nasıl Örgütlenmeli?
- Patron, devlet, ‘sendika’ ve Özak direnişi…
- ÖMK sadece öğretmenlerin meselesi mi?
- Sefalet ücretinin sorumlusu kim?
- Emeklilik sisteminin yeniden yapılanması ve ‘aktüeryal denge’ masalı!
- KAPİTALİST ÜRETİM SİSTEMİNDE EMEĞİN VAROLMA MÜCADELESİNİN VAZGEÇİLEMEZ ARACI: GREV
- Algı operasyonunun yeni hedefi: Emeklilik sistemi
- TARİHSEL SÜREÇTE BİR PARANTEZ: “SOSYAL GÜVENLİK HAKKI”
- Kürt’e halay yasağının hedefi sadece Kürtler mi?
- ‘Aktüeryal denge’ masalı -2