
ÖZGÜRCE
01/08/2014
“Bilindiği gibi gerçek her
yerde somuttur. Bu nedenle Marksizmin tahlil metodu, daima ‘somut durumların
somut tahlilidir.’ Bunun dışında nesnel bilgi edinme yolu yoktur.”
Mahir Çayan
18
Temmuz tarihli yazımın başlığı “İşçinin, emekçinin cumhurbaşkanı olur mu?” idi.
Bu yazıyı, “Evet, Demirtaş seçildiği taktirde işçilerin, emekçilerin de
cumhurbaşkanı olacaktır.” diyerek bitirmiştim. Mehmet Erman Erol, benim bu görüşüme
katılmadığını ve Demirtaş’ın içinden geldiği Kürt hareketinin sınıfsal anlamda
çelişkileri bulunduğunu ve sosyalistlerin bunu sorgulama hakkının olduğunu
belirtmişti. 27 Temmuz’da Evrensel ve sendika.org’da yayınlanan bir yazıyla
Erol’a yanıt vermeye çalışmıştım. Erol, bu yazıma cevaben 29 Temmuz’da
sendika.org’da “Eleştiri, sol, sınıf: Özgür Müftüoğlu’na ikinci bir cevap”
başlıklı bir yazı daha yayınladı. Bu yazısında Erol,
kendisine verdiğim yanıttaki argümanları ikna edici bulmadığını; “Demirtaş’ın
olası bir cumhurbaşkanlığının Türkiye işçi sınıfına -Kürt hareketinin mevcut
siyasetinin önüne koyacağı kısıtlar gereği- katkılarının…” benim
beklentilerimden çok daha cılız ve öngörülemez olacağını belirtti.
Erol,
ilk yazısında olduğu gibi ikinci cevap yazısında da Gezi, Demokratik İslam Kongresi,
Reyhanlı açıklaması vb. Kürt hareketinin sınıf tavrına aykırı gördüğü örnekler
veriyor ve bazı sosyalistlerin Demirtaş’ı desteklememeleri ya da
eleştirmelerinin keyfiyetten veya ulusalcılık hastalığından dolayı olmadığını;
sosyalist solun kendi ilkelerini yansıtan bir adayın bulunmadığı iddiasının
doğal karşılanması gerektiğini söylüyor. Bunun üzerine de kişisel fikrinin
“yetmez ama Demirtaş”; Demirtaş ikinci tura kalamazsa ikinci turda Erdoğan’ı
yenilgiye uğratıp, “rejimi çatırdatmak için” diğer adaya yani İhsanoğlu’na oy vereceğini
belirtiyor.
Erol’un
kişisel düşüncesi ve oy verme tercihi konusunda bir sözümüz olamaz elbette. Ancak
bu yazıdan kişisel görüş ve tercihlerden ziyade sınıfsal çelişkileri olduğunu
ileri sürerek Kürt hareketine mesafeli yaklaşan sosyalist solun en azından bir
kesiminin görüş ve tavrının da yansıtıldığı anlaşılmaktadır. Hal böyle olunca
fazla uzatmadan ve önceki yazılarla tekrara düşmemeye çalışarak birkaç söz etme
gereği ortaya çıkmıştır.
Kürt
hareketinin sınıf çelişkileri olduğu iddiasına karşılık daha önceki yazımda da
belirttiğim gibi Kürt hareketi ezilen, yok sayılan bir halkın varlık
mücadelesini üstlenmiş bir halk hareketidir. Önceliği sınıf mücadelesi
değildir, çünkü Kürt hareketi mücadelesini işçi hareketinin, sosyalist
hareketin yükseldiği bir ülkede değil, tam tersine burjuvazinin tüm gücüyle
emekçileri, yoksul halkı ezdiği bir rejime karşı gerçekleştirmektedir. Bu
rejim, işçi sınıfı ve toplumsal muhalefetin gücünü kırarak, Türkiye’yi ucuz
emek alanı haline getirmeyi hedefleyen 12 Eylül darbesinin üzerine inşa
edilmiştir. Kürt halkına yönelik baskı ve şiddetin işçi sınıfına yönelik baskı
ve şiddetle aynı döneme denk gelmesi tesadüf değildir.
Bugün
kendisini sosyalist olarak tanımlayan bir kesimin hala bağlantısını kuramadığı
emekçi sınıfla ezilen halk ilişkisini egemenler, 12 Eylül’de kurmuş ve her
ikisini birlikte ezmek, yok etmek istemişlerdir. Daha sonra da işçi hareketinin
yükseldiği dönemlerde, Kürt hareketine yönelik baskıları arttırarak, Kürt
düşmanlığını körükleyip milliyetçiliği yükselterek sınıf mücadelesini
engellemeye çalışmışlardır. Bunun en açık örneği 1989 Bahar Eylemleriyle
yükselen işçi hareketinin 1992-1993 yıllarında Kürtlere yönelik katliamların, baskıların
artmasıyla sönümlendirilmesidir. Kürtlere yönelik şiddetin artmasıyla birlikte
toplumsal muhalefet ve işçi sınıfı hareketi yeniden gerilemeye başlamış, reel ücretler
hızla düşmüş ve emekçilerin ekonomik ve sosyal haklarını geriletecek
politikaların zemini hazırlanmıştır. Özellikle altını çizmek isterim ki bu
dönemde sadece kamu emekçi hareketi ve KESK, mücadeleyi yükselterek
sürdürebilmiştir ki bunun da esbabı mucizesi bu hareketin milliyetçilik
tuzağına düşmeyip, Kürt ve Türk emekçilerin omuz omuza mücadele yürütmüş
olmasıdır.
Türkiye’de
işçi hareketi ve toplumsal hareketin 1990’lı yıllardan bu yana en büyük iki
eylemi hiç kuşkusuz TEKEL ve Gezi direnişleridir. Dikkat edilirse her iki
direniş de Kürt hareketinin güçlendiği ve hükümeti açılıma ya da müzakere
masasına oturmaya zorladığı dönemlerde gerçekleşmiştir. TEKEL direnişinde
Türkiye’nin dört bir yanından Kürt, Türk ve diğer halklardan emekçiler birlikte
halay çekmiş, horon tepmiş ve hükümete “gerçek açılımı biz yaptık” mesajı
vermişlerdir. AKP’ye Gezi’den önce en zor günlerini yaşatan bu eylem, sendikal
bürokrasinin de katkılarıyla sona erdirilmiştir.
Kürtlerin
içinde yer almamakla ya da müdahale etmekte gecikmekle suçlandıkları Gezi
direnişinin, 30 yıllık çatışma sürecinin sonrasında silahların sustuğu,
cenazelerin gelmediği bir dönemde gerçekleşmesi bir tesadüf müdür? Eğer Kürt
hareketi belirli bir güç haline gelerek barış sürecini zorlamasaydı, kendini
işçi sınıfı içinde tanımlasın tanımlamasın emekçiler, gençler 33 yıllık darbe
rejiminin baskısına karşı bir direnişi gerçekleştirebilir miydi? Hiç sanmıyorum.
Kürt halkının darbe rejimine karşı büyük bedeller ödediği mücadelenin
kazanımlarıyla Türkiye’nin batısında da demokrasi talepleri yükselmeye başlamış
ve Gezi direnişi gerçekleşmiştir. Gezi’de bir başında Türk bayrağı diğer
başında Öcalan bayrağı taşıyanların kurdukları halay da mücadelenin
ortaklaşması ve Türkiye demokrasisi için en umut veren tablo olmuş ve
egemenleri çok korkutan bu direniş büyük bir şiddetle bastırılmıştır.
2011
genel seçimlerinde Kürt hareketi, Türkiye emek hareketi ve sosyalistlerle
kurduğu
Emek, Demokrasi, Özgürlük Bloğu ile önemli bir başarı sağlamıştır. Bu başarı
egemenleri korkutmuş ve bu seçim başarısının ardından KCK operasyonları
başlamış ve çatışmalar artmıştır. Diğerleri gibi burada da korkulan 12
Eylül’den bu yana mücadelelerini ortaklaştırmaları engellenen Kürtlerle
emekçilerin, sosyalistlerin bir araya gelmeleridir. HDK ve HDP tüm baskılara
rağmen birlikteliği sürdürmeyi ve mücadeleyi ortaklaştırmayı amaçlamıştır.
Kürt
halkının haklarıyla Türkiye işçi sınıfının kader ortaklığını gösterecek
örnekler çoğaltılabilir. Kendisini sosyalist olarak tanımlayanların bu
ortaklığı görmezden gelerek, Kürt hareketiyle ortak mücadeleden imtina
etmesini; meselenin cumhurbaşkanı olmaktan öte ezilen, sömürülen ve inkar edilenlerin
mücadelesini ortaklaştırmak olduğunu sürekli vurgulayan Demirtaş’a mesafeli
durmasını hangi ilkelere dayandırdıklarını anlamak oldukça güçtür. Hele ki “Erdoğan’ı
yenilgiye uğratıp, “rejimi çatırdatmak” için” milliyetçilerin ortak adayı
İhsanoğlu’nu ehven-i şer diyerek desteklemenin, somut durumu tahlil
edememek ve tarihsel bir çelişkinin içine düşmek dışında nasıl
yorumlanabileceğini bilemiyorum.
Kürt
hareketi, işçi sınıfı ve sosyalist hareket üzerinden somut durumların somut
tahlilini yapabilmek için bolca tartışmaya ihtiyaç vardır. Şüphesiz bu
tartışma, cumhurbaşkanlığı seçimiyle sınırlı değildir, birbirimizin sorgulama,
eleştirme hakkına saygı çerçevesinde bu tartışmaların yaygınlaşarak sürmesini
diliyorum ve bu tartışmanın gerçekleşmesini sağlayan Mehmet Emin Erol
arkadaşıma çok teşekkür ediyorum.
Yazıya
Mahir Çayan’ın “somut durumun somut tahlili” üzerine sözleriyle başlamıştım.
Bitirirken de Engels’in “ezilen ulusların özgürlüğünün ezen ulusların
özgürlüğünün ön koşulu olduğu…” sözlerini ve Lenin’in egemen ülkelerdeki
sosyalistlerin ezilen ulusların kurtuluşu için çalışma görevi olduğu ve azınlık
milliyetçiliğini önlemenin tek yolunun halkların kendi kaderlerini tayin
hakkının sosyalistlerce tanınması olduğuna dikkat çeken sözlerini anımsatmak
istiyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder