26 Şubat 2021 Cuma

Evden çalışma, uzaktan sömürü


27 Şubat 2021

Pandemiyle beraber kapitalizmin çarklarının dönmesi, üretimin sürmesi için fiziksel mesafe kuralının hiçe sayıldığı, işçilerin çalışmak zorunda bırakıldığı, kendilerinin ve toplum sağlığının riske atıldığı hepimizin malûmu. Hizmet sektörünün yüz yüze yapılması gereken birtakım işlerinde de fiziksel mesafe göz ardı edilirken, kimi işlerin çalışanların evlerinden yapabileceği düşünülerek evden, uzaktan çalışmanın öne çıkarıldığına tanık oluyoruz.

Evden, uzaktan çalışma pandemiyle icat edilmiş bir çalışma biçimi değil elbette. İşçinin kendi evinin -patron için- üretim yapılan mekân olarak kullanılmasının geçmişi kapitalizmin ortaya çıktığı 17., 18. yüzyıla kadar uzanır hatta eve iş verme kapitalist üretim sisteminin en ilkel biçimlerinden biri olarak kabul edilir. İşçinin evinde üretim yaparken yeterince denetlenemediği ve verimliliğin düşük olduğu düşüncesi, atölyeleri ve fabrikaları üretimin yeni mekânları haline getirir. Üretimin evden ayrışması, işçinin yaşam alanı olan evin kapitalist üretim sürecindeki yerini de emeğin yeniden üretildiği ve tüketimin gerçekleştiği mekân olarak sınırlar.

1970’lerin başında kapitalizmin içine girdiği krize emek maliyetini düşürecek esnek üretim yöntemlerinin çözüm olacağı görüşü benimsendi. Esnekleşme ile üretim, üretim sürecinin tümünün gerçekleştiği fabrikalardan ve büyük işletmelerden çıkarak kuralsız çalışmanın ve örgütsüzlüğün hâkim olduğu ucuz emek alanlarına kaydırıldı. Başlarda emek yoğun işlerin parça başı olarak evlere verilirken, gelişen teknolojinin emek üzerindeki denetiminin artması, özellikle büro işlerinin bir kısmının da evde yapılabilmesini sağladı.

Böylece emeğin denetlenemediği ve yeterince verim alınamadığı (sömürülemediği) gerekçesiyle terk edilen evden çalışma, teknoloji sayesinde denetleyebildiği emekçilerin evlerini yüz yıllar sonra yeniden üretim ve hizmet sunum sürecinin bir parçası haline getirdi. İşin eve taşınması sadece verimliliği arttırarak emek maliyetini azaltmakla kalmadı; işletmelerin kira, elektrik, yemek, ulaşım, internet gibi giderlerinin de çalışanların üzerine yıkılmasını sağladı.

Covid-19 dünyayı sar(s)madan önce de diğer esnek çalışma biçimleri gibi evden çalışma sermaye ile kapitalizmin uluslararası örgütlerinin (OECD, DB, AB vb.)  gündemindeydi ve sürekli olarak hükümetlere esnek çalışma biçimlerinin yaygınlaşması konusunda telkin ve uyarıda bulunuyorlardı.

ILO’nun Temmuz 2020’de yayımladığı “COVID-19 Ortamında ve Sonrasında Uzaktan Çalışma Uygulama Kılavuzu”na göre pandemi öncesinde özellikle erken sanayileşen Avrupa ülkelerinde evden çalışma toplam istihdam içinde yüzde 30, İtalya, Yunanistan gibi ülkelerde yüzde 10’lar düzeyindeyken; ABD’de yüzde 20, Japonya’da ise yüzde 16 civarındadır. Sermayenin fırsat olarak gördüğü Covid-19’la birlikte hizmet sektörünün önemli bir bölümünde neredeyse zorunlu hale getirilen evden çalışma, Finlandiya gibi Kuzey Avrupa ülkelerinde yüzde 60’lara çıkarken Avrupa ortalaması neredeyse iki katını bularak yüzde 40’lara ulaştı.

Sermaye için son derece kârlı olan evden çalışmanın Türkiye sermayesi tarafından görmezden gelinmesi elbette beklenemezdi. Pandemi gerekçesiyle Türkiye’de de yaygınlaşan bu çalışma yönteminin kalıcı olması konusunda önde gelen sermaye kuruluşlarının temsilcileri art arda açıklamalar yaptı. Örneğin, Koç Holding CEO’su, esnek çalışma modellerine yönelik çalışmalarını olgunlaştırılarak devreye sokulduğunu; evden çalışmanın 35 bin çalışan için kalıcı hale geldiğini açıkladı. Akbank Genel Müdürü de yine esnek çalışmayı ve bu arada uzaktan çalışmayı kalıcı hale getirdiklerini duyurdu. Başka pek çok işletme de benzer yönde açıklamalarda bulundu.

Özellikle hizmet sektöründe yaygınlaşan ve kalıcı hale geleceği anlaşılan evden çalışma büyük çoğunluğu beyaz yakalı olan emekçilere nasıl yansıyacağı üzerinde durmak gerekiyor.


Bu konuyla ilgili araştırmalardan çıkan sonuçlar kısaca şöyle: Emek denetiminin artmasıyla iş yoğunluğu da artıyor. İşe gitmeyip evde çalışmak birçokları için cazip gözükse de patronları tarafından bilgisayardan, akıllı telefondan her an ulaşılabilir olan emekçiler için “çalışma saati mefhumu” kalmadı. İşçiler gelirlerinin önemli bir kısmını iş yerine dönüşen evlerinin (elektrik, internet vb.) artan masraflarına ayırmak zorunda. Tüm yaşam evin içine sıkıştığı için sosyalleşme koşulları ortadan kalkmış, sınıfsal iletişimin, dayanışmanın ve örgütlenmenin olanakları zayıflıyor. Böylece hak arama ve hakları savunmaya yönelik mücadele de imkânsız hale geliyor. Toplumsal cinsiyet eşitsizliği, kadınların çalışma yaşamındaki ve evdeki yükünü evden çalışmayla birlikte daha da arttırıyor.

Özetlersek; evden, uzaktan çalışma ile yalnızlaşmış, ekonomik ve sosyal haklarını aramaktan  yoksun, güvencesiz, örgütsüz; kirasını ve tüm masraflarını karşıladığı evinde 365 gün 7/24 patronun tahakkümü altında robotlaşmış bir emekçi kitle yaratılmakta. Bu sadece emekçiler için değil, özgür bir yaşamın kurulmasının önünde de bir tehdit. Zira bu tehditle karşı karşıya olan beyaz yakalılar, sayısal ve nitel olarak işçi sınıfının ve toplumun önemli bir parçası. Patronun tahakkümü altında evine hapsedilmiş bu kitlenin “daha özgür bir yaşam tahayyüllü ile işi dışında da kendini gerçekleştirmesi ve siyasal alanda irade ortaya koyarak mücadele yürütmesinin beklenemeyeceği aşikâr!

Fransız düşünür Michel Foucault’un “Kapitalizmin iktisadi işleyişinin doğrudan bir sonucudur.”dediği “büyük kapatılma”ya bir yenisinin eklendiğini söylemek gerekiyor şu halde. Bu yeni gibi görünen eski durumda niçin ve nasıl kapatıldığımızı, “uzaktan sömürü” diyebileceğimiz bu kapatılmaya karşı direnişin biçim ve içeriklerini düşünürken de sorgulamamız gerekiyor.

19 Şubat 2021 Cuma

HDP’yi savunmak


20 Şubat 2021

Türkiye, 12 Eylül faşizmiyle uygulamaya konan ve o zamandan bu yana ülkeyi talan eden, yaşanmaz hale getiren neoliberal politikalara sadık siyasi partiler tarafından yönetilegelmiştir.

Neoliberal politikalarla kamu işletmeleri, kamu hizmetleri, kamu arazileri özelleştirilmiş ya da kapısına kilit vurularak tasfiye edilmiş; ülke, sermaye için cazip bir yatırım alanı haline gelsin diye eğitimden, sağlığa, sosyal güvenliğe kadar tüm kamu hizmetleri kâr alanı haline getirilmiş; emekçilerin üretim sürecinde sahip olduğu en temel haklar dahi ortadan kaldırılmıştır. Ormanlar, dereler, denizler, madenler yani yer üstünde ve yer altında ne varsa yine sermayenin talanına açılmış; iktidar koltuğundakiler de bu talandan payını almış; yollu, yolsuz yöntemlerle yedi sülalelerini ve yandaşlarını ihya etmiştir. Kısacası 40 yıldır uygulanan politikalarla işsizlik, yoksulluk, güvencesizlik artmış; tahrip edilen doğanın intikamı ise kuraklık, heyelan, sel, fırtına… olarak kendini göstermiştir.

Peki nasıl olmuş da halkı yoksullaştıran, işsizleştiren, güvencesizleştiren, geleceksizleştiren; doğayı, yaşamı talan eden politikaları savunan partiler 40 yıl boyunca iktidarda kalmayı başarmıştır?

Bu sorunun yanıtını HDP’li siyasetçileri tutsak edip, yerlerine kayyum atayıp, atamakla da yetinmeyip partiyi kapatmayı diline dolayıp bunun yollarını bulmak için devlet bürokrasisini seferber edenlerin niyetinde görmek mümkündür! Anımsarsanız, Kürtlere yönelik baskıyı sistematik hale getiren politikalar neoliberalizmin uygulamaya konmasıyla aynı döneme denk gelir. 12 Eylül faşizmi bir taraftan bu politikalara engel olacağını düşündüğü işçi sınıfını baskı altına alırken diğer taraftan Kürt halkına yönelik baskıları arttırmış; Kürtleri düşmanlaştırmaya yönelik dil, “devletin dili” halini almıştır. Böylece neoliberal politikalarla işsizleşen, yoksullaşan, hayvanını besleyemez, toprağını işleyemez hale gelen halk “terör, bölücülük” gibi söylemlerle milliyetçileştirilerek akabinde en önemli sorunun o olduğu zannıyla kendi sorunlarını dillendiremez, haklarını savunamaz hale getirilmiştir.

Geçen 40 yılda pek çok kez olduğu gibi neoliberal politikaların ekonomiyi çıkmaza sürüklediği, ülkeyi yönetilemez hale getirdiği koşullarda Kürtleri düşmanlaştıran dil bugün yine öne çıkmış, çıkarılmıştır. Kürtler ve onlarla birlikte egemen düzenin karşısında olanları bir çatı altında toplayan HDP’yi siyaset sahnesinin dışına itme arzusu, iktidarda akıllara ziyan bir histeri halini almıştır.

Cumhur İttifakı’nın iktidarını sürdürebilmesi için HDP’yi siyaset sahnesinden çıkartmaktan başka çaresi kalmadığı ayan beyan ortadadır. Zira HDP sadece Kürt halkının değil Türkiye’nin bütününde demokrasinin, hukukun, insan haklarının parlamentodaki biricik temsilcisidir ve bunların var olduğu koşullarda Cumhur İttifakı varlığını sürdüremez.

Parlamentodaki diğer muhalefet partileri zaman zaman bu değerleri savunduklarını iddia etse de konu Kürtler olup, “milliyetçi duygular” kaşındığında haktan, hukuktan, demokrasiden, insan haklarından bir çırpıda vazgeçebildiklerini defalarca gösterdikleri için iktidar da bunu bilmenin arsız halleriyle ekonomide, dış politikada vs. sıkışınca Kürtlere düşmanlığı körükleyip HDP dışındaki muhalefetin desteğini koşulsuz biçimde arkalarına almakta ve toplumdan aldığı destek ne kadar azalırsa azalsın iktidarını koruyabilmektedir. Tüm bunların gösterdiği odur ki HDP, tüm baskılara rağmen Türkiye’de ezilen, ayrımcılığa uğrayan, sömürülen büyük çoğunluğun haklarının temsilcisi; demokrasinin, hukukun, insan haklarının teminatıdır. Bugün neoliberal politikaların sonucu olan “işçinin, esnafın, köylünün, üniversite öğrencisinin, emeklinin, küçük üreticinin karşı karşıya kaldığı haksızlık, hukuksuzluk”la HDP’ye yönelik baskılar paraleldir. HDP’nin sesinin kesilmesi Türkiye’de kırıntıları kalan demokrasinin ve insan haklarının da tamamen ortan kalkması anlamına gelecektir. Dolayısıyla bugün HDP’yi savunmak, Kürtlerin siyasal haklarını savunmanın ötesinde günde 14-16 saat çalışıp hakkını alamayan emekçinin; kayyum rektöre karşı direnen öğrencinin; pandemi nedeniyle lokantasına, kafesine kilit vurmak zorunda kalan ve tek kuruş destek alamayan esnafın; bir yıllık emeği mazot parasına yetmeyen çiftçinin; madenlerle toprağı zehirlenen köylünün; erkek şiddetinden korunamayan kadının; nefret duygularıyla evi işaretlenen Alevi’nin ve irili ufaklı her türlü ayrımcılığın hedefi olan milyonların haklarını da savunmaktır!

Çare bellidir: Demokrasiye, hukuka, insan haklarına sahip çıkan herkesin, ırmağın doğru tarafında durup geleceği barışla şekillendirmek isteyen herkesin, emeğin sömürüsüne, doğanın talanına, eril şiddete karşı olan herkesin HDP’ye yönelik baskıları boşa çıkartmak için vakit kaybetmeden bir araya gelmesi, mücadeleleri ortaklaştırmadır.


12 Şubat 2021 Cuma

Yeni bir Anayasa masalı!


13 Şubat 2021

Anayasa, bir ülkede devlet aracılığıyla kullanılacak egemenlik haklarının kullanım yetkisini belirleyen “toplumsal sözleşme”dir. Devletin kurumsal yapısı ve işleyişinin yanı sıra temel hak ve özgürlüklerin sınırları onunla tespit edilir. Dolayısıyla anayasa, devletin yönetim biçimini belirlemenin ve ülke üzerindeki egemenlik haklarının ötesinde, bireylerin temel haklarını hangi koşullarda kullanabileceğini de belirleyen temel kanun niteliği taşır. Egemenliğin belirli bir düzen içinde kullanılmasına ilişkin metinlere dair örnekler tarihin derinlerine, Babil’de Hammurabi Kanunları’na (M.Ö. 18.yy) kadar götürülebilir. Anayasa’nın bugünkü işlevlerine en yakın örnekse İngiltere’de kralın yetkilerini ilk kez sınırlandıran ve tek adam rejimine son veren 1215 tarihli Magna Carta’dır.

Burjuva devrimleri sürecinde feodal egemenlerin (saray ve kilise) yetkileri sınırlandırılarak parlamenter bir düzen içinde bireysel özgürlükler gelişmiştir. 17.yy’da İngiltere’de yayımlanan Haklar Dilekçesi (1628) ve Haklar Beyannamesi (1689) modern anayasanın temellerini oluştururken 1776’da ilan edilen Amerikan Bağımsızlık Bildirisi ve 1789’da Fransa’da yayımlanan İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi ile 1791 Fransız Anayasası “bireysel özgürlükleri” devlet otoritesi karşısında korumaya almıştır. Osmanlı’da da kapitalist sisteme eklenme sürecinde 1876’da ilan edilen Kanun-i Esasi ile -uzun süre uygulamada kalamasa da- padişahın yetkileri sınırlandırılarak anayasal düzene geçilmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş anayasası 1924 Anayasası’dır. Daha sonra iki kez (1961 ve 1982) ciddi değişikliklere uğrayan bu darbe dönemi anayasalarına, 16 Nisan 2017 referandumu ile OHAL döneminde hazırlanarak uygulamaya konan ve parlamenter sistemi lağvederek tek adam rejimini tesis eden anayasa değişikliği eklenmiştir. Yani Cumhuriyet kurulduğundan bu yana toplum iradesinin temsil edildiği yasama sürecinde hazırlanmış bir anayasanın yürürlükte olduğu tek gün dahi olmamıştır!

Demokrasiden yoksun koşullarda yapılan anayasalarla yönetilen bir ülkenin, demokratik olması beklenemez elbette. Zira anayasa toplumsal bir sözleşme ise, toplumun her kesiminin düşüncesini özgürce ifade edebilmesi ve yönetimin her aşamasına katılabilmesi gerekir. Aksi halde ya siyasi ve iktisadi egemenliği elinde bulunduran gücün iradesi ile -konjoktüre de bağlı olarak- belki bir miktar serbestleşmenin önünü açılabilir (61 Anayasası’nda olduğu gibi) ama dozu gittikçe artan bir otoriterleşmenin içine de düşülebilir.  Türkiye, demokrasinin olmadığı, toplum iradesinin dikkate alınmadığı koşullarda yapılan anayasalarla yönetilegelmiş bir ülkedir. Mevcut iktidar, yukarıda da belirttiğim gibi OHAL koşullarında yaptığı anayasa değişikliği ile parlamentoyu işlevsiz hale getirerek (yasama-yürütme-yargı) tüm yetkilerin tek adamda toplandığı otoriter bir rejim tesis etmiştir. Ancak bununla da yetinmemiş olmalı ki yeni bir anayasayı gündeme getirmektedir.

Erdoğan yeni anayasayı gündeme getirme nedenlerini neresinden tutsan elinde kalacak şu cümlelerle açıklıyor: “Bugün artık hem vesayetin gücünü kırmış, hem darbe niyetlilerine mesajını açıkça vermiş, hem de uluslararası alanda özgürce hareket etme iradesini ortaya koymuş bir Türkiye var. Yani yeni anayasayı konuşmak ve hazırlamak için şartlar gayet uygun.” Yeni anayasanın hazırlık süreci için de şöyle devam ediyor sözlerine Erdoğan: “Acele etmeden, her kesimle gereken istişareleri yaparak önümüzdeki asrın ihtiyaçlarını karşılayacak bir anayasa metni ortaya çıkarmalıyız. Hatta bu öyle bir metin olsun ki Türkiye Cumhuriyeti’nin 150’nci, 200’üncü yılları kutlanırken bu anayasa çalışması tarihi dönüm noktalarından biri olarak gösterilsin. Bu öyle bir metin olsun ki anayasa hukuku literatüründe ve tüm dünyada örnek gösterilsin, diğer toplumlara da ilham versin.” Söylediklerini anında boşa çıkaran on sekiz yıllık iktidarlarının hafızalardaki taze hallerine aldırmadan sürdürüyor coşkulu(!)konuşmasını: “Buradan siyasi partilerimize, akademisyenlerimize, üniversitelerimize, sivil toplum kuruluşlarımıza, medya mensuplarımıza, velhasıl tüm fikir ve aksiyon insanlarımıza çağrıda bulunmak istiyorum. Gelin, hep birlikte yeni anayasa konusundaki tekliflerimizi yıl içinde hazırlayalım ve tartışmaya başlayalım.”

Erdoğan iyi söylüyor, güzel söylüyor da “asrın anayasası”nı hazırlamak için çağrıda bulunduğu partilerden ittifak içinde olmadıklarının yöneticilerini, üyelerini terörist ilan etmiş ve kimilerini de tutsak etmiş. Yandaş olmayan sivil toplum örgütleri, medya kuruluşlarının birçoğunun kapısına zincir vurulmuş. Akademisyenlerin birçoğu barış istediği için KHK’larla ihraç edilmiş, halen üniversitelerde olanlar ise kayyum rektörlerle oluşturulan dikta düzeninde seslerini çıkartamıyor. Geriye kendisine biat etmiş üç beş akademisyen ile gazeteci kimliği taşıyan zat ve bir de emeği ve doğayı giderek otoriterleşen rejim sayesinde daha kolay sömüren sermaye örgütü kalıyor. Yani darbe dönemlerindeki gibi toplumun katılımı olmadan bir anayasa yapım süreci öngörülüyor. Toplumun katılımı olmadan hazırlanacak bir anayasa (toplumsal sözleşme) iddiası “masal” olmaktan öteye gider mi? Dünyaya ve (2023’de çıkacağımız(!) uzaydaki) diğer toplumlara nasıl ilham verir, tarihte nasıl bir dönüm noktası olur? Bu soruların yanıtını da siz okurların engin hayal gücüne bırakayım şimdilik!

6 Şubat 2021 Cumartesi

Az gittik uz gittik ÜDD’ye geldik!


6 Şubat 2021

HDP’ye yönelik bitmek bilmeyen baskılar ve partiyi kapatma çabaları, Boğaziçi Üniversitesi kayyumuna karşı çıkan öğrenciler ve hakkını arayan herkese yönelik şiddet ve son olarak da yeni bir anayasa hazırlığının gündeme getirilmesi… Bunlar  AKP-MHP ittifakının son bir haftada akla ilk gelen icraatları.

Sormak gerekiyor: Ekonomik krizin günden güne derinleştiği, işsizliğin, yolsuzluğun, eşitsizliklerin arttığı, artan gıda fiyatları nedeniyle halkın açlıkla karşı karşıya kaldığı, sağlıktan eğitime sistemin tüm sosyal kurumlarının çöktüğü bir ortamda iktidar, bu sorunlara çözüm bulmak yerine neden bunlarla uğraşır? Sorunun yanıtı için Türkiye siyasal sistemine kısaca göz atmak yerinde olur:

Türkiye, henüz Cumhuriyet ilan edilmeden 1923 Şubat’ında yapılan İzmir İktisat Kongresi’nde liberalizmi benimsemiş, aradan geçen 98 yılda da bu beyana sadık olduğunu her fırsatta deklare etmiştir. Liberalizmi benimsemek, sadece ekonomide değil siyasette de liberal demokrasi anlayışı ile ifade edilen temel ilkelere uymayı gerektirir. Yani ekonomide olduğu kadar siyasette de serbest rekabete dayandığını iddia eden bir sistemdir ve hem ekonomide hem siyasette burjuvazi ve onunla ittifak halindeki kesimlerin çıkarlarını önceler, dahası kapitalizmin dönemsel ihtiyaçları doğrultusunda ilkelerinden ödün vermekten kaçınmaz.

Tekelleşmeye her daim eğilimli olan kapitalizmde serbest rekabet, gerçekleşmesi mümkün olmayan ideolojik bir söylem olmaktan ibarettir. Aynı durum siyasetteki rekabet için de geçerlidir. Liberal demokrasi, toplumun tüm kesimlerinin katılımını sağlayan çoğulcu bir anlayıştan uzak, egemen sınıfın iktidarını güvence altına almayı amaçlar. Ancak söylemde eşitlik, özgürlük, demokrasi, çoğulculuk gibi kavramları dilinden düşürmez; sermaye dışı toplum kesimlerinin kendi iradeleriyle (milli irade, halk iradesi vs) yönetildikleri hissini yaratarak varlığını meşrulaştırmak ister.

Demokrasinin tek yolunun seçimler olduğu varsayımını öne süren liberal demokrasi, 19. yüzyılda işçi sınıfı mücadelesi ve 1960’larda yükselen toplumsal mücadelelerin de etkisiyle çoğulculuk yönünde bir nebze gelişmiş, seçim süreçleri de bundan nasibini almıştır. Liberal demokrasinin seçimlere ilişkin ilkeleri şöyle özetlenebilir:

* Yönetime seçilen politikacıların, seçmenlerin taleplerini dikkate alması için bir dahaki seçimlere kaybedeceklerini bilerek girmeleri gerekir. Bunun için denge-kontrol mekanizmasını oluşturmak üzere yasama, yürütme ve yargıdan oluşan “erkler ayrılığı” ilkesi geçerli olmalıdır.

* Seçimler yarışmacı olmalı. Birçok aday ve parti seçimlere eşit koşullarda katılmalı; seçmene farklı program ve politikalar arasından seçme hakkı verilerek “siyasal çoğulculuk” sağlanmalıdır.

* Toplumun tüm kesimleri eşit oy hakkına sahip olmalı, “siyasal eşitlik” sağlanmalıdır.

* Seçimler, seçmenin çıkarlarının bilincine vararak, rasyonel karar vermesini sağlamak üzere tam ve bağımsız bilgiye sahip olabildiği “özgür bir ortamda” gerçekleşmelidir. Bunun için düşünce ve ifade; toplantı, gösteri ve yürüyüş özgürlüğü sınırlanmamalıdır. Öte yandan basın özgürlüğü engellenmeden uygulanmalı; iktidar, basını baskı altına alarak manipüle edememelidir.

* Örgütlenme özgürlüğü sağlanarak, toplumda farklı çıkar gruplarının kendisini ifade etmesi ve siyasal baskı aracı olabilmesi sağlanmalıdır.


Liberalizme sadakatini her fırsatta tekrar etse de Türkiye’nin liberal demokrasiyle arasında daima mesafe olmuştur. Bunda politikacıların bağımsız tasarruflarından ziyade ulusal ve uluslararası sermaye ile egemen devletlerin teşviki ve onayı vardır. Toplumsal mücadelenin yükselmesiyle çoğulcu demokrasinin filiz vermeye başladığı kısa dönemler olmuşsa da bu dönemler egemen güçlerin baskısıyla gerçekleşen darbelerle son bulmuştur.

Kuruluşundan 15 ay sonra katıldığı 2002 genel seçimlerinde birinci parti olan AKP’nin bu seçim başarısı aynı zamanda liberal demokrasinin başarısı olarak da görülmüş ancak AKP, iktidarda bulunduğu sürenin büyük bölümünde kendisinin statükocu olarak tanımladığı kurumlar ve yasalar tarafından antidemokratik biçimde engellendiğini iddia ederek yasama, yürütme ve yargının tek elde toplanmasını sağlamış; ardından 15 Temmuz ve OHAL’le birlikte tek adam rejimini tesis etmiştir.

AKP-MHP ittifakında cumhuriyet tarihi boyunca liberal demokrasiyle zaten mesafeli olan bağlar hiç olmadığı kadar kopmuştur. O halde yeni durumda mevcut düzen nasıl tarif edilebilir?

Türkiye’de mevcut rejimin, demokrasinin hiçbir biçimiyle anılması mümkün gözükmemekle birlikte, “daha çok eski sömürge ülkelerde geçerli olan ve Üçüncü Dünya Demokrasisi (ÜDD) olarak tarif edilen düzen”le benzerliği kurulabilir. Karizmatik bir lider tarafından yönetilen tek partinin güdümünde olan ÜDD için dış güçlerin tehdidine karşı bağımsızlık mücadelesi temel gerekçe olarak sunularak milli birlik ve dayanışma duyguları öne çıkartılır. Toplumu buna ikna etmek için ise siyasal çoğulculuğun, ülkenin parçalanmasına yol açabileceği kaygısı yaratılır, böylece “milli bütünlük ve siyasal düzenin sadece tek parti ve tek adam tarafından sağlanabileceği algısı” oluşturulur.

Demokratik seçimlerin olmaması, karizmatik liderin ve yönetici partinin yozlaşarak halkın genel çıkarları yerine kendi çıkarlarına hizmet etmesi ÜDD’nin toplumda yarattığı en büyük tehlikedir.

Hele iktidar partisi ordu ve polis gücü üzerinde tam kontrole sahipse muhaliflere yönelik baskılar çok daha tehlikeli bir hal alır. Bu arada toplumun, baskın iradeye inancı azaldıkça ve demokrasi talebi yükseldikçe her alanında baskı ve şiddet de buna paralel olarak artar. Irak’ta Saddam, Filipinler’de Marcos yönetimi ÜDD için verilecek en tipik örneklerdir.

HDP’ye ve diğer muhalefete yönelik baskıları, hak arayan her kesimin şiddete uğramasını ve yeni anayasa fikrinin gündeme getirilmesini ÜDD bağlamında ele almak; Türkiye toplumunun karşı karşıya olduğu büyük tehdidi ve mücadele perspektifini bu çerçevede değerlendirmek gerekir!