28 Eylül 2009 Pazartesi

Elveda Sosyal Demokrasi!..



29.09.2009

19. yüzyılda tüm çıplaklığıyla ortaya çıkan sınıfsal çelişkiler ve işçi sınıfı mücadeleleriyle tavize zorlanan kapitalizm, çözümü işçi sınıfını kendi içerisinde bölmek ve sistemle uyumlaştırmakta bulmuştur. Özellikle II. Enternasyonel’de yaşanan tartışmaların ardından Marksizm’den önemli ölçüde kopan işçi sınıfı önderleri, toplu pazarlık düzeni içerisindeki sendikaları ve sosyal demokrat partileri sistemle uzlaşının araçları olarak görmüşlerdir. Özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasında kapitalist ülkeler, güçlenen sosyalist blok karşısında sosyal demokrasiyi kendi işçi sınıflarının sosyalizme ve komünizme yönelmesini engellemenin aracı olarak kullanmışlardır.
Kapitalizmin “sosyal demokrasi”nin ardına gizlenmesi ve onu deyim yerindeyse “Truva atı” olarak kullanmasına en iyi örnek, sosyal demokrat düşüncenin temellerinin atıldığı ülke olan ve savaş sonrasında kapitalizmin vitrini haline gelen Almanya’dır. Almanya’da sosyal demokrat hareket, 20. yüzyılın henüz başlarında işçi sınıfını temsil etmek iddiasıyla sosyalizme alternatif olarak ortaya çıkmış ve soğuk savaş döneminde de birçok kapitalist ülke tarafından örnek alınmıştır.
1970’lerden itibaren sosyal refah politikalarını terk edip doğrudan işçi sınıfının haklarına karşı saldırıya geçen kapitalizm içerisinde artık sosyal demokrasinin “kapitalizm içinde işçi sınıfı haklarının korunabileceği” yönündeki söylemi çökmüştür. Özellikle Doğu Bloğu’nun dağılması ve soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte kapitalizm içinde var olma zemini tamamen kayan sosyal demokratların sermaye dışı toplum kesimlerinin güvenini yitirmesi kaçınılmaz hale gelmiştir. İşte bu noktada sosyal demokrat harekete -kendi kendini yok etme pahasına- son bir görev daha verilmiştir. Bu görev; neoliberalizmin işçi sınıfı için en can yakıcı olan uygulamalarının sosyal demokrat hükümetler eliyle uygulanmasıdır.
Özellikle 1990’lı yıllarda İngiltere (İşçi Partisi) ile birlikte Almanya (Sosyal Demokrat Parti-SPD) ve Türkiye (SHP, DSP) gibi ülkelerde sol görünümlü partiler ve sosyal demokrat partiler, tek başlarına geldikleri ya da koalisyonlar içerisinde yer aldıkları iktidarlarda neoliberal uygulamaları yaşama geçirmişlerdir. Sonuç olarak da beklendiği gibi önce iktidardan uzaklaşmışlar sonra da siyaset arenasında erimeye başlamışlardır.
Hafta sonu Almanya’da gerçekleşen seçimlerin sonucu sosyal demokratların gelmiş oldukları “ibret verici” noktayı tüm açıklığıyla ortaya koymaktadır. Sadece Avrupa’da değil tüm dünyada sosyal demokrat hareket için öncü olan SPD, müthiş bir hezimet yaşamıştır. Hezimetin nedeni açıktır. En ileri sosyal güvenlik uygulamalarına sahip olan Almanya’da SPD, -bizdeki SSGSS’ye karşılık gelen- Hartz IV gibi yasalarla sosyal güvenlik sistemini tasfiye etmiş, sağlıktan eğitime hemen tüm kamu hizmetlerini piyasalaştırmış, esnek çalışmayı yaygınlaştırmıştır. Geniş toplum kesimleri, bu uygulamaları yaşamlarında giderek daha belirgin biçimde hissettiğinde de sosyal demokratlara “hak ettiği” cevabı vermiştir. Bu cevap, aynı zamanda bugüne kadar SPD ile birlikte sistemle uzlaşan DGB ve onun çatısı altındaki sendikalara da yöneliktir. İşçi sınıfının en temel hakları ortadan kalkarken SPD’nin kuyruğundan ayrılmayıp ona destek olan sendikal yapılar da yaşanan bu süreçten sorumludur ve seçim sonuçlarındaki hezimetten onlar da üzerlerine düşeni almalıdır.
Sözün özü: Artık sosyal demokrat partiler ve onun peşinden giden sendikal yapıların inandırıcılığı kalmamıştır. Sosyal demokrasinin gerçek yüzünün ortaya çıkmasıyla birlikte, işçi sınıfının sorunlarının gerçek nedeninin kapitalizmin kendisi olduğu ve çözümün de ancak sosyalist mücadeleyle gerçekleşebileceği bir kez daha ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla artık sosyal demokrasiye “elveda” demenin ve onu tarihin çöplüğüne yollamanın vakti gelmiştir!

25 Eylül 2009 Cuma

EĞİTİM, KİMİN İÇİN ..?


25/09/2009
ÖZGÜRCE
1803 yılında Prusya’da çıkan bir kanun, eğitimde şu koşulu getirmiş: “Çalışan sınıfın çocuklarına, ilmihal, İncil ve ilahi kitap tanrıyı sevmeyi, ondan korkmayı ve otoritenin buyruğuna göre hareket etmeyi öğrenmeleri için okutulacaktır”. Böylece sosyal hiyerarşi içersinde alt sınıflar üst sınıfları sorgulamayacak ve itaat edecek, üst sınıfların da toplumsal gücü daim olacaktır. Çünkü toplumsal düzenin “sınıfsal” yapısı, o düzenin korunması için eğitimi egemen sınıfın aracı olarak kullanmaktadır ve o toplumda eğitimin içeriği de egemen sınıfın çıkarları doğrultusunda biçimlenmektedir.
Kapitalist toplumda eğitim, Prusya örneğinde olduğu gibi egemen sınıf olan sermayenin gereksinimleri doğrultusunda düzenlenmiştir. Ancak yaklaşık 200 yıl önce Prusya’da egemen gücün kendisini “sağlama almak” için geliştirdiği eğitim üzerinden –dini de kullanarak- egemenliği sürdürme yöntemi bugün için de kullanılmakta ama yeterli görülmemektedir. Prusya’nın söz konusu kanunla hedeflediği sadece geleceğin işçilerine (ya da işsizlerine) kapitalist sisteme saygı ve bağlılık aşılamaktan ibarettir. Oysa bugün eğitime, emekçi sınıfların sisteme yönelik tepkilerini dizginleyecek “kültürlü” bekçiler yetiştirmek ve sermayenin kârlılığını arttırmak üzere bilimin teknik alana uygulanmasını ve kapitalist üretimin artmasını sağlamak gibi son derece önemli işlevler de verilmektedir. Öğretmenler ve ders kitaplarından beklentiler de bu doğrultudadır.
Kapitalist ülkelerde ikili sınıf yapısına uygun olarak iki farklı eğitim mevcuttur. Bunlardan biri işçi, köylü, memur, küçük esnaf ve üreticiden oluşan dar gelirli ailelerin çocukları için; diğeri ise egemen olan sermaye ve yönetici sınıfın çocukları için verilen eğitimdir. Bugün eğitimin sosyal sınıflara göre ayrışması, 200 yıl önce olduğu gibi yasal düzenleme ile değil, eğitimin piyasalaştırılmasıyla yapılmaktadır. Böylece “yasalar önünde eşitlik” masalına sadık kalındığı görüntüsü içinde hangi eğitime tabi olunacağı piyasa gücüne yani, cepteki paraya bağlı olarak belirlenmektedir. Daha açık ifade edecek olursak cebinde yeterli parası olanlar -ki bunlar sermaye ve yönetici sınıfın çocuklarıdır- eğitimin üst aşamaları için yarışa girmeden, üst sınıfın bireyleri olup sistemi yöneten kademelerde bulunacaklardır. Buna karşılık, cebinde parası olmayan emekçi çocukları ise ya Prusya’daki gibi din eğitimi alarak ya da işçi kalmak üzere meslek okullarına gönderilerek sistemin kendilerine dayattığı eğitimle yetinecektir.
Türkiye’de geçerli olan eğitim sistemi tam da kapitalist sistemin eğitim anlayışına uygun olarak yapılanmıştır. Ancak diğer pek çok kapitalist ülke gibi Türkiye’de de eğitim, sadece kapitalizmin değil bunun yanında ulusal düzeyde hâkim ideoloji ve siyasi iktidarı elinde bulunduranların da egemenliğini sürdürmek üzere kullanılmaktadır. Bu bağlamda, Türkiye’de eğitim sisteminin içeriği cinsiyetçi ve şoven unsurları da içermektedir.
İşte, bugün ders başı yapılan sınıflarda öğretmenlerin, öğrencilerin ve elbette velilerin karşısında duran tablo budur. Eğer egemenlerin eğitime yükledikleri işlev “başarıyla” devam ederse; onların egemenliği devam edecek ama eğitim sisteminin ve buna bağlı olarak da emekçi kesimlerin “kaderi” değişmeyecektir. O halde başta öğretmenler (ve diğer eğitimciler) olmak üzere tüm emekçi kesimlere eğitimi, eğitim sistemi ve eğitimin içeriğini sorgulamanın bir aracı haline getirmek gibi son derece önemli bir görev düşmektedir(!)

18 Eylül 2009 Cuma

EKONOMİK PROGRAM VE DEMOKRATİKLEŞME SÖYLEMİ…


18/09/2009

ÖZGÜRCE

Tarih 24 Ocak 1980… Kapitalist dünya, tarihinin önemli dönüşüm süreçlerinin birinde; sistem içinde bulunduğu krizi aşabilmenin sancısıyla kıvranıyor. Tüm kapitalist ülkeler gibi Türkiye’nin de ekonomik ve sosyal yapısının neoliberalizm adı verilen bu dönüşüm sürecine uyarlanması, baştan aşağı yeniden yapılanması gerek. Ama bunun için önce işçi sınıfının sesinin kesilmesi lazım. Çünkü adına neoliberalizm denen bu dönüşüm süreci işçi sınıfının yüz yılı aşkın sürede edindiği tüm kazanımları ortadan kaldırıp, sermayeyi yaşamın her alanında hakim duruma getirmeye çalışıyor. Bu da demokrasi içinde yani, işçi sınıfının ses verdiği bir ortamda gerçekleşemez. Ama 1980 yılının Türkiye’sinde işçi sınıfının sesini kesmek o kadar kolay değil. Mevcut hükümet buna gönüllü belki ama işçi sınıfının sesini kesecek güce sahip değil. Bunu yapsa yapsa askeri cunta yapar. Ve cunta, 12 Eylül 1980’de görevini yerine getiriyor: Binlerce emekçi, aydın, genç, yaşlı işkencelerden geçiriliyor, sendikalar kapatılıyor ve nihayet işçi sınıfının sesi kesiliyor. Aynen Şili’de, Arjantin’de olduğu gibi…
Tarih 16 Eylül 2009… 12 Eylül darbesinin üzerinden tam 29 yıl geçmiş. Kapitalist dünya yine krizde ve yine krizden çıkış sancıları çekiyor. Çözüm olarak getirilen yeni bir şey yok. Sadece 24 Ocak’ta öngörülen ve 12 Eylül darbesiyle yaşama geçirilen politikaların daha da derinleştirilmesi yani emekçilerin 29 yıldan arta kalan haklarının da ortadan kaldırılması planlanıyor. Tek fark 24 Ocak 1980’de Türkiye’nin neoliberalizm doğrultusunda yeniden yapılanmasını öngören kararların açıklandığı koltukta Başbakanlık Müsteşarı Turgut Özal oturuyordu, 16 Eylül 2009’da ise o koltukta AKP Hükümetinin Başbakan Yardımcısı Ali Babacan var.
Ali Babacan’ın “Yeni Yol Haritası” adıyla sunduğu program, 24 Ocak’ta Özal’ın sunduğu programın devamı niteliğinde ve emekçilerin haklarına yönelen saldırılar 24 Ocak’ta olduğundan çok daha büyük. Ama bugün 24 Ocak’ta olduğu gibi bir askeri cuntaya gerek yok. Çünkü bugün getirilen programa karşı direnç gösterip haklarına sahip çıkacak örgütlü bir işçi sınıfı yok. Dolayısıyla askıya alınması gereken grevler, kapatılması gereken sendikalar ve susturulması gereken sendikacılar, emekçiler yok. Onlar zaten susmuş, kendilerinin ve temsil ettikleri kitlelerin yaşamlarını doğrudan etkileyen hakların ortadan kaldırılmasını adeta kanıksamış, tepkisiz bir şekilde karşılıyorlar tüm olanları. Gerçi 12 Eylül öncesinin en önemli sınıf örgütü DİSK bugün de diğer örgütlerin önüne geçmiş, açıkladığı bir bildiriyle programa tepkisini ortaya koyuyor ama tepki sokaklarda yansımasını bulmuyor ve sonuçta emekçileri iyiden iyiye çökertme planı engellenemiyor.Aslında yaşananlar 12 Eylül ardından geçen 29 yılda olduğundan farklı değil ama hükümetin “demokratik açılım” söyleminin gündemde olduğu bir süreçte ancak darbeyle getirilebilecek programların uygulamaya konulabilmesi ilginç tabi…
Umarım tüm bunlar “demokratik açılım” tartışmalarında, “Ekonomik programların sınıflar arası çelişkilere yansıması ve demokratikleşme söyleminin gerçekliği” üzerine bir kez daha düşünme ve değerlendirme olanağı yaratılır.
Sözün özü: Bir ülkede milyonlarca insanın ekmeği, onurlu ve güvenceli yaşama hakkı elinden alınıyorsa ve o milyonlar buna karşı seslerini çıkart(a)mıyorsa, o ülkeyi yönetenlerin ağzından çıkacak “demokrasi”, “demokratik açılım” sözlerinin hiçbir anlamı yoktur(!)

15 Eylül 2009 Salı

"Yağmacılar" üzerine...



15.09.2009 -
İstanbul ve Trakya’da yaşanan sel felaketinin ardından ortalığa saçılan eşyaları yağmayanlar tüm basında “felaketi fırsat bilen yağmacılar” olarak tanımlandı ve en sert biçimde lanetlendi. Benzer yağmalama olayları 1999’da yaşanan Marmara ve Düzce depremleri sonrasından da yaşandı. O zaman da yağmalama olaylarına karışanlar “felaket fırsatçıları” olarak lanetlendi ve bir kısmı da yargılandı.
Sözlük anlamı olarak yağma, çeşitli nedenlerle zaafa düşmüş ya da düşürülmüş olan insanların varlıklarının zor kullanarak ele geçirilmesi, gasp edilmesi olarak ifade edilmektedir. O halde sel, deprem gibi “doğal” olarak tanımlanan felaketler ardından veya savaş, iflas, sürgün gibi “doğal olmayan” felaketler ardından ekonomik veya fizyolojik olarak zayıf düşenlerin elinden varlıklarının alınması tek bir sözcükle “yağma” sözcüğü ile ifade edilebilir.
Aslında “yağma” sözcüğü anlamı itibariyle kapitalist sistemde sermaye birikimi sağlama koşullarını da önemli ölçüde tariflendirmektedir. Aralarındaki en önemli fark; “yağma” yasal bir alt yapı oluşturulmadan gerçekleştirilirken, sermaye birikiminin yasal zemini oluşturulur ve devlet güvencesinde “meşru” hale getirilerek gerçekleştirilir. Bu nedenle sermaye birikimi sağlamak için gerçekleştirilen yağmayı “nitelikli yağma” diğerini ise -niteliksiz- “adi yağma” olarak adlandırabiliriz. Her iki yağma türünün de kurbanı zayıf, düşkün insanlar olmakla birlikte “adi yağma”nın zarar verdiği kesim son derece sınırlıyken, “nitelikli yağma”, insanlığın çok büyük bir kesimini oluşturan geniş toplum kesimlerini kapsar. Dolayısıyla “nitelikli yağma”nın ortaya çıkarttığı toplumsal zarar çok daha büyük olur.
Öte yandan “adi yağma” kurbanlarının zaafa düşmelerinde yağmacıların etkisi yoktur ve genellikle yağmalanacak ortam “doğal” olarak tarif edilen felaketler sonucunda ortaya çıkar. Oysa nitelikli yağmayı gerçekleştirenler, kurbanlarının zayıflaması ve kolayca yağmalanacak hale getirilme koşullarını kendileri hazırlar. “Nitelikli yağma” koşullarının hazırlanması ve gerçekleştirilmesi kapitalizm ile sistematik hale getirilmiştir. Bu bağlamda, kapitalizmin gelişim süreci içinde dünya nüfusunun çok önemli bölümü “nitelikli yağma”nın kurbanı durumundadır.
“Doğal” felaketler sadece “adi yağma” için değil “nitelikli yağma” için de fırsat yaratır. Zira kapitalizm “nitelikli yağma” ile bir taraftan felaketler oluşturacak biçimde doğal dengeyi bozarken, diğer taraftan bozulan doğal dengenin ortaya çıkarttığı felaketlerden geniş toplum kesimlerinin korunma olanaklarını elinden alır. Böylece, 1999 depremleri ve son selde olduğu gibi sermaye dışında kalan toplum kesimleri felaketi canlarıyla, mallarıyla öderken bu felaketi fırsat bilen “adi yağmacılar”, ortalığa düşen üç beş parça eşyanın peşinde tüm lanetleri üzerine alıp, suçlu duruma düşerler. Oysa “nitelikli yağmacılar”, bir yandan yıkılan yolların, binaların yeniden yapımı için alacakları ihalelerden gelecek paraları hesaplarken, diğer yandan göz diktikleri arazileri ele geçirmek üzere planladıkları “kentsel dönüşüm projelerini” yaşama geçirecek bahaneleri oluşturmaktadır.
“Adi yağmacılar” ile “nitelikli yağmacılar” arasındaki en önemli bağ; bugünün “adi” yağmacılarının yarının “nitelikli” yağmacıları, bugünün “nitelikli” yağmacılarının ise dünün “adi” yağmacıları olmasıdır. Her ikisi arasındaki ince çizgi ise “adi” yağmacı suçlamasıyla karşılaşmadan yani “namusa” halel getirmeden “nitelikli” yağmacılığa geçebilmektir. Bu beceriyi gösterenler “felaketi fırsat bilen yağmacıları” lanetleyen “erdemli” insanlar olarak cemiyet hayatımızda “onurlu” yerlerini almaktadır (!)

4 Eylül 2009 Cuma

Yeniden Sömürü Alanı: Tarım…


04/09/2009

ÖZGÜRCE

Kapitalizmin gelişim süreci içinde varlığını sürdürmek üzere üretim, temel insan ihtiyaçlarından suni, yaratılmış ihtiyaçlara doğru kaydırıldı. Örneğin insan için en temel ihtiyaç olan gıdanın kaynağı tarım ve hayvancılık, sermaye için yeterli kâr alanı olarak görülmediği için göz ardı edildi. Buna karşılık, tamamen sistem tarafından yaratılmış otomobil, kozmetik ürünler, cep telefonu gibi ihtiyaçların üretimi adeta kutsandı. Tarım geri kalmışlığın göstergesi olarak kabul edilirken, önce sanayi sonra da hizmetler alanı gelişmişliği sembolize etti. Sanayileşme sürecini tamamlamamış tarım ekonomisi ağırlıklı ülkeler de “gelişmiş ülke” statüsüne girme rüyasıyla tarımını hızla tasfiye edip, sanayiye fasoncu olarak eklenmeye çalıştı. Türkiye, gelişmişlik masalı ile gıda üretimini yok edip, sanayi ve hizmet alanına balıklama dalmaya çalışan ülkeler için son derece önemli bir örnektir. Türkiye, 12 Eylül darbesi sonrasında Özal’ın uygulayıcısı olduğu politikalarla gıda üretiminde kendine yeten üç beş ülkeden biriyken, 25 yıl içinde tamamen dışa bağımlı bir ülke haline gelmeyi becermiştir. Bu konuda gösterge olabilecek birkaç küçük örnek vermek gerekirse; 1980-2008 yılları arasında istihdam içinde tarımın payı yüzde 30.5 gerilemiştir. 1988 ile 2008 arasındaki 20 yılda toplam işlenen tarım alanı yüzde 13.1, küçük ve büyükbaş hayvan sayısı ise yüzde 29.2 oranında gerilemiştir. 1999-2008 arasında Türkiye’nin tarımsal ürün ithalatı ise 1.649 milyon dolardan 6.392 milyon dolara çıkmış; yani, yüzde 287.6 artmıştır (AB uyum süreci ve AB tarım politikalarının uygulandığı 2002-2008 döneminde istihdam içinde tarım yüzde 11.2 gerilemiş, tarım ürünü ithalatı ise yüzde 275.3 artmıştır).Türkiye ve benzeri ülkeler sisteme entegre olmak için gıda üretimlerini kendi elleriyle yok ederken, entegre olmaya çalıştıkları sistem, içine düştüğü krizi aşabilmek için öncekinin tam tersi bir yola girmek üzeredir. Daha açık bir ifade ile insanın doğal ihtiyaçlarını tukaka edip daha fazla kâr edebileceği alanları ihtiyaç olarak insanlığa yutturup, aşırı üretime yönelen sermaye, sadece bu gereksiz üretim için kaynakları israf etmekle kalmamış; kendi yarattığı ihtiyaçların üretim ve tüketiminde doğal dengeyi de bozmuştur. Kapitalizmin özü olan daha fazla kâr güdüsü ile doğanın tüketilmesi sonunca bugün yapılan öngörülerde 10 yıl içerisinde dünyanın büyük bir kıtlıkla karşı karşıya kalacağı ifade edilmektedir. Bu bilgi, her koşulda kârlılığını sürdürmek zorunda olan sermayeyi harekete geçirmiştir. Böylece 100 yıldır tarımı kötüleyen, yoksulluğun nedeni olarak gösteren sermaye, yarattıkları ihtiyaçların ürünü olan otomobille, parfümle, cep telefonuyla karın doymayacağının bilinciyle, tarım ve hayvancılığı yeni kâr -sömürü- alanı olarak belirlemiştir. Ancak sanayileşme ve ticarileşme yarışı içinde tarımsal üretim yapılacak topraklar, sermayenin merkezileştiği ülkelerde tükenmiştir. İşte bu nedenle, geleceğin en büyük kâr alanı olacak -gerçek ihtiyaç- gıda için kollar sıvanmış ve uluslararası tekeller, yoksul ülkelerden verimli topraklar satın almaya ya da kiralamaya başlamıştır. Afrika’nın, Uzak Doğu’nun yoksul ülkeleriyle birlikte Avrupa’da da Ukrayna, Türkiye gibi hâlâ verimli arazilere sahip ülkeler, uluslararası tekellerin gözdesi durumundadır. Kapitalizme entegre olarak zenginleşme hayaliyle tarımını, hayvancılığını yok eden yoksul ülkelerin yoksul halkları, şimdi kendi topraklarında uluslararası tekelleri daha da zengin etmek için ter akıtacak ama kendileri yine yoksul kalacaktır. Ta ki sömürünün, yoksulluğun gerçek kaynağını fark edip ona karşı mücadeleye girişene kadar(!)..