ÖZGÜRCE
29/11/2013
Gezi direnişinde başrolde gençler olduğu konusunda sanıyorum şüpheye yer yoktur. Gezi direnişi nedeniyle öldürülenlerin tümünün gençler olması; direnişin yeniden canlanmasından korkan hükümetin özellikle ve öncelikle gençleri baskı altına almaya çalışması da bunu kanıtlamaktadır zaten. Gençlerin Gezi’de ortaya çıkan “beklenmedik” tepkisinin ardındaki neden, 12 Eylül darbesiyle başlayan ve bugüne kadar artarak devam eden, onları yok sayan ve baskı altına alan politikalardır. Darbenin hemen ardından gençleri siyasetten uzak tutmak gayesi ön plandadır; daha sonra ise neoliberal politikalar çerçevesinde kazanılmış hakları ortadan kaldıran tüm düzenlemeler gençler hedef alınarak yapılmıştır. Sağlıkta, sosyal güvenlikte, çalışma yaşamında var olan bir hak ortadan kaldırılırken veya geri götürülürken mevcut hak sahipleri istisna tutulmuş; yeni işe girecek, yeni sigortalı olacaklar yani gençler bu haklardan mahrum edilmiştir. Ne yazık ki birçok sendika ve ana-baba da “Benden sonra tufan” diyerek kendi çocuklarının yani bugünün gençlerinin haklarının gasbedilmesine göz yummuş, bu haklar için mücadeleden uzak durmuştur.
Gençlerin Gezi’de ortaya çıkan tepkilerinin ardındaki en önemli nedenlerden biri de eğitimdir. Eğitim sistemi, çocukları, gençleri geleceğin sahibi olacak insanlar olarak görmek yerine tamamen piyasanın ihtiyaçları doğrultusunda oluşan bir anlayışla, okulları sermayeye itaatkar iş gücü yetiştirme alanları haline getirmiştir. Yükseköğretim dahil her düzeyde eğitim kurumu gençleri öğrenci değil, üzerlerinden para kazanılacak müşteriler olarak görmektedir. Gençler, çocukluklarının ilk yıllarından itibaren birbirleriyle yarışmaya/rekabete ve bu rekabet uğruna okul dışındaki zamanlarını dershanelerde geçirmeye zorlanmışlardır. Tüm bunların yanında çocukluklarını ve gençliklerini yaşamadan, hazırlanmaya zorlandıkları sınavlardaki sahtekarlıklara da tanıklık etmişler; buna karşı gösterdikleri tepkiler ise göz ardı edilmiştir.
Dershaneler üzerinden yürütülen AKP-Cemaat tepişmesi, gençlerin Gezi’ye yansıyan tepkisinin ne kadar haklı olduğunu bir kez daha gözler önüne sermiştir. Tepişmelerde dershaneler kâr elde etmenin ve gençlerin cemaatlere devşirilmesinin bir alanı olması üzerinden tartışılmış; ne eğitim sistemi ne de gençlerin, çocukların ruh hali, geleceği söz konusu dahi edilmiştir. Muhalefet partilerinin konuya yaklaşımları tepişmenin taraflarından çok da farklı değildir. Sendikalar ise halen eğitimin sınıfsal bir mesele olduğunun ve mutlaka sınıfın genel çıkarlarını savunan bir yaklaşımla sürece müdahale etmelerinin bilincine ulaşamamışlardır.
Sözün özü: Görünen odur ki ne Hükümet ne Cemaat ne muhalefet ne de sendikalar Gezi direnişini anlayamamış, algılayamamıştır. Halen gençleri çıkarlarının aracı olmak ve onların sesini kesmek için baskı uygulamak dışında görmek niyetinde değillerdir. Bilinmelidir ki gençleri yok sayan onları nesneleştiren bu anlayış devam ettiği sürece gençlerin öfkesi daha da büyüyecektir. Benden söylemesi…
28 Kasım 2013 Perşembe
23 Kasım 2013 Cumartesi
21 Kasım 2013 Perşembe
Burjuvazinin ittifakıyla demokrasi mümkün mü?
ÖZGÜRCE
22/11/2013
Başbakan’la Barzani’nin Diyarbakır buluşması, Kürtler içerisinde yaratılmaya çalışılan ayrışmayı bir kez daha su yüzüne çıkarttı. Barzani’yi Türkiye’de çözüm sürecinin aktörü haline getirmeye çalışanların hedefinde BDP vardı. BDP’ye yönelik eleştiriler de büyük ölçüde yüzünü sola dönmesi üzerineydi. Peki, BDP ya da Kürt siyasal hareketi yüzünü sola dönmeyecek de nereye dönecekti? Bu eleştirilerden murat edilen çok açık ki Kürtlerin ve Türklerin sağ politika(cı)lar etrafında ortaklaşmasıdır.
Siyasi anlamda “sağ” üç saç ayağı üzerinde oturur bunlardan birincisi milliyetçilik, ikincisi Sünni-İslam anlayışını siyaset aracı olarak kullanan muhafazakarlık, üçüncüsü de liberalizmdir. Kürtleri yüz yıldır inkar eden ve halkları düşmanlaştıran politikaların temelinde milliyetçilik vardır. O halde Kürtlerin ve Türklerin, halkları ayrıştıran milliyetçilik anlayışı etrafında buluşulması mümkün değildir. Dolayısıyla geriye din muhafazakarlığı ve liberalizm yani Kürt ve Türk burjuvazisinin ittifakı kalır.
BDP yüzünü sola döndü diyenler bu iddialarını, büyük ölçüde 2011 seçimlerinde oluşturulan Emek, Barış ve Demokrasi Bloku ile yine 2012 Ekim ayında kurulan Halkların Demokratik Kongresi (HDK) ve onun partisi HDP’ye dayanmaktadır. Gerek seçim bloku gerekse HDK ve HDP gerçekten de Türkiye’de emekten yana sosyalist düşünceyi savunan siyasi yapıların ve bireylerin birlikteliğinden oluşmuştur. Ama bu birliktelik tesadüf değildir. Kürtlerin siyasal temsilcisi olan BDP ile emekçilerin, sosyalistlerin bir araya gelmesindeki amaç Kürt sorununun kalıcı olarak çözülmesi ve Türkiye’nin, halkların barış içinde yaşayacağı bir ülke haline gelmesidir. Bunun için Türkiye’de demokrasinin tesis edilmesi gerekir ki bu ancak ezilen, sömürülen ve yok sayılanların ortak mücadelesiyle sağlanabilir.
Türkiye’de din, egemenlerin kimi zaman toplumda ayrımcılık yaratmak kimi zaman da toplumu itaatkar hale getirip egemenliklerini sürdürmesinin bir aracı olarak kullanılmıştır. Böylece Sünni-İslam dayatmasıyla din, inanç özgürlüğünü engellemiş ve Türkiye’de demokrasi sorununun temel nedenlerinden biri haline gelmiştir. Kaldı ki din üzerinden örgütlenen yapılanmalar 1990’lı yıllarda devlet tarafından Kürt’leri bölerek birbirine düşürmek için de kullanılmıştır. Hal böyleyken Türkiye’de barışı ve demokrasiyi hedefleyenlerin, dini, toplumu ayrıştırmanın ve egemenlik sağlamanın ideolojik aracı olarak gören “sağ” etrafında ortaklaşması düşünülemez.
Bu durumda Kürt ve Türk halkının bütünleşmesi için “sağ”ın içinde geriye liberalizm kalmaktadır. Kelime anlamı “özgürlük” ifade etse de burjuva ideolojisini temsil eden liberalizmin özgürlüğü sadece mülk ve servet sahipleri içindir. Mülkiyeti ve serveti çoğaltmanın kaynağı emeğin ve doğanın sömürüsüdür. Bu sömürüye karşı emeğine, doğasına sahip çıkmak isteyenleri baskılamak, engellemek liberalizmin özgürlük anlayışıyla çelişmemektedir. Halkların kimliklerini inkar, asimilasyon, tehcir, katliamlar ve savaşlar da yine liberalizmin ulus-devlet anlayışının bir sonucudur. Yani demokrasi sorununun temel nedeni olan liberal sağ anlayış çerçevesinde bir ortaklaşma da halklar için emekçiler için barışı, özgürlüğü, demokrasiyi sağlamayacaktır.
Hafta sonu Diyarbakır’da sahnelenen tablo tam da liberal sağ anlayışla Kürt ve Türk burjuvazisinin çıkarlarına dayanan bir ortaklaşmanın topluma yutturulmaya çalışılmasıdır. Bu anlayışın, Rojava’da gerçekleştirilen devrimi de Türkiye’de HDK ve HDP’de ifadesini bulan demokrasi, barış ve özgürlük çabalarını da benimsemesi, savunması beklenemez.
Sözün özü: Kürt sorununun çözümü ve demokratikleşme görüntüsü altında Kürt ve Türk burjuvazisi, dini de kullanarak halkları kendi içinde bölüp birbirine düşürmeye çalışmaktadır. Bu tarihsel olarak burjuvazinin her dönemde her coğrafyada oynadığı oyunun tekrarıdır. Bu oyunu bozmanın yolu da yine tarihin gösterdiği üzere ezilenlerin, sömürülenlerin, kimliksizleştirilmeye çalışılanların ortak mücadelesinden geçer. HDK ve HDP’de zaten bu mücadeleye aracılık etmek için vardır!
14 Kasım 2013 Perşembe
Ortaklaşamayan mücadele ve kıdem tazminatı
ÖZGÜRCE
15/11/2013
1980’li yıllarla birlikte neoliberal politikaların toplumsal tepkiye neden olmadan uygulamaya konulabilmesinin en önemli nedeni hiç kuşkusuz 12 Eylül darbesinin örgütlü işçi sınıfının ve toplumsal muhalefetin üzerinden silindir gibi geçmesiydi. Ancak 1989 Bahar Eylemleriyle birlikte işçi sınıfı toparlanmaya başladı ve emekçiler 1980 sonrasındaki kayıplarını kısmen de olsa telafi etti. Bahar Eylemleriyle birlikte emekçiler geçmişteki kayıplarını telafi etti etmesine ama bu sadece kayıtlı çalışan emekçiler içindi. Eylemlerin önünü çeken sendikalar, 1980 sonrasında hızla artan kayıt dışı çalışanları bu mücadeleye katmayı ve onların haklarını savunmayı unutmuşlardı.
1989’lardaki eylemlilik süreci sadece maddi kayıpları telafi etmek üzerine oturtulduğu ve Türkiye’de sınıf mücadelesinin önünde engel oluşturan yasalar ile Kürt sorununun çözüme kavuşturulduğu demokratik bir düzeni fazlaca önemsemediği için elde edilen kazanımlar da kalıcı olmamıştır. Bu dönemde tek başına iktidar olan ANAP bu eylemliliklerin sonucunda iktidardan uzaklaştırılmıştır ama onun yerine gelen DYP-SHP koalisyonu emekçilerin haklarını korumak bir tarafa hakları ortadan kaldırmak için çok daha büyük gayret sarf etmiştir. 1990’lı yılların ilk birkaç yılından sonra artan katliam, suikast ve çatışma ortamının gölgesinde işçi hareketleri gerilemiş ve 1989’da elde edilen bütün kazanımlar hızla ortadan kalkmaya başlamıştır.
1990’lı yıllarda işçi hareketlerinin gerilemesinden güç alan siyasi iktidarlar, kamu işletmelerini birer birer özelleştirmeye başlamıştır. Bu süreçte de işçiler ve sendikalar karşı karşıya oldukları saldırıyı bütünlüklü olarak görememiş ve sıra kendi çalıştığı işletmeye gelene kadar özelleştirmeye karşı çıkmamış, ortak bir mücadele iradesi gösterememiştir.
2001 krizi sonrasında hızlanan neoliberal yapısal uyum programları, emekçilerin kazanılmış haklarına yönelik saldırıları da hızlandırmıştır. İlk olarak İş Kanunu’nun esnek çalışmayı kural haline getirecek biçimde değiştirilmesi gündeme gelmiş, işçi sendikaları buna karşı yetersiz de olsa bir mücadele yürütürken, kamu emekçileri kendilerini ilgilendirmediğini düşünerek bu mücadeleye katılmamıştır. Ancak 4857 sayılı İş Kanunu yürürlüğe girip esnek çalışma kural haline gelir gelmez, kamu personel reformu adı altında kamuda da esnek çalışmanın uygulanması gündeme gelmiştir. Devlet Memurları Kanunu henüz esnekliği içerecek biçimde değişmemişse de fiilen kamuda esnek çalışma hızla yaygınlaşmaya başlamıştır.
Diğer taraftan kamu hizmetlerinin piyasalaşma süreçleri ve buna bağlı olarak da çalışma rejimindeki değişiklikler de yine sadece piyasalaştırılmakta olan kurumlardaki kamu emekçilerinin sorunu olarak görülmüş ve sahiplenilmemiştir. Örneğin 4+4+4 eğitim sistemi öğretmenlerin; kamu hastane birlikleri sağlık emekçilerinin; yüksek öğrenim yasası üniversite emekçilerinin sorunu olarak görülmüş ve sonuçta da bu kurumlarda çalışan emekçilerin cılız mücadeleleri başarıya ulaşamamıştır.
1980’den bu yana emekçiler kendilerine yönelik topyekün saldırılar karşısında parçalı bir mücadele yürütmeye çalıştıkları için başarısız olmuşlardır. Şimdi aynı durum kıdem tazminatı için geçerlidir. Yıllık 30 gün üzerinden hesaplanan kıdem tazminatı hükümetin ve işverenlerin istediği gibi 18 ya da 12 gün üzerinden hesaplanırsa, memurların da emeklilik ikramiyelerini yıllık 30 gün üzerinden alabilmelerinin olanağı kalmayacaktır. Kıdem tazminatı bu doğrultuda değişirse, memur ikramiyelerine ilişkin düzenleme de en kısa zamanda değişecektir. Yukarıda anılan birçok örnekte olduğu gibi…
Sözün özü: Bugün hangi emekçiye hangi sendikacıya sorsanız kendisinin karşı karşıya olduğu sorun için emekçilerin neden birlikte olmadığından yakınır. Ama bir türlü emekçilere yönelik saldırılar bütünlüklü olarak görülüp mücadeleler ortaklaştırılamaz. Artık geçmiş deneyimlerden, ödenen bedellerden ders çıkartmanın, öğrenmenin zamanı gelmiş de geçmektedir. Türkiye işçi sınıfının en önemli kazanımlarından olan kıdem tazminatı, savunmak için elimizde kalan birkaç haktan biridir. Hiç olmazsa bunun için işçisiyle kamu emekçisiyle, beyaz yakalısıyla mavi yakalısıyla bir araya gelip mücadele ortaklaştırılmalıdır (!)
7 Kasım 2013 Perşembe
2014 bütçesi, demokrasi ve toplumsal barışı tehdit ediyor (!)
ÖZGÜRCE
8/11/2013
Hükümetin Meclise sunduğu 2014 yılı bütçesi AKP’nin iktidara geldiğinden bu yana uyguladığı ekonomik programı sürdüreceğini gösteriyor. AKP’nin 11 yıldır sadakatle uyguladığı bu ekonomi programı, 24 Ocak 1980 kararlarıyla başlatılan ve 2001 yılında Kemal Derviş tarafından revize edilen neoliberal yapısal uyum programlarının devamıdır. Neoliberalizm, küresel rekabet koşullarına uyum sağlamak için ekonominin üretim maliyetlerin en düşük seviyeye çekilebilmesini amaçlayan piyasa ihtiyaçlarına göre düzenlenmesi esasına dayanmaktadır.
Üretim maliyetlerin düşürülebilmenin birinci yolu özellikle Türkiye gibi emek yoğun üretim yapan ülkelerde emek maliyetinin düşürülmesidir. Bunun için emeğin verimliliğinin artırılıp, sermayenin emek gücü için yaptığı harcamaların düşürülmesi gerekir. Diğer bütçeler gibi 2014 bütçesi de emek verimliliğini artırmak için emek piyasalarının daha fazla esnekleştirilmesini öngörmektedir. Kıdem tazminatının tasfiyesi, kiralık emekçi büroları, taşeron çalışmanın yaygınlaştırılması gibi son dönemde yeniden gündeme gelen düzenlemeler, bütçede de yer verilen daha fazla esneklik öngörüsüyle örtüşmektedir. 2014 bütçesinde sermayenin emek gücü için yaptığı harcamaların düşürülmesi için ise 2008 krizinden bu yana uygulanan kadınlar, gençler gibi dezavantajlı sayılan kesimlerin sigorta, vergi ve hatta ücret gibi maliyetlerinin hazine yani toplum tarafından üstlenilmesidir. Öte yandan yüzde 18 olan personel giderlerinin yüzde 14’e indirilmesi ve bu kapsamda kamuda personel azaltılması ve ücretlerin baskılanması da yine bütçe tasarısında emek maliyetlerini düşürme anlayışını yansıtmaktadır.
Sermayenin maliyetlerini düşürmenin diğer bir yolu bütçe giderleri içinde sosyal harcamaları sınırlandırıp, sermayeye aktarılacak kaynakları arttırmaktır. Ayrıca kamu hizmetlerinin özel sektör için kâr alanı haline getirmesi de yine bu çerçevede değerlendirilebilir. 2014 bütçesinde eğitim ve sağlığa yüksek oranda kaynak ayrıldığı iddia edilmekteyse de tasarı incelendiğinde bu kaynakların önemli kısmının doğrudan ya da dolaylı olarak özel sektöre aktarıldığı görülmektedir. Örneğin eğitim için bütçeden ayrılan miktar 78.5 milyardır. Oysa Milli Eğitim Bakanlığı’nın bütçesi 55.7 milyardır yani eğitim için ayrılan miktarın yaklaşık üçte biri (22.8 milyar) bakanlık dışındaki eğitim faaliyetlerine aktarılacaktır. Öte yandan bakanlık bütçesi içinde de Fatih Projesi, ders kitabı alımı gibi birçok kalemde harcamalar özel sektöre aktarılmaktadır. Benzer durum sağlık için de geçerlidir. Bütçede 75 milyar TL’nin sağlık için ayrıldığı söylenmektedir oysa Sağlık Bakanlığı, T. Kamu Hastaneleri Kurumu ve T. Halk Sağlığı Kurumuna ayrılan bütçenin toplamı sadece 18.4 milyardır. Yani 56.6 milyar bakanlık ve kamu sağlık kurumlarının dışında harcanacak; muhtemelen de özel sağlık kuruluşları vasıtasıyla sermayeye aktarılacaktır.
Maliyetleri düşürmenin bir başka yolu hammadde ve enerji harcamalarını azaltmaktır. Özellikle enerji maliyetlerinin yüksekliği Hükümetin sürekli olarak dillendirdiği bir konudur. Enerji maliyetlerini düşürmek konusunda getirilen öneriler ise nükleer, termik ve hidroelektrik santralleridir. Bunların her üçü de geri dönüşü olmayacak biçimde doğayı tahrip ederken, insan ve diğer tüm canlı varlıkların da yaşamını tehdit etmektedir. 2014 bütçesinde doğa ve yaşam düşmanı enerji kaynaklarına yatırımların daha da artırılacağı belirtilmektedir.
Sermayeyi teşvik için bütçede yer alan diğer bir konu da bütçe gelirlerine ilişkindir. Bütçe gelirlerinin yüzde 86.4’ü vergi gelirlerinden sağlanmaktadır. Vergi gelirleri içinde sermayeden doğrudan alınan kurumlar vergisinin payı sadece yüzde 8.9’dur. Önemli bölümünü ücretli emekçiler ve küçük üretici, esnaf ve çiftçinin ödediği gelir vergisinin payı ise yüzde 20.4’tür. Buna karşılık dolaylı vergiler olarak adlandırılan ve toplumdan alınan ÖTV ve KDV’nin payı ise yüzde 70’leri bulmuştur. Vergi dışı gelirler ise büyük ölçüde özelleştirme ve 2/B arazilerinin satışı yoluyla elde edilen; yani topluma ait varlıkların satışından elde edilen gelirlerdir.
Özetle 2014 bütçesi, 1980’den bu yana hazırlanan tüm bütçeler gibi toplumun geniş kesimlerinden alıp sermayeye kaynak aktarma anlayışını devam ettirmiştir. Daha açık bir ifadeyle 2014 bütçesi emeğin sömürüsü, toplumun yoksullaşması ve doğanın yok edilmesi pahasına bir avuç sermayedarı ihya etme bütçesidir(!)
2014 bütçesi, toplum kesimleri arasında gelir dengesizliğini daha da arttıracak son derece anti-demokratik bir içeriğe sahiptir. Antidemokratik bir bütçenin demokratik bir ortamda uygulanabilmesi mümkün değildir. Bu nedenle olsa gerek toplumu baskı altında tutmak üzere görevlendirilmiş kurumlara (Emniyet, İçişleri Bakanlığı, Jandarma, MİT, Milli Savunma Bakanlığı vs) ayrılan bütçe 50 milyarı bulmaktadır.
Sözün özü: 2014 bütçesi topluma sömürüyü, güvencesizliği, yoksulluğu, doğanın katledilmesini dayatan; demokrasi ve barışı tehdit eden bir anlayışın ürünüdür.
1 Kasım 2013 Cuma
Bireysel emeklilik oyunu...
ÖZGÜRCE
01/11/2013
01/11/2013
Bireysel Emeklilik Sistemi (BES), 2001 krizi sonrasında Kemal Derviş tarafından uygulamaya konulan güçlü ekonomiye geçiş programı çerçevesinde sosyal güvenlik sistemini yeniden yapılandırmanın bir parçası olarak yaşama geçirilmiştir. 4632 sayılı yasayla kurulan ve 7 Ekim 2001 tarihinde yürürlüğe giren BES ile amaçlanan özetle; sosyal güvenlik sisteminin özelleştirilmesi ve sermaye için yeni bir kâr alanı haline getirilmesidir. BES şöyle işlemektedir: Özel sigorta şirketleri tarafından toplanan primlerden oluşturulan fonlar, borsa aracılığıyla sermayeye aktarılmakta ve bu fonlar piyasada oluşan dalgalanmalara göre değer kazanmakta ya da kaybetmektedir. Diğer bir değişle emekçileri kapitalist sistemin yarattığı risklerden korumak için işçi sınıfının mücadeleleriyle kazanılmış olan sosyal güvenlik hakkı sermaye için yeni bir kâr alanı haline getirildiği gibi piyasa koşulları içinde emekçilerin birikimleri de riske atılmaktadır.
Kemal Derviş’in uygulamaya koyduğu ekonomi programının sadık uygulayıcısı olan AKP, sosyal güvenlik siteminin piyasa koşullarına göre yeniden yapılandırılması konusunda önemli adımlar atmıştır. Bu çerçevede sosyal güvenlik sisteminin genel bütçeye yük olduğu gerekçe gösterilerek 5510 sayılı SSGSS Kanunu çıkartılmıştır. Bu yasayla “kara delik” olarak tanımladıkları bütçe açığını kapatmak için emeklilik yaşı ve emekliliği hak etmek için gereken prim ödeme gün sayısı yükseltilmiş, emeklilerin aylık bağlama oranı düşürülmüştür. Böylece istihdamın giderek esnekleştiği koşullarda emeklilik için gerekli prim ödeme gün sayısını ve yaş sınırı olan 65’i sağlayarak emekli olabilmek neredeyse “hayal” olmuştur. Öte yandan emeklilik koşullarını sağlayabilmiş olanların ise zaten yoksulluk ve açlık sınırının çok altında olan aylıkları daha da düşmüştür. Kısacası emekçiler bu yasayla sosyal güvenlik haklarıyla birlikte gelecek güvencelerini ve insanca yaşayacak bir geliri de kaybetmiştir.
Sosyal güvenlik haklarını önemli ölçüde kaybeden işçiler, kamu emekçileri, esnaf, küçük üretici, küçük toprak sahibi çiftçilerin oluşturduğu geniş emekçi kesimler, özel sosyal güvenlik sistemine yönlendirilmeye çalışılmıştır. Ancak büyük çoğunluğu yaşamını sürdürecek bir geliri dahi elde etmekten yoksun olan bu kesimlerin BES’e prim ödemeleri mümkün değildir. Bu nedenle üst ve orta gelirliler dışında bireysel emeklilik sistemini tercih edenler son derece sınırlı kalmıştır. Bunun üzerine bütçeye yük olduğu gerekçesiyle sosyal güvenlik sistemini neredeyse tasfiye eden devlet, BES için vergi teşvikleri uygulamaya başlamıştır. Ancak bundan da beklenen sonuç elde edilemeyince çare olarak bireysel emekliliğe doğrudan devlet katkısı uygulanmaya başlamıştır. Böylece bireysel emeklilik sistemi içerisine girmiş olanlara devlet, brüt asgari ücretin yüzde 25’i kadar doğrudan katkıda bulunmaktadır. Devlet katkısı uygulaması haziran 2013’te başlamış ve ekim 2013 rakamlarına göre devlet bütçesinden BES’e katkı olarak aktarılan kaynak 836 milyon TL’yi bulmuştur.
Resmi istatistiklere göre Türkiye’de 60 milyondan fazla emeğiyle geçinen ve onların bakmakla yükümlü olduğu nüfus vardır. Bunların 48 milyon kadarı emekçileri güvencesizliğe ve yoksulluğa mahkûm eden resmi sosyal güvenlik sistemi yani SGK içindedir. 10-15 milyon kişi ise işverenin “ya sigorta ya asgari ücret” önermesi karşısında yaşamını sürdürebilmek için sigortasız çalışmaya razı edilmiş veya sigortalanma şansı hiç olmamıştır. 60 milyonu aşan bu emekçi kitle içinde sadece 4 milyon kişi BES içine girmiştir. Yani bütçeye yük diye 10 milyonlarca emekçiyi güvencesiz bırakan yoksulluğa sürükleyen devlet, onların cebinden aldığı vergilerle bu 4 milyonun sigortasına kaynak aktarmaktadır.
Sözün özü: BES adı altında sunulan özel sosyal güvenlik sistemi, yaşamın karşılarına çıkartacağı risklere karşı güvence için BES’e girenlere güvence sağlamadığı gibi buraya aktarılan birikimleri de piyasa koşulları içinde riske atmaktadır. Öte yandan bütçeye yük oldu gerekçesiyle tasfiye edilen sosyal güvenlik sistemi yerine bütçeden özel sigorta için kaynak aktarılmaktadır. BES, neresinden baksanız aldatmacadan ibaret, adaletsiz ve hatta ahlaksız bir sistemdir. Emekçiler için gelecek güvencesinin tek yolu sosyal güvenlik hakkını yeniden elde etmek ve daha da ileri düzeye taşımak için mücadele etmektir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Popüler Yayınlar
- Üniversite’de Neden ve Nasıl Örgütlenmeli?
- Patron, devlet, ‘sendika’ ve Özak direnişi…
- ÖMK sadece öğretmenlerin meselesi mi?
- Sefalet ücretinin sorumlusu kim?
- Emeklilik sisteminin yeniden yapılanması ve ‘aktüeryal denge’ masalı!
- KAPİTALİST ÜRETİM SİSTEMİNDE EMEĞİN VAROLMA MÜCADELESİNİN VAZGEÇİLEMEZ ARACI: GREV
- Algı operasyonunun yeni hedefi: Emeklilik sistemi
- TARİHSEL SÜREÇTE BİR PARANTEZ: “SOSYAL GÜVENLİK HAKKI”
- Kürt’e halay yasağının hedefi sadece Kürtler mi?
- ‘Aktüeryal denge’ masalı -2