29 Ocak 2010 Cuma

"TEKEL İşçisi Direnişin Simgesi"

29/01/2010

ÖZGÜRCE
Bu satırlar yazıldığında henüz Türk İş Başkanı Kumlu’nun Başbakan’la görüşmesi başlamamıştı. Ama son anda bir değişiklik olmazsa, sizler bu satırları okurken görüşme sona ermiş ve TEKEL direnişinin seyri de belirlenmiş olacak. Bir olasılık, görüşmeden TEKEL işçisinin istediği bir sonuç çıkacak ve direniş sona erecek. Özellikle TEKEL işçisinin istediği bir sonuç diyorum, çünkü biliyorum ki sadece Türk İş yönetiminin Başbakan tarafından ikna edilmiş olması yetmeyecek, 45 gündür Ankara’nın dondurucu soğuğunda direnen işçiler, Türk-İş yönetimine rağmen mücadelelerine devam edecektir.

Aslında sendika yönetimine rağmen işçilerin, tatmin olmadığı bir mutabakata razı olmayıp mücadeleyi devam edeceklerini düşünmek bile öyle önemli ki. Türkiye’de yıllarca sendikalar, işçileri temsil ediyorum diye sosyal diyalog masalarında olmadık rezillikleri meşrulaştırarak bunları işçilere kabul ettirmiştir. Ta ki TEKEL işçisinin onurlu direnişine kadar... Sadece bu bile TEKEL direnişinin işçi sınıfı tarihine altın harflerle kazınması için yeterlidir. Bundan sonra önemli olan, TEKEL işçisinin bu kararlılığını örnek almak ve yaygınlaştırmaktır. Köhnemiş sendikal hareketi yeniden diriltmenin bundan başka yolu da yoktur.

Eğer görüşme sonrasında Türk-İş yönetiminin rızasıyla ya da TEKEL işçisinin direnciyle mücadeleye devam kararı verilirse, TEKEL işçisinin dilinde “genel grev”, 6 konfederasyonun daha önce aldığı karar ise “genel iş bırakma” eylemidir. Sendikaların mevcut haliyle bir genel greve ne kadar hazırlıklı olduğu konusunda ciddi endişeler vardır. Ancak sonu genel greve giden bir mücadele süreci süratle örgütlenebilir. Bunun yolu da planlı bir biçimde gerçekleşecek birer günlük iş bırakma eylemleri ve her işyerini, her ilin her ilçenin meydanını Sakarya Caddesi’ne çevirmektir.

Ama bunun için önce bu mücadelenin tüm emekçilerin mücadelesi olduğunun çok iyi anlatılması gerekir. Bugüne kadar sendikalar, bildik atıllıklarıyla TEKEL direnişine destek açıklamaları dışında pek bir şey yapmamışlardır. Oysa, direnişte geçen 45 gün iyi değerlendirilseydi ve bu direniş, tüm 4-c’lilerin; tüm sözleşmeli, ücretli ya da atanamamış öğretmenlerin, özelleştirilecek olan işletmelerde çalışanların; tersanelerde, madenlerde, inşaatlarda iş cinayetlerinin olası kurbanlarının, tüm taşeronların; sigortasız, güvencesiz çalıştırılan, ücreti aylarca ödenmeyenlerin, memurların, akademisyenlerin, ücretli mühendislerin, doktorların, kısacası tüm emekçi kesimlerin direnişi haline dönüştürülebilirdi.

Zaten maliye bakanı, TEKEL direnişi için “Tek hatamız merhamet etmekti” derken, “Bol keseden maaş verme dönemi bitti” derken, hedef sadece TEKEL işçileri miydi, yoksa bu “Bak sana ekmek veriyorum, ben senin velinimetinim, sen benim kulum kölemsin” anlayışının hedefinde tüm emekçiler mi vardı?

Çok açıktır ki, TEKEL direnişiyle birlikte “psikolojileri bozulan(?)” Başbakan’ın ve maliye bakanının ağızlarından çıkan ifadeler, mevcut hükümetin anlayışını sergilemektedir. İktidarında kamuda çalışan herkes, TEKEL işçisi için söylenenlerin muhatabıdır. Sadece kamuda çalışanlar da değil, yasaların uygulayıcısı ve denetleyicisi de bu iktidar olduğuna göre, özel sektörde çalışan tüm emekçiler de bu söylemin hedefindedir.

Hükümetin, sermayenin, emekçilerin tümüne yönelik tavrı bu kadar açıkken; sendikalar, bırakın TEKEL direnişini tüm emekçilerle bütünleşmenin bir aracı haline getirmeyi, bu sözler karşısında gereken tepkiyi göstermemiştir. Hal böyle olunca da bu büyük işçi direnişi sadece TEKEL işçilerinin talepleriyle sınırlı imiş gibi bir görünüm ortaya çıkmıştır.

Başbakan’la yapılan görüşmeden nasıl bir sonuç çıkarsa çıksın, bu sonuca karşı sendika yönetimleri nasıl bir yol izlerse izlesin, TEKEL işçisi; işçi sınıfını yok sayan sermayeye ve hükümete, işçi sınıfının gücüne inanmayıp sosyal diyalog masalarında çözüm arayanlara unutamayacakları bir ders vermiştir. Daha da önemlisi TEKEL işçileri, işçilere ve emekçilere, bir sınıfın parçası olduklarını ve ekmek kavgasının dayanışma içinde mücadele ile, direniş ile kazanılacağını hatırlatmışlardır.

Ve sonuç ne olursa olsun TEKEL işçisi, kendi adına da Türkiye işçi sınıfı adına da büyük ve onurlu bir mücadeleyi kazanmıştır!..

25 Ocak 2010 Pazartesi

Türk İş, DİSK, KESK… Karar Verecek: Sermayenin AKP’si mi Emekçinin TEKEL Direnişi mi? -



26.01.2010 

Başbakan büyük oynuyor. Karşısında TEKEL direnişini gerçekleştiren işçiler var. Onlar direndikçe başbakan hakaret yağdırıyor; sadece TEKEL işçisine değil; tüm emeğiyle geçinenlere bu hakaret... Bunu yaparken de işçiyle halkı birbirinden ayırıp karşı karşıya getirmeye çalışıyor.

Başbakanın oynadığı oyun büyük olduğu kadar tehlikeli de; adeta Rus ruleti gibi. Ya işçinin direnişini kıracak ya da kendisi kırılacak. Dünyanın hiçbir ülkesinde hiçbir dönemde ne kadar göstermelik olursa olsun parlamenter demokrasinin seçimiyle gelen bir hükümet toplumun çok önemli bir bölümünü oluşturan emekçi kesime bu kadar açıktan saldırmamıştır. Genellikle yapılan AKP hükümetinin bugüne kadar yaptığı gibi işçinin emekçinin yanında görünüp onun emeğini, sosyal haklarını gasp etmektir. Oysa başbakan son zamanlarda bu sömürüyü ve hak gaspını açık açık yapmakta ve emekçilerin bunu kabullenmesini sağlamaya çalışmaktadır.

O zaman da akıllara şu soru gelmektedir: AKP, siyaseten yok olmayı göze almak pahasına neden işçiye, emekçiye ve dolayısıyla demokrasiye öldürücü darbeyi vurmak anlamını taşıyan bu yola başvurmaktadır?

Sorunun cevabını birkaç yönden ele almak gerekir. Her şeyden önce AKP, 7 yıldır sermayeyi, ABD’yi, AB’yi temsilen uyguladığı emek karşıtı politikalarla toplum nezdinde güvenilirliğini büyük ölçüde kaybetmiştir. İktidarını sürdürebilmesinin tek yolu temsil ettiği kesimlerin çıkarlarını ölesiye savunmaktır. Hal böyle olunca da karşımıza emeğe, demokrasiye cepheden tavır alan AKP çıkmaktadır.

AKP’nin emek ve demokrasiye karşı tavrını örtmek üzere destek, darbe tehditlerinin gündeme gelmesiyle büründüğü “mazlum” rolünden gelmektedir. AKP, sürekli gündemde tutulan darbe iddialarının mazlumu rolünde TEKEL ve diğer işçi direnişlerini kırarak Türkiye’deki tüm emekçileri açlığa, yoksulluğa ve derin sömürüye sürüklemek istemektedir.

Şunu belirtmek gerekir ki, AKP’nin TEKEL direnişini kırması sadece emekçilerin açlığı, yoksulluğu ve sömürüsü ile sınırlı kalmayacaktır. Buradan alacağı güçle AKP, ABD’nin Orta Doğu’daki saldırı planının da etkin bir parçası olarak tüm toplumu sonu belli olmayan savaşlar içerisine sürükleyebilecektir. Diğer bir söyleyişle TEKEL direnişi, TEKEL işçisinin ötesinde işçisiyle memuruyla, işsiziyle tüm emekçi kesimlerin direnişi olmayı da aşmış Türkiye’de büyük sermayenin ve AKP iktidarının yakın çevresi dışındaki 70 milyonu aşkın insanın geleceğini belirleyecek bir mücadele haline dönüşmüştür.

Türkiye’deki işçi ve kamu emekçi konfederasyonları 21 Ocak’ta aldıkları kararla 26 Ocak 2010’a yani bugüne kadar hükümete zaman tanımıştır. AKP hükümetinin TEKEL işçisiyle bugün de uzlaşmaması halinde “genel grevi” gündeme getirecekleridir. Ama gelin görün ki bu kararı alan konfederasyonlardan biri olan Memur Sen’in 25 Ocak’ta düzenlediği “Uluslararası Demokrasi Kongresi”nin baş konuğu olan başbakan, son derece “anti-demokratik” biçimde emekçilere yönelik tehditlerini yenilemiştir. Ve ne ironiktir ki Memur Sen’in yönetici ve üyeleri başbakan’ın bu konuşmasını alkışlamıştır. Yine aynı gün Maliye Bakanı, özelleştirilen işyerlerindeki işçilerine ve bu arada TEKEL işçisine de “merhamet edip” 4C’ye alarak hata yaptıklarını açıklamıştır.

Memur Sen yönetimi Başbakan’ın emek düşmanı söylemlerini alkışlarken, Hak İş’te 26 Ocak’ta yapılacak toplantıya katılmama kararı almıştır. Böylece AKP yandaşlığıyla “sarı” olma sıfatını çoktan hak eden bu iki konfederasyon 21 Ocak toplantısına katılarak şaşkınlık yarattığı emekçilere kendi bildikleri yolda olduklarını bir kez daha göstermişlerdir. Konfederasyonların kendisine 26 Ocak’a kadar zaman tanınmasının ardından AKP hükümetinin takındığı sert tutumda Hak İş, Memur Sen ve hatta Türk İş yönetimindeki AKP yanlılarının direnişi içerden kırmak konusunda verdikleri teminatın da etkili olduğu bir söylenti olarak kulaklarda çınlamaktadır.

Sonuç olarak; 21 Ocak’ta 6 konfederasyon 26 Ocak’a kadar hükümet TEKEL işçileri için bir adım atmazsa “genel grev” kararını da içeren bir mücadele programı belirleyeceğini açıklamıştır. Hala hazırda Memur Sen ve Hak İş’in nihai karar içinde olmayacakları bellidir. Bunun dışındaki Türk İş, DİSK, KESK ve T. Kamu Sen’in Ankara sokaklarında çınlayan “genel grev, genel direniş” kararını vermeleri beklenmektedir. Eğer beklenen bu karar çıkmaz ve AKP’nin TEKEL direnişini kırmasına yol verilirse, beklenen bu kararı vermeyen sendika(cı)lar sadece Türkiye emek hareketine bir darbe vurmuş olmayacak, Türkiye’nin geleceğinin karartılmasında AKP ile simgeleşmiş olan sermayeyle ortaklık etmiş olacaklardır.

22 Ocak 2010 Cuma

Ağca’yı mı TEKEL Direnişini mi Savunacaksınız?

22/01/2010

ÖZGÜRCE
Ağca ile TEKEL direnişi arasında belki hemen bir bağlantı kurulamayabilir. Ama 31 yıl önce Ağca’nın eline silah verip İpekçi’nin katli emrini verenlerle bugün işçilerin direndiği TEKEL ve onun gibi nice işletmeyi soyup soğana çevirip işçileri aç açık bırakanlar arasında önemli bağlantılar vardır.

Dilerseniz meseleyi baştan alalım: Abdi İpekçi’nin öldürülmesi, daha öncesinde pek çok cinayet işlenmesi ve katliam gerçekleştirilmesine rağmen Türkiye için bir dönüm noktasıdır. Abdi İpekçi’nin öldürülmesinin hemen öncesinde Türkiye, tarihinin en büyük dönüşümüne sürüklendiği 1978 krizine girmiştir. Giderek derinleşen krizle birlikte işsizlik yüzde 20’lere tırmanırken, yokluk ve karaborsa hakim olmuştur. Toplumun hemen tüm kesimleri ama özellikle de işçiler politik bir mücadele içerisinde krizin yükünü üzerlerine atmaya çalışan sermayeye karşı direnmektedir. Sermaye, uluslararası sermayenin ve egemen gücün desteğini de alarak karşısındaki direnişi kırma çabası içerisine girmiş ve bunun için en bilindik yol olan toplumun çeşitli kesimlerini ve emekçileri kendi içinde bölme planını uygulamaya koymuştur. Önce Nisan 1978’de Malatya olayları, sonra Eylül 1978’de Sivas olayları ve ardından da 23-24 Aralık’ta Maraş katliamı gerçekleştirilmiş daha sonra da Abdi İpekçi’yi öldüren Mehmet Ali Ağca sahneye çıkmıştır.

Ne Malatya, ne Sivas, ne Maraş ne de daha sonra 1980 ilkbaharında gerçekleşen Çorum katliamının sorumluları ortaya çıkmıştır… İpekçi’nin katili Ağca ise yakalanmış ama kısa bir süre içinde kaçış görüntüsü altında “serbest bırakılmıştır”… Tüm bunlar yaşanırken emekçiler, giderek daha yakından hissettikleri krize ve o krizin kendilerine ödettirilmesine karşı grevlerle, sokak eylemleriyle direnmişlerdir. Ve sonuçta emekçileri katliamlarla bölemeyenler bu katliamları gerekçe göstererek 12 Eylül darbesini gerçekleştirmiştir.

12 Eylül darbesi ile direnişi kırılan işçi sınıfı geçen 30 yılda pek çok kazanılmış hakkını kaybetmiş ve işsiz, güvencesiz bir yaşama mahkum edilmeye çalışılmıştır. Tesadüfe bakın ki emekçilerin TEKEL direnişiyle birlikte işsizliğe, güvencesizliğe mahkum olmamak için yeniden ayağa kalktığı bir dönemde bu sürecin başlamasında maşalık yapan Ağca serbest kalmıştır. Ve emekçi sınıfın direnişini kırmak için maşa olarak kullanılan katil Ağca beş yıldızlı otelde keyif yaparken, onun da parçası olduğu sürecin sonucunda işsizliğe, güvencesizliğe itilen TEKEL işçileri ekmekleri için Ankara sokaklarında açlık grevine durmaktadır.

Aslında sistemin gerçek yüzü bir kez daha tüm çıplaklığıyla açığa çıkmıştır: Sistem kendisi için cinayet işleyeni 5 yıldızlı otelde ağırlamakta, kendisine karşı direnen emekçiyi ise Ankara’nın ayazında açlık grevine sürüklemektedir.

Bugün Ağca’yı öven, ona öykünen herkes TEKEL işçilerinin temsil ettiği fabrikada, tarlada, atölyede, bankada, hastanede, okulda üreten, hizmet veren tüm emekçilere karşıdır. Bu bağlamda TEKEL emekçisinin mücadelesini sahiplenmek ve diğer emek mücadeleleri ile bütünleştirmek, Ağca’yı ve onun temsil ettiği emekçi, aydın katilleri ile katliam sorumlularından da hesap sormak anlamına gelecektir.

Sözün özü: Zaman safların belirlenme zamanıdır. Ya emekten yana olunacak ve onun mücadelesi yükseltilecektir ya da emek karşıtlarının ve onu temsil eder gözüküp ona ihanet edenlerin cephesinde yer alıp karanlığın saflarına geçilecektir..!

19 Ocak 2010 Salı

Türk İş'in Sendikal Anlayışı Çökmüştür!

19.01.2010

Yazdır Arkadaşına gönder Türk İş 1952 yılında kurulduğunda sendika üyelerinin hemen tümü kamu işletmelerinde çalışan işçilerdi ve sendikaların grev hakkı yoktu. Türk İş’in grev hakkı için herhangi bir talebi ya da mücadelesi de olmadı. Partiler üstü olduğunu ve ideolojik bir örgüt olmadığını savunan Türk İş, işçi sınıfı adına gerçekten de ideolojik bir tavır sergilemedi. Ama Türk İş, soğuk savaşın hararetli ortamı içinde ABD ile yakın ilişkiler kurarak, işçileri sosyalizmden uzak tutmak üzere anti-komünizmin propaganda aracı olmak gibi bir işlev üstlenmekten de geri durmadı.

1961 Anayasası ve 1963 yasalarıyla grevli toplu sözleşme hakkının elde edilmesiyle birlikte sınıf mücadelesinin hareketlendiği süreçte de Türk İş, partiler üstü bir politika izlediği savunusunu devam ettirdi. Özel sanayi işletmelerinin hızla arttığı bu dönemde sırtı devlete dayalı sendikacılıktan vazgeçmedi ve özel sektör işçilerini örgütlemekten uzak durdu. Amerikan sendikacılığının işyeri/ücret sendikacılığı anlayışını benimseyen Türk İş’in devlete dayanan sendikal anlayışının 1960’lı 70’li yıllarda bir karşılığı vardı. Çünkü hem işçi kesiminin önemli bölümü kamuda çalışıyordu hem de o dönemde sosyal devlet düşüncesi halen geçerliydi.

Türk İş’in giderek büyüyen işçi sınıfından ve onun mücadelesinden uzak durması, özel sektörün ağırlık kazandığı iş kollarında örgütlü sendikaların Türk İş’ten ayrılıp DİSK’i kurmasının da en önemli gerekçesi oldu. Gerek 12 Mart gerekse 12 Eylül darbeleri DİSK’i ve Türkiye işçi sınıfını ezerken Türk İş, hala “partiler üstü olmak” ve “ideolojik tavır almamak” gibi yaklaşımlarla dolaylı olarak sermaye sınıfına destek oluyordu. 12 Eylül darbesi ardından işçi sınıfının görülmemiş biçimde ezilmesine sessiz kalan Türk İş içinde özellikle özel sektörde örgütlü sendikalar arasında muhalif sesler yükselmeye başladı. 1994 ve 2001 krizleri ardından özelleştirmeler ve işçi haklarına yönelik saldırılar karşısında etkisiz kalan Türk İş içinde bu muhalif sesler daha da arttı ama elden giden haklara ve yaygınlaşan özelleştirmelere karşı durulamadı. Böylece Türk İş bir taraftan örgütlülüğünün en yoğun olduğu kamu işletmelerini kaybederken diğer taraftan da örgütlü ve örgütsüz emekçilerin güvenini kaybetti.

Mustafa Kumlu başkanlığındaki yönetim, Türk İş’in kuruluşundan gelen yapısal sorunların yanında darbe dönemleri dahil olmak üzere işçi haklarına en fazla saldırıyı gerçekleştiren AKP hükümetinin vesayeti altında olduğu iddialarıyla başa geldi. SSGSS’nin yasalaşma süreci ve 2008 krizinde aldığı tavır Türk İş’in AKP hükümetinin vesayeti altında olduğu iddialarını her bakımdan destekler nitelikteydi.

Sümerbank’tan SEKA’ya, demir çelik fabrikalarından petrol rafinerilere kadar pek çok kamu işletmesi özelleştirilirken ve işletmelerdeki kamu işçileri işten çıkartılıp ya da 4-C gibi uygulamalara maruz bırakılırken Türk İş’in sesi çıkmadı. Ama artık Türkiye’nin en büyük işçi örgütü görünümündeki Türk İş yolun sonuna gelmiştir. Sınıf perspektifinden tamamen uzakta devletin ve sermayenin etkisi altında geçen 58 yıllık deneyimle Türk İş’in sendikacılık anlayışıyla bir yere varılamayacağını Türk İş üyesi emekçiler de artık anlamaya başladı ve 17 Ocak’ta olduğu gibi Başkan Kumlu’ya ve yönetime istifa sesleri ile Ankara sokaklarını inlettiler.

Evet, gerek Türk İş gerekse Türkiye sendikal mücadelesi için artık hiç bir şeyin eskisi gibi olmayacağı kesin olarak söylenebilir. Peki, bundan sonra ne olacak sorusuna cevap olarak her şeyden önce Türk İş dışındaki sendikaların da Türk İş’ten daha iyi durumda olmadığını tespit ederek başlamak gerekir. Bugün işçi örgütü olarak ne DİSK’in ne de Hak İş’in durumu Türk İş’ten daha iyi değildir. KESK dahil olmak üzere kamu emekçi sendikaları için de farklı bir değerlendirme yapmak mümkün değildir. Hal böyle olunca Türk İş’in yerine konulabilecek hali hazırda yeni bir adres olmadığını belirtmek gerekir. Bundan sonrası için murat edilen ya Türk İş’in ve diğer sendikal yapıların içinde daha sınıfsal konum almış kesimlerin etrafında sendikal mücadelenin yeniden yapılanması ya da işçi sınıfının tümünü kapsayan yepyeni bir sendikal yapının ortaya çıkmasıdır.

Seçilen bunlardan hangisi olursa olsun gerçek olan mevcut sendikal anlayışların işçi sınıfının ihtiyaçlarını karşılamaktan çok uzakta kalmış olduğu ve yeni bir sendikal anlayışa şiddetle ihtiyaç duyulduğudur ..!

15 Ocak 2010 Cuma

Açlık Grevi Değil, TEKEL İşçisiyle Dayanışma Grevi Olmalı!..

15/01/2010

ÖZGÜRCE

TEKEL işçisi emeğinin, ekmeğinin peşinde Ankara sokaklarında bir ayı doldurdu. TEKEL işçisi bu mücadelesini sürdürürken karşısında sadece havanın soğuğu ya da polisin gazı yoktu. Mücadele için belki bunlardan daha da zor olanı Türk-İş yönetimini aşmak gerekiyordu. TEKEL işçileri Türk-İş’in mücadeleden uzak yapısını da aşıp mücadele yönünde bir takım kararların alınmasını sağladı. Ancak bunlar cuma günleri birkaç saat iş bırakmak gibi sadece göstermelik kararlardı ve Türk-İş bu göstermelik kararların dahi tam anlamıyla uygulanmasını sağla(ya)madı.

Türk-İş dışında DİSK ve KESK başta olmak üzere sendika ve demokratik kitle örgütleri de TEKEL işçisinin direnişini desteklediklerini söylemekten ya da destek için oturma eylemleri gibi pasif –göstermelik- eylemliliklerden öteye geçemediler. Sonuçta TEKEL işçisi, direnişinde daha önceki pek çok örnekte olduğu gibi yalnız kaldı. TEKEL direnişinin yalnızlaşması, açlık grevi ve ölüm orucu gibi işçi sınıfı mücadelesi için kabul edilemeyecek bir eylemin kararının alınmasına neden oldu.

İşçi sınıfının ortaya çıkması ve sermaye ile yüzyıllardır süren mücadelesinde temel savunusu, kapitalist sistemde üretimi yapan, değeri yaratanın emek olduğudur. Sermaye emeğin yarattığı değeri gasp etmekte ve işçi sınıfı da sermayeye karşı emeğine sahip çıkmanın mücadelesini vermektedir. Bu mücadelede de işçi sınıfının en etkili silahı, emeğin üretim sürecindeki gücünü sermayeye gösteren grev eylemidir. Zira iyi bir stratejiyle gerçekleştirilmiş bir grevle işçinin emeğini üretimden çekmesi sermayeyi dize getirmek için yeterlidir. Zaten sermaye sınıfı da bunu çok iyi bildiği için grevi yasaklamak ya da uygulatmamak için elinden gelen her şeyi yapar.

İşçi sınıfının elinde grev gibi etkili bir araç varken bunu yok sayarak sadece vicdanlara yönelecek açlık grevi ve ölüm orucunu bir eylem yöntemi olarak belirlemek, her şeyden önce emeği değersiz kılmaktır. Bu eylem türü sınıfsal içerikten yoksun olduğu gibi işçi sınıfı mücadelesinin meşruluğunu da yok saymak anlamına gelecek ve sermaye karşısında işçi sınıfının ideolojik üstünlüğünü tamamen ortadan kaldıracaktır. Öte yandan açlık grevi ve ölüm orucu, sadece direnişteki TEKEL işçilerinin katıldığı bir eylem olacağı için işçi sınıfının ihtiyacı olan mücadeleyi ortaklaştırma umutlarını da ortadan kaldıracaktır. Dolayısıyla TEKEL işçisinin bir kısmını ikna edecek bir çözüm önerilse dahi SEKA direnişinde olduğu gibi direniş kırıldıktan sonra verilen sözler kısa sürede unutulacak ve sonuçta TEKEL işçisi kaybedecektir.

Tek Gıda-İş yönetimi grev yerine açlık grevi ve ölüm orucu eylemine karar verilmesinin nedenini direnişteki işçilerin bırakacak işleri olmadığını söyleyerek açıklamaktadır. Aslında bu açıklama TEKEL işçisinin nasıl yalnızlaştırıldığı ve çaresizleştirildiğini en açık biçimiyle göstermektedir. Bugün TEKEL işçisinin karşı karşıya kaldığı saldırıyı emekçilerin çok büyük bölümü halen yaşamakta, diğer bir bölümü ise bu saldırının tehdidi altında bulunmaktadır. Bu koşullar içinde TEKEL işçisinin sınıfsal içerikten uzak eylem yollarına yönelecek kadar çaresiz bırakılmasından başta Türk-İş olmak üzere tüm sendikal yapılar “utanç” duymalıdır.

Türkiye işçi sınıfının örgütleri bu büyük yanlıştan ve utançtan biran evvel dönmelidir. Başta Türk-İş olmak üzere DİSK, KESK ve diğerleri en kısa zamanda dayanışma grevi kararı almalı ve en etkili biçimde uygulanmasını sağlamalıdır. Aksi halde işçi sınıfının örgütlü kesiminin bile bu kadar çaresiz, güçsüz hale düşmesi sermayenin ve onun temsilcilerinin tüm emekçi kesimlere yönelik saldırısını daha da arttıracak ve emekçiler açlık, yoksulluk, işsizlik ve yoğun sömürü sarmalına iyiden iyiye dolanacaktır.

12 Ocak 2010 Salı

"2010 Hükümetle Emekçilerin Karşı Karşıya Geleceği Yıl Olacak"

"2010 Hükümetle Emekçilerin Karşı Karşıya Geleceği Yıl Olacak"


Yrd. Doç. Dr. Müftüoğlu, hükümetin toplumun ödediği dolaylı vergileri sermaye kesimininkine göre daha çok artırdığını, istihdama dair olumlu göstergenin olmadığını, sağlık ve eğitimde halkın harcayacağı paranın artacağını, sermayeye verilen desteğin toplumun cebinden çıkacağını söylüyor.

Tolga KORKUT tolgakorkut@bianet.org İstanbul - BİA Haber Merkezi 12 Ocak 2010, Salı

Marmara Üniversitesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü'nden Yrd. Doç. Dr. Özgür Müftüoğlu, 2010'da emekçilerin daha da yoksullaşacağını, özellikle sağlığa erişimde katkı payları nedeniyle sorun yaşanacağını, güvencesiz çalıştırmanın ve işten çıkarmaların yoğunlaşacağını öngörüyor.

"Emekçiler için bıçak kemiğe dayanmış durumda"

"Bu oldukça karamsar bir tablo" diyen Müftüoğlu, bu yılın emek mücadelesinin yoğunlaşacağı bir yıl olmasını da bekliyor:

"Bu olumsuzluklar fırsatı da getiriyor. TEKEL, itfaiye işçilerininki gibi emek direnişleri artabilir. Emekçiler için bıçak kemiğe dayanmış durumda. Şimdiye kadar çok sesini çıkarmayan kesimlerin de emek mücadelesine katılmalarını bekleyebiliriz. Sendikaların tabandan gelecek tepkileri doğru yönlendirip kazanıma çevirebilmeleri gerekiyor. Dayanışmanın yaygınlaşması gerekiyor. Bu arada, sistemle bütünleşmiş, eleştirilerini sakınan sendikacılar da deşifre olabilir. Safların daha netleştiği, işçi sınıfının sesini daha yükselttiği bir süreç olmasını bekliyorum."

Hükümet krizin maliyetini topluma yüklüyor

Müftüoğlu'nun 2010 için öngörülerinden bazıları şöyle.

Daha fazla vergi, daha az sosyal harcama: Hem maliye politikaları (vergiler, bütçedeki gelir gider dengesi) daha fazla vergi, daha az sosyal harcamayı gösteriyor. Bu hanehalkının geliri azalırken cebinden çıkan para artacak, demek. Çalışma hayatında esnekleşme, güvencesiz, taşeron çalışma artacak. Ücretler geriye gidecek. Giderler artacak, gelir düşecek, işsizliğin azalmasına dair herhangi bir ipucu yok. 2010, 2009'a göre yoksullaşmanın artacağı, çalışan yoksulların çoğalacağı bir yıl. İşini kaybedenler de artacak. Hem ilaçta ödemelerin hem de hem katkı paylarının artması nedeniyle en büyük sorunlardan biri sağlığa erişim.

Dolaylı vergiler artıyor: Bütçede gelir kısmının büyük bölümü dolaylı vergiler. Özel tüketim vergisi yüzde 31,6, KDV yüzde 24 civarında artıyor. Son sigara zamları bunun sonucu; bu diğer ürünlerde de devam edecek. Buna karşılık sermayenin kârı üzerinden alınan kurumlar vergisi yüzde 8,3 artıyor. Bütçede gider olarak görünen kamu personeli ücretleriyse yalnızca yüzde 7 artıyor.

Çalışan daha az ücrete daha çok çalışmaya zorlanıyor: Ücretler her alanda son derece düşük. İşveren kesimi işgücü piyasasını daha da esnekleştirmek, sermayenin üzerindeki yükün kaldırılmasını istiyor. Bunu da "maliyet düşürme-verimliliğin artırılması" söylemiyle yapıyorlar. Bu, daha az ücrete daha çok saat çalıştırmak, iş güvencesini azaltmak demek. Kıdem tazminatının işten çıkarmayı zorlaştırıcı olduğu için kaldırılmasını istiyorlar.

İşverene destek toplumun cebinden çıkacak: Kriz önlemi olarak sunulan "kısa çalışma ödeneği", "sigorta priminin işveren payının devletçe ödenmesi", sanki yükü devlete aktarıyormuş gibi görünüyor. Ama devletin verdiği para aslında toplumun, ücretlilerin vergisinden alınan para. Böylece çalışan kişinin ücreti, sigorta primi yine topluma nakledilmiş oluyor.

Sağlık en büyük sorun olabilir: Hükümetin "Orta Vadeli Program"ı bütçeyi denkleştirilmek için kemer sıkmayı öngörüyor. Bakan Ali Babacan sağlık üzerinden tasarruf yapılacağını söylemişti. Bu sağlıkta "global bütçe" uygulamasıyla gerçekleştirilecek. Sağlık harcamaları 2010 için 12,7 milyar TL'yi aşarsa, Sağlık Bakanlığı "Bütçem doldu, herkes başının çaresine baksın" diyecek. Bu, katkı payı altında, hepimizin cebinden daha çok para çıkması demek. İlaçta da 2,5 milyar TL tasarruf planlanıyor. Bunlar yoksullaşmayı artıracak faktörler.

IMF hükümetin elini rahatlatabilir: Hükümet köşeye sıkıştı. IMF'den gelecek paranın yüzde 60'ının özel sektörün dış borçlarını ödemeye ayrılması öngörülüyor. Bu hükümetin elini kuvvetlendirebilir. Sermaye kesiminden alacağı destek güçlenebilir. Bir miktarı da, bütçe açıklarını kısa süreli kapatmak için kullanacaktır. Bazı toplum kesimlerine -emekli zammı- gibi umut veren aktarımlar olabilir. Kömür yardımı, nakdi yardım gibi tepkiyi seyreltici adımlar atabilir. Bu arada seçim hazırlık süreci de var. Henüz bir alternatifi çıkmadığı için hükümetin dışarıda ve içeride, AB'den ve sermaye kesiminden desteği sürüyor. (TK)

ÖZGÜR MÜFTÜOĞLU'NDAN 2010'a Girerken Kriz ve Emek Mücadelesi

ÖZGÜR MÜFTÜOĞLU'NDAN 2010'a Girerken Kriz ve Emek Mücadelesi


2009'da krizin yükü, sendika üst yönetimlerinin de tutarsızlıkları sayesinde, emekçilerin üzerine yıkıldı. Ancak mücadele düşüncesi güçleniyor. Bu gücün ortak bir mücadeleye dönüşmesi sendikaların hatalardan ders çıkartıp, sınıf tutarlılığıyla hareket etmesine bağlı.

Özgür MÜFTÜOĞLU ozmuftuoglu@yahoo.com İstanbul - BİA Haber Merkezi01 Ocak 2010, Cuma

2009 yılına dünya 2008'den devraldığı krizin yüküyle girmişti. Umutlar sınıflar arası güç mücadelesinin yeniden şekillenmesine fırsat tanıyan kriz sürecinin işçi sınıfı tarafından iyi kullanılması ve 2009'un mücadele yılı olmasıydı. Eğer gereken mücadele gösterilemezse kriz emekçi kesimler için yıkım olacak ve işçi sınıfının mücadele gücü iyiden iyiye kırılacaktı.

Krizde sermayeye tanınan olanaklar
Beklendiği üzere sermaye ve onu temsilen siyasi iktidar, emek maliyetini daha da düşürerek ve devlet aracılığı ile sermayeye kaynak aktararak krizin yükünü emekçilerin üzerine yıkacak paketler hazırladı. Emek maliyetini düşürmenin yolu; daha az işçiyle, daha az ücret ödeyerek, daha yoğun ve güvencesiz çalıştırarak üretim yapmak ya da hizmet sunmaktan geçiyordu. Bir de bunun üzerine "istihdamın üzerindeki yükü kaldırmak" gerekçesiyle hazırlanan paketlerle işverenin ödediği sigorta primleri, vergiler ve hatta kısa çalışma ödeneği adı altında ücretler genel bütçe ve İşsizlik Sigortası Fonuna aktarıldı. Böylece artık işverenlere neredeyse hiç maliyetsiz "bedava" işçi çalıştırma olanağı tanınmış oldu.
Sermayeye tanınan bu olanaklar emekçiler için işsizlik, düşük ücret, daha uzun ve yoğun çalışma, daha fazla iş kazası ve güvencesizlik anlamına geliyordu. Ayrıca tüm toplum kesimlerinin vergilerinden oluşan genel bütçe ve emekçilerin işsiz kalma riskine karşı oluşturdukları İşsizlik Sigortası Fonu da sermayeye kaynak haline dönüştürüldü. Yani emekçiler hem daha kötü koşullarda ve daha ucuza çalıştırılırken, onların maliyetleri topluma yıkıldı ve sermaye üretim ve hizmet sürecinde yaratılan değerin tamamına el koyma olanağı buldu.

İşsizleşme, yoksullaşma ve güvencesizleşme yılı
2009'da emekçiler krizin yükünü sadece çalışma yaşamında yüklenmekle kalmadı. İşsizleşen ve geliri düşen emekçiler ve diğer geniş toplum kesimleri bir de yüksek vergiler ve temel tüketim mallarına yapılan zamlarla da sarsıldı. Özellikle sağlıktan eğitime, alt yapı hizmetlerinden ulaşıma kadar her alanda yaşanan piyasalaşma sürecinin sonucu olarak bu en temel sosyal haklar dahi ulaşılamaz hale geldi.
Krize karşı uygulanan politikalar sayesinde başta emekçiler olmak üzere toplumun çok geniş kesimleri için 2009, işsizleşme, yoksullaşma ve güvencesizleşmeyle birlikte tam bir yıkım yılı oldu. Bu yıkıma karşı emekçi kesimden beklenen mücadelenin gerçekleştiğini söylemek mümkün değildir. Sendikalar 2009'a girerken krizin faturasını emekçiye ödetmeyeceklerini söylüyordu. Ancak sendikaların sınıf perspektifinden uzak kriz analizleri, bırakın emekçilere yıkım getiren uygulamaları engellemeyi, bu uygulamalara destek olan bir tavrı sergilemelerine neden oldu.

Sendikalar
Sendikaların kriz karşısına ilk refleksi üyelerinin işini korumak oldu. Belki işten çıkartmaların bir anda arttığı bu süreçte sendikaların üyelerinin istihdamını korumak istemesi ilk refleks olarak anlaşılabilirdi. Ama bunun ardından sendika üyesi olamayan milyonlarca örgütsüz emekçinin sorunları üstlenilemedi. Aksine "istihdam paketi" adı altında emek maliyetini toplumun sırtına yıkan uygulamalar desteklendi ya da en azından bu politikalara karşı çıkılmadı. Öte yandan Türk İş, Hak İş ve T.Kamu Sen, işveren örgütleriyle ortak olup, ücretini kaybeden emekçilerle dalga geçercesine "Eve Kapanma Pazara Çık" kampanyalarına katıldı. DİSK/Tekstil ise krizi sermaye ile işbirliği içinde aşma düşüncesini daha ileri aşamaya taşıyarak gazetelere; sermayenin krizin mağduru olduğu ve sanayici örgütlerinin hükümetten çekindiği için sorunlarını dile getiremediği yönünde ilanlar verdi.
Sendikaların devletten beklenti içine girmesi ve sermayeyle ortaklaşarak krizi aşma anlayışı, sermayenin ve hükümetin işini kolaylaştırırken, emekçilerin ve sermaye dışı diğer toplum kesimlerinin sendikalara olan güveni tamamen sarsıldı. Sendika üst yönetimlerinden kaynaklanan bu güvensizliğe karşın örgütlü ve örgütsüz pek çok işyerinde hak ihlallerine karşı direnişler gerçekleştirildi. Kimi işgalli de olan bu direnişler en çok ücret ve diğer hakların ödenmemesi, işten çıkartma, taşeronlaştırma ve sendikalaşmanın engellenmesine karşı gerçekleştirildi. Sınıf duyarlılığı olan sendikaların bulunduğu işkollarında bu direnişler sendikalar tarafından da desteklendi. Ayrıca işyerleri dışında üniversite harçlarına, kentsel dönüşüme, suyun ticarileştirilmesine, barajlara ve kent içi ulaşım ücretlerine yapılan zamlara karşı da birçok mücadele yürütüldü.

Kitlesel eylemler
Sendika üst yönetimlerinin sınıfsal analizden uzak politikalarla krize karşılık verme anlayışının yanında tabandan gelen baskılara karşılık vermek üzere az da olsa kitlesel katılımlı eylemler de düzenlendi. Bunlardan ilki, katılımın Marmara Bölgesiyle sınırlı olduğu 15 Şubat İstanbul mitingiydi. Diğer merkezi eylem ise KESK ve T.Kamu Sen tarafından gerçekleştirilen 25 Kasım kamu emekçi greviydi. Her iki merkezi eylemin de önemli özelliği DİSK ve KESK'in yanı sıra şimdiye kadar merkezi eylemlerden uzak duran ve milliyetçi/muhafazakar bir yönetime sahip olan Türk İş'in 15 Şubat mitingine T.Kamu Sen'in ise 25 Kasım grevine etkin biçimde katılmasıydı.
25 Kasım grevi ve hükümetin gerek bu grev karşısında almış olduğu tavır, gerekse emekçi kesimleri yok sayan diğer yaklaşımları, taban tarafından sendikalara dayatılan direnişlerin artmasına neden oldu. Bunların başında TEKEL işçilerinin Ankara eylemi geliyordu. Bunun hemen ardından İstanbul Belediyesi itfaiye işçileri de işten çıkartılmalarına karşılık radikal sayılabilecek yollardan birçok eylem gerçekleştirdi. Öte yandan 25 Kasım grevi nedeniyle işten çıkartılan demiryolu emekçilerinin tekrar işe iadesi için BTS ve T. Ulaşım Sen tarafından 16 Aralık'ta bir grev daha gerçekleştirilerek işten çıkartılan emekçilerin tekrar işe alınması sağlandı.

Özetlemek gerekirse; 2009 yılında krizin yükü, sendika üst yönetimlerinin de tutarsızlıkları sayesinde tam anlamıyla emekçilerin üzerine yıkılmıştır. Sendikal yapıların etkisiz ve tutarsız tavrına karşı emekçiler, işyerlerinde direnişler gerçekleştirmiş ve sendikal yapıları da mücadeleye zorlamaya başlamışlardır. Özellikle yılın son iki ayında yoğunlaşan eylemlerin en önemli özelliği solcu olarak bilinen örgütler dışında daha çok sağ tabana sahip olduğu düşünülen sendikaların da bu eylemler içerisinde yer almış olmasıdır. Özellikle 1980 sonrasında sınıf kimliğinden uzaklaştırılmaya çalışılan ve sınıfsal algıları hızla zayıflayan emekçilerin krizin getirdiği yıkım koşulları karşısında -diğer kimliklerini bir tarafa bırakarak- tekrar sınıfsal tepkilerini ortaya koyma eğilimi göstermiş olmaları son derece önemlidir.
Emekçi kesimler 2010 yılına daha önceki yıllardan çok daha zor koşullarda girmektedir. Ancak bu zorluklara karşı koymak üzere gerekli olan mücadele düşüncesi her geçen gün daha da güçlenmektedir. Bu gücün ortak bir mücadeleye dönüşmesi ve başarıya ulaşması büyük ölçüde sendikaların bugüne kadar yaptıkları hatalardan ders çıkartıp, sınıf tutarlılığı ile hareket etmesine bağlıdır. (ÖM/TK)

* Özgür Müftüoğlu, Yrd. Doç. Dr., Marmara Üniversitesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü.

8 Ocak 2010 Cuma

TEKEL İşçisi Öğretmeye Devam Ediyor…

08/01/2010

ÖZGÜRCE

12 Eylül darbesinin hedefi doğrudan işçi sınıfının örgütlülüğüydü. 12 Eylül’ün arkasındakiler örgütlenme özgürlüğünün, yani kolektif hakların, ortadan kaldırılmasıyla bireysel hakların da hiçbir anlamının kalmayacağını biliyordu. Planlanan gerçekleşti. Sendikal hak ve özgürlükler ortadan kaldırıldı ve işçi sınıfının harcı da dağılıverdi. Sonra ne sosyal hak, ne ekonomik hak ne de insan hakkı kaldı…

12 Eylül 1980’den bugüne neredeyse 30 yıl geçti. Bu arada “demokrasi” dillere pelesenk edildi. 12 Eylül darbecileri de dahil olmak üzere 30 yılda her iktidara gelen demokrasiden söz etti. İktidarların sözleri inandırıcılığını kaybedince devreye AB girdi, demokrasinin AB’den geleceği beklendi. Ama olmadı demokrasi gelmedi. Çünkü kolektif haklar yani gerçek anlamda örgütlülük yoktu ve örgütsüz mücadele olamazdı. Emekçileri mücadeleye yönelten bazı denemeler oldu. Bunların başında 1989 Bahar Eylemleri geliyordu, sonra büyük madenci yürüyüşü gerçekleşti. İzmit SEKA işçilerinin direnişi de son derece önemliydi. En sonra da SSGSS’ye karşı Herkese Sağlık Güvenli Gelecek Platformu, Türkiye emek mücadelesinin son 30 yılındaki hatırlarda kalan mücadele örnekleri oldu.

Kolektif haklardan yoksun geçen 30 yıldaki mücadele deneyimlerinin işçi sınıfı için sınırlı öğreticiliği olsa da bunların hiçbiri kalıcı bir kazanım sağlayamadı. Bu mücadelelerden bazıları başarıya çok yaklaşmıştı ve tüm işçi sınıfını da umutlandırmıştı. Ama son kertede bir güç araya girerek mücadelelerin başarıyla sonlanmasını engelledi. Mücadelelerin başarısını engelleyen o gücün ne olduğuna baktığımızda maalesef tüm örneklerde bu gücün sendikalar olduğunu gördük.

Büyük yürüyüşte yüz bin kişiyi yolundan çeviren, SEKA işçisini direnişi sonlandırmaya ikna eden, SSGSS’yi engellemek için sokaktaki işçiyi yok sayıp, Bakanla anlaşan hep sendika(cı)lardı. Ancak özellikle büyük madenci yürüyüşü ve SEKA gibi direnişlerin başarısız olmasında bu direnişleri yürüten sendikalar kadar, onlarla gereken dayanışmayı göstermeyip yalnız bırakan konfederasyon ve sendikaların da büyük sorumluluğu vardır.

Son 30 yılın en büyük mücadelelerinden bir diğeri 25. gününde olan TEKEL direnişidir. TEKEL direnişi uzun bir süreden sonra örgütlü olmanın, örgütlü mücadeleyle hak aramanın önemini bir kez daha hatırlatmıştır. TEKEL direnişi sadece hükümetin emekçilere yönelik politikalarının ne kadar düşmanca olduğunu ortaya çıkartmakla kalmamış, Türk İş’e de sendika olduğunu hatırlatmıştır. Sadece bu iki nedenle bile TEKEL direnişi son yılların en önemli mücadeleleri arasında sayılmayı hak etmektedir.

Ama elbette bu yeterli değildir. TEKEL direnişinin daha önceki hayal kırıklıkları arasında yer almaması ve Türkiye işçi sınıfı hareketinde bir dönüm noktası olması, nihai hedefe ulaşana kadar mücadeleye devam edilmesiyle mümkündür. TEKEL işçisi yapılan referandumda yüzde 99 gibi mutlak bir çoğunlukla mücadeleye devam iradesini göstermiştir. Bu irade sadece Türk İş’e değil, işçi sınıfını bitti sayıp, mücadeleyi gereksiz gören, uzlaşmacılığı sendikacılık zanneden tüm sendika ve sendikacılara da bir ders niteliğindedir.

Mevcut sendika yönetimleri içinde TEKEL direnişini, tıpkı madenci yürüyüşü, SEKA direnişi veya SSGSS mücadelesi gibi sonlandırma çabasında olanlar mutlaka mevcuttur. Bunlara karşı TEKEL işçisinin, oyuna gelmeyip mücadelesini sonuna kadar sürdürmesi gerekir. Ama şunu da kabul etmek gerekir ki TEKEL direnişi sadece TEKEL işçisi ile kazanılamaz. Hangi statüde ve işkolunda olursa olsun tüm emekçilerin, tüm sendikaların bu direnişi kendi direnişleri gibi sahiplenmesi gerekir. Bugüne kadar yaşananlara baktığımızda en azından sendika ve konfederasyonlar düzeyinde dayanışmanın son derece göstermelik olduğunu söylemek gerekir. Sadece saatlerle sınırlı bir eylem türü yasak savmaktan başka bir şey değildir. Yapılması gereken üretimden ve dayanışmadan gelen gücün samimiyetle kullanılacağı dayanışma eylemleridir. Böyle bir eylem, sadece hükümeti değil, emekçileri örgütsüzleştirerek etkisizleştiren ve onları yok sayan politikaları uygulama hevesindeki tüm güçleri sarsacaktır.

5 Ocak 2010 Salı

“Kurtuluş yok tek başına” ama sendikalar nerede?



05.01.2010 

 Beklendiği gibi 2009, krizin etkilerinin emekçiler tarafından iyiden iyiye hissedildiği bir yıl oldu. İşsizlik arttı, ücretler düştü ya da ödenmedi, çalışma saatleri uzadı, ücretsiz izinler arttı. Kısacası emekçiler işsizleşti, yoksullaştı, güvencesizleşti ve sömürü daha da arttı. Artık işverenler çalıştırdıkları işçinin sigorta primini, vergisini ve hatta ücretini İşsizlik Sigortası Fonu ile ya da genel bütçe üzerinden emekçilere ve sermaye dışındaki diğer toplum kesimlerine ödetiyorlar.

Aslında krizle birlikte kapitalizmin saldırısının işçi sınıfını hedef aldığı çok açık biçimde ortaya çıkmış durumda. Ve artık “kurtuluş yok tek başına” sloganı her zamankinden çok daha anlamlı. Yani sınıfın örgütlenmesine, sendikalaşmaya ihtiyacın en fazla olduğu dönem. Artık milliyetçisiyle, mukadderatçısıyla; Türküyle, Kürdüyle; Alevi’si, Sünni’si, Ateistiyle; sağcısıyla, solcusuyla emeğiyle geçinen herkes eve götüreceği ekmeğin örgütlü olmadan kazanılamayacağının farkına varmakta. Yani kapitalizmi ve sınıfını yaşayarak, acılar çekerek tanımakta.

Ama gelin görün ki sendikalar örgütlenmeye en çok ihtiyaç duyulan bu dönemde adeta kendilerini unutturmaya çalışırcasına sessizliğe bürünmüşler. Ara sıra çıkan sesleri de sermayeye karşı değil, sermaye için olmuş... Örneğin Türk İş, Hak İş, T.Kamu Sen; TOBB, TİSK gibi sermaye örgütleriyle birlikte işini kaybetmiş, ücretini alamamış emekçilerle dalga geçer gibi “Eve Kapanma Pazara Çık” kampanyalarına katılmışlar; ya da DİSK/Tekstil gibi “TÜSİAD’ın krizin mağduru olduğu ve sermaye örgütlerinin hükümetten çekindikleri için hükümete karşı seslerini çıkartamadıkları” yönünde gazetelere ilanlar vermiş; veya ERDEMİR’de olduğu gibi sendikalar, toplu pazarlıkla belirlenmiş olan ücretlerin geriletilmesini kabullenmiş. Bu arada sendikalar, çalışma yaşamının esnekleşmesini, tüm kamusal alanın piyasalaşmasını dayatan AB savunuculuğunu ve “sosyal diyalog” projelerini de devam ettirmiş.

Krizle birlikte daha da artan sömürü karşısında sendikaların sorunlarını sahiplenmesinden umudunu yitiren emekçiler, sınıf duyarlılığı taşıyan birkaç sendikanın desteği dışında kendi başlarının çaresine bakmaya yönelmiş ve birçok işyerinde direniş gerçekleştirmiştir. İşyeri direnişlerinin bir kısmı emekçilerin başarısıyla sonuçlanırken, bir kısım direniş halen sürmektedir.

Emekçilerin örgütlü mücadeleye duyduğu ihtiyaç en üst düzeyde olmasına rağmen sendikaların emekçilerden çok uzakta bulunduğu ve sendika olmadan emek mücadelesinin öne çıktığı bir dönemde 25 Kasım uyarı grevi gerçekleştirilmiştir. Uyarı grevini düzenleyen kamu emekçi sendikaları bu eylemi grevli toplu sözleşme hakkı ile sınırlandırmışlarsa da greve katılım ve desteğin gerekçesi kamu emekçisinin grevli toplu sözleşme talebini aşmış krizin ve AKP hükümetinin yarattığı işsizliği ve yoksulluğu hedef almıştır.

25 Kasım uyarı grevini düzenleyen örgütler eylemin başarıya ulaştığını duyurmuşlardır. KESK, 25 Kasım’ın 12 Eylül darbesinden bu yana en geniş katılımlı grev olduğunu iddia etmiş ve aylık yayın organı KESK’in Sesi’ni “25 Kasım Greviyle Hava Dönmüştür!” başlığıyla yayınlamıştır. Türkiye işçi sınıfı hareketinde yıllardır süren durgunluğa bakarak 25 Kasım “görece” başarılı bir eylem olarak kabul edilebilir elbette. Ancak bir eylemin gerçek başarısı sonuçlarıyla değerlendirilmelidir. “Uyarı” olarak adlandırılan bir eylemde nihai amaca ulaşılması beklenmez. Ancak bu tür eylemler uzun soluklu bir mücadeleye basamak oluşturabilir. Dolayısıyla 25 Kasım değerlendirilirken emek mücadelesinin bundan sonraki sürecine ne kadar katkı yaptığına bakılmalıdır. Ayrıca gerçekleştirilen eyleme yönelecek saldırılara karşı eylemin nasıl savulduğu da önemli bir göstergedir. 25 Kasım sonrasına dair KESK ve diğer örgütler somut bir mücadele programı ortaya koymamışlardır. Demiryolları dışında 25 Kasım nedeniyle Hükümetten gelen işten çıkartma ya da soruşturma gibi baskılara yanıt verilmemiş sadece hukuk yoluyla savunma yapılmıştır. Oysa 25 Kasım eylemi hukuk arkasına sığınmadan da açık biçimde savunulabilecek bir meşruiyete sahiptir.

25 Kasım sonrasında gerçekleşen ama 25 Kasım’la pek de bağlantısı bulunmayan TEKEL işçilerinin ve İstanbul Belediyesi itfaiye emekçilerinin direnişi 2009’dan 2010’a aktarılan en önemli mücadeleler olmuştur. 25 Kasım’da grevli toplu sözleşme hakkı talep eden örgütlerin, bu hakka sahip olduğu halde diğer direniş kanallarını kullanmak zorunda kalınmasını nasıl değerlendirdikleri bilinmez. Ancak 25 Kasım’ı başarılı olarak kabul edenlerin TEKEL işçileri, itfaiye işçileri ve direnişteki diğer işçilerin mücadelesini sahiplenme konusunda yetersiz kaldıkları rahatlıkla ifade edilebilir. Hal böyle olunca, sendikaların son yıllardaki emek mücadelesinin gerçeklerinden uzak halini 25 Kasım’ın da değiştiremediğini üzülerek de olsa söylemek gerekir.

Sözün özü: “Kurtuluş yok tek başına” ama sendikalar nerede?

1 Ocak 2010 Cuma

AKP, Darbeden Değil Emekçiden Korksun!..

01/01/2010

ÖZGÜRCE

Suikast ve darbe iddiaları memleketin üzerini karabulutlar gibi sarmış durumda. Asker mi hükümete karşı bir harekat içinde, yoksa hükümet mi askere karşı bir operasyon düzenliyor? Sorunun cevabı derinlerde olsa gerek; ortada, kafa karışıklığı yaratan bilgiler ve kaostan başka bir şey yok …

Yorumlar farklı. Bir kesim, ‘Her devletin gizlisi saklısı olur’ diyerek; şimdi dış güçlerin de teşvikiyle devletin tüm sırlarının açığa çıkartıldığını ve böylece devletin en güçlü kurumunun zayıflatılarak, mevcut devlet yapısının uluslararası güçlerin de istediği biçimde yeniden yapılandırılmaya çalışıldığını söylüyor.

Bir başka görüş ise devlet içindeki derinliklerin çökertildiğini ve Türkiye’nin gerçek anlamda demokrasiye kavuştuğunu söylüyor… Bu görüştekilere göre 12 Eylül darbesini meşru hale getiren kan gölünü yaratan, ülkenin doğusunda batısında yüzlerce faili meçhul cinayet işleyerek terör ortamını besleyen ve şimdi de AKP’ye karşı darbe ortamı hazırlayan bir odak çökertiliyor.

Birinci görüşe karşı söylenmesi gereken: Ulus devletin bekası için gerekli olan sırlar, bir suikast söylencesi üzerine böyle açık edilebiliyorsa, ya sırların sırlığını ya da o devletin devletliğini sorgulamak gerekir. Eğer devleti sorgulamak gerekiyorsa, o zaman işe, bu sırları saklamakla görevli devlet kurumu olan askerden başlamalı. Yok, eğer sırları sorgulamak gerekiyorsa; o zaman da ikinci görüşe, yani derinliğine devlet sorgulamasına ihtiyaç var demektir.

Eğer Türkiye gibi darbeleri gelenekleştirmiş bir ülkede yaşıyorsak, derinlemesine devletten anlaşılacak olan, doğaldır ki siyasi iktidara ve hukuk düzenine rağmen ve bazen ona karşı sürekli bir tehdidin gündemde var olmasıdır. Ancak şu nokta gözden kaçırılmamalıdır ki, bugüne kadar gerçekleştirilmiş olan darbeler, sadece askerin siyasal ve hukuksal düzeni değiştirme isteğinden kaynaklanmamıştır.

Türkiye’de, işçi sınıfının haklarında olumlu düzenlemelere vesile olan 1960 darbesi de dahil olmak üzere, bugüne kadar gerçekleştirilmiş olan tüm darbelerin sınıfsal arka planı mevcuttur. Ve çok açık bir biçimde söylemek mümkündür ki, tüm darbeler, ulusal ve uluslararası sermayenin çıkarı doğrultusunda, kapitalizmin dönemsel koşullarına uyumlu biçimde gerçekleştirilmiştir. 27 Mayıs 1960 darbesinin işçi sınıfı lehine gerçekleşmiş gibi gözükmesinin nedeni, kapitalizmin sosyal devleti içeren dönemsel koşullarından kaynaklanmaktadır. Yoksa 27 Mayıs’ın sermaye sınıfına karşı olduğu söylenemez. Zira, Türkiye’de özel sermayenin en önemli atılımları 27 Mayıs’ın getirdiği koşullar içinde gerçekleşmiştir. 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri, kapitalizmin sosyal yönünden uzaklaşıp, kazanılmış hakların geri alındığı bir dönemde gerçekleşmiştir ve dolayısıyla bu darbelerin sermaye sınıfı adına doğrudan doğruya işçi sınıfına karşı gerçekleştirildiği, çok açık biçimde görülebilmektedir.

Hâlâ hazırda, Türkiye’de bundan önce darbelere gerekçe oluşturan kapitalizmin dönemsel koşullarını ve sermayenin çıkarlarını sorgusuz sualsiz yerine getiren bir siyasi iktidar mevcuttur. Ayrıca iktidarı bu süreçte zorlayacak bir muhalefet ya da güçlü bir toplumsal mücadele de yoktur. Dolayısıyla askerin kışlasından çıkıp mevcut iktidara ve parlamenter yapıya müdahale etmesi beklenemez. Aksine, askerin siyasal düzenin devamına katkı sağlamasını beklemek çok daha anlamlı olur. Belki asker içinde kendi başına hareket eden birtakım münferit unsurlar olabilir ama mevcut koşullarda bunların da başarı şansları olamaz.

AKP’nin darbeden önce karşı karşıya olduğu esas tehdit, toplumsal desteği yitirmiş olmasıdır. Bugün sermaye dışında hemen tüm toplum kesimleri, AKP’nin işsizleştiren, yoksullaştıran politikalarından bıkmıştır. Bu yıpranmışlıkla AKP’nin iktidarını normal koşullar içerisinde sürdürebilmesi mümkün değildir. Bir süre daha böyle devam ederse, sadece AKP değil tüm sistem ideolojik olarak sorgulanmaya başlayacak ve 1980’den beri sessiz kalan toplumsal muhalefet, yeniden ayağa kalkacaktır. Bunun engellenebilmesi için ya AKP yerine bir alternatif bulunması, ya da AKP’nin bir baskı rejimi içinde yoluna devam etmesi gerekecektir.

Türkiye’de kapitalizmin gereklerine uyumlu, sermayenin çıkarlarını canla başla savunurken toplumdan da oy alabilecek bir alternatif henüz bulunmamaktadır. Eğer bu alternatif kısa bir süre içinde yaratılamazsa, gerekli olan ortamı sağlamak üzere AKP’ye tehdit olarak gösterilen asker, AKP’nin önemli destek kaynağı haline gelebilir.

2010’da ekmek ve demokrasi mücadelesinin yükselmesi umuduyla, tüm okurların yeni yılını kutlarım.